Aşkın Felsefesi !
Sevgili okurlarım, zaman zaman kendimi çok yorgun hissediyorum. Evet, temelde sağlığım iyidir. Ancak her şeye üzülme ve her şeye kafa yorma alışkanlığımı bir an önce terk etme vaktimin geldiğini düşünmüyor değilim. Acaba bu konuda ne yapabilirim ki? Hiç bir güç selin hızlı akışını durduramazken, ben beynimde sel gibi akıp giden düşüncelere durun diyemem ki! Şiddetli yağış ve güneşin ısısına dayanamayan devasa kar katmanlarının erimesiyle nasıl bir sel meydana geliyorsa, benim de beynimdeki sel bilgi, bilinç ve keşf etme ile meydana geliyor.
Teşbihte hata olmazsa şayet, yıldızların arkasına saklanan bulutlar gibidir benim yanlızlığım. Elif-Lam-Mim beni bırakıp gidince, beynimin ışıldayan mumu söndü, gönül bahçemin gülü soldu ve bela direkleri dikildi önce gözlerime ve sonra yuvamın kapısına! Yuvanın muhkem sinesinden bir demet pırıl pırıl sevgi adayarak, yuvamın önüne dikilen belâ direklerini devirmek istiyorum. Yuvadan uçtuğu günden beridir AŞKIN eline bir demet papatya çiçeğini armağan etmemiş olsam da hayatımda en çok sevdiğim, en çok kıymet verdiğim ve en çok anlam yüklediğim ay yüzlü, selvi boylu hâlâ gönül dünyamın başkentidir. Gönül dünyamın mücevherini bir taş kırıp parçalarsa eğer, sanma ki gönül dünyamın mücevherinin değerinin düşüp TAŞIN DEĞER kazanacağını! Ey ahmak kimse! Şunu hiç bir zaman unutma: Taş PIRLANTAYI kırabilir, lakin taş PIRLANTAYI kırdığı için değer kazanmaz ve pırlantanın değeri ise hiç düşmez! Bu anlamda AŞK, MUTLULUK ve ÖZGÜRLÜK konularıyla ilgili bir kaç fasıl etmek istiyorum. Biliyorum, hep mutlu ve özgür olamıyoruz. Galiba, aşk, mutluluk ve özgürlük aynı şeyler değil gibi geliyor bana! Yaklaşık olarak, mutluluğu uçucu ve acıyı da aynı biçimde uçucu bir madde olarak tarif ediyorum! Ama özgürlük duygusu öyle değildir; hep kalıcıdır ve içinde sürekli bir devinim ve arayış içindedir. Yani özgürlüğün içinde sürekli bir anlam arayışı vardır. Bu konuda Şia kaynakları İbni Sina’nın başından geçen şöyle bir olay aktarırlar: İbni Sina, 997 yılında Buhara kralı Emir’i tehlikeli bir hastalıktan kurtardığı için, Emir onu danışmanı ve veziri yapar. İbni Sina, bir gün Saray’ın ileri gelen aristokratlarıyla birlikte, debdebe ve şaşayla yolda giderken bir lağım temizleyicisine rastlar. Adam tam da o sırada bir lağım kuyusunu boşaltmakla meşguldür ve hem de lağımı büyük bir mutluk içinde temizlerken kendi kendine şu türküyü de söylüyordur: “Hatırını sayar, kıymetini bilirim ey gönül. Hoşça vakit geçirmen ne de hoş gerçekten…” Bu cümleleri duyan İbni Sina gülmekten kendini alamaz ve adama şöyle seslenir: “Ey insan, bu pis işi yaparak mı gönlüne hoşça vakit geçiriyorsun? İnsaf be adam!” Adam İbni Sina’ya hiç çekinmeden şöyle yanıt verir: “Ben bu mesleği, SENİN GİBİ BAŞKALARINA KULLUK etmemek ve ÖZGÜR YAŞAMAK için seçtim. Ey dünyanın arzularına kendini teslim eden! Benim HÜR bir lağım temizleyicisi olmam, senin şu andaki durumunda bulunmaktan, hatta dünyanın bütün nimetlerinden çok daha evladır! Çünkü siz kula kulluk etmektesiniz, özgür değilsiniz ve Emir hükümdara kulluk etmeye mahkumsunuz!” Evet, değerli okurlar, İbni Sina, bu lağım temizlik işçisinin sözleri karşısında mahcubiyetten mum gibi eridi, bütün vücudunu ter bastı; bu akıllı ve erdemli söz karşısında verecek hiçbir cevap bulamadı ve başını önüne eğerek yoluna devam etmişti.
