Müfit Yüksel’in, HAMAS, IŞİD ve AKP Aşkı!

 

                      Müfit Yüksel’in, HAMAS, IŞİD ve AKP Aşkı!

Sevgili okurlar!

Benim işimin modernizim, felsefe, siyaset bilimi, siyaset sosyolojisi ve İslam teolojisi konuları olduğu biliyorum! Bugün bu çizginin dışına çıkacağım ve Müfid Yüksel’in amellerini anarşist bir yazıyla kaleme almış olacağım.

Çünkü Kürdistan ülkesinin hürriyet mefküresine ihanet ve düşmanlık yapan içimizdeki mezellet unsurları entelektüel zaviyemde kötü amellerini teşhir etmek insani, İslam’i ve Kürdistan’i görevimdir.

Beni Müfid Yüksel’i yazmaya sevk eden amilin 25 Ekim 2023 tarihinde ‘’Twitter Sosyal Medya’’ hesabımda yaptığım aşağdaki paylaşımda rahatsız olup, şahsıma yönelik sarf ettiği cahil sözlerine bilmukabelede bulunma hakkını vermiştir.

Bay Müfid Yüksel!

İslam Peygamberi bir çobandı. Bu çobanın ağzından çıkan ‘la’ sözcüğü Mekke Site Devletinde, eskiden olan köle ve efendi ilişkisini atomize edecek ve  bu diyalektiğin kurulmasını zorunlu kılacaktı.

Öyle ki bu çobanın yaşama, insana, sevgiye, barışa  ve özgürlüğe dair söylediği sözler; Promete’nin Zeus’a, Spartaküs’ün Romalılara  karşı söylediği sözlerden daha fazla teveccüh ve taraftar bulacak; köleleşmiş akılları  ve vicdanları  harekete geçirecekti. İslam Peygamberi ve dava arkadaşlarının gerçekleştirdikleri bu sevgi, ahlak ve sosyal adalet devrimi ne yazık ki, İslam Peygamberinin hemen ölümünden sonra o toplumun eski  ekabir sınıfı tarafından tekrar İslam adına egale edilecekti.

Peygamberin takipçilerine ve insanlık ailesine armağan ettiği bu sevgi mahşeri ne yazık ki, saltanat ve ırk İslamına tahvil edilecekti.  İslam’ın bu köleleştiren yeni paradigması, teolojik  anatomisini ve omurgasını saltanat kültürüyle  betonlaştıracaktı. İslam’ın silahıyla elegeçirilen bu İslam, Allah adına memleketler  işgal ediyor, Allah adına kadınlara tecavüz ediyor, insanların malları ganimet olarak el koyuyor, sahih  İslam’ın anatomisi, muhkem ve müteşabih ayetlerle sağlı, sollu,önlü ve arkalı döverek sersemleştiriliyor  ve  bu uyduruk  İslam’a biat etmeyen her kim olursa olsun vahşice tekbirler eşliğinde katl ediliyordu.

Böylece Peygamberin  ilk vaaz ettiği İslam; askatolojik, etik, estetik ve öğüt yörüngesinden çıkarılacak; saltanat, krallık ve siyasal otorite yörüngesine oturtulacaktı. Bu İslam; siyasal egemenliğini ise Kuran, sünnet, icma ve kıyas metodolojisine tahvil ederek meşruiyetini ilan edecekti. Buna karşı çıkan muhaliflerini ise “sedd-i zerâ” karinesiyle ehli bidat olarak terörize edecekti.

Her ne kadar, ırk ve saltanat İslam’ın siyasal zihin kodlarını haritalaştıran Nizamülmülk, Gazali, İbni Haldun ve Bilgiye Hikme  gibi kurum ve kişiler olsada, ırka ve saltanata dayalı bir İslam’ın en güçlü tezahürleri  halife Osman döneminde belirginlik kazanmıştır.

O dönemin, mele ve mütref sınıfı tahrif edilen bu İslam’ın  egzostik enstrümanlarını kullanmaktan imtina etmeyecekti. Öyleki, Peygamberin  cenazesini iktidarları için dört gün bekletenleri, Peygamberin kızını tekme tokat dövenleri ve ehlibeytini vahşice katl edenleri,  ‘’firdevs  cennetinin bahçeleri’’  ve  bu cennet bahçelerinin sakinleri olan ‘’hürilerle’’ müjdeliyordu.

 Heyhat! her ne hikmetse, bu ‘’Firdevs cenneti’’ ve ‘’hüri’’lerle müjdelenenler arasında Peyamberin en samimi dava arkadaşları Bilal, Zeyd, Ammar ve Ebuzer yoktu. Bu yaman çelişki, ırka ve saltanata dayanan  İslam’ın entrikalarını fazlasıyla ortaya çıkarıyordu.

 Bahs konusu ettiğimiz  bu entrikacı İslam’ın  Rahle-i Tedrisatından geçmiş, inanç ve amel sıkalasını bununla inşa etmiş, mustekbir ve tağuti Türk devletine dost ve IŞİD bağilerine gönül kaptırmış olan  Müfıt  Yüksel’den bahs etmek benim için insani, İslam’i ve Kürdistan’i bir görev olmuştur.

 Mufit Yüksel’in babası molla Sadrettin Yüksel’i 1991 yılında  Fatih’teki evlerinde iki arkadaşımla birlikte ziyaret etmiştim. Hal-hatır faslından hemen sonra sevgili Sadrettin hocaya şöyle  sormuştum: ‘’Seyda, biliyorsunuz  seçimler yaklaştı, bazı kardeşlerimiz Refah partisine oy vermemizi tavsiye ediyor; ancak  henüz bu  konuda karar almış değiliz. Refah Partisine oy vermemiz İslam’i kurallara göre caiz mi?

