PKK Lideri Sayın Abdullah Öcalan’a Mektup
İlk yayınlanma tarihi: 17-02-2020-Arşiv
Birinci Fasıl
Merhabalar Sevgili PKK Lideri Sayın Abdullah Öcalan! Ben Kadir Amaç. Belçika’da yaşayan bir Kürd’üm. Evliyim ve üç çocuk babasıyım. Bağımsızlık, federasyon ve özerklik düşüncesini savunuyor ve destekliyorum. Avrupa’nın başkenti Brüksel’den kucak dolusu selamlar, sevgiler ve saygılar gönderiyorum.
Ayrıca İslam teolojisi, sosyoloji ve felsefeyle ilgileniyorum. En güzel felsefelerin; Ömer Hayyam, Heidegger ve Spinoza’nın felsefeleri olduğunu düşünüyorum! Ayrıca, felsefe yaplır, felsefe fakültesini ve felsefe kitaplarını okuyarak filozof olunamayacağını düşünüyorum! Öyle olmuş olsaydı, fakülteden mezun olan yüz binlerce öğrenci ve felsefe kitaplarını okuyan yüz binlerce okur felsefeci olurdu!
Üstad Heidegger’in dediği gibi: ”Felsefe her insan varoluşunda saklı olarak vardır ve dışarıdan ayrıca eklenmesine gerek yoktur. Vazgeç Ludo; uğraşma. Şişeyi sineğiyle birlikte savur ummana!”
Doğrusu bu mektubu yazmaya karar verirken, çok gelgit yaşadım. Zat-ı âlinize nasıl bir mektup yazmalıydım? İçeriği ve formatı kesinlikle Freud‘un Einstein‘e, Tolstoy‘un Gandhi‘ye, Einstein‘in Atatürk‘e yazdığı mektup gibi olmamalıydı. Çünkü bizim yazgımız ve ontolojimiz onlarınkine benzemiyordu. Onların devleti vardı ve en önemlisi dilleri yasaklı değildi. Bizim ise hiçbir şeyimiz yok ve özgürlüğümüzü istemedikçe hiçkimsenin bize özgürlüğümüzü vermeyeceği kesindi.
Efendim, 1986-1999 tarihleri İslamcılık yaptığım yıllardır. İslamcılık yaptığım bu süre içinde bir günlüğüne olsa bile, hiçbir İslamcı lidere, devlete, gruba, cemaate ve siyasi partiye, legal ve illegal düzeyde ne biat ettim ve ne de üye oldum. İslamcılık dönemlerimde olduğu gibi, Kürdistani dönemlerimde de hiçbir Kürt lidere, hiç bir Kürt örgütüne, hiç bir Kürt partisine, direkt ve endirekt bir bağlantım olmadı. Ayrıca kendim için, bir peygambere ve bir lidere ihtiyaç duymuyorum.
İkincisi, 1999-2020 yılları arasında, Kürdistani bilinçlenme ve sömürgeci devletlerle mücadele etme yıllarımdır. Bu 20 yıl içinde binlerce KDP, YNK, PKK, HDP, PSK, DDKO, Rizgarî ve Kawacı ile tanıştım. Onlarla arkadaş oldum, dost oldum ve Kürdistan ülkesinin bağımsızlık, federasyon, özerklik, sömürgecilik ve Kürtler arası milli birlik meselesi üzerine, entelektüel sohbet ve tartışmalar yürüttüm.
2009 yılında zat-ı âlinize ait, ”Bir Halkı Savunmak”, ”Özgürlük Sosyolojisi”, ”Kapitalist Uygarlık”, ”Maskeli Tanrılar Ve Örtük Krallar Çağı”, ”Ortadoğu‘da Uygarlık Krizi ve Demokratik Uygarlık Çözümü” adlı eserlerinizi karşılaştırmalı yöntemle okumuş, eserlerinizi konu alan akademik bir makale yazmış ve Özgür Politika Gazetesi‘nde yayınlama fırsatını bulmuştum.
Tabirinizle ”beş bin yıllık insanlık tarihinin sosyolojisini çözümleme” gayretinizi oldukça, değerli ve anlamlı bulmuştum. İkincisi, eserlerinizi okuyarak ve videolarınızı izleyerek ne kadar zeki ve yetenekli bir lider olduğunuzu daha net görebiliyordum.
