Kadir amac calışma ortamı

Yanlızlık Sözleri ve Özgürlük Arayışı! 

                              Yanlızlık Sözleri ve Özgürlük Arayışı! 

                                                        Birinci Fasıl

Menfaat grupları içinde yaşamak, siyaset yapmak, lidere biat etmek, devlete tabi olmak ve zenginlere yalakalık yapmak benim ontolojik iklimime uygun olan işler değidir! Tek hayalim, tek isteğim günün birinde köyümün yayla arazisi içinde taştan bir ev yapmak. Bu taş evin  salon duvarlarını raflarla montalamak, bu raflara on bin kitap yerleştirmek ve öldükten sonra buranın MÜZE olmasını vasiyet etmektir.

Bir gün evime yakın olan büyük bir parkta yürüyüşe çıkmıştım. Aklıma şöyle bir fikir gelmişti: “Öyle bir otobiyografi yazmalıyım ki dünyada bir ilk olmalıdır ve sosyal bilimlerde öyle güçlü eserler vermeliyim ki 2050 yılında bütün dünya dillerine çevrilmelidir! Yoksa yazar olmamın ne kıymeti ve ne anlamı olabilir ki?” dedim.

Kalemi zayıf ve fikirleri güçsüz olan yazarlar kah nikbin ve kah bedbin oluyorlar! Rahatlık, şımarıklık, görgüsüzlük ve KEŞMEKEŞ içinde felek-i alaya çıkıyorlar.

Sanırım ey iyi yazar ruhun, aklın ve kalbin ihtiyaçlarını karşılayan ve okurlarını her yazısında heyecanlandıran ve onlara harika anlar yaşatandır. Daha önemlisi kalemi güçlü olan bir yazar, herkesin korktuğu ve herkesin menfaat gruplarına sığındığı bir bir anda şimşek gibi sözlerle ortaya çıkan kimsedir.

Farkında olmayanlara şu sözlerle seslenmek istiyorum: Mal-mülk, servet, şehvet, para, iktidar, makam insani kudurtur; fakirlik köleleştirir ve felsefe özgürleştirir! Ne zaman ki filozofik bir makale, bir şiir, bir kitap okursam ve filozofik bir konuşma dinlersem kadehin içindeki mey gibi SARHOŞ oluyorum!

Yanlızlık sözlerimi, Kafka’nın sevgilisine yazdığı mektuplardan ve özgürlük arayışımı Nietzsche’nin ‘Aforizma Yazıları’ndan farklı bulduğumu belirtmek isterim. Çünkü benim yazılarımı onların yazılarından farklı kılan şey, benim Kürt kimliğim ve İslâm toplumunun bir bireyi olmamdır. Kalemi güçlü olan bir yazar, aynı zamanda güçlü bir entelektüeldir.

Doğrusu bu ruh halimi değerli okurlarıma Müslümanların dini sosyolojileriyle izah etmemin bana daha çok gerçeki geldiğini düşünüyorum. Bir belanın içindeyim ve ancak ölürsem  kurtulabilirim! Çünkü kaderime öyle bir bela isabet etti ki ne İsa peygamberin çarmıhına ne Eyüp peygamberin çektiği dayanılmaz hastalığa ne de Muhammed’in peygamberin Taif’te dövülmesine benziyor.

38 yıllık fikir hayatımda, sayısız bela ve musibetle karşılaştım ve hiçbirine mağlup olduğumu düşünmüyorum. Örneğin hayatımın önemli bir bölümünü okumakla ve bir bölümünü de insanlara iyilik yapmakla geçirdim.

Bana bir bardak su ikram edenlere defalarca teşekkür etmişimdir. Benim iyilik yaptığım insanların çoğu ise ya beni unutu ya beni kullandı ya da bana ihanet etti. Hayatımın en kritik döneminde bir Türk, bana bir iyilik yapmıştı. Kendisini hiç tanımıyordum, rastgele karşılaşmıştık ve ilk kurduğumuz diyalogda beni evine davet etmişti, 20 gün evinde beni misafir etti. Şimdi bu muhterem arkadaşım Trabzon’da yaşıyor ve bir iş insanı!

Değerli okurlarım tarafından doğru anlaşılmak istiyorum. Bunun için de kimsenin kapısında havlayan bir köpek olmak istemiyorum! Çünkü size yalakalık yapanların, bugün kapınızda durup ASALETE havlayabildikleri gibi, yarın da bir başkasının kapısında bu kez size havlayıp sizi ısıracağınızı unutmayın!

Dolayısıyla düşüncelerim, konuşmalarım, yazılarım ve amellerim apaçık meydandadır ve bu hususta söylenecek tek  bir sözüm kalmamıştır. Sadece şunu söyleyebilirim: Bir insan olarak bir dizi konularda hata yaptığımı ve karekter olarak bir takım kusurlarımın olduğunu düşünüyorum.

Bu anlamda kimi üzdüysem ve kime haksızlık yaptıysam özür ve bağışlama diliyorum. Yalnız bugün değil, doğrusu her gün şu duruma isyan ediyorum: Bir insan için en zor söylenmesi gereken şeyler hatalar değil, BASİT ve GÜLÜNÇ olan şeylerdir!

Ruhları zarif ve gönülleri sevgi dolu olanların gözlerinden yaşlar akar! Ya da en büyük insan ve en kibar insan gözyaşlarıyla yüzünü yıkayan insandır! Gözyaşı dökmeyen ve yüreği Yakup peygamber gibi yanmayan bir insanın sinesinde ancak kibir, bencillik, kıskançlık, nefret ve kin oluşur.

Karamsar, sevgisiz ve aceleci ruhlar asla asaletin şahikasına yükselemezler. Çünkü bu tür vasıflara sahip olan insanların tefekkür gözenekleri tıkalıdır, ruhları sislidir, kalpleri karadır ve yüreklerinde başkalarına armağan edecek tek bir demet sevgi çiçekleri yoktur.

O halde işe şöyle koyulmalıyım: İçimdeki biyokimyama yapışıp kalan tüm pislikleri  temizlemeliyim ve içime sinen tüm kokuları yıkamalıyım. İçimden yeni bir ben çıkarmalıyım! Tıpkı Bağdadi’nin dediği gibi: “Nur’’a baktım; kendim de nur olana kadar otuz yıl bakmaya devam ettim!”

Kritik ve kaos dönemlerimde beynimde bir düzine düşünce ve duygu bedenimin diğer organlarına baskı sinyallerini göndererek keşfetme yeteneğimi nötralize ediyor. Bu durumu fark ettiğim andan itibaren beynimdeki trafik akışını trafik lambaları gibi yöneterek ve zihin okyanusumun hırçın dalgalarına karşı ise tıpkı cesur bir dalgıç gibi en derin noktaya dalış yaparak yeni şeyler keşfediyorum.

“Seni fark ettim” ifadesi benim düşünce fakültemde ilhama işaret zamiridir. İlham dediğim şey beynimde bir nehir gibi akan düşüncelerdir. Eğer bu ruh ve zihin halini yaşayamazsam nasıl yazabilirim ki? Bazen fikirlerin bende NEHİR gibi aktığından bahsettim, tıpkı bugünkü gibi; yani, cevherin olduğu yerde HIRSIZ vardır ve cevher hırsızın CENNETİDİR!

Farkındayım, beynimdeki bilgi çekmecelerim dolu değilse, benden istenen ihtiyaçlara karşılık veremem. Önce beynimdeki korkulara konuşma ve itiraf hakkını tanımalıyım ki onlar da beynimin işgal ettiği çekmecelerden çıkıp gitsinler.

Sevgili okurlarım! Hepimizin içinde bir zindan var. Benim de zindanım, yanlızlık ve arayıştır! Kitaplar, sevgi ve aşk yanlızlığımı gidermeme, özgürlük arayışımı sürdürmeme ve değer üretmeme yardımcı oluyorlar.

Tabii ki sevgilimle, yağmurla, kitaplarımla, kalemimle değer üretmeye devam etmemiz için bir meyhaneye, ayrıca uykumuzu kaçıracak ve bizi sarhoş edecek bir kadeh şaraba da ihtiyacımız var. İkinci fasıl da ise sevgilimin tabiriyle “Geçerli sebepler, bahaneler, güzel kokular ve iyi şarkılar ve ruhumuza iyi gelen felsefi cümleler bulmalıyız. Ve, gerisi ha var ha yok!”  

Evet, değerden bahsediyorum bayım! Hakikaten değer üretmek zordur, ancak değer tüketmek çok daha kolay bir iştir. Kendine değer veren, bağımlı olmayan, sürekli üreten kişileri bir lider gibi görüyorum ve onları harika buluyorum!

Değer üretme işi için de güçlü bir zekâ, güçlü sistematik okumalar ve güçlü tecrübeler gerekiyor sanırım. Bir başkasının içine girerek, değer tüketen ve değer yaratmayan insanlardan çok rahatsız olduğumu ayrıca belirtmek istiyorum. Ve onlara şunu sormadan edemiyorum: Ne zaman değer üretmeyi düşünüyorsunuz?

                                                   İkinci Fasıl

13 yaşından bu yana işgalci devletlerle büyük sorunlar yaşıyorum. İşgalci devletin resmi kurumlarında bir saniye bile çalıştığımı hatırlamıyorum. Öyle ki ne İslâm ve ne de Kürtlük adına tek bir insanın burnunu kanatmadım. Bundan ötürü çok mutluyum! Fikir hayatım boyunca ülkeme bir saniye bile ihanet içinde olmadım. Ancak bu işlerde bela almaktan ve ilim vermekten başka bir sent bile kazancım olmadı.

Yani benim fenâfillah’ım (ontolojik varlığım) ne Muhammed peygamber, ne filozof Marks ve ne de Kürt liderlerdir. Benim fenafillahım yanlızlığımdır, özgürlüğümdür, halkımdır, bilimsel düşüncelerimdir ve insanın asaletidir!

Aslında ilk başlarda İslâm’ın dünya görüşüyle tanışma faslım, Kur’an’ın kendi özgün yorumuyla olmamıştır. İslâm’ın bu özgün dünya görüşünü kendi siyasi asabiyelerine ve ümranlarına uyarlayan ya da tahvil eden Pakistanlı Mevdudi’nin, Mısırlı Hasan El- Benna’nın, Lübnanlı Hüseyin Fadlullah’ın ve İranlı Humeyni’nin problemli olan bu siyasal İslâmi yorumlarıyla İslâmi dünya görüşümü vücuda getirecektim. Tabii ki bu İslâm biçimi hayatımda inanılmaz problemler ve zorluklar meydana getirecekti.

Yukarıda bahis konusu ettiğim İslâmcı liderlerin görüşlerinden, gerekse de bunlara yakın olan İslâmcı yazarların kaynaklarından beslendiğim için ilk başlarda ailemin, akrabalarımın, yaşadığım şehir sakinlerinin ve kavmimin Müslüman olmadıklarını düşünüyordum. Yani onların o saf ve temiz İslâmi ritüelleri benim sahip olduğum zehirli İslâm’a benzemediği için ben onlara öteki gözüyle bakıyordum. Oysaki Kur’an’da “öteki” olarak gösterilen şeytandı(!)

Çünkü henüz çok gençtim, okumalarım güçlü değildi ve dünyayı tanımıyordum. Arap, Fars, Türk, Mecusi ve Hint beslenmeli hurafe ve bidat kaynaklı adreslerden beslendiğim için dünyayı öğrendiklerimle yorumluyordum(!)

İslâmcılık düşüncesi hayatımda öyle bir şeydi ki beni aileme, akrabalarıma, komşularıma, çocukluk ve okul arkadaşlarıma, âşık olduğum kıza, hatta benim gibi inanmayan ve düşünmeyen insanlara, ülkemin özgürlüğü için mücadele eden Kürt hareketlerine ve ülkeme öteki (düşman) gözüyle bakmamı sağlayan bu inancın ve düşüncenin cehennem atmosferinden çıkmalıydım. Ama birilerinin elimden tutması ve beni bu cehennemden çıkarması gerekiyordu.

Bu benim özgürlük arayışımdı. Daha sonra İslam’ın liberal ve özgürlükçü dünya görüşüne yolculuğumu Ali Şeriati’nin kitapları sağladı. Mevlana, Sadi Şirazi, Fuzuli ve Exmedê Xanî ve benzerleri ise insana ve canlılara karşı nasıl saygılı olabileceğimi ve nasıl onları sevip âşık olabileceğimin sanatını eserleriyle bana öğretecektiler.

Zira tam bu noktada Muhammed İkbal’in söylediği gibi, “İslâmi dünya görüşümü yeniden inşa ve ıslah etmeliydim.” Yani İslâmi düşünce kozamı yenilemeliydim. Çünkü sahip olduğum bu İslâm yırtıcıydı! Bu YIRTICI İSLÂM beni yaratıcının tüm ontolojik ve sosyolojik ayetlerine karşı aline (yabancılaştırma) etmişti.

Ali Şeriati’nin eserleri, beni bu taassupçu ve YIRTICI İSLAM’DAN kurtarmakla kalmayacaktı. Aynı zamanda benim sahih Kur’an düşüncesi ve rasyonel düşünme epistemolojisiyle buluşmamı; İbn-i Rüşt, İbn-i Haldun, Farabi, Fazl û Rahman, Abdülkerim Suruş, Muhammed Arkoin, Muhammed İkbal ve Malik Bin Nebi gibi özgürlükçü ve aklı savunan bu İslam düşünürlerinin eserleri sağlamış olacaktı.

Ali Şeriati’nin eserleri, aynı zamanda bana Das Kapital’i okumamdan önce komünizmi, sosyalizmi ve Alman idealizmini okumama vesile oldu. Daha sonra anarşist düşünceye ve anarşist gruplara ilgi duymaya başladım. Beyin çekmecelerime Landuer, Bakunin, Kropotkin, Tolstoy, Godwin gibi şahsiyetleri ekledim. Gene Batı’nın tanınmış çok sayıdaki ahlakçı filozofyasından olan Pascal, Eric From, Spinoza, Stuart Miller, Alexis Carrel, Goethe ve Sartre’yi okudum.

2000’li yılların başlarında özgürlük arayışım tüm hızıyla devam ediyordu. İslâm ile aram iyice açılmaya başlamıştı. Sosyalizme ve anarşizme olan ilgim her geçen gün zayıflarken; postmodern, liberal ve realist yazarlara ilgim her geçen gün artmaya başlıyordu. En son beyin çekmecelerimin içinde duran tüm eski düşünceleri boşalttım ve çağımızın ruhuna uygun realist ve postmodern düşünceleri yerleştirdim.

 

İnsanlığın bütün değerlerine and olsun ki geceleri deve dikenlerinin üstünde beni yatırsalar; ellerimi, ayaklarımı zincirlere vursalar ve bedenimi yara bere içinde bıraksalar ”Demokratik Sözleşme”den başka hiçbir otoriteye itaat etmem ve ülkemin hürriyeti ve yalın ayaklı halkımın özgürlük davasından vazgeçmem!

Ey sevgili ülkem! Bugün de senin için bir şey yapamadığımı düşünüyorum ve bu durumumun seni üzdüğünü biliyorum. Doğrusu seni her üzdüğümde geceleri vicdanım kabus olup üzerime çöküyor, huzurum kaçıyor ve ter basıyor her yerimi!

Ey kutsal ülkem! Seni üzdüğüm için tekrar özür diliyorum! Evet, biliyorum, kendimi şekilden şekle, düşünceden düşünceye giren bir derviş gibi hissediyorum. Ne denli zahmetli olursa olsun, bir gün mutlaka ülkemi dünya düşünce liginde temsil edecek bir kaç eser yaratacağıma dair söz veriyorum!

Evet, nesihat etmenin kolay ve nesihat dinlemenin çok zor bir şey olduğunu biliyorum! Çünkü insan kibirli ve cahildir! “Tımarhane”yi işaret ederken ”tımarhane”nin içinde biri olduğunu fark edemeyecek kadar tiyatral bir varlıktır insan! Yani öğrendiklerini ve söylediklerini yaşamayan insanın SIFIR olduğunu düşünüyorum! ”SIFIR NEDİR?” Henüz hiçbir şey olmamak demektir; yani ne artı ne de eksi!..

Kendimi öncelediğimi ve çıkarlarımı ülkemin bağımsızlığı üzerinde tutuğumu iddia eden bir takım kötü niyetli yırtıcı Kürt milliyetçileri var: Hayır, öyle değil baylar! Benim kederim ve ıstırabım ülkemin esaretidir! Hiçbir şey bana kalıcı bir tat ve kalıcı bir huzur vermiyor. Çünkü ülkesizlik bana ıstırap veriyor, ülkemi özgür kılmadıkça bana mutluluk yoktur!

Sonuç olarak, biz Kürtler sömürge bir milletiz. Sömürgecilik bir kobra yılanının zehri gibidir; halkımızın kanına girmiş. O zehri nasıl Kürd’ün kanından çıkaracağız? Bunun mutlaka bir ilacı olmalıdır, diye düşünüyorum.

Albert Camus gibi itirazımızı, Sartre gibi ontolojik isyanımızı, Heidegger gibi yabancılaşmamızı ve Edward Said gibi sömürgeciliğe karşı farkındanlığımızı ışık gibi  küresel dünyamızın tuvalına yansıtacak bir dizi fikir insanına ve bir dizi filozofa ihtiyaç olduğunu düşünüyorum.

Akademisyenlerle Kürtlerin hürriyet işlerini yürütülebileceğini düşünmüyorum. Çünkü onlar rahatlığa düşkündürler, ezbercidirler, birbirlerinin kopyacısıdırlar. Kitap çalışmaları, standart ve resmidir. Analatik bilgiyi öğrenirler, devletletlerin ve zenginlerin memurları olurlar. Ancak düşünürler ve filozoflar öyle değildirler! Çünkü onlar, özel yetenekleriyle ve özel zekâlarıyla düşünce ve bilgi üretirler.