Seyda: “ Hayır oğlum, kesinlikle caiz değildir. Çünkü Türk devleti ‘’darü’l-küfr’’ devletidir ve Refah Partisi de küfr devletinin  bir parçasıdır. Dolayısıyla düzen partilerine oy vermek caiz değildir ve kim oy verirse, otomotikmen müşrik olur ” demişti.

Bay Müfid Yüksel!

80 ve 90’lı yıllarda Türk Devletine “TÂĞUT” ya da “darül küfür” diyordunuz! Öyle değil mi? Hayrola! Bugün de ‘’Tağut’’ dediğiniz ‘’Çankaya Puthanesi’’ne tilavetler eşliğinde secdeye durmuş ve ona yemin ediyorsunuz! Bu durumda müşrik olmuyor musunuz?

Acaba sevgili Seyda hayata  olmuş olsaydı, oğlu Müfit Yüksel’in TC, IŞİD, HAMAS, Hud-Par-Hizbullah-kontra, AKP ve Saadet Partisi unsurlarını kendine dost ve Kürdistan siyasetçilerini, yurtseverlerini, aydınlarını ve  savaşçılarını kendine düşman seçmesine karşı nasıl bir tepki vereceğini doğrusu ben de  merak ediyorum!

Ey! hayatını Türk ve Arap İslamcıların kıcını koklamakla geçiren Müflis adam, Sevgili Muhammed’in düşmanları Sıffın’da Kuran’ı kuşatma altına aldılar. Sıffın’da, Kuran’ın gerçek temsilcileri olan ehlibeyt, Kuran’ı katillerin, günahkarların ve hırsızların eline kaptırdı. Suikastçi Kays oğlu Eş’as’ın  elinde bir Kuran, hayatı günahlarla geçiren  Musa el- Eşari’nin elinde bir Kuran,  hayatı tilkice yaşayan Amr Bin el-As’ın elinde bir kuran,  aklını ekmek peynirle yiyen katil  İb-ni Mùlcem’ in elinde bir Kuran, Tevrat’ın tüccarı  Kâ’b el-Ahbâr’in elinde bir Kuran.

Ey! Müflis adam!

Özellikle bu iki yıldır seni takip ediyorum. Bakıyorum siz de Kuran’ı vesayetinize geçirmişsiniz, onunla geçimini sağlıyorsunuz, küfür ve cehalet üreten dilinize dolanıyorsunuz, Kendini Müslümanlığın  kabesi ve İslam’ın hamisi görüyorsunuz. Senin  gibi yamuk ve arızalı Müslüman olmak istemeyen Kürt siyasetçilerini, kürt savaşçılarını ve  Kürdistan ülkesini İslam’ın düşmanları  olarak tekfir ediyorsunuz.

 Tağuti ve  mustekbir Türk devletinin sarayında, yeşil cübbeli belamlar ve gecekondulu kırmızı papyonlu İslamcı entellerle birlikte Türk sultanına  tilavetler eşliğinde bazen ayet, bazen hadis, bazen  şiir okuyorsunuz. Bazende Türk Sultanları için, Allah’ın helal kıldığını haram ve haram kıldığını helal yapıyorsunuz. Kürt olduğun için, senden emin olmaları için ekranlarda ve TWİTTER ODALARINDA mübarek Kürdistan  ülkesine ve Muhavvid  savaşçılarına  ‘kafir’’ diyorsunuz.

Kürt savaşçılarına olan bu düşmanlığından dolayı, IŞİD ve AKP bağilerin gönlünde  taht kuruyorsun ve bunun karşılığında tağuti Türk devletinin sultanından bir Osmanlı Cülus bahşişi  alıyorsun. Ve bu Osmanlı Cülus bahşişi  midene  indiriyorsun, miden baş  üstünde başın mide üstünde ve bu midenin  üstünde Türk bayrağını dalgalandırıyorsun. Sonra Plastik beyninle ve sentetik fikirlerinle, günah ve cehalet üretiyorsun ve bu  üretiklerinden kendine  cehennemde küfürden bir ev inşa ediyorsun. Ve en  önemlisi İslam adına başkalarını seküler yaşamla itham ediyorsun, diğer taraftan “İstanbul Büyükşehir Belediyesi  Harita ve Kadostro Müdürlüğü”nde milyarlık ihaleler kovalıyorsun Bravo sana müflis adam(!)

Ey!Müflis adam!

Kürdistan ülkesinin, bağımsızlık ve hürriyet davası karşısında  gözlerin Abdullah Bin Selül gibi oportonist, İslam’i ahlakın ve tanıklığın kabül ahbar  gibi provakatif, hukuk ve adalet anlayışın Musa el eşar gibi konformist, Siyasi ahlakın, amr bin el as gibi dezenformasyon, ahiret bilincin  Abdurahman bin Avf gibi secularist, inanç iklimin İbnül Mülcem gibi enfeksiyonal, zihin dünyan  mezhepler gibi antagonizmal ve cesaterin  hizbuldomuz fırkası gibi korkak.

 Ey Müfit Yüksel! Değersizliğin adresi ve kıyametin alâmet-i fârikasisin. 

 Çünkü; Ocak 09, 2016 tarihli  Yeni Şafak  köşe yazınızda şöyle diyorsunuz:“Kürtlerin ümmet ile yollarını ayırmaya, İslam’dan kovmaya yönelik çaba ve tutumların günümüzde ciddi boyutlar kazandığını esefle gözlemlemekteyiz. Bir yandan, Kürtler içindeki seküler/din karşıtı ulusalcı çevrelerin, PKK ve uzantılarının, Kürtleri Müslümanlıktan, ümmetten koparmaya yönelik çabaları yoğunluk kazanmıştır.”

  Ey!Müflis adam!

 ‘’Ümmet diye bir kurum mu var? Bütün Müslüman milletler bu  kurum etrafında birleşti de bir Kürtler mi ayrı düştü? Bu kurum nerdedir, ne iş yapıyor, bize söyle de bizde gidip Arapların 22 devlet,  Türklerin  11 devlet ve Farsların  4 devlet sahibi olduğunu ve Kürtlerin de  bunlara kölelik yaptığını şikayet edelim.