Küçük bir kardeşiniz olarak, filozofik eserlerinizin bir dizi çözümlemelerine katılmadığımı ve çözümlemelerinizin önemli bir bölümüne reddiye niteliğinde kaleme aldığım ”Kürtler Yeryüzünün Yalın Ayaklıları” adlı bilimsel çalışmamızı bilim dünyasının değerli görüşlerine arz ettiğimi bilginize sunuyorum. Ayrıca, zindan koşulları ve sağlığınız izin verir de kitabımıza bir göz atabilirseniz, eleştirilerinizin ve tavsiyelerinizin entelektüel zaviyemde alicenap bir yer tutacağını bilmenizi isterim.
Efendim, izninizle bu zaviyeden hareketle önce Kürtlerin politik sosyalizasyonu ve daha sonra Avrupa toplumlarının sosyolojik ajandasına tarihselci felsefe bilgisiyle kısa bir yolculuk yapmak istiyorum: Genel olarak sosyolojinin kapsamı sokakta iki insanın, iki devletin diplomatik ilişkisinden tutunuz, küresel boyutlara kadar varan çok geniş bir habitata sahip bir bilim dalıdır. Pekâlâ, Kürd’ün politik sosyalizasyonu nasıl bir metod ve nasıl bir süreç izliyor? İzninizle bu soruyu şöyle cevaplamak istiyorum.
Birinci aşama: Politik kavramlarla tanışıyor ve bu yeni tanıştığı politik kavramları sorgulama egzersizlerini yapmadan kabul ediyor.
İkinci aşama: Bir süre sonra yeni tanıştığı bu politik kavramları yavaş yavaş sorgulamaya başlıyor ve daha sonra bu kavramlara karşı bağlılık, sempati ve empati kurmaya davranışlarını içselleştiriyor.
Üçüncü aşama: Yeni okuma ve tercübe potansiyelini, eski bilgi ve tercübeleriyle birleştirerek, politik kavramlara karşı davranışlarına felsefe ve rasyonellik kazandırıyor.
Dördüncü aşama: Özerklik aşamasıdır, artık sorgulayabiliyor, karşılaştırabiliyor ve çelişkilere isyan edebiliyor! İşte bu nokta KÜRD‘ÜN, politik sosyalizasyon davranışlarının ve bilincinin profesyonelleşme dönemidir.
Sonuç olarak; toplumda egemen olan bir zihin, egemen olan bir düşünce, egemen olan bir inanç ve egemen olan alışkanlıklar dizisi birey üzerinde bir baskı aracına dönüşerek, ya bireyi kendisine benzetir veya bireyin üstünde kurduğu zihinsel ve fiziki baskı onu politik bir intihar eylemine sürükler.
Efendim, bildiğiniz gibi önceleri insanların davranışlarını doğanın şartları belirliyordu. Sonra din olgusu, insan ve toplum davranışları üzerinde başat rol oynadı. On dokuzuncu yüzyıla kadar din, dünyayı ve evreni yorumlayamadı. Hal böyle olunca akıllı insanlar, dünyayı ve evreni anlamak için dini değil, bilimi referans aldı.
Dünyanın ve evrenin incelenmesinde, fizik ve kimya bilimleri kullanılmıştı. Özellikle Copernicus, Galileo ve Newton’un keşif başarıları milletlerin sosyalizasyonlarını transformasyona uğratmıştı. İşte tam da bu dönemde Auguste Comte, sanayi ve makinalerin toplumlara yeni alışkanlıklar ve yeni davranışlar kazandırdığını fark etmiş ve yeni bir dizi fikirler ortaya atıyordu: Comte, fizik ve kimya yöntemiyle toplumsal yasaları keşfetme yolculuğuna ilk başlayan sosyolog olacaktı.
Marks, ”Komünist Manifesto” adlı yapıtının hemen giriş bölümünde şöyle diyordu: ”Bugüne kadar ki bütün insanlık tarihi, sınıf çatışmaların tarihidir.” Örneğin: Kürdistan meselesini ”Das Kapital” ile yorumlamak isteyen bir Marksist, şöyle diyecektir: Sömürgeci ve kapitalist devletler Kürtlerin içinde küçük burjuva sınıfını yaratarak, sömürüyü ve yabancılaşmayı bu küçük zümrenin eliyle meşrulaştırır. Yani Marksizm okulu, Kürt meselesini emek ve kapitalizm habitatında değerlendirerek işin içinden çıkmaya çalışmıştır.