Küçük bir fasıl olsa da AŞK konusuna dokunmak istiyorum: Adını tam olarak hatırlamadığım bir Alman yazarın, (belki Ulrich Beck olabilir.) “Aşk merhamet istemez, parayı peşin ister.” Öyleki aşk, “kapitalizmin içinde bir komünizmdir.” sözlerini düşündürücü buluyorum. Ancak Mevlana, “Mesnevi” adlı eserinde kapitalizim öncesi zamanlara bizi götürerek, Leylâ ve Mecnun’un yaşadıkları aşkın, “parayı peşin istemediğini” GOOGLE TOPLUMUNA adeta kanıtlamış oluyordu. Mecnun, bir gün Leylâ’yı görmek için, evlerinin kapısına gider ve onu özlediğini söyler. Leylâ birileri Mecnun’un sesini duyar diye, korkusunu şu sözlerle dile getirir: “Sus, konuşma!” Aradan uzun bir zaman geçer, aşıklar tekrar uygun bir yerde buluşurlar. Leylâ, Mecnunu’na bu kez şöyle seslenir: “Neden suskun durmuşsun ve konuşmuyorsun?” Mecnun: “Sen bana demedin mi sus ve konuşma! O günden beridir suskunum ve hiç kimseyle konuşmuyorum” der. Gene bir gün Leylâ çölde onu bulur ama Mecnun onu tanımaz ve “Leylâ benim içimdedir, sen kimsin?” der. Aman Allah’ım! Sizce de bu muhteşem bir AŞK olayı değil mi? Bugün bahis konusu ettiğim bu AŞKA bel bağlayanlar, ellerinde avuçlarında ne varsa aşkları için veriyorlar mı, ya da bu aşkı yaşayanlar var mı? Elbetteki bahis konusu ettiğim bu aşkı yaşayanların sayısının GOOGLE TOPLUMUN-DA ne kadar olduğunu tahmin edemiyorum.
Aşkın biraz merhamet ve biraz da bencillik kromozonlarını taşıdığını düşünüyorum. Yani aşkın bazı toplumsal öğretileri, bazı duyguları, bazı düşünceleri tanımadığını ve yaklaşık olarak bencil olduğunu, merhametsiz olduğunu, kuralsız olduğunu ve iki kişi arasındaki bu duygunun birleşmesiyle yanardağ gibi bir enerji meydana getirdiğini söylemek ve bu enerjiyi aslında bir Aşk Devrimi olarak da isimlendirmek mümkündür! Dolayısıyla aşkı, iki kişinin biyokimyasının birleşmesi ile oluşan bir Yanardağ Devrimi olarak tarif edebiliriz. Tam da bu noktada aşkı “merhametsiz” olarak itham ettiğim o şeyin bir yanardağ gerçeği olması, gözünün hiçbir yeri görmemesi onu acımasız kılıyor! “Parasını peşin istiyor” meteforunu, aşka bir bedel vermeniz ve her şeyi karşınıza almanız gerektiği biçiminde tefsir etmekte mümkündür.
Aşkı bir dine de benzetebilir miyiz? Benzetebiliriz ancak aşkta, kilise-rahip, cami ve imamın olmadığını bilmemiz gerekiyor. Neden mi? Çünkü aşk, helal ve haramı dinlemez. Kiliseyi dinlemez, camiyi dinlemez, havrayı dinlemez ve yasaları ise hiç dinlemez! O halde aşk distopya değil bir ütopyadır! Evet, o ütopya üzerine yoğunlaşır, enerjisini ona ikmal eder. Bir bakıma aşkın, tamamıyla arzuyu ve şehveti hedef aldığını görüyoruz. Daha doğrusu biz aşkı bir ideoloji gibi, bir din gibi, bir para gibi düşünmemeli veya daha önceden üzerinde düşünülmüş, tasarlanmış, bir mekana tahkim edilmiş bir şey olmadığını bilmeliyiz. Yukarıda aşkı göreceli olarak bir dine benzetmekten bahsetmiştim. Çünkü dine karşı duyulan duygular çok güçlüdür. Yaklaşık olarak dinin, insan ve toplumun en güçlü halkasını oluşturduğunu ayrıca hatırlatmakta fayda vardır! İnsanın dine karşı olan yöneliş ve arayış duygusunun onun biyokimyasındaki bir enerjiden kaynaklandığını bilmemiz gerekiyor. İşte aşk tam da bir noktaya kilitlenir ve kilitlendiği bu noktada mutluluk eylemini gerçekleştirir. Aşk mutluluk eylemini gercekleştiriken solunu, sağını, önünü ve arkasını görmez. Çünkü yukarıda da işaret ettiğimiz gibi o tek bir noktaya odaklanır. Odaklandığı bu nokta onun için sonsuz bir gerçeklik, sonsuz bir hakikat, sonsuz tek bir doğru olarak görülür. Dinler de öyle değil mi? Aynen öyledirler. Bu AŞK OYUNUN iki kişi arasında gerçekleştirilen bir devrim olduğundan bahsetmiştim. Yani, İKİ KİŞİLİK BİR DEVRİM! İki kişi arasında kıran kırana yürütülen arzuların kanıtlama mücadelesinin adıdır aşk! Evet, âşıklar aşklarını kanıtlamaya çalışırken yollarına çıkan ahlak yasalarıyla baş etmeye çalışırlar. Birbirlerinin karşılıklı duygularından beslenirler, güçlenirler ve gerçek hayattan koparlar, başka bir dünyaya kendilerini kaptırırlar! İşte bu dünyanın adına “fenafillah” diyorum! Google Toplumu’nda bu tür aşkların tahvil değeri yoktur. Google’un aşk tasavvuru bir algoritmaya bağlıdır. Doğrusunu söyleyecek olursak burada derinlik yoktur, zarafet yoktur, kendini adamak yoktur. Peki, ne var o halde? Sadece hayvani arzuların dalgaları üzerinde SÖRF yapan erkekler ve kadınlar (çiftler) vardır.