 Ülkesi işgal, ontolojik varlığı inkar, fizyolojik varlığı din kardeşleri tarafından çarmıha gerilen ve siyasal egemenliği elinden alınan Müslüman bir milletin siyasetçilerine ve savaşçılarına utanmadan “Kürtleri İslam’dan uzaklaştırıyorlar” diyorsunuz.

 Verdiğin bu kötü hükümden dolayı, Allah seni kahr etsin ve cehennemde  odun taşıyan hamal yapsın! Çok daha kötüsü, Erdoğan ve Hamas’ın elebaşlarıyla seni haşr etsin!

 Çünkü yükezibunsun, Kürt siyasetçileri ve Kürt savaşçıları asla ve asla idia ettiğiniz  o zelil  iftiradan ırak ve firaktırlar. Kürt siyaseti ve Kürt savaşçıları Kürdistan ülkesinin bağımsızlık  ve hürriyet davasıyla iştigal etmektedirler ve siz onların yaratığı değerler ve emekler karşısında  bir hardal tanesi kadar değilsin!

 Ey! Müflis adam!

 Kürt milleti, Kürt siyasetçileri ve savaşçıları bin dört yüz yıldır yeryüzünde hiç bir Müslüman milletin ve sapık İslamcı fırkaların yapmadığı kadar, Allah’a  huşu  ve takva içinde secde ediyorlar. Oysaki  İslam toplumlarını, seküler,  mataryalist,  hedonist ve paganist  bir  inancın  iklimine transformasyon eden, eteklerine tutuştuğunve  biat ettiğin mustekbir Türk, Arap, Fars devletleridir.

 Kerhane  ve meyhaneler eşliğinde ‘’Çankaya  Puthanesi’’ne secdeye duran  senin Yeni Şafak gazetendir. Sevgili dostum İzzetin  Yıldırım hocamı ve yüzlerce dindar insanlarımızı domuzbağı yöntemiyle katl  eden hizbuldomuz fırkasıyla oturup kalkan sen değil misin?

 Kürdistan ülkesi  İslam ülkeleri içinde, kerhanenin,  mayhanenin, eğlencenin, fuhuşun, alkolin,  uyuşturucunun lüx yaşamın, ateistliğin, kapitalist yaşamın ve Dubai gökdelenlerin en  az olduğu ülke olduğunu bilmiyor musunuz?

  İslam ülkeleri  içinde camilerin, mescidlerin, medreselerin ve tessetürün  en fazla olduğu  ülke gene  Kürdistan ülkesi olduğunu bilmeyecek kadar köylü müsünüz?

 Ve, en önemlisi; Kürt halkı ve siyaseti zerre miskal kadar İslam’ın, ulvi ve muşeref değerlerini,  milletleşme ve devletleşme temayüllerine  alet etmemiştir. Mamafih, milletleşme ve devletleşme temayülüne tenezzül ve tefessül etmiş olsaydılar; bugün bahs konusu ettiğin o uyduruk ümmetin sömürgesi olmazdılar değil mi bay MUFLİS?

 Ey! Müflis adam!

15 Şubat, 2016 tarihli Twitter hesabınızda şöyle diyorsunuz: Önce bu çirkin sözlerinize hokkalı bir tokat indirmek istiyorum: Yalınayaklı Kürt milletinin ve  sevgili PYD’li siyasetçilerin ve sevgili YPG’li savaşçıların ayaklarının altındaki mikrop kadar bile kıymetinin olmadığını bilmeni isterim.

  Ey Müflis adam!

Twitter üzerinde sarf ettiğiniz bu sözlerinle İŞİD,  Hamas, T.C ve AKP bağilerine dost, Müslüman Kürt savaşçılarına ve siyasetçilerine  düşman olduğunu net bir şekilde  ilan etmiş oluyorsunuz!

Şimdi siz kendi öz toprakları üzerinde yaşayan, kendi öz vatanını savunan, halkını IŞİD kafirlerinden-teröristlerinden koruyan, PYD ve YPG’nin derhal  Rojava Kürdistan’dan çıkarılmasına hüküm veriyorsunuz.

 Batı  Kürdistan  ülkesini işgal eden, Kürt milletinin siyasal egemenliğini elinden alan, binlerce Kürt kadınını demir kafeslerde cariye  olarak satan, Kürt savaşçıların kafasını odun  hızarlarıyla vahşice bedeninden ayıran IŞİD  kafirlerin, rojava  Kürdistan’ı işgal etmesini cani gönülden arzu ettiğinizi çok iyi biliyorum.

İkincisi, Kürdistan’ı yakıp yıkan ateistler mi, Yahudiler mi, İsrail Devleti mi,  Hiristiyanlar devletler mi Hiristiyan milletler mi?    

 Elbette ki, onların olmadığını benden çok daha iyi biliyorsunuz. Oysa ki Kürdistan ülkesini  yakıp yıkanlar ve yalın ayaklı halkını çarmıha geren tedrisati rahlesinden geçtiğiniz modern çağın Emevi, Sefavi ve  Osmanlı  Cihatcılarıdır.   

 Bu cihatçıların  fihristi  işgal, ganimet, tecavüz, bağilik, haydutluk, barbarlık, hırsızlık, cahillik, mustekbirlik, bencillik, görgüsüzlük, kültürsüzlük,  insanları  diri diri kesme,  hak-hukuk ihlali, kalpazanlık, dört eşlilik, işkence, sürgün, köleleştirme, eşekleştirme, eğitimsizlik, ufurukçuluk, putperestlik, mezara tapma, Peygambere tapma, dört halifeye tapma, mezhebe  tapma, lidere tapma, sekse tapma, paraya tapma, makama tapma, otoriteye tapma ve İslam’ı İslam’la dolandırmak  kadar, baş döndürücü ve sınır bozucudur!