Marks’tan etkilenen toplum bilimcilerden biri de Max Weber‘dir. Ancak Weber, Marks’ın bir grup görüşlerini çok güçlü bir biçimde eleştirmekteydi. Örneğin: ”tarihin materyalist yorumu”nu şiddetle reddediyordu ve ”sınıf savaşı”nı Marks’ın düşündüğü gibi düşünmüyordu.
Max Weber, ”Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu” adlı yapıtında toplum üzerinde ekonomik etkenlerin çok önemli olduğunu, ne ki dil, milliyet, düşünce ve dinin de aynı derecede toplumlar üzerinden çok önemli etkenler olduğunu söylüyordu! Kısacası, Weber ve Durkheimci sosyoloji Kürt meselesini Kürt aşiretleri, şeyh ve medrese âlimleri arasında yaşanan çelişki, rekabet ve çatışma ilişkilerine bağlıyordu. Sigmund Freud ise, ”Psikanalist” adlı yapıtında her şeyi ”psikoloji”ye bağlarken; İslam ise tam ters bir istikamet de görüş belirtiyor ve toplumsal değişim ve devinimleri tevhid ve şirk etmenlerine bağlıyordu.
Şeriatçi bir Müslüman, Kürt meselesini ümmet nosyonu içinde eriterek işe başlıyor. ”İslam ve cahiliye toplumu”, ”hak ile batıl”, ”zalim ile mazlum” başlıklarıyla tartışmaya devam ediyor ve sonuç olarak Kürtlerin hürriyet meselesini ”İslam kardeşliği” ve ”ümmetin” birliğine tahvil ediyordu. Bu zaviyede İbn-i Haldun’un dediği gibi, “Mağluplar galipleri taklit eder.” Bu anlamda Kürt aydınların kahir ekseriyeti İslam düşünürlerini, sosyalist düşünürleri ve modern Batı düşünürlerini taklit etmişlerdir. Yani, bölgesel ve küresel ölçekte fikir üretememiştir.
Takdir edersiniz ki devlet, milletler, siyaset ve uluslararası ilişkiler meselesi, siyaset bilimcilerin ve toplum bilimcilerin alanıdır. Bahis konusu ettiğim alanda yazdığınız eserleri değerli görüyorum. Bu mahfilde Kürt hafıza merkezine, Kürt düşünce iklimine ve Kürt bilinç atlasına, yeni yetişen bilim ve düşünce insanlarımızın katkı sunabileceğini düşünüyorum.
Biraz da şöyle yazmak istiyorum: Bütün olaylar tarihseldir, ontolojik değil antropolojiktir. yani, sosyolojik ve siyaset merkezlidir. Avrupa toplumları toplumları feodal düzenden merkantalist düzene, merkantalizimden burjuva düzenine, burjuvadan kapitalist düzene, kapitalizmden post-modern düzene geçiş yapmışlardır. Kürtler ise, feodal ve geleneksel düzenden modern sosyolojiye geçişleri Avrupa milletleri gibi olmamıştır. Kürtlerin devletsizliği onları tembel, miskin ve köleliğe pineklemiştir. Daha doğrusu, uyandırılmayı ve farkına vardırılmayı şiddetle reddeden bir millet olmuşuz.
Son yarım asırda, Güney Kürdistan’da KDP-Barzaniler ve Kuzey Kürdistan’da lideri olduğunuz PKK Hareketi Kürtler üzerindeki miskinlik kültürünü öldürmüş, uyandırmayı ve farkına vardırmayı büyük oranda başarmış diyebiliriz. Özellikle lideri olduğunuz PKK Hareketi, Batı Kürdistan toprakları üzerinde tam bir egemenlik sağlayarak, yüzyılın en büyük başarısını elde etmiştir.
Evet efendim, Marks, hayatta değil. İslam peygamberi Muhammed, hayatta değil. Peki, kendilerine nasıl yanıt vereceğiz, kendileriyle bu meseleyi nasıl konuşacağız? Şimdi Kürtlerin toprakları işgal edilmiş, dilleri yasaklanmış, siyasal ve teritoryal egemenlikleri elinden alınmış. Örneğin, yüzyıl önce ya da şimdi, Kürdistan topraklarında bir otomobil fabrikası ya da demir çelik fabrikası var mıydı ki sınıf çatışması olsun? Ya da şöyle diyelim: Kürtlerin işgalci devletlerle yaşadığı çatışmalar, sermaye ve işçi çatışması mıdır, yoksa dil, kültür, toprak, egemenlik çatışması mıdır?