Bu sebeplerden dolayı biz Kürtlerin çıkaracakları bir dizi filozof sayısıyla çağın ruhuna uygun yeni bir akıl, yeni bir tefekkür, yeni bir değerlendirme, yeni bir zaviye, yeni bir bilgi ve yepyeni bir örgütlenme ile direnişi değil, şerefi ve hürriyeti halkımıza armağan etmemiz mümkündür.

Yalın ayaklı halkımızın üzerini kaplayan kapkara örtünün şurasından burasından açılan kara delikler ve o kara deliklerden içeriye sızan filozofik ışıklar, milletimize ve gençlerimize yepyeni zaviyeler ve yepyeni ikbal kapılarını açacaktır.

Bundan dolayı, dogmatik ve metafizik düşünceden, tarih öncesi uydurulmuş masal ve hikâyelerden uzak durarak Google çağının ruhuna uygun bir dünya görüşüyle özgürlük davamıza imkânlar ölçüsünde katkı sunmak istiyorum.

Bu anlamda emek verdiğim her düşünce çalışmalarımın bazı okurlarım tarafından tartışılması, yerilmesi ve bazıları tarafından da takdir edilmesi hoşuma gidiyor, beni daha çok bilimsel düşünce üretmeye kanalize ediyor. Ayrıca kaliteli bir okur kitlesine sahip olduğum için de çok mutluyum.

Selahattin Demirtaş’a Mektup!

SevgiliDemirtaş kardeşim,

Brüksel’den kucak dolusu selamlar, sevgiler ve saygılar gönderiyorum. 

Atalarımızın hatıraları, sizi seven milyonlarca Kürt halkının sevgisi, insanlığım, şerefim ve Kürtlüğümün namına bu satırları kaleme alıyorum ve üzerine gönül dünyamdan bir demet gül koparıp  zat-i alinize armağan etmek istiyorum.

                                                      Sevgili Demirtaş Kardeşim,

 “Korkak, tehlike olmadığı zaman yumruğunu havaya sallar” Sevgili  Goethe, doğru söylüyordu. İyi bir siyasetçi ya da iyi bir aydın gerçekleşen bir olay karşısında suskun durmaz, topluma peygamber olur, olayların şahitliğini yapar ve herkesin korktuğu bir anda o şimşek gibi çakar!

Zat-i alinizin bildiği üzre Türk mahkemeleri, aydınları ve siyasetçileri  değerli misyonunuzu hukuki ve entelektüel düzeyde müzakere etmesi gerekirken, diskriminasyon kavramlarla ve ırkçı saldırılarla şeytanlaştırmayı tercih ettiler ve siz bu kötülüklere karşı duygularınızla hareket etmeye tevessül etmediniz.

Türk devletinin ve Türk toplumunun PİM KODUNU DOĞRU GİRDİNİZ ve doğru çözümlemeler yaparak Kürt halkının başkenti oldunuz. Çok daha önemlisi, cesur ve erdemli bir entelektüel Kürt lideri olduğunuzu gösterdiniz.

Yani, Türk devletinin ve  siyasetinin tüm günahlarını ve kötülüklerini büyük bir erdemle ortaya serdiniz, Türkiye’de yaşayan bütün halkların tevecühünü ve güvenini kazandınız ve toplumun tüm katmanları üzerinde glokalizasyon ölçekte bir etki yarattınız.

Bu kötülük fırkasının elebaşı olan ‘’Kasrü’l-beyzâ’’ Saray’ına ve  bu Saray’ın  etrafındaki Osmanlı cülus bahşişleriyle geçimlerini yapan yeşil cübbeli belamlara ve gecekondulu kırmızı papyonlu İslamcı entellere ve ırkçı kemalist antagonizmalara karşı tarihi bir mücadele yürütünüz.

Özellikle savunmalarınızı ve siyasi münazalarınızla Farabi’nin “El-Medinetü’l-Fazıla” sı kadar entelektuel buldum. Rakibiniz Erdoğan ve İslamcı şürekasına H.Z Ali’nin “Nehсü’l Belâga”sı gibi cevaplar verdiniz.  Kobanê Kumpas Davası’nın sonuş kararına  Ehmedê Xanî gibi güçlü düşüncelerle karşılık verdiniz, dedeniz Şeyh Said Palu gibi alimce durdunuz, Seyid Rıza gibi cesaret timsali oldunuz, Qazi Muhammed gibi düşmanın hilesine galebe çaldınız, Leyla Qasım gibi dost-düşmanı büyülediniz,  Osman Sebrî gibi asalet sergilediniz, Şems gibi irfan, Fuzuli gibi dert ve İbn-i Rüşd gibi felsefe yaparak tarihe geçtiniz.

Sevgili Demirtaş Kardeşim,

Son olarak, Kürdistan’ın anlam ve mana iklimini gönüllerimize, zihinlerimize ve ruhlarımıza hulûl etmesini ve bu melekûti iklimde kavileşmesini ve Kürdistanlaşmasını daha çok muhkemleşmesini ve  yeni bir üslup, yeni bir nefes ve  yeni bir siyasi felsefe kozasını oluşturdunuz.

Duruşunuz yurtsever halkımızın zihin kodlarını, gönül deryasını, ruh haritasını yeniden Ehmedê Xanî’nin Kürdistani düşünceleriyle buluşturarak, adeta bizi Ba’sul- Ba’del Mevt  şahikasına yükseltiniz.  Hakkınızı helal edin

Saygılarımla

Kadir Amaç Brüksel.

Kadir amac calışma ortamı

Antikapitalist İhsan Eliaçık!

Antikapitalist İhsan Eliaçık!

 

Bu yazıy Fidan Güngör’e  adıyorum!

İhsan Eliaçık Twitter resmi hesabında, Hamas ve İsrail ile ilgili attığı aşağdaki  twitlerden dolayı sosyal medya üzerinde gündem konusu olduğu için, 29-11-2013 tarihinde Kürdistan Post internet gazetesinde yayınlanan bu yazımın tek bir harfine   dokunmadan olduğu gibi kendi web sitemde yayınlama gereğini duydum. 

 

 

İnsan Eliaçık acaba Türk ordusuna ve Türk Polis Teşkilatına yazılan Türkleri Twitter sayfasında engelleme ve pratik yaşamında bu insanları siliyor mu?

Aziz milletimize, savaşçılarımıza, siyasetçilerimize, alimlerimize, düşünürlerimize, aydınlarımıza, sanatçılarımıza ve Kürdistan’ın bağımsızlık mefküresine yönelik itibarsızlaştırma muamelesi yapan; onlara İslami ve sosyalist argümanlarla galebe çalanlara karşı kimse kalemimden kibarlık göstermemi beklemesin.

Türk ilahiyatının ve Türk İslamcılığının, Kürt ve Kürdistan düşmanlığı Mehmet Akif Ersoy’la başladığını daha önceki çalşmalarımda ayrıntılarıyla yazmıştım. 1992 yılında Yeryüzü Dergisi ve Burhan Kavuncu’nun gayretleriyle Kürdistan düşmanlığı meşrulaşacak ve Kürdistan düşmanlığı İslam’ın şartlarından biri olarak Kürt haricilerine (Hizbullah-HüdaPar) empoze edilecekti.

(Bakınızhttp://www.kurdistan-post.eu/tr/toplum/burhan-kavuncu-ve-surekasina-kadir-amac)

 

Bugün ise Kürdistan düşmanlığı üç Kayserili; Mustafa İslamoğlu, Mehmet Göktaş ve son yıllarda kamuoyuna adını “Antikapitalist Müslüman”  olarak duyuran İhsan Eliaçık olacaktı. İşgalci ve müşrik Türk devletinin tedrisatı rahlesinde geçen, bu birbirinden uyanık ve sahtekar yukezzibunları otuz yıldır tanıyorum. Ayrıca Türk evangelizmini ve oryantalizmini andıran yazılarını ve kitaplarını doksanlı yıllarda okumuştum.

İşgalci Türk devletinin karanlık güçleri tarafından tebliğ ve irşad adı altında Kürdistan’da oryantalist faaliyetler yürüten  bu üç Kayserili; tıpkı Hasan Sabah, Nizamül–Mülk ve Ömer Hayyam  gibi kendilerine Mehdilik misyonunu biçecektiler.

 

Mustafa İslamoğlu politik ehlisünnet İslamını, Mehmet Göktaş Kürdistan’da ehlisünnet İslam’ın kadısı ve  ehlisünnet kontenjanları dolu olduğu için Ali Şeriati’nin ve anarşist düşünürlerin fikirlerini hırsızlayarak ortama Ebuzer misyonuyla ”Antikapitalist Müslüman” sloganıyla galebe çalacaktı. Bu piyasadan çok daha karlı çıkacağını düşünen İhsan Eliaçık’ın bu hesabını bozacağım.

 

Dolayısıyla daha önce Mustafa İslamoğlu için kaleme aldığım ”Türk Devletinin Bel’am Bin Baurası” ve Mehmet Göktaş için de  kaleme aldığım “Mehmet Göktaş Kimdir Kürdistan’da Ne İş Yapar?”  adlı yazılarıma bakıldığında bu şahısların ne kadar Kürdistan düşmanı, ne kadar İslam’ın hırsızları, ne kadar sahtekar ve günahkar şahıslar olduğu fazlasıyla anlayacaklardır.

(1)- http://www.rojevakurdistan.com/index.php/component/content/article/114-kadir-amac-/7543-tuerk-devletinin-belam-bin-bauras

(2)- http://www.rojevakurdistan.com/index.php/component/content/article/114-kadir-amac-/7399-mehmet-goekta-kimdir-ve-kuerdistanda-ne–yapar

Bu zaviyeden hareketle  üç uyanık, üç sahtekar ve üç günahkar Kayserili yazı dizimizi İhsan Eliaçık’la sonlandırmış  olacağız.

İhsan Eliaçık 1977-1984 yılına kadar  Türk- İslam menşeeli MTTB,  Akıncılar ve Ülkücü  hareket içinde aktif eylem elemanı olarak çalışmıştır. İhsan Eliaçık, kan ve vahşetle beslenen Türkçü devletinin bekası için ve Türk-İslam ülküsünün tüm milletlere galebesi için, geçmişte başta Kayseri ve Türkiye’nin farklı şehirlerinde şiddet eylemlerine başvurmuş binlerce ülkücü-akıncı militanlardan biridir.

24.08.1980 tarihli Miliyet Gazetesi Türk Güvenlik güçlerinin İhsan Eliaçık’ın da aralarında bulunduğu Türk-İslamcı kampa yaptığı operasyonu, aşağıda görünen biçimiyle manşetten okuyucularına duyurmuştur.   anlatır. 

Ayrıca Oda TV davası kapsamında 14 Şubat 2011 tarihinde tutuklanıp serbest bırakılan Soner Yalçın; 02.09.2007 tarihli Hürriyet Gazetesi’nin köşe yaazısında bu karanlık ve katil Türk İslamcı kampında yakalanan tüm isimler ve  tüm gelişen olaylar hakkında detaylı bilgi verirken İhsan Eliaçık’ın ismini neden ıskaladığı konusu aşağıdaki link okunduğunda pekala anlaşılacaktır. http://arama.hurriyet.com.tr/arsivnews.aspx?id=7203252

Daha sonra Eliaçık 1980-1981 yıllarında Ankara Mamak Cezaevi’nde tutuklu kaldı. 1984 yılında işgalci Türk devletine gönüllü askerlik yaptı. 1985-1988 yılları arasında Kayseri İlahiyat Fakültesi’ni okurken, siyasal İslamcı hareketlerle ve düşüncelerle tanıştı. 1985-1990 yılının başlarına kadar Nurettin Topçu, Necip Fazıl, Sezai Karakoç, Erbakancı ve Türkçü düşüncelerle beslenip düşünsel bir arayış içindeyken; onun o yıllarda isimlerini bilmediği ve eserlerini okumadığı liberal ve yenilikçi İslam düşünürleri olan Muhammed Abduh, Cemaleddin Afgani, Muhammed İkbal, Seyyid Kutup, Fazlurrahman ve Ali Şeriati’nin düşünce sistematiklerini ben ondan önce okumuş olan biriydim.

1990-1993 yılları arasında İstanbul’da inşaat işçiliği yaptığım dönemde, İhsan Eliaçık’ı Yeryüzü Dergisi’nde yayınlanan yazılarıyla Türkçü bir gelenekten,  devrimci  ve tevhidi bir çizgiye geçiş yaptığını  anlamış oldum. İhsan Eliaçık’la ilk ve son karşılaşmam 1993’ün Mart ayında Beyazıt meydanında “Tevhidi ve Devrimci İslami Hareket Engellenemez!” pangartı altında birlikte slogan atmıştık.

Tam bu yıllarda “Değişim” adlı bir dergiyi, bir grup eski ülkücü ve akıncı arkadaşıyla çıkaracaktı. Bu derginin yayın politikası, Ülkücü ve Türkçü gelenekten devrimci İslami çizgiye  yönelişin macerası, İran Devrimi, Müslüman dünyasında gelişen siyasal  İslami hareketler, düzen partilerine oy verme, Türk devleti darül harp mi  yoksa darül İslam mı, PKK’nin “kominist”, “kafir” bir örgüt olduğu ve  İlimci grubun (hizbulvahşet) ise; Kürt-Müslüman kardeşleri olduğu ekseninde tartışmalar yürütülüyordu.

2000’li yılların başlarında ise kendisi gibi Türk devletinin tedrisatı rahlesinden geçen inancı bozuk, amelleri yamuk, Kürdistan düşmanı Hak Söz, Özgür-Der ve benzeri Türk siyasal İslamcı çevrelerle ilişkisi bozulur.  Bu kirli ve necis politik ortamda, patolojik ve psikolojik nevrozlar geçiren İhsan Eliaçık; Kürt gençlerini “Antikapitalist Müslüman” ayak oyunlarıyla devletleşme ve millileşme ülküsünden uzaklaştırma gayreti içinde olduğunu, 1980-1990 yıllarına tanıklık etmiş Kürdistanlı yurtsever dindarlar pekala bilirler ama Özgür Gündem bilmiyor!

Ayrıca Özgür Gündem Gazetesi’nin imkanı varsa, Kayseri Cumhuriyet  Savcılığı’na başvurarak İhsan Eliaçık’ın, yetmişli ve seksenli yıllarda kaç insan katlettiğini veya kaç mazlum insanı Allahu Ekber sloganıyla recm ettiğini öğrenebilir. Hakeza 13 Nisan 2012 yılında “Kürt Sorunu ve İslami Çözüm” adlı panele konuşmacı olarak katılan  Kürdistan Azadi İnsiyatifi’nin değerli  kurucu üyelerinden Yavuz Delal, Kürdistani düşüncelerini beyan ettiği için aynı panelde konuşmacı olarak bulunan İhsan Eliaçık, birden o eski ülkücü alışkanlığıyla refleks gösterip; değerli Kürt aydını Yavuz Delal’a “faşist” diyerek Kürdistan’ın siyasal egemenliğine ne kadar düşman olduğunu şu sözleriyle beyan etmekten imtina etmeyecekti: “Türk egemenliğinden kurtulalım derken Kürt egemenliğini yaratmayalım. Yeni sınırlar yaratmayalım, yeryüzündeki tüm sınırları kaldıralım.”

Bu sözleriyle Kürtlere, domuz etini deve eti niyetine satacak kadar uyanık bir Kayserili olmaktan imtina etmeyecekti. Sofistike kafalı Türk İslamcı İhsan Eliaçık; Türk devletinin putperest  ve terörist bir devlet olduğunu, Tanrıyı meteoroloji işlerine tahvil ettiğini, bin yıldır Kürdistanı işgal altında tuttuğunu, Kürtlerin ontolojik varlığını inkar ettiğini ve fizyolojik varlığına alçakça tecavüz ettiğini, işgalci Türk generallerin ve sömürgeci Türk valilerin Kürdistanı derhal  terk etmeleri gerektiğini, her millet gibi Kürt halkının da kendi öz toprakları üzerinde devlet olması gerektiğini söylemesi gerekirken; “fukara”, “guraba” ve kurabiye edebiyatıyla Musa El Eşari gibi, sahtekarlık yaptığını pekâlâ biliyorum.

Kürdistanlı fakir  ve  emekçi bir ailenin çocuğu olarak  yıllarca inşaat ustası, şu anda ise  yaşadığım şehirde  yaşlılar evinde çalıştığımı siz değerli okurlarımla paylaşmak istiyorum. Ayrıyetten yurseverlik kimliğimi ve ilmi çalışmalarımı  bu zor şartlar altında ilmik ilmik örerek bugünlere geldiğimi belirtmek istiyorum.

Şimdi  İhsan Eliaçık’a şunu söylemek istiyorum: “ antikapitalist” oyununu “Shakespeare” gibi sahneye koyabilirsin, Türk gençlerini ve Türk halkını örgütleyip  tam da bu minvalde Türk devletini alaşağı edip, sınırları olmayan “Dünya Adalet Devletini” kurabilirsin!

Eyvallah! Öyleki  bu, onurlu ve soylu eyleminden dolayı bütün dünya halkları seni ayakta alkışlasın! Ama sen gelir dindar  Kürt halkının ve  dindar Kürt gençlerimizi “antikapitalist Müslüman” ayak oyunlarıyla Türk devlet iktidarı için kullanmaya tenezül edersen bende sana böyle haddini bildirmek zorunda kalırım.

Ey İhsan Eliaçık! Sizin ülkesi işgal edilmiş, dili yasaklanmış, ontolojik varlığı inkar edilmiş ve dünyada Müslümanların tanrısına ve emekçi sınıfına en az saygısızlık yapmış bir halka, antikapitalist ayetler ve antikapitalist tefsirler okuman büyük bir saygısızlıktır.