Ey Müflis adam!

 Biz Kürtlerin ülkesini işgal eden İsrail mi?

 Biz Kürtlerin dilini yasaklayan İsrail mi ?

 Biz Kürtlerin nazik civan bedenlerini çarmıha geren İsrail mi?

Ey! Müflis adam,  

demir kafaslerde canlı canlı insan yakan IŞİD kafirlerine söyleyecek bir sözün  yokmu?  Rojava Kürdistan’i bombalarla döven, sivil halkını vahşice katl eden ve Afrini işgal eden  T.C’nin  Kasrü’l-Beyza Saray’ında oturan münafık Erdoğan ve onun tetikçisi olan Hakan Fidana söyleyecek bir sözün yok mu?

 Fidan  Güngör, İzzetin Yıldırım ve Ubeydullah Dalar’ı tekbirler eşliğinde alçakça katl eden hizbuldomuz fırkasına söyleyecek bir sözün yokmu?

 Kürt gençlerini vinçlerde vahşice sallayan Muaviye  kafalı ayetullah rejimine söyleyeceğin bir sözün yok mu?

  Biat ettiğiniz ve İslam’ın hamisi gördüğünüz ‘’Yahudi Cesaret Ödülü’’ alan ve TEK Müslüman olma ünvanını elinde buklunduran Recep Tayyip Erdoğan’a ‘’ALÇAK’’ demeyecek misin? 

T.C’nin 23 yıl içerisinde vahşice katl ettiği dört yüz Kürt çocuğu için bir demet sözün yok mu?

Bodrumlarda Müslüman milletimizi canlı canlı yakan, Kürt  çocuklarına yaşlarından fazla kursun sıkan, Kürt gençlerini katl edip panzerlerin arkasına bağlayıp yerden sürükleyerek teşhir eden, savaşçı Kürt kadınları öldürdükten sonra çırıl çıplak soyup kahramanlık bozunu veren, camiilerimizi, Aziz Kuran’ı Kerimi ve şehirlerimizi delik deşik eden, terörist Türk askerlerine ve işkenceci Türk  polisine  söyleyeceğin bir sözün, bir ayetin ve bir hadisin yok mu?

 Ey Müflis adam!

03 Ara 2015  tarihli başka bir Twitinizde  şöyle diyorsunuz: “Latince  Kürtlere Latin harfi dayatmak, Kürtleri İslam’dan koparıp, ateistleştirme, Kürdistan’ı tümü ile Endülüsleştirme projesidir.” Peki, bay Müflis! 

Aşağdakilerden hangisi Allah’ın resmi dilidir sizce? (!) 

(A) Arapça B) Latince.

 Arap  ilahiyatıyla eşekleştirildiğin için mühtemelen A) şıkkı diyeceksiniz. Çünkü sana göre, Allah’ın ve Kürt’ün dili Arapçadır. Ancak Kuran senin gibi hüküm vermiyor ve  senin kösele suratına şu iki ayeti çarpıyor: “Göklerin ve yerin yaratılmasıyla dillerinizin ve renklerinizin farklı olması da O’nun ayetlerindendir.” (Rum,22),  

 “Birbirinizle tanışasınız diye sizi milletlere ve kabilelere ayırdık. (Hucurat,13)

  Ey Müflis, Sen kim islam olmak kim! Sen kim Müslüman  olmak kim! Sen kim insan olmak kim! Sen kim Kürt olmak kim! Hayatını tağuti Türk devletine hizmet ve Türk İslamcıların kıcına nuska yazmakla  geçirmişsiniz.

Artık İslam’ın silahıyla milletimize ve ülkemize suikast yapmanıza asla izin vermeyeceğim ve yükezibun suratlarınıza GÜÇLÜ KALEMİMLE, GÜÇLÜ KONUŞMA SANATIMLA VE GÜÇLÜ SİSTEMATİK DÜŞÜNCE FAKÜLTEMLE silleler indireceğim ey Muflis adam!

 Kadiramac@hotmail.com, https://twitter.com/KADIRAMAC

İnsanın Asaleti!

İnsanın Asaleti!                                            

Fikrinizi, inançınızı ve yaşam tarzınızı yeni baştan gözden geçirmeye hazır değilseniz eğer, ne diye başkalarıyla tartışmaya tenezzül ve tevessül ediyorsunuz? Bu güzel soruya cevap verenlerden biri olmak istiyorum. Ne ifrat nede tefrit fırkasının müntesibiyim! Vasat yollardan düşünce iklimine ulaşmaya gayret ediyorum! Yolun gerisinde yürüyenler arzu ederlerse, hızlı adımlarla gelip bana yetişebilirler.

İlk ve orta başlarda fikrimi, inancımı ve yaşam tarzımı herkesten üstün görüyordum. Okumalarımı ve zihinsel egzersizlerimi tek bir kaynaktan elde ediyordum, olaylara ve şeylere İslam  penceresinden bakıyordum. Zamanla diğer dinlerin ve Batı’nın düşünce kaynaklarından beslendim ve okumalarımı uzun bir süre karşılaştırmalı olarak sürdürdüm. Bu yeni yöntem, geçmişimi yanlışlamaya ve doğru olanı açığa çıkarmama vesile oldu.

Şimdi ise ‘’kesin doğruyum’’ demiyorum, yanlış değilsem ve sahip olduğum doğrum ‘’bilimsel yöntemle yanlışlanmadığı sürece’’ onu ölçü almaya  devam edeceğim’’ diyorum. Zaman zaman fikrimi beyan ederken, duygularımın beni vasat görüngemden çıkardığını ve başkalarını üzdüğümü fark ediyorum ve hemen kişilerden ÖZÜR DİLİYORUM! İşte bu ahval üzerine ön yargıları kırdığımda MUTLU oluyorum, bilgilenince seviniyorum ve her seferinde şeylerin farkına varınca dehşete kapılıyorum ve şöyle diyorum.