Sevgili efendim! Çok zor koşullar altında ülkenize, halkınıza ve dava arkadaşlarınıza öncülük yaptığınızı tahmin edebiliyorum. Avrupa’nın tam orta göbeğinde Bosna Hersek milletini devletleşmeye götüren Aliya İzzetbegoviç’in Türk milletine ithafen yazdığı mektubundan bahsetmek istiyorum: Aliya; ”Biz Boşnakları elimiz kolumuz bağlı olduğu halde düşmanımızın önüne sürüldük. 1200 gün boyunca gece gündüz cehennemi yaşadık. 1200 gün boyunca Avrupa‘dan, Amerika‘dan sesimizi duymalarını bekledik.” diyordu.
Evet, oysaki hakikat öyle değildi. Dünya, Bosna‘ya yardım etmişti. Nato, BM, Avrupa devletleri, Müslüman devletler ve Müslüman milletler en yüksek düzeyde Bosna‘nın milli kurtuluş mücadelesine destek vermişti.
İyi hatırlıyorum, İslamcılık yaptığım yıllardı. Bosna‘ya ilgi duyuyordum. O dönemlerde bazı İslamcı Kürt arkadaşlarım, Bosna için savaşmaya gitmişlerdi. Öyle ki, birkaç tanesi orada öldü ve birkaç tanesi de yaralandı.
Gene çok iyi hatırlıyorum, 1995 yılında Nato askeri birlikleri, Sırp askeri birliklerini Bosna Hersek‘Ten çıkarmıştı. NATO‘nun baskılar sonucu, İzzetbegoviç ve Miloseviç anlaşma masasına oturmuşlardı ve 21 Kasım 1995’te ”Dayton Antlaşması” kabul edildi.
Evet, doğrudur. Bosnalılar 1200 gün boyunca gece gündüz cehennemi yaşadılar! Ancak dünyanın hiçbir devlet başkanı İzzetbegoviç‘i ve Bosna-Hersek milli kurtuluş hareketini terörizim olarak görmedi!
Kürtler, tam otuz dört bin altı yüz yetmiş beş gündür geceli gündüzlü cehennemi yaşamaya devam ediyor. En önemlisi, elli milyon bir milletin ontolojik varlığı ve ikbali modern insanlığın gözleri önünde çarmıha gerilmişken; modern insanlık hala sağır, hala dilsiz ve hala kör!
Aliye İzzetbegoviç, Boşnak halkı için devletleşmeyi farz görürken, Kürtler için devletleşmeyi şu sözleriyle reddediyordu: ” Bugün emperyalistler Kürt’ü senden, seni Kürt‘ten ayırmak için gece gündüz çalışıyor. Türk‘ün evladı, biz Boşnak‘ız ama Türk‘üz de.”
Yeryüzünde 218 tane devletin varlığı nasıl bir haksa, Kürtlerin de kendi öz toprakları üzerinde bir devlete sahip olması son derece tartışılmaz bir haktır. Çünkü elli milyona varan nüfusuyla ve 530.000 metrekare yüz ölçümüyle Kürtlerin hâlâ da kendi öz vatanlarında devletsiz olmaları büyük bir talihsizlik! İkincisi, Kürtlere düşmanlık yapan işgalçi Müslüman devletlerin gözü dönmüş, körlük ve cehalet her yanlarını kuşatmış. Gittikleri her yolda doğruluğun, erdemin, adaletin, merhametin ve vicdanın ırzına geçiyorlar. İmanları hor-hakir olmuş, manevi dayanakları zelzele geçirmiş, Allah’a isyan, Kürdistan ülkesine kötülük yapıyorlar.