Eğer “antikapitalist “davanda çok samimiysen bundan sonra, Türk devletinin ve Türkçülüğün  kabesi olan Anıtkabir’in karşısına dikilirsin; milletinin abdestlilerine ve abdestsizlerine İbrahim gibi Musa gibi, Muhammed gibi, Ebuzer gibi, Abdullah Bin Mesut gibi şöyle seslenirsin: “Ey milletimin ileri gelen mele ve mutref sınıfı; Türk devletine, Türk ırkçılığına ve Atatürk felsefesine tapmak büyük bir zulüm ve şirktir!”demelisiniz. Hemen ardından da “antikapitalist manifesto”nun ikinci ayetini  Lut,  Eyke, Ad ve Semud kavimleri gibi, yeryüzünde bolluk ve iktidar hırsından  şımarıp ve sapkınlık yapan Türk milletine okuyup, onları işgal edilmiş Kürdistan topraklarının kurtuluşu ve Kürt halkının özgürlüğü için isyana davet etmelisiniz Heyhat! Siz bunların hiçbirini yapmıyorsunuz? Sadece “fukara”, “guraba” ve kurabiye edebiyatıyla midemizi bulandırıyorsunuz!

kadiramac @hotmail.com

İran İslam Cumhuriyeti İsrail’in Eliyle mi Yıkılacak?

”İran İslam Cumhuriyeti İsrail’in Eliyle mi Yıkılacak?

Kadir Amaç                                                                                               

 

Üç gün önce, İran, tarihin en kapsamlı füze saldırısını İsrail’e yönelik gerçekleştirdi ve bu saldırıdan duyduğu büyük gururu dünya kamuoyuna duyurmakta tereddüt etmedi. Gece geç saatlerde bu makaleyi kaleme aldığım sırada, kim bilir belki bu gece veya başka bir gece, İsrail ansızın İran’a karşı çok etkili bir misilleme operasyonu gerçekleştirerek bölgeyi etkisi altına alacak şekilde büyük bir savaşın başlamasına ve İran İslam Cumhuriyeti’nin çöküşüne neden olabilir.

 

Devletin çökmesinden bahsederken aklıma Harvard’lı siyaset bilimci Grane Brinton geldi. Brinton, bütün siyasi devrimleri, insan vücudunun bir hastalığın safhalarından geçmesine benzetiyordu. Bu benzetme, “safhalardan geçme Teorisi’ni 1640 İngiliz, 1776 Amerikan, 1789 Fransız, 1917 Rus devrimlerini çözümleyerek izah ediyordu.

 

Grane Brinton, 1979 İran İslam Devrimi gerçekleşmeden önce vefat etmiş olsaydı, devrim teorisi listesinin başına İran Devrimini koyacağı kesindi. Çünkü doğrusunu söylemek gerekirse, 1979’da İran İslam Devrimi, insanlık tarihinin en büyük halk devrimi ünvanını çoktan kazanmıştı.

 

Yakın tarihte 1789 Fransız İhtilali ve 1917 Bolşevik İhtilali ile İran İslam Devrimi’ni mukayese etmek mümkün değildir. Çünkü İslam Devrimi, 1979’da halk tarafından gerçekleştirilen gerçek bir devrimdir. Devrimin lideri olan 78 yaşındaki bir molla, milyonlarca insanın önünde binlerce yıllık bir monarşiyi tek bir kurşun sıkmadan devirmiştir.

 

Humeyni, İran halkını her türlü şiddetten uzak tutmayı ve özellikle şu mesajı vermek istemiştir: “Sizi öldürmeye gelen polis ve askerlerin göğsüne kurşun değil, çiçek atın.” Evet, aynen öyle oldu ve bağımsız kaynakların kabul ettiği üzere, 60 bin insanın hayatına mal olan protesto ve direnişler devrimle sonuçlandı; devrimin lideri Humeyni, Paris Havaalanından Tahran Havaalanına indiğinde tam 12 milyon insan tarafından karşılanmıştı.

 

Devrimin birinci yıldönümü kutlamalarında hazır bulunan ünlü Türk gazeteci ve şu anki Diyarbakır Demokrat Parti Milletvekili Cengiz Çandar’ın “Dünden Yarına İran” adlı kitabını 1989 yılında okuma imkânım olmuştu. Yazar, kitabında İran İslam Devrimini akıcı bir dille anlatıyordu ve kitabın her sayfasını okuduğumda, olayların içindeymiş gibi hissettim.

 

Cengiz Çandar’ın “Devrimler içinde devrim, İslam içinde devrim ve mezhep içinde devrimdir.” tespitleri adeta altın vuruş niteliğindeydi. Öyle ki İslamcı mahalle arasında Cengiz Çandar’ın namaz kılmaya başladığı ve İmam Humeyni’ye itaat ettiği söylentileri kulaktan kulağa yayılıyordu. Çünkü o dönemlerde bu devrimden herkes bir şekilde etkilenmişti. Etkilenen isimlerden biri de “İslam Devriminin Kökleri” adlı ünlü kitabın yazarı İngiliz akademisyen Hamit Algar’dı.

 

Devrimin birinci yıldönümünde gösterileri izlemeye giden Fukuyama’nın arkadaşı kendisine şöyle bir not düşmüştü: “Milyonlarca insan Azadi Meydanı’nda ‘Merg berg Amrika (Amerika’ya ölüm!)’ diye bağırıyor.” Dünyaca ünlü siyaset bilimci Francis Fukuyama, arkadaşına şöyle yanıt veriyordu: “Korkma! Shell, Sony, Peugeot vb. şirketlerin tabelaları yerinde duruyor.” sözleriyle İslam devrimin trajikomik boyutuna dikkat çekmeyi başardı.

 

İslamcılık düşüncemin hatıra ajandasından bir dizi küçük alıntı yaparak, makaleme farklı bir bakış açısı kazandırmaya gayret göstereceğim. İslamcılık yaptığım (1985-1999) dönemlerinde İran devriminin fikir adamlarından biri olan Asaf Hüseyin’in, “İran’da Devrim ve Karşı Devrim” adlı eseri, kitapçılarda o dönemlerde kapış kapış satılıyordu ve gençler arasında elden ele dolaşıyordu. Asaf Hüseyin, Batı paradigmasına ve kapitalist Amerika devletine karşı “İran İslam Devrimi’ni alternatif olarak gösteriyordu.

 

Haşim’i Rafsancani ise bu duruma post modern “İslam’ın yeni dalgası’’ ismini veriyordu. İslam Devriminin önemli mimarlarından biri olan Ayetullah Haşim’i Rafsancani, “İslam’ın Dalgası” adlı kitabında, pek yakın bir zamanda İran İslam Devriminin öğretilerinin dalga dalga yayılacağını, “Amerika emperyalizmini” ve “İsrail Siyonizm’ini” bu İslam dalgası karşısında yerle yeksan edeceğini iddia ediyordu.

 

Geçmişte Rafsancani, Cumhurbaşkanlığı görevini yaptığı her iki dönemde, kendisi ve çocuğu devletin parasını çalmakla isimleri anıldı ve ayrıca baba ve oğul yargılandı ve hüküm aldılar. Rafsancani’nin yukarıdaki iddialı sözleri 45 yıl içinde hiçbir karşılık bulmamakla birlikte ve öyle ki sergilediği pratikleriyle hem kendisinin hem de Devrimin itibarına suikast yapıyordu.

 

İran İslam Devrimi’nin bir başka önemli isimlerinden biri de Dr. Mustafa Çamran’dır. Çamran’ı 1994 yılında ‘Kürdistan Hainleri” adlı eseriyle hem kendisinin hem de İran Devletinin Kürtlere karşı resmi fikirlerini tanıma fırsatı elde ettim. Kendisi Rojhılatlı bir Kürt olup, siyasal İslam ile ontolojik varlığına savaş açmış ve İslam adına kendi halkını vahşice katletmeyi cihad saymış ve Humeyni bu vesileyle kendisine “Mustafa Çamran, Kürdistan Demokrat Partisi’ne karşı verdiği cihad ile Cennetin Sigortasını Garanti altına almıştır” sözleriyle ödüllendirmekte geri durmuyordu.

 

Ve aynı yılda Ayetullah Humeyni’nin, ‘İmam’dan Mesajlar’ adlı kitabını okumuştum. Kitabın bir bölümünde Humeyni; “Kürdistan Demokrat Partisi” İslam düşmanı ve kafir bir teşkilat” olduğunu ve ayrıca Kürtlerin kurtuluş yolunun sadece “İslam devletine itaat” etmekten geçtiğini iddia ediyordu.

 

Kısacası İslam Devrimi, İran halklarına özgürlüğü, demokrasiyi, ekonomik zenginliği, eşitliği ve adalet mefkûresini vaat etmişti. Ancak aradan tam 45 yıl geçmesine rağmen halka, kötülükten ve cehaletten başka hiçbir şey bırakmadığını bugün daha net olarak görebiliyoruz.

 

Şeriatçı devletin bu çağ dışı antagonizması dijital gezegenimizi, tedirgin ve huzursuz ettiğini anlayabiliyorum. Çünkü İran İslam Cumhuriyeti post Modern medeniyetle diyalog köprüleri kurmak istemiyor; çözüm yerine kaosu, suhuleti yerine şekavetti, demokrasi yerine Şia şeriatını ikame etmek istiyor. Değişimi, demokratikleşmeyi ve uygarlaşmayı ise kafirlik olarak tasavvur ediyor, agresifleşiyor. İran Ayetullah rejimi ülkedeki adaletsizliği, fakirliği, sefaleti, geri kalmışlığı, İran milletinin aç kediler gibi duvarlara tırmanmayı, Kürt gençlerini vahşice vinçlerde sallandırmayı ve zindanlarda vahşice katletmeyi; emperyalizmi, İsrail’i, Amerika’yı ve Batı Avrupa ülkelerini suçlayarak ÇÖKÜŞÜN en büyük sebeplerini yarattığını hâlâ fark etmiş değildir.

Oysa ki Batı’da demokrasi, adalet, eşitlik, kadın, emek, özgürlük, etnik ve dini grupların akültürasyon haklarını parlamenter sistem veriyordu. Örneğin ABD’de “Temsilciler Meclisi” (Senato), İngiltere’de “Lordlar Meclisi”, Fransa’da “Milli Senato” meclisi, Almanya’da “Bundestag” meclisi canla başla kendi milletlerine hizmet ediyor.

Oysaki Ayetullah Humeyni, Ayetullah Mutahhari, Ayetullah Beheşti, Ayetullah Burucerdi, Ayetullah Muntezeri ve büyük düşünür Ali Şeriati gibi isimlerin örgütlediği kurum olan “Hüseyniye-i İrşad”, toplumun tüm muhalif kesimlerini ve Kürtleri bir araya getirerek, güç birliğini ve ittifak bloğunu sağlayarak ve onlara liderlik yaparak Pehlevi diktatörlüğünü alaşağı etmişti. Devrimin lideri İmam Humeyni, Kürt halkına, tüm ittifak güçlerine ve İran halklarına demokrasi, parlamentarizm, huzur, adalet ve özgürlük sözünü vaat etmişti. Ancak, Humeyni ve şürekası ilk iş olarak kendisine itaat etmeyen herkesi tasfiye ettiler. Özellikle HALK DEVRİMİNİN ortakları olan Kürtleri, vahşice katletmeyi cihat gördüler ve solcu fırkalar için idam mangalarını kurdular.

 

Ayrıca 45 yıldır dış politikasını, Filistin ve İsrail meselesi üzerinde yürüterek ve bu hassas alanı istismar ederek, Yahudi düşmanlığını körüklüyor ve İsrail’deki askeri hedeflere misilleme amaçlı saldırıları “stratejik sabır” kavramını kullanarak belki sonu getiriyor. Bu kavramın bana hiç de yabancı gelmediğini siz değerli okurlarımla paylaşmak isterim. Çünkü bu kavramı her ne kadar İran Cumhurbaşkanlığı Siyasi İşler İdaresi Başkan Yardımcısı Muhammed Cemşidi tarafından belirtilse de, 1992 yılında Farsçadan Türkçe ’ye çevrilen ve benim de dikkatle okuduğum Seyit Ali Hamaney’in “SABIR” adlı kitabında “stratejik sabır” kavramının aynı şekilde geçtiğini açıklığa kavuşturmak istiyorum.

 

Bana göre, İran’ın İsrail’e 13.4.2024 tarihinde yaptığı İHA saldırısından sonra İran İslam Devrimi adım adım kendisini ÇÖKÜŞE doğru hazırladığını düşünüyorum. Bu yıkım sürecinin etap etap, palet palet nasıl ÇÖKÜŞE doğru gittiğini kavramamızı kolaylaştıracak geçmişe kısa bir yolculuk yapalım:

 

28 Aralık 2017 ile 16 Eylül 2022 tarihleri arasında Meşhet, Kum ve Tahran’da başlayan ve hemen ardından İran’ın diğer şehirlerine dalga dalga yayılan protesto gösterileri, ülke içinde ve dışında büyük bir destek gördüğünü takip edenler hatırlayacaktır. Gösteriler heyecanla tartışılıyor ve yapılan bu tartışmaların heyecanı her geçen gün giderek artıyordu ve haber ajansları çıkan olaylarda yüzlerce insanın hayatını kaybettiğini, yüzlerce yaralı ve binlerce tutuklunun olduğunu dünyanın bilgisine sunuyordu.

 

Yedi yıl önce İran İslam Cumhuriyetinde yaşanan o protesto eylemlerini o dönemin Meşhet Cuma İmamı Ahmet Alemulhud’un; “Devrim kırk yıldır hiçbir sorunumuzu çözmedi ve ülkemizi her yönüyle geriletti” sözleri Ayetullah rejiminin her geçen gün saldırganlaşarak adım adım kendisini krize sokarak TÜKENİŞE doğru gittiğinin güçlü işaretlerini veriyordu.

 

Meşhet Cuma İmamı Ahmet Alemulhud, Ali Hamaney’e biatlı olduğu halde, haklı ve cesur çıkışlar yaparken; İran Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani, “ABD ve İsrail halkımızı kışkırtıyor ve fitnecileri sahaya sürüyor”, Tahran Cuma İmamı, “Halkın zihninin zehirli düşüncelerle bulanmaması için sosyal alanı serbest bırakmamalıyız.” Keyhan gazetesi müdürü Hüseyin Şeriatmedari, “Halkın geçim konusundaki rahatsızlığı, fitnecilerin yeni fitnesi.” Devrim Muhafızları Ordusu da olayları, “Birtakım gruplar yeni fitne peşindeler.” sözleriyle 2017’de yaşanan hadiselerin uygulamalarına sahip çıkıyordu.

 

Ayrıca Meclis Başkanı Laricani’nin 350 milyar dolar civarına kadar gerileyen milli gelirle ülkenin yönetilmesinin mümkün olmadığını söylemesi ve dini lider Hamaney’in protesto olaylarından hükümeti ve resmi kurumların yöneticilerini sorumlu tutarken ve onları hesap vermeye çağırırken; halk, Hamaney’in bu açıklamalarına öfkeyle karşılık veriyor ve sarf ettiği sözleri münafıklık olarak değerlendiriyordu.

 

”Çünkü İran halkı Hamaney’i münafıklıkla itham etmekte haklıydı. Hamaney, 30 yıllık görevi boyunca kimseye hesap vermek bir yana, bir kez dahi basın toplantısı düzenlediğine kimse şahit olmamıştı, gazetecilerin ve televizyonların karşısına çıkıp, halkına ve Müslüman dünyasına hesap vermeyi tek bir kereliğine olsa bile gerekli görmemişti.

 

Kısaca, 2017 ve 2022’de meydanlara çıkan göstericilerin ana hedefini şöyle özetleyebiliriz: Ülkedeki hayat şartları, yoksulluk, faiz, dış politika, rüşvet, idam, işsizlik, Kürtlere uygulanan zulüm politikaları, yolsuzluk, fuhuş, kadının kara çarşafa hapsedilmesi, sınıf farkına yönelik atılan somut sloganlardan, İslam Devriminin ÇÖKÜŞ temellerinin atıldığı dönem olarak okumak lazım.

 

Örneğin İran halklarının İran Devleti gibi, İsrail ve Filistin meselesiyle ilgilenmediklerini meydanlarda attıkları şu sloganlardan anlamak mümkündür: “Ne Gazze ne Lübnan canım feda İran’a”, “İslam’ı basamak yaptınız bizi zelil ettiniz”, ‘Biz devrim yaptık ne büyük hata yaptık.’’, “Kahrolsun Ruhani”, “Paralarımızı Suriye, Gazze ve Lübnan’da harcamayın”, “Halk dilenecek duruma düştü”, “Kahrolsun Hizbullah”, “İslam Cumhuriyeti istemiyoruz”, “İstiklal, özgürlük, İran Demokrasi Cumhuriyeti”, “Halk dilenciliğe başladı”, “Top Tüfek Fişek MOLALAR Kesinlikle Yok Olacak”, “Jin, jiyan, azadi” ve ‘’Merg merg Hamaney’’.

 

Yukarıda Ayetullah rejimine karşı atılan sloganların anlamı bana göre şudur: İran halkının büyük bir bölümünün “İran Şeriat Devleti’ni istemediğinin mesajını veriyor. İran halkı uyduruk şeriat yasalarıyla, hayatlarını ve ikballerini daha fazla karartmak istemiyor. İkincisi; İran halkları, seküler ve demokratik bir devlete özlem duyduklarını, uygar devletlere ve uygar milletlere bir kez daha devrim içinde devrim yapmaya hazır olduklarını ve demokratik devletlerin kendilerine yardım etmelerini talep ettiklerini net anlayabiliyoruz.

 

Şahlık rejimini gene alaşağı eden ve mollaları iktidara taşıyan gene aynı İran halkları değil mi? Peki, İran Şahlık düzeni nasıl yıkıldı ve Şah’ın ülkeyi terk etmesine hangi siyasi ve sosyolojik olaylar neden oldu? Sorularına analitik bilgiyle cevap vermeye devam ederek analizimizi daha sağlam bir zemine inşa edelim.

 

İran Şahı’nın sonunu getiren 1964 yılında başlayan “15 Hordat olayları”dır. İkincisi, 1973’te petrol fiyatlarının üçe katlanmasıyla birlikte İran ekonomisi büyük bir inişe geçti ve halk her geçen gün fakirleşti, bazı imtiyazlı insanlar hızla zenginleşti, kıskançlık, yolsuzluk, rüşvet, enflasyon ve her türlü yozlaşma İran toplumunun tüm katmanlarını Şah Pehlevi’ye karşı harekete geçirdi ve Şah Pehlevi İran’i terk etmek zorunda kaldı.