Aman Allah’ım! Artık şeylerin farkına varmak istemiyorum. Çünkü şeylerin farkına vardıkça üzülüyorum; ama şeylerin farkında olmadan yaşamlarını sürdüren milyonlarca insanların ahvalini de görünce üzüntüm bir kar topu gibi, katlanarak büyüdüğünü görüyorum ve böyle yaşamanın bana çok daha büyük bir acı vereceğini düşünmeye başlıyorum.

Öyle ki hem mutluluk ve hem de  ızdırap üzerimde  kalıcı durmuyor. Üzerime konuyor, bir süre bekliyor ve sonra uçuyor! Yani, mutluysam mutlu görünürüm, öfkeliysem öfkemi de asla gizlemiyorum.

Hakikaten öyle, şeylerin farkında olmak insanı dehşet içinde bırakıyor! Farkında değilseniz, nasıl yaşıyorsanız dünyayı da  öyle görürsünüz! Sartre’ın bu anlamda; “Herkes, dünyayı tanıdığı biçimde yaşar.” ifadesi oldukça anlamlıdır.

Yerküre gezegeninde yaklaşık sekiz milyar insan yaşıyor. Sekiz milyar insanın ezici çoğunluğu yaşamı sorgulamadan, sadece midelerini doyurmak ve sonu gelmez sapkın arzularını yaşama derdinde! Hele, önemli bir bölümü ev, araba, arkadaş ve eş-sevgili değiştirme yarışında! Bir hiç uğruna ya da yatağımda öylece ölmeyi çok APTALÇA bulduğumu belirtmek istiyorum.

Hayır, böyle bir ölümü kabul edemem! Çünkü dünyanın her yerinde bir dizi insanlar vatanları, bağımsızlıkları ve asaletleri için ölüyor. Elimin, kolumun, bacağımın koparılmasana ve gözlerime mil çekilmesine dayanırım; lakin kimliksiz, asaletsiz, ülkesiz ve özgürlüksüz dayanamam!

İyi olmak zordur, sevmek daha zordur ve bedeli çok ağırdır. İnsan arkasına bıraktığı yıllara bakarak, büyük bir pişmanlık duyar. İyiler; ‘’keşke daha mükemmel sevseydim ve iyilik yapsaydım.’’ der. Kötüler ise, yaptıkları çirkin eylemlerini düşündükçe azap çeker ve iki büklüm olurlar, sevgiye ve iyiliğe hasret kalırlar.

Geçmiş dönemlerde İslam yoğunlaşmama izin vermiyordu. Beni azap etmekle ya da korkutmakla tehdit ediyordu ve bazende tomurcuk açan düşüncelerime suikast düzenliyordu. Bu durum karşısında, korkmamaya ve yoğunlaşmaya karar verdim. Yoğunlaştıkça ne kadar ‘’vahşi bir hayvan’’ olduğumu anladım. Çünkü yoğunlaşırsanız farkına varırsınız, farkına varmak insanın KIYAMETİDİR!

Ulvî ideallerî olmayan insan, gayesiz ve mefkûresizdir. Böyle bir insan ‘’hayvan gibi’’ yiyer, içer, kirletir ve ismi bir daha anılmamak üzere ölür! Bu düşünceye yönelimlerin temel sebeblerinden biri, kolay ve çok masrafsız olmasıdır. Şeyleri, eleştiri sanatı ve bilimiyle ortaya koymak, onlar için oldukça zor bir durumdur.

Dolayısıyla bilinç gözenekleri tıkanmış ve farkındanlık refleksleri uyumuş  insanlar kendilerine benzemeyen her şeyi yanlış bulurlar. Beyni iyi çalışmayan ve bencillik duyguları yüksek olan insanlar birinci seçeneği tercih ederken, okuyan, araştıran ve yoğunlaşarak şeylerin farkına varan kimseler ise ASALETİ tercih eder.

Konuşmalarımda ve yazılarımda ASALET ve FARKINDANLIK meselesine felsefik zaviyede baktığımı değerli okurlarım iyi bilirler. Asalet ve farkındanlık konularında kendisini eğitemeyen insan, GÖRGÜSÜZ ve İTİCİ olur. Şimdi bu bölümde, asaletin ve ihanetin felsefesi nedir? sorusuna yanıt bulmaya çalışacağım.

Öncelikli meselemin ASALET konusu olduğunu yukarıda belirtim. Asalet ile felsefe birbirleriyle içli ve dışlı olmakla birlikte aynı zamanda, SEVGİ ve ESTETİKTEN başka bir şey olmadığını düşünüyorum. Sevgi besleyerek büyür zirveye ulaşır. Asalet ise anlamayı, farkında olmayı ve düşünmeyi esas alarak, insanın en üst noktasını temsil eder.

Felsefik alt yapısı olmayan sözler, ruhsuzdur ve insanda heyecan uyandırmıyor! İçimden yükselen bir ses bana şöyle diyor: ‘’Felsefik sözler senin söylediğin gibi söylenir Kadir!’’ Doğrusu, hayatımın geriye kalan bölümünü görgüsüz zenginle yol yürümek, ahmak birine yüz vermek ve aptal biriyle fikir teatisinde bulunmak istemiyorum!

Ne istiyorsun Kadir? Asalet, zeka ve akıl istiyorum. Peki, ihanetin felsefesi nedir? İhanet kişiyi asaletinden saptırır, kişiyi bencil çıkarlarına ve rahat yaşam zindanına haps eder. Yani, ihanet gizlidir ve gizli bir hafiye gibi çalışır. Binbir sinsilikle ‘’seni’’ takip eder, ‘’seni’’ ister. Sana el uzatır, tilkice yüreğüne girer ve onun asıl muradı sen olursun.