Hayvani arzularımızı kontrol altında tutabilir miyiz, yönetebilir miyiz ve mükemmelliğe taşıyabilir miyiz? Elbetteki bu mümkündür. Benim beğendiğim kişiler mükemmelliyetçilik felsefesine sahip olan, kadın ve erkek çiftlerdir. Bu çiftlerin cesur, ahlaklı, ilkeli, entelektüel birikim sahibi olmasını ve çirkin insanlara karşı bilgiyle tavır alma davranışlarını çok önemsiyorum ve seviyorum. Yani, mükemmelliyetçilik felsefesini ve sanatını benimseyen insanları model alıyorum ve onları beynimin ışıkları olarak görüyorum. Öyleki onlarsız kendimi derin mağaraların karanlığında hissediyorum. Dolaysıyla, BİLGE ve ZAHÎD olan insanlar alçak gönüllüdürler. Lakin çaba göstermeden BİLGİYİ öğrenmeyen, BİLGİYİ unutan ve BİLGİYİ yaşamına ihata etmeyen KİŞİLER KONUŞMAMALIDIR ve SUSMALIDIRLAR. Çünkü Akıllı ve zeki olmayan kimseler, sonunda düşüncelerinin ve arzularının kurbanı olurlar. Gece olunca beynimde bu tür fikirlerin bir nehir gibi akmaya başladığını bir görseniz, bir bilseniz ki kendi kendime kaç kez şunları söylüyorum: “Her şeyin canı cehenneme, ben kendi payıma düşeni yaptım. İnsanlara örnek olayım derken onlar ise en değerli şeylerimi yırttılar, yaktılar ve beni kullanıp bir kenara attılar. Şimdi artık başkaları da kendi üzerlerine düşeni yapsınlar, yeter!
Ah ulan ah! Bavulumu toplayıp etrafımdakilere ve kendime hiçbir şey söylemeden çekip uzaklaşmak, hiç kimsenin bilmediği bir adada veya dünyanın en güzel şelalesinin aktığı bir vadide sakince yaşamak istiyorum. Belki bu, Bingöl Dağları, Şerefdin Yaylaları ve Murat Nehri’nin derin vadileri olabilir. Pekâlâ, biraz daha daralan duygularımın cibarlarına dokunayım. Önce kadın ve erkek meselesine kısaca değinmek istiyorum. Kadınların mı yoksa erkeklerin mi insanları daha çok sevdiği ve saygı duyduğu konusunda tam olarak, asimetrik ve geometrik bir fikir sahibi olduğumu söyleyemem. Ancak yaklaşık olarak şunları söyleyebilirm: Kesinlikle AKILLI, BİLGİLİ, AHLAKLI KADINLARIN aileyi, devleti ve toplumu daha iyi yönetebileceklerini düşünüyorum. Çünkü kadınlar sorunların cevherine inebiliyorlar, çünkü sorunları yakuta çevirme kabiliyetine sahiptirler. Yani BİLGE KADINLAR daha gerçekçi ve daha pratik özelliklere sahiptirler. Erkekler gibi dolambaçlı yolardan gidip kendilerini dağıtmıyorlar, öfkelerine yenilmiyorlar, öfkelerini yönetiyorlar ve yutuyorlar. Elbette ki şu sütyenlerini yakan ve saçını, başını bir silah gibi kullanan ve erkeklerden nefret eden veya erkekleri kalçalarıyla zıvanadan çıkaran ÇILGIN kadınlardan bahsetmiyorum. Daha önce de bu kadınların ÇILGIN olduklarından bahsetmiştim. Çılgın kadınlar gebe kalmak istemezler, kadın olmak istemezler, anne olmak istemezler, aileyi kamusal alana hazırlamak için ailede öğretmen olmak istemezler. Çünkü bu ÇILGIN kadınlar hamile kalmanın bir ŞANSSIZLIK, dünyaya bir çocuk getirmenin FELAKET ve aile kurumunun bir TABU olduğunu düşünürler. Onlar gibi düşünmediğimi belirttim. Çünkü olağanüstü insanları severim ve itiraf etmeliyim ki onlara aşığım. Ailesiyle, eviyle, çocuklarıyla, akrabalarıyla, toplumuyla, müziğiyle, sanatıyla, kültürüyle, kitaplarıyla