Efendim, düşünüyorum da Müslüman devletler ülkemizi kendi aralarında dört parçaya böldükleri vakit; ne dün ve ne de bugün tek bir dost devlet, tek bir dost millet yanımızda yoktu. İkincisi; düzenli ordumuz yoktu, silahımız yoktu, savaş uçağımız yoktu, helikopterimiz yoktu, tankımız yoktu, roketatarımız yoktu, bombamız yoktu. Hasılı kelam hiçbir şeyimiz yoktu, rüzgârın yaprağı savurduğu gibiydik ve yeryüzünde insan yerine konulmuyorduk! Yunanistan milli kurtuluş mücadelesinin önderi Rigas Fereos’un “ortak halkların ve devletlerin tarih anlayışı yoktur ve olmadı da!” vurgusu aklıma geldi.
Sevgili efendim, bugün işgalci devletlerin askeri kuşatması altında ve dört tarafı dağlarla çevrili olan kutsal ülkemizi düşünüyorum! Bu ülkenin başına her gün havadan bomba yağdıran, her gün kalbine milyonlarca kurşun sıkan işgalci generallerini düşünüyorum! Bu ülkede hareket eden her şeyi vurma emrini veren bir kültür düşünüyorum! Yaşlı, hasta, kadın, çocuk ve hiçbir sivil insan gözetmeksizin nazik civan bedenlerine vahşice kurşun yağdıran bir devletin polislerini düşünüyorum! Bu ülkenin liderini, siyasetçilerini, milletvekillerini, belediye başkanlarını, sanatçılarını, yazarlarını, gazetecilerini, âlimlerini zindana tıkayan sömürgeci mahkemelerini düşünüyorum! Şehitlerimizi gömdüğümüz mezarları yerinden söküp atan, kameraların karşısında gerillanın kafasını bedeninden kesip ayıran ve 12 bin yıllık güzeller güzeli Hasankeyf’i sular altında bırakan bir devleti düşünüyorum! Şehirleri, kasabaları, ibadet merkezlerini, delik deşik eden ve sivil insanları bodrumlara doldurup kimyasal silahlarla katleden sömürgeci valileri düşünüyorum! İşgalci devletlerin Kürtlere yönelik yaptığı bu akıl almaz kötülüklere sesini çıkarmayan Hristiyan milletini, Yahudi milletini, Müslüman milletini, Müslüman devletleri, Nato, BM, AB ve ABD‘yi düşünüyorum! Doğrusu, her insan bir emperyalistti! Bu konu üzerine yoğunlaşabilirim ve felsefi bir çalışma ortaya koyabilirim.
Efendim, şu sosyolojik gerçeği de söylemek zorundayım: Asya’da Türkler ve Ortadoğu’da Araplar çok büyük bir problem teşkil ediyor. Bu konuyla ilgili düşüncelerimi ”Kürdistan’da Din ve Siyaset Sosyolojisi” ve ”Kürtler Yeryüzünün Yalın Ayaklıları” adlı kitaplarımda dile getirmiştim.
Ancak şu kadarını söyleyebilirim: Bu her iki milletin sakinleşmesi, Kürtlerin varlığını kabul etmesi, yırtıcılıktan vazgeçmesi, birlikte yaşama ve birlikte yönetme bilincini kazanması, modern ve demokratik millet olma şansları şu an için çok zayıf görünüyor. Kısacası: Tanrı yeryüzüne demokrasi yağdırsa, hiçbir Müslüman devletin ve hiçbir Müslüman milletin demokratikleşmeye ilgi duyacağını düşünmüyorum! Küçük bir ihtimal şöyle olabilir: Japonya ya da Almanya gibi güçlü bir demokrasi, güçlü bir hukuk, güçlü bir ekonomi, güçlü bir teknoloji, güçlü bir tarım, güçlü bir eğitim, güçlü bir sağlık sistemine sahip olan bir devletimiz olmuş olsaydı, Ortadoğu‘yu değerli düşüncelerinizle demokratikleştirme çalışmaları yürütülebilirdi. Örnek: Yirmi yıldır esaret koşullarında ”Demokratik Türkiye” projenizi barışcıl, demokratik ve bilimsel görüşlerinizle Türk Devleti’ne ve Türk Milleti’ne anlatmaya çalıştınız. Bu çabanız elbette ki değerlidir, şereflidir; lakin bu insani ve barışsever çabanız, Türk devletinin ve tebasını ırkçı antagonizmasını ikna etmeye yeterli gelmediğini hep birlikte gördük.