 

Peki, 2017 ve 2022 yılları arasında İranlı göstericilerin devrim karşıtı attığı bu sloganlara özellikle ABD ve İsrail devleti tarafından nasıl karşılık bulduğuna bir de bakalım.

 

ABD Başkanı Donald Trump, Twitter hesabından göstericilere anında şu yanıtı verdi: “ABD haklı mücadelenizi destekliyor”.

 

ABD’nin BM Daimi Temsilcisi Nikki Haley, “İran halkının bu büyük cesaretini alkışlıyoruz.” Beyaz Saray Sözcüsü Sanders, “ABD, İran halkını desteklemektedir; rejime, kendi vatandaşlarının barışçıl yollarla değişim arzusunu dile getirme temel hakkına saygı duyması çağrısında bulunuyoruz”.

 

Eski bir ABD Merkezi İstihbarat Teşkilatı (CIA) ve Ulusal Güvenlik Dairesi (NSA) çalışanı olan Edward Snowden, İran’daki gösterileri uzaktan söylemleriyle destekleyen ABD’li politikacılara şunları söyledi: “Eğer ciddiyseniz Google’a bir telefon açıp göstericilere gerçekten destek olabilirsiniz.” ABD Başkanı Joe Biden, “İran’ı özgürleştireceğiz”.

 

İsrail Ulaştırma ve İstihbarat Bakanı Yisrael Katz, “İran halkının özgürlük ve demokrasi mücadelesini” kazanmasını gönülden temenni ediyorum. İsrail’li Bakan, İran halkının özgürlük ve “demokrasi mücadelesini” kazanması halinde İsrail ve Ortadoğu’da tüm tehditlerin ortadan kalkacağını söylemişti.

 

“İran İslam Devleti” ve onun siyasal İslamcı yandaşları, yaşanan bu siyasal ve gerçek olayların hakikatini, bilimsel argümanlarla ve ilmi basiretle okuma, anlama, doğru teşhis koyma ve çözüm üretme yöntemi yerine, meydana gelen halk gösterilerini, ABD ve İsrail’in kışkırtması olarak propaganda ederek gerçeğe kurşun sıkıyordu.

 

Son olarak, sosyolog ve siyaset bilimci Ibn Haldun, “Mukaddime” adlı eserinde devletlerin yıkılışını; adaletsizlik, fakirlik ve milletlerin asabiye duygusunun zayıflaması ve halkın yoksulluktan dolayı devlete karşı güçlü bir güvensizliği doğurmasıyla birlikte devletin yıkılmasına vesile olduğunu söyler. Ona göre; insanın doğup, büyüyüp ölmesi gibi devletlerin kurulup, gelişmesi ve yıkılması ve yıkılan devletin yerine başka bir devletin doğması, Tanrı’nın koyduğu sünnetullah yasasıdır diyor.

 

İran’ı görmüş ve İran Devrimi üzerine sistematik okumalar yapmış biri olarak şimdilik için ancak şunları söyleyebilirim: İran’daki halklar, akıl dışı ve çağ dışı molla rejiminin hayatlarından çıkıp gitmesi için dışarıdan bir müdahalenin yardımına ihtiyaç duyduğu bir gerçek.

 

Büyük bir ihtimalle İran İslam Cumhuriyeti’nin çökmesini sağlayacak en büyük saldırıyı İsrail gerçekleştirecek. İsrail henüz İran’a yönelik misilleme hakkını kullanmamasına rağmen, dünya devletler liginin ve uluslararası kurumların neredeyse ezici çoğunluğunun desteğini almış durumda gözüküyor. İsrail’in İran’a yönelik büyük bir saldırı yapması halinde, İran halkları bu saldırıları fırsat bilecek ve dünya devletlerin desteğini alarak bu kez POSTMODERN BİR DEVRİME İMZA atacağını düşünüyorum.

 

Kadir Amaç

Brüksel

 

Kürdistan Nurculuğu ve İslam

Not: Bu çalışma 2020 yılında ayayınlanan ”Kürdistan’da Hizbullah’ın Anatomisi” adlı eserin yazarı olan Kadir Amaç’a aittir.       

Kadim Kürdistan coğrafyasının yetiştirdiği en büyük Kürt mütefekkirlerinden biri hiç kuşkusuz Said-i Kurdî’dir. Son zamanlarda Fethullah Gülen ve adamlarının, Kürdistan halkının her milletin sahip olduğu özgür vatan sevgisini ve hasretini engellemek için sömürgeci Türk devleti ve uluslararası güç şebekeleriyle ortak hareket ettiklerine şahit olmaktayız.

Gülen Hareketi ve şürekası Kürtlerin özgür vatan ülkülerini, ideallerini boşa çıkarmak ve modern Türk kolonyalizmini Kürdistan coğrafyasında en yüksek düzeyde temsil etmek için Said-i Kurdî’nin eserleri üzerinde en az beş yüz nokta da tahrifat gerçekleştirmişlerdir.

Nurcu cemaatlerin ezici çoğunluğu, Said-i Kurdî’nin eserlerini Türkçü ve Ehl-i sünnet(!) esaslar üzerinden yeniden yorumlayarak ve tahrif ederek, “Dinlerarası hoşgörü” parolasıyla, Türk-İslam evangelizmi ülküsü adına, küresel ölçekte hiçbir Türk devletinin ve hiçbir Türkçü akımın başaramadığını başarmıstır. Kürtlerin özgür vatan sevdasını Said-i Kurdî adına zehirlemeye ve yok etmeye kararlı olan Gülen ve adamlarının, Said-i Kurdî’nin benimseyip, amel ettiği inanç ve düşünce iklimiyle hiçbir biçimde benzeşmediğini bu çalışmada ortaya koymaya çalışacağım. Bu vesileyle Said-i Kurdî’nin Kürt ve Kürdistan meselesi hakkında vaaz ettiği görüşlerini ana hatlarıyla ilmi zaviyede sistematize etmeye çalışacağım.

İbn-u Tufeyl ve Gazali’den etkilenir

Öncelikle Said-i Kurdî’nin özgür vatan bilincini ve bu bilincin yüklediği sorumluluğu kavrayıp çözümleyebilmemiz için; o günün siyasi, sosyal, psikolojik, ekonomik ve uluslararası konjonktürel şartlarına egemen olan faktörleri bütün veçheleriyle bilmemiz gerekmektedir. Kürdistan’ın çeşitli medreselerinde kısa süren bir eğitim hayatı olan Said-i Kurdî, bu kısa süreli medrese eğitiminden sonra kendi imkanlarıyla yoğun bir okuma seferberliğini başlatır.

Kardeşi Abdurrahman Nursi, kitabında yirmi dört saat içinde Cem’ül Cevam-i, Şerhül Mevakıf ve İbni Hacerin kitaplarını okuyup anladığını yazar. İşrakiye felsefesinin kurucusu İbn-u Tufeyl ve Gazali’den etkilenir. Büyük Kürt Şairi ve filozofu Ehmedê Xanî’nin türbesinde ibadete kapanır ve bu sıralar 13-14 yaşlarındadır. Mardin’e gittiğinde o sıralar islam dünyasını baştan aşağıya kuşatan batı emperyalizmine karşı mücadele veren Cemalettin Afgani ve Şeyh Sennüsi hareketinin üyeleriyle yolda karşılaşıp, tanışma fırsatını bulur. (1)

Bundan sonra Said-i Kurdî’nin düşünce ve mücadele kulvarında Van şehri çok önemli bir yer kaplar. Vanlı Hasan Paşa’nın daveti üzerine uzun süre Van’da kalır. Said-i Kurdî, Van ile Kürdistan’ın diğer şehirleri arasında sürekli hareket halinde olur. İnşa ettiği bu hat üzerinde, sömürgeci Osmanlı İstibdadı’nın Valilerine, Paşalarına, işbirlikçileri Hamidiye Alaylarına, Ağalara ve Şeyhlere karşı aktif bir mücadele örneği sergiler.

‘Artık uyanınız, sabahtır’

Said-i Kurdî, Kürt halkının içinde bulunduğu bu menfi koşulları ortadan kaldırmak için beş yüzyıl boyunca, Osmanlı müslümanlığıyla dövülerek sersemleştirilen Kürt milletinin ontolojik hafızasını tekrar ayağı kaldırmak için Kürt halkına şu tarihi çağrıda bulur; “Ey aslan Kürtler! Beş yüz senedir yattığınız yeter. Artık uyanınız, sabahtır. Yoksa sahra-i vahşette vahşet ve gaflet sizi yağmalayacaktır. Hem milliyet denilen Rüstem-i Zâl ve Selahaddin-i Eyyubi gibi Kürt dahi kahramanlarıyla bir çadırda oturan her biriniz milliyet fikriyle umum milletin bir somut örneği olunuz. Varlığınızı birliğinizle gösteriniz. Yoksa sıfır çekecek, hürriyet diplomasını elinize vermeyecektir.” (2)

“E
y aslan Kürtler! Beş yüz senedir yattığınız yeter. Artık uyanınız, sabahtır. Yoksa sahra-i vahşette vahşet ve gaflet sizi yağmalayacaktır.”

______________________________________________________________

Said-i Kurdî 1893 ile 1908 yıllarını ve Kürt halkının içinde bulunduğu keşmekeşliğin en büyük düşmanını cehalet olarak tespit eder. Dolayısıyla Kürdistan halkına bu rönesansı yaşatmak için Van, Bitlis ve Amed hattında kafasında projelendirdiği “Medresetüzehra” adında bir üniversite kurmak için 1908 yılında İstanbul’a gider. İstanbul’da Abdulhamid’e Kürdistan coğrafyasında Kürtlerin kendi anadillerinde eğitim ve öğretimlerini yapacakları “Medresetüzzehra” adında kurumların açılmasını konu alan bir dilekçeyle isteklerini sunar.

O sıralar Kürt aydınların çıkardığı Şark ve Kürdistan gazetesinin birinci sayfasında bu dilekçe yayınlanır. Yayınlanan dilekçenin bir bölümü şöyledir: “Kürdistan’ın kasaba ve köylerindeki mekteplerin kurulmuş olması memnuniyetle görülmekte ise de bu mekteplerden Türkçeyi az da olsa öğrenmiş olan çocuklar ancak yararlanabilmektedir. Türkçeyi bilmeyen Kürt çocukları ise medreselerde okutulan ilimleri terakki etmenin biricik kaynağı olarak bilmektedirler. Yeni açılan bu mekteplerdeki öğretmenlerin mahalli dili (Kürtçe) bilmemeleri dolayısıyla bu çocukları eğitim ve öğretimden mahrum bırakmaktadır. Bu ise vahşete, karışıklığa, dolayısıyla batının gürültülü ve patırtı çıkarmasına sebep oluyor…” (3)

Devlete eklemleme çabası

Bundan sonra Said-i Kurdî İstanbul’da Kürt ve Kürdistan davasını yürüten Kürt aydınlarını, alimlerini, Kürt siyasetini yürüten örgütleri ve Kürt yayın organları ile yurtseverlik temelinde, hepsiyle eşit mesafede ilişkiler içinde olur. Ve yürütülen bu yurtseverlik faaliyetler içinde yerini alır. Özellikle o dönemlerde Kürt ve Kürdistan davası için mücadele eden, Kürt Teavün ve Terakki Cemiyeti (1908), Kürd Teali Cemiyeti (1918), Azadi Cemiyeti (1923) içinde yurtseverlik faaliyetlerini sürdürür.

Aynı şekilde İstanbul’da kaldığı süre içinde o dönemin en büyük Kürt düşünce ve dava adamlarından olan Bedirhaniler ailesi, Cemil Paşa ailesi, Seyyid Abdülkadir, Abdullah Cevdet, Ahmed Arif, Mehmet Sıdık, Babanzade Naim Bey, Cibranlı Halid Bey ve Şeyh Said gibi yüzlerce şahsiyetle Kürdistan davası üzerine münazaralar yapmıştır. Mamafih o dönemlerde Said-i Kurdî Kürt aydınların çıkardığı Şark ve Kürdistan Gazetesi, Kürt Teavün, Terakki Gazetesi ve Volkan Gazetesi gibi yayın organlarında Kürdistan davasıyla ilgili pek çok yazılar kaleme almıştır. (4)

Said-i Kurdî yukarıda anlattığımız ilişkileriyle ve faaliyetleriyle yaşamı boyunca milliyetine, diline ve kültürel değerlerine karşı oldukça güçlü bir bağ içinde olduğunu göstermektedir. Dolayısıyla Türk ve Kürdistan halkları arasında Nurcu cemaat olarak bilinen Fethullah Gülen ve benzeri parti, cemaat ve örgütlerin zalim Türk devletine eklemlenerek, Kürt halkını kimliklerinden ve özgür vatan sevdalarından mahrum bırakmak için Said-i Kurdî’yi; ‘ama islam ümmetinin birliği için Kürtlüğünden vazgeçmiştir, o bir islam alimiydi, onu Kürt meselesine bulaştırmayın, asil önemli olan islam davasıdır, islam ümmetidir, kardeşliktir, bugün Kürt kavmiyetçiliği adına ülkemizi ve devletimizi bölmeye çalışan bu zavallı Ermeni uşaklarına karşı kayıtsız kalmayınız… Tabiri caizse haydi bakalım atalarınız gibi siz de Kürt kimliğinizden ve özgür vatan sevgisinden vaaz geçin!’ Biçiminde sömürgeci Türk devleti ile iş birliği yaparak Kürt halkı üzerinde yoğun bir propagandanın yürütüldüğünü görmekteyiz.

‘Ey Kürt halkı!’

Özellikle son dönemlerde Türk devleti ile Fethullah Gülen Cemaati söylediğimiz yöntemlerle Kürt halkını diline, kültürüne ve vatanına karşı aline etmek için dev bütçeleri bu oryantalist faaliyetler uğruna harcadığını tüm ilgili çevreler tarafından bilinmektedir. Ehven-i şer odaklarına karşı Said-i Kurdî, Kürtlere şu tarihi uyarıyı yapmaktadır: Her tarafa şubeler salmış büyük bir çeşme başında bir bozulma olursa bu her tarafa sirayet eder. Fakat yüz pınarın ortasında büyük bir havuz olursa, o havuz pınarlara bakar ve onlara tabidir. Ey Kürtler! Görüyorum ki, bizde pınar yoktur. Onun için uzaktan gelen taafün eden bir suyu içiyoruz. Eskisi gibi istibdadi görüyoruz. Öyle ise gayret ediniz, çalışınız, Ta ki bir kemalat pınarı bizde de çıksın. Yoksa daima dilenci olacaksınız ya da susuzluktan öleceksiniz.” (5)

______________________________________________________________

“Ey
Kürt Halkı! İttifakta kuvvet, ittihatta hayat, kardeşlikte saadet, hükümette saadet vardır. İttihat bağını ve muhabbet ipini güçlü tutun. Ta ki sizi beladan kurtarsın.”

______________________________________________________________

Said-i Kurdî, Kürt halkının içinde bulunduğu korkunç köle yaşamı Kürt Teavün ve Terakki gazetesinde yazdığı Kürtçe makalelerle anlatır. Kürt Teavün ve Terakki gazetesinde yayınlanan bu makale şöyledir: Ey Kürt Halkı! İttifakta kuvvet, ittihatta hayat, kardeşlikte saadet, hükümette saadet vardır. İttihat bağını ve muhabbet ipini güçlü tutun. Ta ki sizi beladan kurtarsın. Bana iyi kulak verin, size bir şey söyleyeceğim: Biliniz ki, korumamız gereken üç cevherimiz vardır; Birincisi islamiyettir ki; binlerce şehidimizin kanı pahasına olmuştur. İkincisi insaniyettir ki; halkın nazarında akla uygun hizmetle yiğitliğimizi ve insanlığımızı bütün dünyaya göstermeliyiz. Üçüncüsü milliyetimizdir ki; bize meziyet vermiştir. Bizden öncekiler iyilikleriyle yaşıyorlar. Kendine yetebilen, milliyetini koruyup onların ruhlarını kabirlerinde şad eder… Biz üç elmas kılıcı elimize alalım ve düşmanı üstümüzden kaldıralım. Birincisi: Adalet, maarif ve okuma kılıcıdır. İkincisi: İttifak ve milli muhabbet kılıcıdır. Üçüncüsü: Kendine güven kılıcıdır. (6)

Dolayısıyla Filistin’li islam düşünürü Fehmi Şinnavi “Kürtler islam ümmetinin yetimleridir” sözünden önce Said-i Kurdî’nin Kürt halkının bu perişan ve öksüz halini en yüksek düzeyde kavramış olması çok önemlidir. Bundan dolayı mustazaf Kürdistan halkını yetim ve öksüz bırakan ve islam düşüncesinin nimetlerinden faydalanarak yeryüzünde güçlü devletler kuran Arap, Fars ve Türk miletine, Kürt halkının vatanını ve dilini kardeşlik ve ümmet adına yetim bırakanlara şu tarihi çağrıda bulunuyor: “Ey Türkler ve Araplar! Sizde olan hakkımızı dava ediyoruz. Yani Kürt gibi küçük taifelerin menfaati ve saadet-i dünyeviyeleri ve uhreviyeleri, sizin gibi büyük muazzam taife olan Arap ve Türk gibi hâkim üstadlara bağlıdır… Birbirinizin şahsi kusurlarına bakmamak gerektir.” (7)

‘Kaderin sikkesi anadildir’