İhaneti ve basitliği alışkanlık haline getiren birinden asalet beklenemez. Çünkü, akılsız ve çevrimdışı olan birine, akıl ve irfan ehlinin sözü fayda sağlamaz. Bu tür insanlar, BASİTLİĞİ ve CEHALETİ tercih etmiştir. Bunların misali karanlıkta ansızın çakan şimşeğin misali gibidir. Şimseğin etkisi gidince, karanlıkla tekrar başbaşa kalırlar.

Bu manada en büyük iyilik insanın kendi karanlığını ve ihanetini fark etmesidir. Farkındanlık ve asalet melekeleri gelişmemiş İNSAN; ailesine, akrabalarına, arkadaşlarına, milletine ve ülkesine rahatlıkla İHANET edebilen kişidir. O halde ihanet psikolojik bir durum değildir; tam aksine Karekter meselesidir. Karekteri zayıf olan insan İHANET eder, af edersen gene İHANET eder, gene af edersen o gene İHANET eder.

Ancak asalet öyle değildir. ASALET genetik bir miras değildir; tam aksine  asalet kişinin  duruşu ve pratikleriyle başlıyor. Olaylar, devletler, toplumlar, insanlar karşısında NET DURUŞTAN bahs ediyorum.  Asalet kendini  şu üç aşamada meydana getirir: Duruş, sabır ve zaman: Olaylar karşısında NET duruş sergiler, olayların ve belaların karşısında duruşunu bozmaz, sabırlı olur, olaylar ve acılar karşısında olgunlaşmayı zamana tahvil eder.

Dolayısıyla asalet yapayalnız kalsa bile, o tek başına bir devlet gibi hareket eder ve sorumluluğunu yerine getirir. Savrulmaz; bezginlik, umutsuzluk, korkaklık, yılgınlık göstermez. Ayrıca, iyi ve güzel olan hiç bir şeye ihanet etmez!

Yanılmıyorsam, filozof ve asalet sahibi  insandan hariç, her insan iktidarı arzu eder ve eğer mümkün olmuş olsa, herkes diktatör olurdu. Evet, asalet  ‘’Kamil İnsan’’ın en büyük vasfıdır. Kamil insan güç,  bencillik ve şehvet duygularını yönetmesini bilen ve kontrolde tutan kimsedir.

Asalet sözde değil, amelleriyle topluma örnek olandır! Kalbin kapılarını ve beynin çekmecelerini herkese açık tutan ve bir hardal tanesi kadar hata yaptığında kendisini eleştiren, özür dileyen ve başkalarının küçük ve büyük hatalarını bağışlayan kimse, VİCDANI büyük ve ASALETi güçlü olan kimsedir!

Sevgili okurlar! Ben burda  babadan gelen bir asaleten bahs etmiyorum! Çünkü babadan gelen bir asalet tembel olur, kibirli olur, bencil olur ve yaratıcı hiçbir özelliğe sahip değildir. Bu sebepten dolayı insanın ASALETİYLE ilgilendiğimi tekrar etmek istiyorum. Asaletin temeli sağlam köklere dayanır. Bu köklerin üzerinde farkındanlık filizlenir, filizler kültür dallarına dönüşür, dallar tomurcuk açar, tomurcuk meyve verir. İşte ASALET budur!

Asalet basamaklarına çıkmadan önce kişi kendine şu soruları yöneltir:

Benim öz potasiyelim ne kadar?

Bir konu üzerinde düzenli kitap okuyor muyum?

Öğrendiklerimi ve söylediklerimi yaşamıma ihate ediyor muyum?

Sırtımı başkalarına (Din-Devlet-Parti-örgüt) dayamadan toplumda ne kadar saygı görüyorum?

Farkındanlık melekeleri gelişmemiş, asaletle ilişkilenmemiş, bilinç ışıkları sönmüş, olaylara ve realiteye karşı çevrimdışı olan bir insana ne kadar iyilik yaparsanız yapın; o her zaman istismar ve ihanet etmeye son derece meyillidir. Mütevazı ve iyiliksever insanların pratikleri farkındanlık melekeleri gelişmemiş bu tür insanlar üzerinde çoğu zaman etkili olamadığını müşahade edebiliyoruz.

Bu tür marazlı  insanlarda, ASALET izine rastlamak  mümkün değil ve toplumun ezici çoğunluğunu bu tür insanlardan meydana geldiği dikkatimizden kaçmıyor. Kısacası, asaletten mahrum olan ve değerin farkında olmayan bir insana örnek olmak, o kişiyi daha fazla azdırmış olur kanatıindeyimr. Dolayısıyla bu tür sıkıntılı olan insanların, önce uyandırılması ve  farkına vardırılması gerektiğini düşünüyorum.

Diğer bir sebep ise insan fıtratının en güçlü halesi olan ihtiras dürtüsüdür. Şehvetini bencilliğini  ve çıkarlarını herşeyden değerli gören yeni postmodern insan modeli; iyilik maskesiyle ortalıkta avını avlamaya çıkar, insan İlişkilerinde dürüst gibi görünüp dürüst olmaz, söylediğiyle amel etmez, söz verip sözünde durmazl, yalan söylemekten hicap etmez, iyiliği istismar eder, iyiliğe nankörlükle karşılık verir ve her konuda  kendini savunur. İşte bu tür insanların ASALET KÖKLERİ kurumuştur ve köksüzdürler.

Asalet kökleri kurumuş insanların durumu meyve vermeyen ağacın durumuna benzetebiliriz. Bunların  insan sevgisi çok zayıf olur, sevgi ve merhamet duyguları çevrimdışıdır! Kendilerini değil hep başkalarını eleştirirler, onları kullanırlar, kendilerine yapılan iyiliklerin tamamını inkar ederler, hatır bilmezler, iyi insanların sinir uçlarına dokunurlar ve onlara nasihat ederek kendilerini erotize  ederler. Şu durumu da ilginç bulabilirsiniz:  İyilik kavramını en fazla kötüler, ahlak kavramını en fazla ahlaksızlar ve cesaret kavramını da en fazla korkaklar kullanıyor!