İkinci Fasıl
Efendim, İslamcılık yaptığım dönemlerde (1985-1999 ) İslamcıların İslam peygamberi Muhammed’i nasıl acımasızca sömürdüklerini çok iyi biliyorum! Kürdistan düşünce ve mücadele iklimine geldiğim günden bugüne bir dizi Kürt siyasetçinin, bir dizi PKK kadrolarının zat-ı âlinizin ismini sömürü aracı haline getirdiğine ve Öcalan maskesiyle hodbin gailelerini elde ettiklerine defalarca şahit oldum. Yakın tarihlerde yaşadığım bir anımı sizinle paylaşmak istiyorum: PKK kadrosuydu, yanıma yanaştı, felsefi konuşmalarımı dinledi, borderline sinyallerini yaktı, tahammülsüzlük ve kıskançlık nevrozuna girdi; dikkat çekmek ve beni nötralize etmek için şöyle dedi: ”Başkan Apo’nun dediği gibi”; dedi ve ardından uyduruk bir takım şey sıraladı. Öcalan’ı sömürmenin ne kadar kârlı bir iş olduğunu pekala iyi biliyordu, lakin benim ona nasıl bir cevap vereceğimi tahmin edemiyordu; çünkü zavallı biriydi! Çünkü hem kendisine, hem liderine ve hem de partisine samimi davranmıyordu. Ben de dedim ki: Keke! Sokrates şöyle diyor: ”Sadece bir iyi vardır, bilgi ve sadece bir kötü vardır, cehalet. ”Başkan nerede söyledi, hangi kitabında ve kitabın kaçıncı sayfasında söyledi? Cevap verir misin? dedim. Tabii ki soruma cevap veremedi! Çünkü, ilim ve irfanın rahle-i tedrisatından geçmemişti. Sonra duydum bu kardeşimiz ayrılmış. Bu kardeşimiz gibi binlerce insanımızın mücadele içinde, bencil varlıklarını ve çıkarlarını ayakta tutmak için adınızı kalkan olarak kullandıklarını bilmenizi isterim. Keza, partinizin ve Kürt siyasetinin içinde yalakalık ve tapıcılık kültürünün dalga dalga geliştiğini ayrıca belirtmek istiyorum.
Efendim, izninizle bir örnek vermek istiyorum: Proudhon, mektuplarından birinde Marks‘a şöyle yazmıştır: ”Eğer biz bir iş yapmak istiyorsak, mütevazı olmamız gerekmektedir. Bu işi sadece halkı bilinçlendirmek ve uyandırmak için yapmalıyız. Tekrar peygamberliği ortaya çıkarmamalıyız. Kendimizi emredici ve nehyedici olarak halkımıza tahmil etmemeliyiz. Ve bu dünyada yeni bir dinin ve yeni bir tapıcılığın öncüleri olmamalıyız. Çünkü ben bu ekolün yarın devletin dini haline gelmesinden ve devletperestliğin, liderperestliğin Allah‘a tapmanın yerine geçmesinden korkuyorum.” Ve gerçekten de Proudhon’un dediği gibi çıktı. Lenin putlaştırıldı, Stalin putlaştırıldı ve diğer sol liderler putlaştırıldı.
Sevgili efendim, İslam ilimleri hakkında bilgi sahibi olduğunuzu biliyorum. Hristiyan teolojisi üzerine okumalar yaptığınızı da biliyorum. Bildiğiniz gibi, Hristiyan toplumu sonunda İsa Peygamber’i putlaştırdı. Peki, kim putlaştırdı? Elbette ki havarileri. Kur’an, bu durumu şöyle anlatıyor: ”Allah: “Ey Meryemoğlu İsa, insanlara beni ve anneni Allah’ı bırakarak iki ilah edinin, diye sen mi söyledin?” dediğinde: “Seni tenzih ederim, hakkım olmayan bir sözü söylemek bana yakışmaz.” Başka bir ayet ise şöyle diyor : “Onlar, Allah’tan başka bilginlerini ve rahiplerini de kendilerine rab edindiler, Meryemoğlu Mesih’i de. Oysa onlar bir olan Allah’a ibadet etmekle emrolunmuşlardı. Allah’tan başka hiçbir ilâh yoktur. O, müşriklerin ortak koştuğu şeylerden de münezzehtir.” Kur’an’ın bu kez İslam peygamberi Muhammed’i ve ona tabi olanları şu ayetle uyardığını görüyoruz: ”Onlar Allah’ı bırakıp bilginlerini, rahiplerini ve Meryemoğlu Mesih’i kendilerine rab edindiler.” Aynı şekilde Müslüman dünyası İslam peygamberi Muhammed’i ”iki cihanın efendisi” olduğunu söyleyip ”gökyüzüne çıkıp” Allah ile konuştuğunu iddia ederek putlaştırıyordu.