ilgilenen yazarlara ayrıca aşığım! Hele şu tipler var ya; konuşma sanatı zayıf, pasif, tembel, kaba, görgüsüz, uyuşuk, suskun, çıkarcı, iki yüzlü ve hiç bir emek vermeden bedavadan bilgi sahibi olan şu siyasetçilerden, uyduruk yazarlardan aşırı derecede RAHATSIZ olan biriyim. Tanrım beni affet! Örneğin, Proudhon ve Marks henüz dünyaya gelmeden 1.500 yıl önce; ahlak felsefesini, SOSYALİZM teorisini ve pratiğini ilk olarak ortaya koyan kişiler hiç şüphesiz Kürt filozof ZERDÜŞT ve onun öğrencisi MAZDEK’TİR! Mazdek Peygamber Saray’da Kısra, Nuşinrevan ve Keykûbat’a dünyanın ilk SOSYALİZM felsefesini anlatmış biridir. Bu bilge yazarlara aşık olmamak mümkün değil.
Gerçek bir yazar, toplumun entelektüel fakültesidir. Bilgi, bilinç ve kültürün MÜHENDİSİ ve toplumsal düşüncenin MİMARIDIR! Biliyorsunuz, insan kalabalıklarını GOOGLE bir noktaya yönlendirirken, gerçek bir yazar ise mıknatıs gibi toplumu kendine çeker! Yani gerçek bir yazar, filozofiktir, bilgedir, KORKUSUZDUR, güçlü bir hatiptir ve sağlam bir AHLAK sahibidir. Her bir şeyi, sanat ve estetik gözüyle keşf eden kişidir! Kısacası yazar olan biri, halkın içinde yaşayan, mücadele kulvarının en ön saflarından duran ve halkını doğru yönlendiren bir PEYGAMBERDİR! Bu mahfilde 39 yıllık fikir hayatımda çok sayıda insan tanıdım. Bu insanların önemli bir bölümünden, saygı ve sevgi görürken, bana saygı duymayan insanların sayısının çok daha fazla olduğunu söyleyebilirim. Bu anlamda ne kadar AHLAKÇI bir yazar olduğumu tam olarak söyleyemem. Lakin insan ilişkilerinde, insan sorunlarında katı biri olduğumu söylersem, kendime ve beynimi aydınlatan ahlakçı filozoflara büyük bir haksızlık yapmış olurum Kesinlikle karşılaşabileceğiniz en duygusal insanlardan biriyim! Hakeza kesinlikle en hızlı sevmesini bilen, en hızlı iyilik yapmayı isteyen, en hızlı ağlayan, en hızlı ihanete uğrayan, en hızlı pişmanlık duyan, en hızlı fikirlerini gözden geçiren ve insanların kötülüklerini en hızlı şekilde bağışlayan ve asla hiçbir güçten bir hardal tanesi kadar korkmayan biriyim. Kısacası bu konuda benim dinim AHLAK, dünya görüşüm AHLAK, hayatım AHLAK!
Fikir hayatımda beni en çok etkileyen, akıllı ve zahid AHLAKÇI isimlerden biri de Başpiskopos Makarios’dur. Peki, kimdi bu Makarios? Fakir ve cahil bir çobanın oğluydu. Makarios’un hem babası ve hem de annesi okuma yazma bilmiyorlardı. Makarios tıpkı babası gibi, 13 yıl boyunca ÇOBANLIK yaptı! Sonra büyük bir rahip oldu. Ardından Kıbrıs Rumlarının ruhani lideri ve devlet başkanı oldu. 1977’de kalp krizi geçirerek hayata gözlerini yumdu. Bu değerli AHLAK filozofu için şunu söyleyebilirim: O gün de, bugün de Avrupa’da onun ölçülerinde ne bir rahip ne de bir devlet başkanı çıktı. O saflığını bozmamış, maneviyatını daha çok güçlendirmiş ve adeta Tanrı’nın verdiği bir yetenek ve büyük bir ahlak filozu olarak karşımıza çıkıyor. Bu ahlak filozofunu tam dört kez öldürmeye kalkıştılar ve dördünde de kurtulmayı başardı. Ayrıca onu iki kez de sürgüne gönderdiler.
Kadir Amaç
Brüksel
Sevgili hoca güzel yazılarınız,dan ve güçlü kaleminiz,den dolayı size teşekkür ederim