İşte ‘’Kamil İnsan’’ olmayan bu tür insanların, yüreği ve ruhu büyük bir hastalığın kuşatması altına girmiştir. Bu hastalık klinik yöntem ve ilaçla tedavi görmesi mümkün değildir. Bu hastalık, haset ve kıskançlıkla başlar; kin, nefret ve intikam duygularıyla kalbi ve ruhu intihara sürükler.

Evet, sevgi ve anlam üzerine yoğunlaşmak kötü  insanların işine yaramaz. Kötü bir insan yırtıcı bir hayvandan çok daha tehlikeli olabiliyor! Bu kötü insanların en belirgin özellikleri nefret ve bencilliktir. Bu iki korkunç hasleti etkisiz hale getirecek olan şeyin Sevgi olduğuna inanıyorum. Sevgi kişide farkındanlığı, farkındanlık ise insanın ASALETİNİ ortaya çıkarıyor.

1- İbni Arabi “İlahi Aşk” eserinde sevginin üç tür olduğunu söyler:

1- İlahi sevgi

2- Ruhanî sevgi

3- tabiî sevgi

Benim buradaki sevgilim ruhanî sevgidir! Ben sevgilimi ibni Arabi’nin sevgi tarifinde buluyorum:

“Hayalimdeki o sevgi gökyüzünde olsaydı hiç kuşkusuz gökyüzü çatır çatır çatlardı. Eğer bu aşk yıldızlarda olsaydı yıldızlar parçalanır, parça parça yere düşerdi. Eğer bu aşk dağlarda olsaydı dağlar yerinden kalkar yürürdü.‘’

Akıl, şeref ve inanç terazisi  bozuk olan bir insan; yukarıdaki sözler gibi  sevemez, üretemez, aileyi koruyamaz, hatıralara değer veremez, topluma peygamber olamaz ve minacik dünyası ve arzuları için herkese ve her şeye ihanet etmekten başka hiç bir işe yaramaz!

Postmodern insanların ezici çoğunluğu sevgisiz ve soğuktur! Sevgiyi değil, bencilliği ve nihiliizmi tercih ederler. Nefret etmek ve hayata anarşist davranmak onlara oldukça cazip gelir. Lakin sevmek onlar için zordur, çünkü emek istiyor.

Sevgiyi beslemek ve inşa etmek için postmodern insana farkındanlık, empati, estetik gerekiyor! Evet, sevmek için deniyor musunuz? Başkalarına duyduğumuz acıma duygusu ile kendimize karşı duyduğumuz acıma hissi birbirleriyle eşit iki duygu mudur? Kesinlikle iki eşit duygu olduğunu söyleyemeyiz. O halde başkalarının yaşadığı acıları kendi acılarımızla yanyana getirip, harika bir EMPATİ yaparak, insanın ASALAT YOLCULUĞUNA ilk adımımızı atabiliriz!

Kadir Amaç

 

 

 

Hüda-Par’a Sorular!


Sevgili okurlar!

Uzun bir süreden beri güncel yazılar yazmıyordum. İsrail ile Hamas, Cihad ve Hizbullah terör örgütleri arasında yaşanan savaş ve İslam dünyasında dalga dalga yayılan, YAHUDİ VE İSRAİL düşmanlığı beni bu yazıyı kaleme almaya mecbur bıraktı. Önce İsrail milletine ve Yahudilik meselesine kısaca değinmek istiyorum.
Birinci Fasıl!
İsrail milleti ve yahudiler Yakup, Musa ve Kudüs’ü inşa eden Süleyman peygamberin öz torunlarıdır. İnsanlık tarihinde hiç bir milletin hikayesi yahudiler-İbraniler gibi acılarla yazılmamıştır! İki bin yıl boyunca dünyanın her ülkesine sürüldüler. Tarih boyunca gadre uğradı, sürüldü, yakıldı, topluca katledildiler. 1940-1945 yıllarında 1 milyon çocuk, 2 milyon kadın ve 3 milyon yahudi vahşice öldürüldü!
Hristiyan alemi Yahudilerin insan ve mazlum olduğunu ancak ki Nazi soykırımından hemen sonra itiraf edebildi; ancak İslam dünyası hâlâ Yahudileri ‘’LANETLİ BİR KAVİM’’ olarak görüyor! En son 08.10.2023 tarihinde Hamas, ‘’Aksa Tufanı’’ adında binlerce kısa mesafeli füze fırlatarak üç binden fazla sivilin ölmesine sebep oldu. Bu terör saldırısının gerçekleştiği saatlerde, İslam ülkelerinde siyasal İslamcı fırkalar sokaklarda tekbir eşliğinde çıktılar ve bu terör saldırısını büyük bir ibadet olarak kutlamaktan imtina etmediklerini hep birlikte televizyon ekranlarında izledik.

Müslüman milletlerin İsrail’e kin ve nefretle düşmanlık beslemeleri realiteyi değiştirmez. İsrail Ortadoğu’nun birinci ve dünyanın ilk 27 demokratik devletidir! Ayrıca İsrail halkı özgürdür; ancak İran halkı,Türk halkı ve hiç bir Arap halkı özgür değildir. Dolayıısyla Yahudi ve Müslümanların hakikatinin şu olduğunu düşünüyorum: Filistinlilerin İsrail devletiyle yaşadıkları sorun, İslami bir sorun değildir. Bu sorun, Arap, İsrail ve uluslararası güçlerin sorunudur!
İnsanlığa yemin ederim ki; bugün İsrail gücünde bir Müslüman devleti olmuş olsaydı eğer; bütün Yahudileri katl ederdi.
                                                                          İkinci Fasıl