Sevgili efendim, her yıl binlerce yurtsever insanımız doğum gününüzü doğduğunuz Amara Köyü’nde kutlamaktadır. Doğum gününüzü kutlamak için buraya toplanan bu insanlarımızdan bir grubu köydeki evinizin bahçesinden avuçlarına toprak alıp öpüyor ve sonra öptükleri bu toprağı poşetlere doldurup evlerine götürdükleri tespit ediliyor. İkincisi, sizin de defalarca şahit olduğunuz ve tasvip etmediğiniz kendini yakma eylemleri hakikaten kabul edilir ve meşru görülür bir durum değildir. Bu konu, beni son derece üzüyor ve son derece beni kaygılandırıyor. Eğer bu durumun önüne geçmezseniz, bilimperest bir toplum değil, putperest bir millet ortaya çıkacaktır. Tıpkı Türk Milleti’nin önemli bir bölümünün Atatürk‘e taptığı gibi… Sizin bu tür taşkınlıkları ve istismarları felaket ve cehalet olarak değerlendirdiğinizi bir video konuşmanızda; ”bu liderliğe terstir ve liderliğe ters olan her şeyin hesabını veririm” sözleriyle ifade ettiğinizi biliyorum. İkincisi, ülkenize ve halkınıza liderlik yapıyorsunuz! Bilime ve insanlığın yüce değerlerine inanıyorsunuz. Uygarlığı ve demokrasiyi en yüksek düzeyde savunuyorsunuz. Bundan dolayı tapıcılık kültürüne fırsat vermemelisiniz, partinizin ve halkımızın içinde örgütlenen bu istismarcı şürekâya karşı ciddi bir mücadeleye ihtiyaç ortaya çıkmıştır.
Sevgili efendim, tarih boyunca liderlerimiz, siyasetçilerimiz, alimlerimiz, müneverlerimiz, sanatçılarımız ve savaşçılarımız yalın ayaklı halkımız için hep bir arayış içinde olmuşlardır. İzninizle; arayış mefkürelerimizle ilgili yaşanmış bir hikâye anlatmak istiyorum: Râbia el-Adeviyye, İslam dünyasının, sûfîlik ve tasavvufun ilk kadın temsilcisi olarak tarihe geçmiştir. İslam sûfîleri Râbia hakkında şu hikayeyi anlatırlar: Yaşlı bir kadın, bir şeyler arıyor ancak yürümekte ve görmekte sıkıntı yaşıyor. Vakit, akşam vaktidir, güneş batmak üzeredir; ortalıkta henüz biraz aydınlık var. Komşuları onun bir şey aradığını görür, onun yardımına gelir ve şöyle sorar:
“Ne arıyorsun?”
Rabia şöyle cevap verir: “Arıyorum işte. Böyle bir soru sormanın ne lüzümü var ki, yardım edebiliyorsanız edin.”
Komşuları Rabia’ya güler: “Rabia delirdin mi? Sormanın lüzümü yok diyorsun ama ne aradığını bilmeden nasıl sana yardım edebiliriz?”
Rabia: “Peki, öyle mutlu olacaksanız, iğnemi kaybettim, onu arıyorum.”
Komşuları yardım etmeye başlar ancak sokak çok büyüktür, iğne ise çok küçüktür.
O yüzden komşuları Rabia’ya der ki: “iğneyi nerede kaybettiğini söyle, tam kaybettiğin noktayı söyle, yoksa çok zor buluruz.”
Rabia der ki: “O sorunun da lüzumu yok. Aramakla bunun ne ilgisi var?”
Komşuları: “Sen iyice delirmişsin!”
Rabia şöyle yanıt verir: “Peki, ille de öyle mutlu olacaksanız, evde kaybettim iğnemi.”
Komşular: “O vakit niye burada arıyorsun?”
Rabia: “Çünkü burada ışık var, içeride hiç ışık yok.”