Said-i Kurdî İstanbul’da bulunduğu sıralarda, Kürdistan halkının özgürlük davası için mücadele eden dönemin önemli Kürt dava adamları Emin Ali Bedirxan, Seyyid Abdulkadir, Şükrü Mehmet ile birlikte İstanbul’daki Amerikan Konsolosluğu’na giderler. Said-i Kurdî, Kürdistan davası için sert tartışmalar içine girer. Said-i Kurdî elinde taşıdığı Kürdistan haritasını Amerikalı Konsolons’a gösterdiği sırada, konsolos ona dönerek: “Bu bölgenin çoğunluğu üzerine Ermenistan devletinin kurulmasına karar verilmiştir” demesi üzerine Said-i Kurdî şöyle cevap verir: “Kürdistan eğer deniz sahilinde olsaydı, Diritnavutlarınız (savaş gemileriniz) ile belki bu kararı uygulayabilirdiniz. Fakat Kürdistan dağlarına Diritnavutlarınız çıkamaz, bu kararınız da uygulanamaz.”(8)

1923 yılına gelindiğinde kurulan Türkiye Cumhuriyeti devletinin ırkçı ve şovenist paradigması Atatürk, Yusuf Akçura, Ahmet Ağayef, Falih Rıfkı Atay, Dr.Rıza Nur, Nihal Atsız ve Esad Bozkur gibi kişiler tarafından inşa edilecekti. Türk ırkçılığı ve şovenizmi üzerine inşa edilen bu yeni Türkçü paradigma, Kürt coğrafyasını ve insanını hedef alarak, varlığını sonlandırmak için sömürgeciliğin tüm enstrümanlarını kullanmaktan imtina etmeyecekti. Bu yeni Türk devleti etnografik hudutlarını tek millet, tek devlet ve tek bayrak ekseninde amentulaştıracaktı. Kürt halkı için çok zor geçen bu dönemlerde Said-i Kurdî, Kürt dilinden, Kürt milliyetinden ve kültüründen asla taviz vermediğini şu sözleri ile bu tanıklığını ispatlayacaktı:

“İnsanda kaderin sikkesi(damgası) anadilidir.” (9)

Kürt olup, Türkçülüğün amentüsünü yazan Ziya Gökalp ile bir defasında karşılaşırken, onun içinde bulunduğu rezil ve alçak duruma işaret ederek şu tarihi sözü söylemekten geri durmamıştır: “Bir kelle soğanı bin kızılelmaya değişmem.” (10) Said-i Kurdî, sahih Kur’an-ı ve rasyonelliği benimsediği için milliyet, dil ve kültür tanımlamalarını ontoloji, anatomi ve fizyoloji yasaları ekseninde değerlendirmiştir. “Göklerin ve yerin yaratılması ile dillerinizin ve renklerinizin ayrı olması, O’nun ayetlerindendir.” (Araf/-22) (11)

‘Aldanırız fakat aldatmayız’

“Ben Kürdistan’da doğdum ve ben Kürdüm” diyen Said-i Kurdî, Divan-ı Harp’te derki: “Fahr (övünmek) olmasın biz ki Kürdüz, aldanırız fakat aldatmayız.” Ayrıca, İstanbul’da Padişah’ın ve Ankara’da ise Atatürk’ün kendisine rüşvet, maaş ve makam tekliflerine karşı tenezzül ve tevessül etme girişiminde asla bulunmadığını şu sözleri ile kanıtlamıştır: “Sultanın maaş ve ihsan denilen rüşvet ve susma payını kabul etmedim. Reddettim. Milletimin namını lekedar etmedim. Aklımı feda ettim. Hürriyetimi terk etmedim. Ona boyun eğmedim.” (12)

Said-i Kurdî’nin yurtseverlik mücadelesinde beni en fazla etkileyen şu hadise olmuştur: 1909 yılında İstanbul’da kırk bin Kürt hamalını, Kürt yurtseverliği temelinde örgütlemiş olmasıdır. Araştırmacı Kürt yazar Rohat Alakom, Said-i Kurdî’nin “umum yerleri ve kahvehaneleri” (13) dolaşarak babasının da hamal olduğunu belirtmiş olmasıdır. Bu örgütlenme yöntemiyle Kürdistan tarihinde bir ilke imza atmış oluyordu. Çünkü insanlık tarihinde farklı sınıflardaki insanları zalim otoritelere karşı örgütlenme kategorilerin olduğunu biliyoruz. Fakat hamallar sınıfını, Said-i Kurdî’nin hem ulusal hem de emek temelinde yaptığı bir örgütlenmeyi yapan birinin olduğunu da sanmıyorum.

Türkiye’nin tanınmış en önemli gazetecilerinden biri olan Uğur Mumcu, Said-i Kurdî’nin Türk devletine ve Atatürk’e karşı büyük bir düşmanlık beslediğini şu sözleriyle belirtir: “Said-i Kurdî, Atatürk’ün ve laik devletin amansız düşmanıdır.” “Bütün bunlardan anlaşılıyor ki Said-i Kurdî hem islamcı hem Kürtçü’dür.” (14)

Nihal Atsız Nurculuğu…

Hayatının büyük bir bölümünü Said-i Kurdî’nin eserlerini ve fikirlerini insanlara tanıtmakla ve anlatmakla geçiren Sıddık Şeyhanzade, Said-i Kurdî yaşamı boyunca sahih Kur’an düşüncesi, batıl inançlara galebe gelsin diye ve mazlum Kürt halkı özgür olsun diye yaşamını vakf ettiği söyler.
Said-i Kurdî’nin eserleri üzerinde yapılan bu tahrifatların gerçeği ortaya çıksın diye başta Fethullah Gülen ve önemli adamlarından olan Hekimoğlu İsmail ile farklı zamanlarda buluşup konuştuğunu söyler. Hekimoğlu İsmail’e Said-i Kurdî’nin eserleri üzerinde beş yüz nokta üzerinde tahribatın yapıldığını kendisine hatırlattığını söyleyince, şu karşılığı aldığını söyler: “Bizim nurculuğumuz Nihal Atsız nurculuğudur.” (15) H.İsmail’in bahsettiği bu şahıs yüz yılın en büyük Türkçü düşüncesini savunan adamdır. Ve Said-i Kurdî’yi Kürdistan devletini kurmakla suçlayıp, şu sözleriyle hedef göstermiştir: “Kürtlerin mevhum meziyetlerinden bahsediyor. Kısacası onlara devlet kurdurmaya şu sözüyle gösteriyor”: “Özgür bir Kürdistan tohumu ekiyorum. Onu geliştirip büyütün.” (16) H.İsmail’in Sıddık Şeyhanzade’ye yaptığı bu itirafı açıkça gösteriyor ki, Fethullah Gülen ve cemaati Nihal Atsız’ın Türkçü fikirlerini tüm dünyaya yaymak için, Nurculuk ve Islamcılık adı altında küresel ölçekte oryantalist faaliyetler yürüttüğünü fazlasıyla kanıtlamaktadır.

‘Zalimler için yaşasın cehennem!’

Son olarak 1990’lı yıllarda, benimde şahit olduğum, politik Türk islamcıların çıkardığı Tevhid ve Yeryüzü dergileri büyük Kürt düşünürü Musa Anter’i kapak konusu yapıp, Kürt halkına bu şahsin islam düşmanı ve Kürtlere Zerdüştlük propagandası yapmakla suçlayıp hedef haline getirmişlerdi. Sözde bu islam düşmanı, bakınız Said-i Kurdî ile olan anısını nasıl anlatıyor: “Şerefli yaşantısı çok renklidir. Öyle ki evlenmeye, bir ev kurmaya bile vakit bulamadı. Hele yüzyılımızın başından 1960 yılına kadar tüm hayatı Osmanlı ve Türkiye Cumhuriyeti otoriteleri ile mücadele ederek geçmiştir. Uzun ve değerli hayatının anlatılması hatıralarımın içinde yersizdir. Onun hayatı başlıbaşına ciltler dolusu ibret levhalarıyla dolacak çaptadır.”
Sonuç olarak toparlayacak olursak Said-i Kurdî Lahikalar, Asar-i Bediyyat, Hutbe-i Şamiye gibi eserlerinde Kur’an ve insan merkezli düşünceyi eksen alarak, Kürdistan halkının da diğer halklar gibi özgürce yazgılarını belirleme hakları olduğunu açıkça belirtmiş olmasıdır. Ana hatlarıyla tanıtmaya çalıştığımız Said-i Kurdî’nin yurtseverlik panoraması böyleyken, yeryüzünde üstün ırk tasavvuruna sahip, Türkçü zihniyetin mimarı Fethullah Gülen, bu büyük Kürt düşünürü için şöyle diyor: “Ben bir Kürdün huzurunda diz çöküp elini öpmeyi gururuma yedirmediğim için gitmedim.” Bu zihniyetin temsilcisi olan Sızıntı Dergisi 2011 Haziran tarihli sayısında, Said-i Kurdî’nin bir fotoğrafını kapak yaparak, bu büyük Kürt düşünürün yurtseverlik kimliğine karşı ne kadar tahammülsüz olduğunu göstermiş olacaktı. Dergi kapağında Said-i Kurdî elinde kocaman bir Türk bayrağı ile adeta tüm insanlık ailesinin asabiye şubelerini Türkleştirmek için sefere çıkmış gibi.

Durum tüm çıplaklığıyla ortadayken Türk devleti, Fethullah Gülen ve dostları, Said-i Kurdî’nin Kürt kimliğini ortadan kaldırmak için oryantalist enstrümanlar ve cerrahi yöntemler kullanarak transformasyona uğratmak istemişlerdir. Dolayısıyla Kürt halkının bu düşmanları, büyük Kürt filozofun dehasını gördükleri için tıpkı Mevlâna ve Fuzuli gibi Said-i Kurdî’yi ve düşüncelerini Türkleştirmek istemişlerdir. Dolayısıyla bu büyük yurtsever Kürt filozofu, Türk devletinin her türlü irrasyonalist, geleneğine ve sömürgeciliğe karşı tavrını söyleyeceği şu Kürtçe sloganla net ortaya koymuş olmasıdır: “Ji bo zaliman bijî cehennem” (zalimler için yaşasın cehennem). Bu zaviyede hareketle her bir Kürt bireyin özgür vatan bilincini ve düşüncesini kozalaştırıp tıpkı bir kelebek gibi özgürlüğe kanat çırpması için Said-i Kurdî, gibi Kürt filozoflarını yaşamlarında eksik etmemelidirler.

Kadir Amaç

KAYNAKÇA

(İctimai Receteler 1, s. 60)
2. (İctimai Dersler: Zehra Yayın,s. 94)
3. (Vefatının 50.Yılında Bediüzzaman Said Nursi, s.19)
4. (Kürt Sorunu, Altan Tan, s.162 )
5. (İctimai Receteler 1,s.193)
6. (Kürtler ve Islami kurtuluş, Sait Özbey,s.44)
7. (İctimai Dersler, Zehra Yayıncılık, s.59)
8. (Doza Kürdistan, Zinar Silopi,1969, s.54)
9. (İctimai Reçeteler 1, s.94)
10. (İctimai Reçeteler 1, s.95)
11.( Kur’an Meali, Ali Bulaç, Araf 22, Ankebut)
12. (İçtimai Receteler , s.52)
13. (Eski İstanbul Hamalları, Rohat Alakom)
14. (27 Mart 1990 Cumhuriyet gazetes, Uğur Mumcu)
15. (Gerçek Hayat Dergisi,27.11.2008)
16. (Atsız Mecbua, yıl: 1932.sayı:17)

Sayın Başkan Alexander De Croo’ya Mektup

‘Sayın Başkan Alexander De Croo,                                               

Efendim! Ben Kadir Amaç, Belçika’nın şirin ve güzel kasabası Brasschaat’tan selamlar, sevgiler ve saygılar sunuyorum. 17 yıl önce, fikirlerim ve yazılarım nedeniyle ülkenize Kürt yazar kimliğiyle sığınmacı olarak geldim. Belçika Devletine iltica başvurusu yaptım ve iltica talebim kısa bir süre içinde demokratik devletiniz tarafından kabul edildi. Şimdi ise, ülkenizin bana verdiği vatandaşlık pasaportunu taşıyorum ve bu durumdan son derece gurur duyduğumu ve Belçika Devleti ve halkı adına sizin aracılığınızla teşekkürlerimi iletmek istiyorum.

Sayın Başkan Alexander De Croo,

Zat-ı alinizin afına sığınarak kısaca mensubu olduğunuz Flaman milletinin hak arama mücadele tarihine kısa bir yolculuk yapmak ve daha sonra Kürt halkının hak arama mücadelesinin hiçbir aşamasında terör ve tedhiş eylemlerine tenezzül etmediklerini ve amaçlarının sadece ve sadece üzerinde beş bin yıldır yaşadıkları anavatanlarında yasaklanan dillerini konuşmak ve yüzyıl önce kaybedilen siyasal egemenlik haklarını yeniden kazanmak olduğu gerçeğini mukayeseli ve bilimsel görüşlerinize sunmak istiyorum.

Sayın Başkan, Alexander De Croo,

Belçika’nın son 90 yıllık tarihini kısaca ele alırsak, Flamanlar ile Valon milletleri arasındaki temel sorunun ana dil, teritorialve siyasal egemenlik konuları üzerinde temellendiği siyasi çekişmenin tarihini diyebiliriz. Bildiğiniz üzere, 1815 ‘’Waterloo Savaşı’’ndan sonra Belçika’yı oluşturan bölgeler Hollanda’ya bağlanmıştı. Protestan olan Hollandalıların Fransızca konuşan Valonlara zorla ve asimile yöntemiyle Hollanda dilini kabul ettirmeye kalkışmaları sonucu 1830 yılında Hollanda egemenliğine karşı çıkan, Valon ve Flaman entellektüellerin ve eğitimli burjuva aristokrasi sınıfının işbirliği sonucunda ‘’Temiz Devrim’’ yapılarak Belçika Devleti kurulmuştur.

Belçika toprakları Hollanda egemenliğinden kurtulduktan hemen sonra siyasal egemenlik Valonların kontrolüne geçti. Valonlarla birlikte Hollanda sömürgeciliğine karşı savaşan Flaman milleti bu kez Valonların kötülüklerine maruz kaldı, dilleri aşağılandı ve yasaklandı. Bu sebepten dolayı Flaman milleti ilk olarak anadil hak arama mücadelesi taleplerini 19. ve 20. yüzyılın başlarında ortaya çıkardılar.

Özellikle 1. Dünya Savaşı sırasında Belçika ordusunun çoğunluğunun Flaman askerlerinden oluştuğunu çok daha iyi biliyorsunuz. Flaman askerler Fransızca konuşan subaylar tarafından aşağılandığını, hakarete uğradığını ve Flaman askerlere verilen Fransızca emirleri anlamadan ölüme gittiklerini bir Kürt yazarı olarak zat-ı alinize bu acıları yeniden hatırlattığım için özür diliyorum.

Sayın Başkan, Alexander De Croo,

Flaman halkına yönelik bu akıl almaz kötülüklerin yapıldığı o yıllarda bir grup Flaman entellektüelin örgütlendiklerini ve dil konusunda bir takım temel hakları talep ettiklerini görüyoruz. Flaman entellektüellerin dil konusundaki bu azimli mücadeleleri kısa bir süre içinde meyvelerini yavaş yavaş vermiş ve ilk olarak 1920’lerde mahkemelerde tercüman bulundurma ve Gent Üniversitesi’nde bazı derslerin Flamanca olarak verilmesine sebep olmuştur. Flaman Milli Hareketi bu taleplerde kalmayıp 1920’den itibaren adım adım federalleşme idealini gerçekleştirmek için, dil ve teritorial egemenlik esasında ayrışmanın alt ve üst koşullarını inşa etmeyi başarmıştır. Bu inşa süreci II. Dünya Savaşı sonrasında hızlıca ilerleyerek istenilen merhaleye ulaşılmıştır.

Sayın Başkan Alexander De Croo,

Kürtlerin ana dil ve siyasal egemenlik hak arama mücadelesini daha iyi anlayabilmeniz için tarihinizde yaşanmış şu örneği vermek istiyorum: II. Dünya Savaşı sırasında işgalci Almanların German bir dil konuşan Flamanları milliyetçiliğe teşvik ettiklerini ve öyle ki onları kışkırttığını inkar edemeyiz. Flaman milletinin bir diğer tarihi hak arama mücadelesi ise 1960’ların başlarında Katolik Leuven Üniversitesi’nde yaşanan üzücü olaylardır. Bu olaylardan sonra anadil sınırının çizilmesi ile birlikte, Leuven şehri Flaman topraklarında kalır. Bu yaşanan üzücü olayların hemen ardından Flaman Milliyetçi Hareketi tüm eğitim ve öğretim derslerin Flamanca öğretilmesi hakkını elde eder.

Sayın Başkan Alexander De Croo,

yaşanan bu üzücü olaylarda taraflar birbirlerine ‘’TERÖRİST’’ ifadesini kullanmaktan imtina etmediler. Yani, Flaman Milliyetçi Hareketi hem Hollandalılar hem de Fransızlar tarafından TERÖR Hareketi olarak değerlendirilmiştir. Flamanların bu hak arama girişimleri aynı zamanda Valon Milliyetçi Hareketini doğurmuş ve her iki taraf da sokaklarda ve meydanlarda birbirlerine karşı şiddet araçlarını kullanmaktan geri durmamışlardır. Aynı şekilde hem Flamanların hem de Valonların ulusal marşları ve ulusal günleri farklıdır. Özellikle planlamalar 14. yüzyılda Fransızları yendikleri ‘’Altın Mahfuzlar Muharebesi’’nin her yıl ulusal gün adına kutluyorsunuz! Örneğin siz bu tür milli bayramlarınızı halkınızla kutladığınızda birileri gelip, bayram kutlamalarına katılan halka saldırdığında nasıl bir tepki verirdiniz?

Konumuza kaldığımız yerden devam edersek, tüm bu gelişmelerden sonra iki toplum çok ciddi krizler ve çatışmalar yaşamıştır. Bu süreç 1996’ya gelindiğinde Belçika’nın federal bir yapıya kavuşması ile hukuki bir şemsiye altına girerek, her iki halkın anadilleri ve temel hak ve hürriyetleri anayasal güvence altına alınmıştır. Flamanlar 90 yıl önce hak arama mücadelesini vermemiş olsaydılar acaba bir Flaman olarak bugün Belçika Devlet Başkanı olur muydunuz, ya da bugün Vlaanderen ve Valon federal bölgeler olur muydu?

Sayın Başkan Alexander De Croo,

bugün Brüksel Avrupa’nın başkenti olmakla birlikte adeta dijital gezegenimize de başkentlik yapmaktadır. Çünkü, Belçika ve Brüksel dünyadaki en önemli siyasi kararların alındığı bir ülkedir. Bir zamanlar bu kadim şehirde ağırlıklı olarak Flaman dili konuşuluyordu ama bugün Brüksel nüfusunun yaklaşık %90’ı Fransızca konuşmaktadır! Bu gerçeğe rağmen Flaman siyaseti Brüksel’i Flanderen bölgesine dahil etmek istemektedir. Ancak, Brüksel’in çoğunluktaki nüfusu idari olarak Flanderen bölgelerine bağlanmak istemez. Bu sebeple çatışmayı önlemek için Brüksel’e bir çeşit tarafsız iki dilli bir yapı statüsü anayasal olarak tanınmıştır ve aynı zamanda bu durum örnek bir çözüm modelidir. Ayrıca Flaman aydınları çoğunlukla iyi Fransızca biliyorlar ve tüm bu gerçeklere rağmen son yıllarda iki toplumun da birbirlerinin dilini konuşma yolunda çok daha istekli olduğu gözlenmektedir.

Sayın Başkan, Sayın Alexander De Croo,

Belçika’daki iki halkın teritorial ve siyasal egemenlik haklarının eşit şekilde paylaşılarak, dünya devletler liginde örnek bir model ülke olmaktan ne kadar fazla gurur duysanız azdır. Valonlar ve Flamalar, Hristiyan ve Katolik olmalarına rağmen Güney’de Valonlar (Fransızlar), Kuzey’de Flamalar Hollanda dili konuşmaktadırlar ve ülke üç federal bölgeye ayrılmış durumdadır. 1. Vallon (Wallonie) bölgesi, 2. Flamanların (Vlaanderen) bölgesi, 3. Çoğunlukla Fransızca konuşan Brüksel bölgesi ve Almanca konuşan 1000.000 kişilik bir topluluğun yaşadığı bölgeyi de hatırlatmakta yarar var. Ayrıca Belçika’da toplam 5 parlamento ve hükümet bulunmaktadır. Federal Hükümet, Flaman Bölgesel Hükümet, Walon bölgesi hükümeti, Brüksel Merkezi hükümeti, Brüksel-Walon Fransızca konuşan hükümetlerinden oluşan dünyanın belki de en demokratik ülkesi diyebiliriz.”

Sayın Başkan Alexander De Croo,

Görüldüğü gibi, 1996 yılından beri federal bir demokrasi ülkesi olan Belçika’da bölgelere ayrışmanın temel ölçüsü ana dil ve siyasal egemenlik haklarıdır. Belçika’da yaşayan halklar hem eşit düzeyde kendi anadillerini ve siyasal egemenlik haklarını eşit düzeyde kullandıklarını görüyoruz. Örneğin, Belçika’da iki dilli de ana dili gibi öğreten hiçbir okul yoktur. Çocuklar ya Fransızca okuluna ya da Flaman okuluna gitmek zorundadırlar. Bu kadar da kalmıyor, Flaman bölgesinde sadece Flaman okulları, Valon bölgesinde sadece Fransız okulları var. İki tip okulun bulunabildiği tek bölge Brüksel ve çevresindeki bazı imtiyazlı bölgelerdir. Belçika’ya özgü olan bu siyasi karakterlerin ya yerel yönetimlerin, federal ve bölgesel hükümetlerin şemsiyesi altında ülkede yaklaşık olarak 300 yerel yönetim birimine sahip olduğunu ve bunların toplamına komün adı verildiğini biliyoruz. Komünlerin birçok konuda yetkili kılınmıştır. Ayrıca kendi polis teşkilatları, hastaneleri, okulları, pasaportları, oturma izinleri ve diğer idari belgeleri komünlerden temin ediyorlar.

Sayın Başkan Alexander De Croo,

Flaman milletinin hak arama mücadelesini ana hatlarıyla size hatırlatmakdaki maksadım, 5 bin yıllık tarihe sahip olan ve buğdayın ilk bulunduğu ve ilk evcilleştirildiği Kürt toprakları işgal altında ve bu toprakların yerli halkı olan Kürtlerin yüzyıldır anadilleri okullarda, üniversitelerde, parlamentoda, hastanede, mahkemede, belediyede ve hayatın her alanında yasaklandığı gerçeğiyle yüzleştirmek ve yarım saatliğine KÜRT OLUP EMPATİ yapmanıza vesile olmak istiyorum.

Bu perspektiften hareketle 24 Mart 2024 tarihinde Leuvenkentinde düzenlenen Kürt Milli Newroz Bayramı kutlamasının ardından Heusden-Zolder kasabasından konvoy halinde geçen Kürtlere yüzlerce ırkçı Türkün saldırısına uğradığı görüldü. Sosyal medya üzerinde yayınlanan video görüntülerinde güvenlik güçlerinin yetersiz kaldığını, acemi olduklarını ve olaya müdahalede başarısız olduklarını net bir şekilde görebiliyoruz. Ayrıca görüntülerde, ırkçı grubun IŞİD teröristleri gibi Kürtlerin milli bayraklarını ateşe verdiklerini, tekbirler eşliğinde bir eve sığınan bir grup Kürtü yakmaya çalıştıklarını ve başka bir video görüntüsünde ise bir Kürt gencinin linç edilme sahnesi IŞİD teröristlerini bana hatırlattı.

Sayın Başkan Alexander De Croo,

Belçika’da yaşayan Kürtler, sosyal medya üzerinde bu barbar ve çağ dışı görüntüleri izledikten sonra olay yerine akın etmiş ve bu çağ dışı ırkçılığı protesto ederken, öfkelerini kontrol edememiş ve bir dizi hoş olmayan taşkınlıklara sebep olmuşlardır. Zat-ı aliniz olaylar karşısında daha olgun ve gerçekçi açıklamalar yapmanız beklenirken, şu talihsiz açıklamaları yaparak 72 milyon Kürt halkının gönül dünyasında bir üzüntü yaratmış adeta Kürtleri terörize eden bu kederleyici ifadeleri, ırkçı ve İslamcı teröristlere cesaret vermiş ve Kürt düşmanı Erdoğan’i sevince boğmuştur.

Sayın Başkan Alexander De Croo,

Yaptığınız bu talihsiz açıklamalarınızdan dolayı sizi mazlum Kürt halkından özür dilemeye davet ediyorum! Çünkü yüzyıldır toprakları işgal edilen, dilleri yasaklanan, siyasi egemenlikleri ellerinden alınan ve vatanlarından göçe zorlanan Kürtler mi terörist oluyor, yoksa Kürtlere bu kadar kötülük yapan Türk devleti ve bu haydut devletin kötülüklerini meşru gören Belçika’da yaşayan ırkçı Türkler mi? Bu anlamda, Erdoğan ve Türk toplumunun ezici çoğunluğu Kürt düşmanıdır. Hak ve adalet mefkûresinden uzaktırlar. Yani; ganimetçi, fetihçi ve emperyalist düşüncelere ve pratiklere sahiptirler. Bu tehlikeli siyasi düşünceleri analiz eden insanlardan biri de siyaset bilimine psikoloji kavramını kazandıran Amerikan Yale Üniversitesinden HaroldLasswell’ın çalışmaları, bize Erdoğan’ın psikolojisini anlamamıza yardımcı olacağını düşünüyorum: Lasswell, ırkçı politikacıların zihinsel olarak siyasete dengesiz başladıklarını, güç ve egemenliği hiçbir millet ve hiçbir devletle paylaşmamak için bu amaçla siyasete atıldıklarını söyler. Platon, “Devlet” adlı eserinde; “bu tür siyasi insanlar çılgınlaşmak zorundadırlar, çılgınlaşmak doğalarında vardır, hiçbir kimseye güvenmezler, hayali düşman üretirler, bütün devletleri ve milletleri düşman görürler ve bu psikolojiyle daha çok güç toplarlar.” İfadelerini kullanır.

Üzülerek şu hakikati de söylemek istiyorum: Yaptığınız talihsiz açıklamalarınızla, Türk ırkçılarını ve İslamcı Erdoğan’ı fazlasıyla şımartıyorsunuz! Türk devletinin elebaşı Erdoğan ve onun İslamcı şürekâsı Kürdistan ülkesine ve milletine her türlü kötülüğü yaptı ve bu kötülüklerine tüm gücüyle devam ediyor. Bu durumu siz de gayet çok iyi bilen devlet başkanlarındansınız.

Sayın Başkan Alexander De Croo,

Mektubuma şu soruyla son vermek istiyorum: Evet, biliyorum, savaş çok çirkin bir şey! Millet olarak asla biz savaşı arzu etmiyoruz. Biz Kürtler millet olarak; barış diyoruz, yok diyorlar, kardeş olalım, yok diyorlar, demokratik ve parlamenter yollardan hakkımızı istiyoruz ona da yok diyorlar! Peki, ne yapalım?

Saygılarımla,

Kadir Amaç – Yazar

Brasschaat – Belçika.

KÜRT HALKI ABDULLAH ÖCALAN HAKKINDA NE DÜŞÜNÜYOR!

Bazı liderler, zekalarını ve enerjilerini yönetme işlerinin çoğunu kontrol etmeye ayırır; detaylara düşkün ve her şeyle uğraşma meziyetine sahiptirler. Ancak bazıları da tam tersine her şeyle uğraşmaz, bir dizi önemli meselelerde idare etme insiyatifini kullanır ve genellikle idare işlerinin çoğunu güvendiği ve emri altındaki görevlilere bırakır.  

Eleştirmenler ve yönetim uzmanları her iki lider profilini yanlış bulur ve bunun yerine vasat ve mutedil bir yol izleyen liderin çok daha başarılı olacağını önerir.  Bu mahfilde, Hobbes ve Machiavelli, siyasi hareketleri yönetme hususunda, liderleri kurnazlığa ve manipülasyona teşfik eder.  

Eleştiri sanatı, kültürü ve teorisi üzerine sanırsam  en kapsamlı çalışmalar yürüten ”Frankfurt Ekolü”dür. Bu ekolün üyeleri olan yüzlerce düşünür, ”eleştiri teorileri”ni bilimsel ve entelektüel zaviyede gerçekleştirmiştir. 

Gerçekçi düşünmeyenler zalim ile mazlum, yöneten ile yönetilen, hak ile batıl arasındaki farkı, geometrik ve aritmetrik bir hesapla ortaya koyamazlar.  Çünkü ütopyacı düşünceler hayatı bulanık görür. Tıpkı Goethe’nin ”Fauts”u gibi, ”Ah şu an, o kadar güzelsin ki, ebediyen öyle kal!”  

Realistler ve Post Modern Düşünürler ”bu şey berraktır” ya da ”kesin  böyledir” demiyorlar; belirsizlikle temas kurarlar, ondan bulduklarını, gördüklerini ve his ettiklerini bilim dünyasıyla paylaşırlar.

Dolayısıyla doğruluk sabit bir şey değildir; bugün doğrudur, yarın doğruluğu yanlışlama ihtimali yüksektir! Ama hakikat öyle değildir; çünkü hakikat ontolojik ve primordiyal yasalardır. Kişinin bir ”şeyin” farkında olmaması, mekan ve zamanı geometrik ve aritmetik hesaplayamaması demektir! Sanırsam şunu demek istiyorum:  

 Ahmaklara her gün gülüyorum (!) Çünkü olmayan bir şeyi olmuş gibi gösterirler. Eleştiriyi ve sevgiyi birbirine karıştırarlar ve aynı klasmanda görürler. Yapamadıkları bir şeyi başkasına söylerler, iyilikten çok bahs ederler; ama kalplerinde sadece kötülük barındırırlar! 

Hiç bir şey olmayıp (sıfır)  kendini bir şey zan eden ve suyun üzerinde yürümeye cesaret eden bu sarhoşların sayısı bir hayli fazlayken; Kürt düşünce dünyasında eleştirel teorisyenlik yapabilen bir yazarın hala içimizden  çıkmamış olması düşündürücüdür! Oysa ki bilinmsel değerlendirmeler ve eleştirel teoriler özgürleştirir. 

Lider ve liderin misyonuna yönelik yapılan ”eleştiri teorileri” konusunu Kürt lider Abdullah Öcalan üzerinde somutlaştırmak istiyorum. Kürt yazarlar liginde şimdiye kadar Abdullah Öcalan’ın liderlik performansıyla ilgili tek bir eleştirel makale ve tek bir eser yazılmadı. 

Bunun yerine Abdullah Öcalan’ın şahsını hedef alan Küfür, aşağlama ve iftira içerikli yazılar yazılmakla yetinildi. Öyle ki bu fırka her fırsat bulduğunda Abdullah Öcalan’a ağza alınmayacak çirkin sözler savururken, benim de bu küfür orkestrasına katılmam için özel bir çaba harcandığını söyleyebilirim!

 Diğeri ise PKK içinde  Abdullah Öcalan’ı ilk putlaştıran, marjinal ve radikal gruptur. Öcalan’dan çok daha Öcalancı olan, onun isimiyle isim yapan, düzen kuran ve  kendine rakip gördüklerini Öcalan ismiyle dışlayan, hedef gösteren ve tasviye eden bu tür Apocuları Abdullah Öcalandan dinleyelim: 

”Benden daha muthiş bir Apocu ortaya çıkıyor, ”en doğru apocu benim diyor” ”Nasil Kürt olduğunu ispatla” diyorum. Eylemde, anlamada, okumada ve örgütlemede hizmet yok; ama isim yapmada da üstüne yok. Önünü bıraksam hepsi beni kat be kat aştığını söyleyecek. Hepsi astığı astık kestiği kestik” SERXWEBUN, Şubat 1993

Bu ‘‘çok bilmişler” fırkası Öcalan’ın liderlik misyonuyla ilgili bilimsel bir çalışma ortaya koymaları gerekirken, Küfür, iftira, manipülasyon ve PUTLAŞTIRMAYI tercih ettiler. Bu duruma bilimsel şahitlik yapmam gerektiğini fark ettim ve 25 Şubat. 2020 tarihinde ”PKK lideri Abdullah Öcalan’a Mektup” başlıklı bir yazı kaleme alarak mütefekkir olma sorumluluğumu yerine getirdiğimi sanıyorum. 

Doğrusu Abdullah Öcalan’ın hayatı, elem ve kederden başka bir şey değildir! Çok büyük bir sorumluluk altında olduğunu, koşulların kendisini çok zorladığını, müzakere edecek bir kaç Kürt fikir insanına ihtiyaç duyduğunu, halkına ÖZGÜRLÜK  SÖZÜNÜ verdiğini ve halkın ona sonsuz güvendiğini his edebiliyorum. 

Evet, bazıları Öcalan’ı sevse de sevmese de  Kürt halkının ezici çoğunluğu onu  kurtarıcı bir lider, işgalçi devletlerle müzakere masasına oturması gösterilen bir lider, tüm dünya’da tanınan bir lider ve yüreklerinin başkenti gördükleri bir lider görüyorlar. 

Yeri gelmişken değerli okurlarıma Öcalan hakkında ne düşündüğümü paylaşmak istiyorum: Bir dizi  konularda onun gibi düşünmesem de  şu gerçeği söylememe engel değildir: Abdullah Öcalan’ı felsefe, sosyoloji, modernizim ve siyaset bilimi konularında yetkin bir müteffekir ve hatalarıyla birlikte genel anlamda başarılı bir lider görüyorum! 

Evet, Kürtler içlerinde dünyaca ünlü, akıllı ve barışsever bir lider çıkarmayı başardılar! İkincisi, içlerinde çıkardıkları bu lidere bağlılar; ona güveniyorlar, onu seviyorlar, değer veriyorlar, büyükleri ve öğretmenleri görüyorlar! 

 Bu liderin ”barış süreci”ni, realist ve paragmatist bir epistomoloji izleyerek, başarıya tam imza atmışken; tercübesiz ve marjinal bir kaç HDP’li yöneticinin  herşeyi alt üst ettiğini düşünüyor. 

Ancak Türkler henüz Kürtler gibi içlerinde  akıllı ve barışsever bir lider çıkaramadılar! Türkler aralarında akıllı ve barışsever bir lider çıkarmayı başarabilirlerse, çıkaracakları bu lider Abdullah Öcalan ile el sıkacaklarını düşünüyorlar! 

Dolayısıyla 50 yıllık savaşı engelleyen tek şeyin, akıllı ve barışsever liderlerin politik stratejileri ve şansına ortaya çıkacak GÜÇ DENGESİDİR! Siyaset bilimcilere  göre,  güçlü değilseniz egemen olan güç sizi, rüzgarın yaprağı savurduğu gibi savurur. Hiç şüphesiz güç askeri, siyasi, ekonomik, medya ve psikolojik amilleri kapsar. İkincisi, güçler birbirlerini dengelemediği zaman, kaos ve tedhiş iklimi hüküm sürer. Ama güçler birbirlerini dengelediği vakit, şekavetin yerine  suhulet geçer. Gene de siyaset bilimciler en iyi güç türünü rasyonel ikna yöntemini referans gösterirler. 

Bu zaviyede Kürtlerin, geometrik ve aritmetrik gücünü hesaplayarak HDP’yi teorileştiren PKK lideri Abdullah Öcalan, HDP‘yi pratik alana kanalize eden  ve milyonlara mal eden gene PKK’ nin real gücü bir gerçek!

Son olarak şunu söylemek istiyorum:Türkler, Araplar ve Farisiler biz Kürtlerin öğretmenleri değildir! Biz Kürtlerin öğretmeni  Kawayê Hesinker, Ehmedê Xanî, Qazî Mihemed, Cigerxwîn, şehidlerimiz ve Abdullah Öcalan’dır. 

Kürt Aydınlarına Çağrı!

Kürt Aydınlarına Çağrı!

Ülkesi işgal altında olan, anadilde eğitim dahil doğuştan gelen tüm hakları inkar edilen yalın ayak Kürt milletinin  değerli aydınları!