Efendim, bu düşündürücü hikâyeden hareketle, PKK ve HDP kitlesi üzerinde yaptığım sosyolojik gözlemlerimi kısaca sosyolojik birikiminizle paylaşmak istiyorum: HDP’li Kürt seçmenin ezici çoğunluğu, Türk Devleti’ne düşman gözüyle baktığını ve onunla birlikte yaşamanın bütün koşullarının ortadan kalktığını düşünüyor. Özellikle, PKK ve HDP’nin bedel ödeyen kitlesine göre, PKK ve HDP yöneticileri 7 Haziran‘dan sonra çok büyük siyasi hatalar ve bu hatalardan dolayı halka öz eleştiri verip ve halktan özür dilemediğini düşünüyor. Ayrıca yurtsever kitlenin sesine kulak vermediğini, HDP‘nin şımardığını, halkın eleştiri ve önerilerini göz ardı ettiğini, her ikisinin de Kürdistan’ın özel koşullarına göre hareket etmediğini ve özellikle Kürtçenin gelişmesi ve eğitim dili olması için hiçbir ciddi çaba içinde olmadıklarını düşünüyor. Özellikle PKK lideri Abdullah Öcalan‘ın, barış sürecini çok başarılı bir şekilde yönetiğini, büyük fedakarlıklar yaptığını, ancak HDP‘nin içinde bazı siyasetçilerin bu emeği havaya savurduğunu, Erdoğan‘ı tahrik ederek ve eline koz vererek “Başkan Apo‘nun bütün planlarını alt üst ettiklerini düşünüyor.
Sevgili efendim, eskilerin tabiriyle hiçbir şey ”hüda-i nabi” değildir. Geçenlerde Hindistanlı ruh bilimci OSHO‘nun kitabında bir hikâye okudum: Eskiden beri dost olan üç cerrah bir tatilde buluşur. Deniz kıyısında otururken övünmeye başlarlar. Birincisi der ki: ”Savaşta iki bacağını birden kaybetmiş bir adamı getirdiler bana. Ona yapay bacaklar taktım ve bir mucize oldu. Adam dünyanın en iyi koşucularından biri haline geldi. Büyük ihtimalle önümüzdeki olimpiyatlarda şampiyon olacak.”
İkincisi konuşur: ”O bir şey değil. Ben otuzuncu kattan düşen bir kadına rastladım. Yüzü tamamen göçmüştü. Harika bir ameliyat yaptım. Geçenlerde gazete okudum ki kadını dünya güzellik kraliçesi seçmişler”
Üçüncüsü mütevazı bir adamdır. Öbürleri dönüp ona sorar: ” Sen ne yaptın son zamanlarda?”
Adam şöyle cevap verir: ”Önemli bir şey yapmadım, zaten bu konuda konuşmam gerekmiyor.”
Öbür ikisi de meraklanır. ”Ama biz arkadaşız, sırrını saklarız ve merak etme kimse duymaz.”
O da cevap verir: ” Peki, madem öyle, söz veriyorsanız… Adamın biri bana geldi. Trafik kazasında kafasını kaybetmişti. Ne yapacağımı şaşırdım. Ne yapayım diye düşünmek için bahçeye koştum. Karşıma bir lahana çıktı. Başka bir şey bulamayınca ben de o lahanayı alıp kafanın yerine taktım. Ve ne oldu bilin bakalım: Adam Amerika Birleşik Devletleri’nin lideri seçildi.”
Efendim, bu hikâyenin sosyolojisini bilimsel çözümelemenize bırakıyorum. Ancak şu kadarını söyleyebilirim: Zeki olmayan bir insan çok rahat bir şekilde anlaşılabilir. Peki, zeki insanı nasıl anlayacağız? OSHO’nun tabiriyle; ”Zekâ sahibi olmadan başarılı olmak görülmemiş bir şey değildir. Aslında zekâ sahibi olup başarılı olmak daha zordur, çünkü zeki insan yaratıcıdır. Her zaman, zamanın ötesindedir. Onu anlamak için zaman gerekir.” Son olarak; esaret koşullar altında halkımıza liderlik yaptığınızı biliyorum. Yeni bir çıkış yolunu bulmak için, politik ve rasyonel bir yoğunlaşma içinde olduğunuzu umuyorum. Tabirinizle; ”halk yoruldu” ve vakit çok daraldı.
Saygılarımla
Kadir Amaç
x3a487
vr9mo6