Halıhazırda toplamda 56 tane Müslüman devlet var. Bunların sadece 22 tanesi Arap devleti. Pekâlâ, elli 50 milyona varan nüfusuyla ve 530.000 metrekare yüzölçümüyle Kürtlerin hâlâ yerküre gezegenimizde  devletsiz olmalarında biz Kürt aydınların suçu yok mu? Ülkemizin dört parçasına yönelik vahşi bir savaş sürerken, ülkemiz tarumar edilirken, geleceğimiz karartılmaya çalışılırken, gerçek aydın sorumluluğu gereği yaşananlara kayıtsız kalamayız. Bu anlamda dünyada, dört parça Kürdistan’da ve özellikle Avrupa’daki Kürd aydınların bir kurumsallaşma çabası içinde bulunması tarihsel bir zorunluluktur.

Halkımıza yönelik sürmekte olan soykırıma karşı hiçbir askeri ve siyasi oluşuma dayanmayan, özgürlüğümüzü ve kurtuluşumuzu esas alan, ulusal çıkarlarımızı partiler üstü tutan, tüm Kürt partilerini bir tarağın dişleri gibi musavi gören, sömürge statüsünün de altında olan Kürdistan ülkesinin bağımsızlığına ve Kürdistan milletinin kurtuluşuna hizmet eden bir birliğe acilen ihtiyacımız var.

Bu vesile ile işgalci Türk-Arap-Fars egemenlerinin vatanımızdaki siyasi ve askeri varlığına son vermek, dağınıklığımızı milli birliğe dönüştürmek, ulusal egemenliğimizi amaçlayan bilim, demokrasi ve adalet bilinci ile hareket etmek sorunluluğu ile karşı karşıyayız.

Gidişatı gerçekçi biçimde değerlendirmek, yararlı stratejik fikirler üretmek, siyasi oluşumlara entelektüel destek sunmak için ” ÖZGÜR KÜRT AYDINLAR HAREKETİ” adı altında Kürdistan ve  Avrupa genelinde kapsamlı bir tartışma zemini yaratarak nihayetinde bir konferansta buluşmayı öneriyorum.

Partilerin, siyasi örgüt ve kurumların işlevleri farklıdır; fakat önerdiğimiz konferansa temsilci gönderebilirler. Siyasi kurumlar ulusal çıkarların yanı sıra örgütsel varlık göstermek için örgütsel-partisel çıkarlarını da fazlasıyla düşünür ve kollarlar. Aydınlar ise bu zorlu süreçte ulusal değerleri, ulusal kurtuluşu, ulusal birliği ve toplumsal aydınlanmayı her şeyin üstünde tutarlar.

Bilindiği gibi aydın insan, ait olduğu halkın ya da içinde bulunduğu toplumun özgürlüğünü savunan, tarihsel-toplumsal ortamı sağlıklı bir şekilde analiz eden, sorunları ortaya koyan ve daha iyi, daha güzel, daha yaşanası bir ortamın gerçekleşmesinin sorumluluk bilinciyle bunun mücadelesini verendir. Kısacası aydının partisi, lideri ve çıkarları olmaz. Aydın toplumun vicdanı, kalemi, kitabı ve öğretmenidir. Yada uyutulmuş ve köleleştirilmiş bir toplumun peygamberidir!

Kürd halkının parçalanmışlığı, sömürge koşulları ve dünyaya dağılması sonucunda Avrupa’da bir Kürd diasporası oluştu. Bugün Kürd aydınların birlik içinde olması her zamankinden daha vaciptir. Kürdistan’ın her dört parçasında sürmekte olan özgürlük mücadelesi karşısındaki aydın sorumluluğu ile halkımızın toplumsal aydınlanmasına katkı sunan, ulusal haklarını savunan örgütlü bir yapıya ivedi bir ihtiyaç kaçınılmazdır.

Kürd aydınları, kısa vadede neler yapabilir? Kürd halkının ciddi bir asimilasyon ve hatta katliam ile karşı karşıya olduğunun bilinciyle, partiler arası milli birliği savunarak Kürdistan’ın herhangi bir parçasında gelişen ulusal davaya moral destek ve perspektif sunmanın yanı sıra, parçalar ve partiler arası köprü rolünü oynayabilir. Başta Amerika Birleşik Devletleri, Batı Avrupa Devletleri, İslam ülkeleri,  Birleşmiş Milletler ve Avrupa Parlamentosu ve benzeri ulıuslararası kurumlarla dostluk ve diplomatik ilişkiler geliştirmek ve Kürdistanın bağımsızlık davasını küreselleştirme insiyatifİ alabilir.

Bu saydıklarım ve daha da önemli ve ivedilikle görülecek önermeler için  bir dizi konferanslara mutlaka ihtiyaç vardır. Bunun için de önceden bir ‘’Hazırlık komitesi’’nin aramızda seçilmesi  ve şimdilik için, bu deklarasyonu imzalayan aydınların bir araya gelerek birleşmelerini ve gelecek bir dizi konferansların ardından kurumlaşmaya gidilmesini  öneriyorum.

Saygılarımla

Kadir Amaç

Belçika-Brüksel

Not: Deklarasyonu okuyan ve  imzalamak isteyen aydın arkadaşlar ad, soyad, branş ve yaşadıkları ülkenin adını yazıp şu adrese gönderebilirler: Kadiramac@hotmail.com   https://twitter.com/KADIRAMAC

Şivan Perwer Bir Sanat Dehası!  

                          Şivan Perwer Bir Sanat Dehası! Kadir amac imza günü

                                                                                                    8-8-2022 Brüksel

Sevgili Şivan Perver, sevgili eşim Ayşe ve biricik kızım Arjin ile birlikte bizi ailece evinize konuk ettiğiniz. Gerçekten de benim için kesinlikle inanılmaz bir deneyimdi. Evinizde geçirdiğim süre boyunca sohbetinizde çok büyük bir keyif aldığımı belirtmek istiyorum.

Sıcaklığınız, entelektüel sohbetiniz ve misafirperverliğiniz için büyük bir teşekkürü hak ettiğinizi düşümüyorum.

Kısaca söyleyebileceğim tek şey, insanlığınıza, şerefinize, Kürtlüğünüze ve nazik konukseverliğinize  tüm kalbimle taktir ediyorum ve gönül dünyamdan bir demet gül koparıp zat-i alinize armağan ediyorum.

Sevgili Şivan Perver, müziğin sosyolojisini kısaca şöyle tanımlamak istiyorum: Yeryüzünde hiç bir milletin müzikle alaka kurmadığını söyleyemeyiz. Her millet ve her medeniyetin sprütüel dünyasının müzikle dışarıya yansıdığını söyleyebiliriz. Yani, müzik bir medeniyetin ve bir insan topluluğunun duygu ve düşünce dünyasını ya da mirvanasını en güzel şekilde icra etme sanatıdır.

Bu bağlamda edebi bir düşünceyi ya da bir görselliği en güzel şekliyle yansıtan veya ifade edebilen kişiye de sanatçı diyebiliriz. İkincisi: Sanatçı, gerçek olayları estetik öğelerle birleştirerek insanların zihnine kazıyan ve aydınlık bir uygarlığın başlamasına destek olan kişidir.

Bahs konusu ettiğimiz sanatçı kişilik bazen bir heykel bazen bir şiir bazen bir beste bazen bir müzik ve bazen de bir sahne performansını göstererek sanatını icra eder. Yani kısacası Sanatçı-muzisyen olabilecek insanın, görsel ya da işitsel olarak estetik öğeler üretebilmesi gerekmektedir. Üretemeyen insan sanatçı-muzisyen olamaz.

Pekâlâ., Kürt sanatı ve Kürt müziği bugün dünya müzik liginin neresinde yer alıyor?  Ya da Kürtler, sanat ve müzik alanında yaratıcı olabiliyorlar mı?

Bana göre Kürtler hem sanat ve hemde müzik dalında son yıllarda başarılı işler ortaya çıkarabilmişlerdir. Kürtler eğer bugün, dünya sanat ve müzik liginin en üst sıralarında yer alamıyorlarsa, bu durumun en büyük sebebi Kürtlerin devletsiz olmalarından kaynaklı olduğunu düşünüyorum. Çünkü, sanat ve müzik devletle güçlenir ve devletle tanınır.

Kürt klasiklerine gelirsek; çok sayıda değerli dengbej ve ozanlarımız vardır. Bu anlamda Kürt müziğine ve sanatına her Kürt sanatçısı kendi imkanları oranında katkı sunmuştur.  Dengbejlerimizin büyük bir bölümü, yöre ve bölge düzeyinde dinleyici bulmuşlardır. Ancak o dönemin imkanlarını da gözardı etmememiz lazım.

Lakin Şakiro, yöresel ve bölgesel sınırları aşarak, dört parça Kürdistan ve diyasporada yaşayan milyonlarca Kürtlerin, gönül dünyasında ve müzik repertuvarında taht kurmayı başaran büyük bir dengbejimizdir. Millet olarak Şakiro’ dan gurur duymalıyız. Önemlisi, diğer dengbejlerimizede sahip çıkmalıyız ve dengbejlik  kültürümüzü milli bir sanat haline dönüştürmeliyiz. Çünkü dengbejlik Kürt milli hafızasını temsil ediyor ve  Kürtlüğe dair ne varsa dengbejlik kanalıyla yeni nesillere ulaştırıldığını biliyoruz.

                                      Sevgili Şivan Perver,

dünya müzik ligine dangasını vuran ve tüm halklar tarafından dinlenen çok sayıda ses sanatçısının olduğunu biliyoruz. Kürtlerde, Şiwan Perver ve Şakiro en fazla dinlenen iki büyük ses sanatçısı olduğu hiç kimse inkar edemez. Değerli Şakiro ‘yu daha çok Kürtler dinlerken, za-i alinizi hem Kürtler, hem Türkler, hem Araplar, hem Ermeniler, hem Suryaniler ve hem de dünyanın çeşitli halkları dinliyor.

Gelmiş geçmiş en büyük Kürt sanatçılarından biri olarak kabul ediliyorsunuz ve yaptığınız muzikle ilgili söylenebilecek çok şeyler var. Özellikle ses ve sahne performansınız karşısında izleyicilerinizi adeta  mirvanaya çıkarıyor ve izleyicinin sanat ve ruh dünyasında muhteşem bir müzik iklimini yaşatıyıorsunuz.

Tıpkı Michel Jackson’un ‘’Smooth Criminal’’ adlı efsane parçasının performansında yaptığı ‘’anti-kütleçekimi eğimi hareketi’’ gibi. Yani sahnede ayak parmaklarıyla öne doğru eğildiği ve düşmeden eğik bir pozisyonda kaldığı bir dans figüründen bahs ediyorum.

Oysaki bu performans Jackson’un zekice bir sahne HİLESİYDİ. Sahne ekibi onun için sahneyi önceden hazır hale getirmiştir. Sahne çalışanları kimsenin bu hileyi  görmeyeceği bir bölüme bir tahta yerleştirirler, sağlam şekilde çivilerler ve üzerine ayakabı topuklarının bu çivileri yakalayıp tutunabilecek V şeklinde bir mekanizmayı yerleştirirler. İşte Jackson, sahnede izleyicinin göremediği bu mekanizma üzerine ayak topuklarını yerleştirerek öne doğru eğiliyor ve şow yapıyordu.

Ancak zat-i alinizin sahne performansını Michel Jackson gibi hile yöntemiyle icra etmiyorsunuz.  Sahne performansınız doğal bir trans halidir. Çünkü o sanatın içinde ‘’fenâfillah’’ olmuş birisiniz. İranlı filozof Ali Şeriati, ‘’Yanlızlık Sözleri’’ adlı eserinde belirtiği gibi; ‘’Hasret, acı ve ıstırap duyulan şeylerin ifadesi ya da olması gerektiği halde olmayan şeyin yaratılması demek.’’ derken tam bu noktada Şivan Perwer’ın Kürtlerin hasretini, acılarını ve ıstıraplarını ‘’KİNE EM?’’ parçasıyla dile getirdiğini anımsatıyor biz Kürtlere.

Cegerxwîn’in “Kine em?” şiiri, Kürtleri ontolojik ve promordiyal köklerine dönüştürürken; zat-i alinizin  aynı muhteşem yaratıcı sesinizle buluşunca, özellikle Kuzeyli Kürtlerin yeni bir bağımsızlık hareketine dalga dalga uyanmaya başladınız. Cegerxwin “Kine em?” sorusuna aynı şiirde Şivan Perwer şu cevabı veriyordu: “Cotkar û karker/ Gundî û rênçber/ hemû proleter/ Gelê Kurdistan.” Milyonların yüreğini isyana kaldırıyordunuz.

Sevgili Şivan perwer’in “Kine em?” parçasını dinlediğimde Ahmede Xane’nin ”Mem Û Zin”, Şakiro’nun ”Siyabend ile Xecê” Fuzuli’nin “Erenler’ Bahçesi”, Shakespeare’in “Soneler”, Mozart’ın ”Requiem”, Pavarotti’nin ”O Sole Mio” eserleri gibi bana muthiş bir mutluluk veriyor. En önemlisi Şivan Perwer, Kürdistan bağımsızlık fikrini ve bilincini milyonlarca Kürtlerin, ruh ve gönül dünyasına yerleştiren ve onları müziğiyle isyana kaldıran, büyük bir sanatçı ve iyi bir entelektüel olduğunuzu itiraf ediyorum. Tekrar teşekkür ediyorum.

Sevgili Şivan Perver,

bakınız bu konuda benim gibi düşünen biri daha var: Kürt lider Abdullah Öcalan, 1999’da Roma’da bulunduğu sırada yılbaşı akşamını Şivan Perwer ve Kürt gazeteci Mahmut Baksi’yle geçirmek ister. Görüşme sırasında her iki değerli Kürt aydını Öcalan’a bunun sebebini sorunca şu yanıtı alır: “Ben bu yola şarkılarla başladım… Benim arzum, sanatsal hünerdir. İyi şarkı söyleyen biri, benim nazarımda yüz komutandan daha önemlidir… Sanata dökülen bir söz, bir merminin yüzde yüz hedefini bulması gibidir… Şivan, Ankara’da hem sesiyle hem de emeğiyle bizimleydi. Etle tırnak gibiydik. Fakat ‘Beko’, bizi birbirimizden uzaklaştırdı. Tabii bazı ahmak Kürtlerin de bunda etkisi oldu, bizim de kusurlarımız oldu… Şivan’ın geldiğini öğrendiğimde, ‘bu çok iyi oldu’ dedim. Biz artık manevi bir birlik yarattık. Manevi birlik olmadan savaş yürümez.”

Kısacası sevgili Şivan Perwer, dünya müzik liginin en iyileri arasında yer almayı başaran büyük bir Kürt mamoste! O benim, müzik konservatuvarımın başkenti ve ”hozanê  Kurdistan” ve ”endamê Kurdistan”ı dır!

 

Müfit Yüksel’in, HAMAS, IŞİD ve AKP Aşkı!

 

                      Müfit Yüksel’in, HAMAS, IŞİD ve AKP Aşkı!

Sevgili okurlar!

Benim işimin modernizim, felsefe, siyaset bilimi, siyaset sosyolojisi ve İslam teolojisi konuları olduğu biliyorum! Bugün bu çizginin dışına çıkacağım ve Müfid Yüksel’in amellerini anarşist bir yazıyla kaleme almış olacağım.

Çünkü Kürdistan ülkesinin hürriyet mefküresine ihanet ve düşmanlık yapan içimizdeki mezellet unsurları entelektüel zaviyemde kötü amellerini teşhir etmek insani, İslam’i ve Kürdistan’i görevimdir.

Beni Müfid Yüksel’i yazmaya sevk eden amilin 25 Ekim 2023 tarihinde ‘’Twitter Sosyal Medya’’ hesabımda yaptığım aşağdaki paylaşımda rahatsız olup, şahsıma yönelik sarf ettiği cahil sözlerine bilmukabelede bulunma hakkını vermiştir.

Bay Müfid Yüksel!

İslam Peygamberi bir çobandı. Bu çobanın ağzından çıkan ‘la’ sözcüğü Mekke Site Devletinde, eskiden olan köle ve efendi ilişkisini atomize edecek ve  bu diyalektiğin kurulmasını zorunlu kılacaktı.

Öyle ki bu çobanın yaşama, insana, sevgiye, barışa  ve özgürlüğe dair söylediği sözler; Promete’nin Zeus’a, Spartaküs’ün Romalılara  karşı söylediği sözlerden daha fazla teveccüh ve taraftar bulacak; köleleşmiş akılları  ve vicdanları  harekete geçirecekti. İslam Peygamberi ve dava arkadaşlarının gerçekleştirdikleri bu sevgi, ahlak ve sosyal adalet devrimi ne yazık ki, İslam Peygamberinin hemen ölümünden sonra o toplumun eski  ekabir sınıfı tarafından tekrar İslam adına egale edilecekti.

Peygamberin takipçilerine ve insanlık ailesine armağan ettiği bu sevgi mahşeri ne yazık ki, saltanat ve ırk İslamına tahvil edilecekti.  İslam’ın bu köleleştiren yeni paradigması, teolojik  anatomisini ve omurgasını saltanat kültürüyle  betonlaştıracaktı. İslam’ın silahıyla elegeçirilen bu İslam, Allah adına memleketler  işgal ediyor, Allah adına kadınlara tecavüz ediyor, insanların malları ganimet olarak el koyuyor, sahih  İslam’ın anatomisi, muhkem ve müteşabih ayetlerle sağlı, sollu,önlü ve arkalı döverek sersemleştiriliyor  ve  bu uyduruk  İslam’a biat etmeyen her kim olursa olsun vahşice tekbirler eşliğinde katl ediliyordu.

Böylece Peygamberin  ilk vaaz ettiği İslam; askatolojik, etik, estetik ve öğüt yörüngesinden çıkarılacak; saltanat, krallık ve siyasal otorite yörüngesine oturtulacaktı. Bu İslam; siyasal egemenliğini ise Kuran, sünnet, icma ve kıyas metodolojisine tahvil ederek meşruiyetini ilan edecekti. Buna karşı çıkan muhaliflerini ise “sedd-i zerâ” karinesiyle ehli bidat olarak terörize edecekti.

Her ne kadar, ırk ve saltanat İslam’ın siyasal zihin kodlarını haritalaştıran Nizamülmülk, Gazali, İbni Haldun ve Bilgiye Hikme  gibi kurum ve kişiler olsada, ırka ve saltanata dayalı bir İslam’ın en güçlü tezahürleri  halife Osman döneminde belirginlik kazanmıştır.

O dönemin, mele ve mütref sınıfı tahrif edilen bu İslam’ın  egzostik enstrümanlarını kullanmaktan imtina etmeyecekti. Öyleki, Peygamberin  cenazesini iktidarları için dört gün bekletenleri, Peygamberin kızını tekme tokat dövenleri ve ehlibeytini vahşice katl edenleri,  ‘’firdevs  cennetinin bahçeleri’’  ve  bu cennet bahçelerinin sakinleri olan ‘’hürilerle’’ müjdeliyordu.

 Heyhat! her ne hikmetse, bu ‘’Firdevs cenneti’’ ve ‘’hüri’’lerle müjdelenenler arasında Peyamberin en samimi dava arkadaşları Bilal, Zeyd, Ammar ve Ebuzer yoktu. Bu yaman çelişki, ırka ve saltanata dayanan  İslam’ın entrikalarını fazlasıyla ortaya çıkarıyordu.

 Bahs konusu ettiğimiz  bu entrikacı İslam’ın  Rahle-i Tedrisatından geçmiş, inanç ve amel sıkalasını bununla inşa etmiş, mustekbir ve tağuti Türk devletine dost ve IŞİD bağilerine gönül kaptırmış olan  Müfıt  Yüksel’den bahs etmek benim için insani, İslam’i ve Kürdistan’i bir görev olmuştur.

 Mufit Yüksel’in babası molla Sadrettin Yüksel’i 1991 yılında  Fatih’teki evlerinde iki arkadaşımla birlikte ziyaret etmiştim. Hal-hatır faslından hemen sonra sevgili Sadrettin hocaya şöyle  sormuştum: ‘’Seyda, biliyorsunuz  seçimler yaklaştı, bazı kardeşlerimiz Refah partisine oy vermemizi tavsiye ediyor; ancak  henüz bu  konuda karar almış değiliz. Refah Partisine oy vermemiz İslam’i kurallara göre caiz mi?

Seyda: “ Hayır oğlum, kesinlikle caiz değildir. Çünkü Türk devleti ‘’darü’l-küfr’’ devletidir ve Refah Partisi de küfr devletinin  bir parçasıdır. Dolayısıyla düzen partilerine oy vermek caiz değildir ve kim oy verirse, otomotikmen müşrik olur ” demişti.

Bay Müfid Yüksel!

80 ve 90’lı yıllarda Türk Devletine “TÂĞUT” ya da “darül küfür” diyordunuz! Öyle değil mi? Hayrola! Bugün de ‘’Tağut’’ dediğiniz ‘’Çankaya Puthanesi’’ne tilavetler eşliğinde secdeye durmuş ve ona yemin ediyorsunuz! Bu durumda müşrik olmuyor musunuz?

Acaba sevgili Seyda hayata  olmuş olsaydı, oğlu Müfit Yüksel’in TC, IŞİD, HAMAS, Hud-Par-Hizbullah-kontra, AKP ve Saadet Partisi unsurlarını kendine dost ve Kürdistan siyasetçilerini, yurtseverlerini, aydınlarını ve  savaşçılarını kendine düşman seçmesine karşı nasıl bir tepki vereceğini doğrusu ben de  merak ediyorum!

Ey! hayatını Türk ve Arap İslamcıların kıcını koklamakla geçiren Müflis adam, Sevgili Muhammed’in düşmanları Sıffın’da Kuran’ı kuşatma altına aldılar. Sıffın’da, Kuran’ın gerçek temsilcileri olan ehlibeyt, Kuran’ı katillerin, günahkarların ve hırsızların eline kaptırdı. Suikastçi Kays oğlu Eş’as’ın  elinde bir Kuran, hayatı günahlarla geçiren  Musa el- Eşari’nin elinde bir Kuran,  hayatı tilkice yaşayan Amr Bin el-As’ın elinde bir kuran,  aklını ekmek peynirle yiyen katil  İb-ni Mùlcem’ in elinde bir Kuran, Tevrat’ın tüccarı  Kâ’b el-Ahbâr’in elinde bir Kuran.

Ey! Müflis adam!

Özellikle bu iki yıldır seni takip ediyorum. Bakıyorum siz de Kuran’ı vesayetinize geçirmişsiniz, onunla geçimini sağlıyorsunuz, küfür ve cehalet üreten dilinize dolanıyorsunuz, Kendini Müslümanlığın  kabesi ve İslam’ın hamisi görüyorsunuz. Senin  gibi yamuk ve arızalı Müslüman olmak istemeyen Kürt siyasetçilerini, kürt savaşçılarını ve  Kürdistan ülkesini İslam’ın düşmanları  olarak tekfir ediyorsunuz.

 Tağuti ve  mustekbir Türk devletinin sarayında, yeşil cübbeli belamlar ve gecekondulu kırmızı papyonlu İslamcı entellerle birlikte Türk sultanına  tilavetler eşliğinde bazen ayet, bazen hadis, bazen  şiir okuyorsunuz. Bazende Türk Sultanları için, Allah’ın helal kıldığını haram ve haram kıldığını helal yapıyorsunuz. Kürt olduğun için, senden emin olmaları için ekranlarda ve TWİTTER ODALARINDA mübarek Kürdistan  ülkesine ve Muhavvid  savaşçılarına  ‘kafir’’ diyorsunuz.

Kürt savaşçılarına olan bu düşmanlığından dolayı, IŞİD ve AKP bağilerin gönlünde  taht kuruyorsun ve bunun karşılığında tağuti Türk devletinin sultanından bir Osmanlı Cülus bahşişi  alıyorsun. Ve bu Osmanlı Cülus bahşişi  midene  indiriyorsun, miden baş  üstünde başın mide üstünde ve bu midenin  üstünde Türk bayrağını dalgalandırıyorsun. Sonra Plastik beyninle ve sentetik fikirlerinle, günah ve cehalet üretiyorsun ve bu  üretiklerinden kendine  cehennemde küfürden bir ev inşa ediyorsun. Ve en  önemlisi İslam adına başkalarını seküler yaşamla itham ediyorsun, diğer taraftan “İstanbul Büyükşehir Belediyesi  Harita ve Kadostro Müdürlüğü”nde milyarlık ihaleler kovalıyorsun Bravo sana müflis adam(!)

Ey!Müflis adam!

Kürdistan ülkesinin, bağımsızlık ve hürriyet davası karşısında  gözlerin Abdullah Bin Selül gibi oportonist, İslam’i ahlakın ve tanıklığın kabül ahbar  gibi provakatif, hukuk ve adalet anlayışın Musa el eşar gibi konformist, Siyasi ahlakın, amr bin el as gibi dezenformasyon, ahiret bilincin  Abdurahman bin Avf gibi secularist, inanç iklimin İbnül Mülcem gibi enfeksiyonal, zihin dünyan  mezhepler gibi antagonizmal ve cesaterin  hizbuldomuz fırkası gibi korkak.

 Ey Müfit Yüksel! Değersizliğin adresi ve kıyametin alâmet-i fârikasisin. 

 Çünkü; Ocak 09, 2016 tarihli  Yeni Şafak  köşe yazınızda şöyle diyorsunuz:“Kürtlerin ümmet ile yollarını ayırmaya, İslam’dan kovmaya yönelik çaba ve tutumların günümüzde ciddi boyutlar kazandığını esefle gözlemlemekteyiz. Bir yandan, Kürtler içindeki seküler/din karşıtı ulusalcı çevrelerin, PKK ve uzantılarının, Kürtleri Müslümanlıktan, ümmetten koparmaya yönelik çabaları yoğunluk kazanmıştır.”

  Ey!Müflis adam!

 ‘’Ümmet diye bir kurum mu var? Bütün Müslüman milletler bu  kurum etrafında birleşti de bir Kürtler mi ayrı düştü? Bu kurum nerdedir, ne iş yapıyor, bize söyle de bizde gidip Arapların 22 devlet,  Türklerin  11 devlet ve Farsların  4 devlet sahibi olduğunu ve Kürtlerin de  bunlara kölelik yaptığını şikayet edelim.

 Ülkesi işgal, ontolojik varlığı inkar, fizyolojik varlığı din kardeşleri tarafından çarmıha gerilen ve siyasal egemenliği elinden alınan Müslüman bir milletin siyasetçilerine ve savaşçılarına utanmadan “Kürtleri İslam’dan uzaklaştırıyorlar” diyorsunuz.

 Verdiğin bu kötü hükümden dolayı, Allah seni kahr etsin ve cehennemde  odun taşıyan hamal yapsın! Çok daha kötüsü, Erdoğan ve Hamas’ın elebaşlarıyla seni haşr etsin!

 Çünkü yükezibunsun, Kürt siyasetçileri ve Kürt savaşçıları asla ve asla idia ettiğiniz  o zelil  iftiradan ırak ve firaktırlar. Kürt siyaseti ve Kürt savaşçıları Kürdistan ülkesinin bağımsızlık  ve hürriyet davasıyla iştigal etmektedirler ve siz onların yaratığı değerler ve emekler karşısında  bir hardal tanesi kadar değilsin!

 Ey! Müflis adam!

 Kürt milleti, Kürt siyasetçileri ve savaşçıları bin dört yüz yıldır yeryüzünde hiç bir Müslüman milletin ve sapık İslamcı fırkaların yapmadığı kadar, Allah’a  huşu  ve takva içinde secde ediyorlar. Oysaki  İslam toplumlarını, seküler,  mataryalist,  hedonist ve paganist  bir  inancın  iklimine transformasyon eden, eteklerine tutuştuğunve  biat ettiğin mustekbir Türk, Arap, Fars devletleridir.

 Kerhane  ve meyhaneler eşliğinde ‘’Çankaya  Puthanesi’’ne secdeye duran  senin Yeni Şafak gazetendir. Sevgili dostum İzzetin  Yıldırım hocamı ve yüzlerce dindar insanlarımızı domuzbağı yöntemiyle katl  eden hizbuldomuz fırkasıyla oturup kalkan sen değil misin?

 Kürdistan ülkesi  İslam ülkeleri içinde, kerhanenin,  mayhanenin, eğlencenin, fuhuşun, alkolin,  uyuşturucunun lüx yaşamın, ateistliğin, kapitalist yaşamın ve Dubai gökdelenlerin en  az olduğu ülke olduğunu bilmiyor musunuz?

  İslam ülkeleri  içinde camilerin, mescidlerin, medreselerin ve tessetürün  en fazla olduğu  ülke gene  Kürdistan ülkesi olduğunu bilmeyecek kadar köylü müsünüz?

 Ve, en önemlisi; Kürt halkı ve siyaseti zerre miskal kadar İslam’ın, ulvi ve muşeref değerlerini,  milletleşme ve devletleşme temayüllerine  alet etmemiştir. Mamafih, milletleşme ve devletleşme temayülüne tenezzül ve tefessül etmiş olsaydılar; bugün bahs konusu ettiğin o uyduruk ümmetin sömürgesi olmazdılar değil mi bay MUFLİS?

 Ey! Müflis adam!

15 Şubat, 2016 tarihli Twitter hesabınızda şöyle diyorsunuz: Önce bu çirkin sözlerinize hokkalı bir tokat indirmek istiyorum: Yalınayaklı Kürt milletinin ve  sevgili PYD’li siyasetçilerin ve sevgili YPG’li savaşçıların ayaklarının altındaki mikrop kadar bile kıymetinin olmadığını bilmeni isterim.

  Ey Müflis adam!

Twitter üzerinde sarf ettiğiniz bu sözlerinle İŞİD,  Hamas, T.C ve AKP bağilerine dost, Müslüman Kürt savaşçılarına ve siyasetçilerine  düşman olduğunu net bir şekilde  ilan etmiş oluyorsunuz!

Şimdi siz kendi öz toprakları üzerinde yaşayan, kendi öz vatanını savunan, halkını IŞİD kafirlerinden-teröristlerinden koruyan, PYD ve YPG’nin derhal  Rojava Kürdistan’dan çıkarılmasına hüküm veriyorsunuz.

 Batı  Kürdistan  ülkesini işgal eden, Kürt milletinin siyasal egemenliğini elinden alan, binlerce Kürt kadınını demir kafeslerde cariye  olarak satan, Kürt savaşçıların kafasını odun  hızarlarıyla vahşice bedeninden ayıran IŞİD  kafirlerin, rojava  Kürdistan’ı işgal etmesini cani gönülden arzu ettiğinizi çok iyi biliyorum.

İkincisi, Kürdistan’ı yakıp yıkan ateistler mi, Yahudiler mi, İsrail Devleti mi,  Hiristiyanlar devletler mi Hiristiyan milletler mi?    

 Elbette ki, onların olmadığını benden çok daha iyi biliyorsunuz. Oysa ki Kürdistan ülkesini  yakıp yıkanlar ve yalın ayaklı halkını çarmıha geren tedrisati rahlesinden geçtiğiniz modern çağın Emevi, Sefavi ve  Osmanlı  Cihatcılarıdır.   

 Bu cihatçıların  fihristi  işgal, ganimet, tecavüz, bağilik, haydutluk, barbarlık, hırsızlık, cahillik, mustekbirlik, bencillik, görgüsüzlük, kültürsüzlük,  insanları  diri diri kesme,  hak-hukuk ihlali, kalpazanlık, dört eşlilik, işkence, sürgün, köleleştirme, eşekleştirme, eğitimsizlik, ufurukçuluk, putperestlik, mezara tapma, Peygambere tapma, dört halifeye tapma, mezhebe  tapma, lidere tapma, sekse tapma, paraya tapma, makama tapma, otoriteye tapma ve İslam’ı İslam’la dolandırmak  kadar, baş döndürücü ve sınır bozucudur!

Ey Müflis adam!

 Biz Kürtlerin ülkesini işgal eden İsrail mi?

 Biz Kürtlerin dilini yasaklayan İsrail mi ?

 Biz Kürtlerin nazik civan bedenlerini çarmıha geren İsrail mi?

Ey! Müflis adam,  

demir kafaslerde canlı canlı insan yakan IŞİD kafirlerine söyleyecek bir sözün  yokmu?  Rojava Kürdistan’i bombalarla döven, sivil halkını vahşice katl eden ve Afrini işgal eden  T.C’nin  Kasrü’l-Beyza Saray’ında oturan münafık Erdoğan ve onun tetikçisi olan Hakan Fidana söyleyecek bir sözün yok mu?

 Fidan  Güngör, İzzetin Yıldırım ve Ubeydullah Dalar’ı tekbirler eşliğinde alçakça katl eden hizbuldomuz fırkasına söyleyecek bir sözün yokmu?

 Kürt gençlerini vinçlerde vahşice sallayan Muaviye  kafalı ayetullah rejimine söyleyeceğin bir sözün yok mu?

  Biat ettiğiniz ve İslam’ın hamisi gördüğünüz ‘’Yahudi Cesaret Ödülü’’ alan ve TEK Müslüman olma ünvanını elinde buklunduran Recep Tayyip Erdoğan’a ‘’ALÇAK’’ demeyecek misin? 

T.C’nin 23 yıl içerisinde vahşice katl ettiği dört yüz Kürt çocuğu için bir demet sözün yok mu?

Bodrumlarda Müslüman milletimizi canlı canlı yakan, Kürt  çocuklarına yaşlarından fazla kursun sıkan, Kürt gençlerini katl edip panzerlerin arkasına bağlayıp yerden sürükleyerek teşhir eden, savaşçı Kürt kadınları öldürdükten sonra çırıl çıplak soyup kahramanlık bozunu veren, camiilerimizi, Aziz Kuran’ı Kerimi ve şehirlerimizi delik deşik eden, terörist Türk askerlerine ve işkenceci Türk  polisine  söyleyeceğin bir sözün, bir ayetin ve bir hadisin yok mu?

 Ey Müflis adam!

03 Ara 2015  tarihli başka bir Twitinizde  şöyle diyorsunuz: “Latince  Kürtlere Latin harfi dayatmak, Kürtleri İslam’dan koparıp, ateistleştirme, Kürdistan’ı tümü ile Endülüsleştirme projesidir.” Peki, bay Müflis! 

Aşağdakilerden hangisi Allah’ın resmi dilidir sizce? (!) 

(A) Arapça B) Latince.

 Arap  ilahiyatıyla eşekleştirildiğin için mühtemelen A) şıkkı diyeceksiniz. Çünkü sana göre, Allah’ın ve Kürt’ün dili Arapçadır. Ancak Kuran senin gibi hüküm vermiyor ve  senin kösele suratına şu iki ayeti çarpıyor: “Göklerin ve yerin yaratılmasıyla dillerinizin ve renklerinizin farklı olması da O’nun ayetlerindendir.” (Rum,22),  

 “Birbirinizle tanışasınız diye sizi milletlere ve kabilelere ayırdık. (Hucurat,13)

  Ey Müflis, Sen kim islam olmak kim! Sen kim Müslüman  olmak kim! Sen kim insan olmak kim! Sen kim Kürt olmak kim! Hayatını tağuti Türk devletine hizmet ve Türk İslamcıların kıcına nuska yazmakla  geçirmişsiniz.

Artık İslam’ın silahıyla milletimize ve ülkemize suikast yapmanıza asla izin vermeyeceğim ve yükezibun suratlarınıza GÜÇLÜ KALEMİMLE, GÜÇLÜ KONUŞMA SANATIMLA VE GÜÇLÜ SİSTEMATİK DÜŞÜNCE FAKÜLTEMLE silleler indireceğim ey Muflis adam!

 Kadiramac@hotmail.com, https://twitter.com/KADIRAMAC