Bir de ÇOK KISACA ‘’Filistin Meselesi’’ne bakalım. Tarihte Filistin diye bir devlet olmadığı gibi, Filistin diye bir dil, bir milliyette yoktur. Yani, tarihte Arap devletleri, Arapça kadim bir dil ve Araplar adında kadim bir millet vardır…

Bu meselede, kimsenin hayranı ve militanı olmadığımı belirtmek istiyorum! Siviller mahsundur, onları öldürenler katildir. İki din ve iki halk arasında adaleti tesis eden şeyin DİN, KAN, DÜŞÜNCE ve DUYGU bağı olduğunu düşünmüyorum. Tam aksine, iki din ve iki millet arasında adaleti sağlayan şeyin HUKUK olduğuna inanıyorum. Dolayısıyla eskilerin tabiriyle İsrail, Filistin ve Hamas’ın teslis-i zâviye meselesini şöyle ifade etmek istiyorum. FİLİSTİN haklı değildir, İSRAİL haklıdır ve HAMAS terör ve cahaletin temsilcisidir.

  Üçünçü Fasıl

Siyasal İslamcıların ne kadar sahtekar ve munafık olduklarını gayet iyi bilenlerden biriyim. Evet, bu işlere 13 yaşında (1984) el attım ve 28 yaşında (1999) (yaka silkeledim!
1999 yılında net olarak şu gerçeğin farkına vardım.

Dünyanın en karanlık noktası islamcı düşünce ve dünyanın en sevimsiz noktası İslam ülkeleri!
Gezegenimizde 2 milyar müslüman nufüs, 56 Müslüman ülke ve 22 Arap devlet olmasına rağmen Türkler, dünyayı Türkleştirmek ve dünyanın hükümdarı olmayı murad ediyor. Araplar ise YAHUDİLERİ YOK ETMEK, her insanı, her toplumu ve her inancı Müslüman yapmak istiyor.

Bakınız, Yahudilerin ve Kürtlerin yerküredeki ahvalini ancak şöyle özetleyebiliriz. Dünyada tek bir Yahudi devleti var ve gene dünyada nüfusu en fazla olan DEVLETSİZ millet Kürtler!
Evet, beyler! Bu dünya adil değil ve bu dünyada en fazla Kürtlere, Çingenelere ve Yahudilere kötülük yapıldığını düşünenlerdenim. Çünkü yerküremizin nasıl haksızca taksim edildiğini, sizce de şu rakamlar gerçeği en güzel şekilde özetlemiyor mu?

Dünyanın toplam yüzölçümü: Beşyüz On milyon!
Rusya Yüzölçüm: On yedi milyon!
Arap Yarım adasının yüzölçüm: Üç milyon!
22 Arap devletinin toplam Yüzölçümü: On Dört milyon!
İSRAİL Devletinin Yüzölçümü: YİRMİ İKİ BİN!
DEVLETSİZ OLAN KÜRTLERİN YÜZÖLÇÜMÜ: 530.000!
Elinizi vicdanınıza koyun ve hakikati siz söyleyin!

                                                                 Dördüncü ve Son Fasıl!
Halklar tarihlerinde bu yana muhakkak birbirlerine güzel şeyler yapmışlardır. Ancak hiç bir millet ve hiç bir din Kürtlerin özgürlük mücadelesinin yanında durmamıştır. Lakin Kürtler her milletin acısına koşmuş; herkesin dinine, ideolojisine, devletine ve özgürlük mücadelesine yardım elini uzatmıştır. Ancak Kürtlerin bir bölümü ulusal kurtuluş mücadeleyi değil ‘’İslam kardeşlik’’ mefküresini tercih etmiştir.
İşte onlardan biri de Kürt toplumunun %1’ni temsil eden ve Kürt sosyolojisinde kırk yıldır bir türlü karşılık bulamayan Hüda-Par-Hizbullah fırkasıdır. Çünkü bu fırka İslamcı hareketlerin, İran ve Türk devletinin ortak bir projesi olarak ortaya çıkarıldı! Burdaki gaye, Kürt yurtseverliğini ve vatanperverliğini İslam’a tahvil etmek ve İslam’ın sılahıyla Kürt ulusal bilinçine suikast yapmak.

Şimde bu, HÜDAPARLILARI geçmişteki Hıristiyanlık kozmolojisine benzetiğimi belirtmek istiyorum: Biliyorum; bu fırkanın musbet ve menfi konularda entelektüel bir fakülteye sahip olmadığını. Şöyle ki; Hıristiyan teolojisinde İsa Allah’ın temsilcisi, Havârîler İsa’nın temsilcisi, kilise ise de havârîlerin temsilcisi!
Hüda-Par’da yanılmıyorsam, kendisini ‘’Allah’ın partisi’’ ve ‘’Allah’ın askeri’’ görüyor! Bu çok ilginç bir durum(!) Oysaki Allah’ın ne bir devleti, ne bir partisi ve ne de bir ordusu vardır! Çünkü evreni yoktan var eden Allah, bu tür saçma sapan sıfatlardan münehzzehtir.

Şimdi yazımın son faslında Kuran’da ŞAMPİYON!
Hamas’da ŞAMPİYON!
Filistin’de ŞAMPİYON!
Kudüs’te ŞAMPİYON!
‘’İslam kardeşliği’’ ve ‘’Ümmetin Birliği’’ konusunda ŞAMPİYON!
Kölelikte ŞAMPİYON! Ve Kürdistan meselesinde KÜMEDE kalan Hüda-Parlıların şu sorularıma yanıt vermelerini istiyorum.

Ey Huda-Parlılar,
80 ve 90’lı yıllarda Türk Devletine “TÂĞUT” ya da “darül küfür” diyordunuz! Öyle değil mi? Hayrola! Bugünde Huda-Par adıyla ‘’Tağut’’ dediğiniz ‘’Çankaya Puthanesi’’ne tilavetler eşliğinde secdeye durmuş ve ona yemin ediyorsunuz! Bu durumda müşrik olmuyor musunuz?
Ey Hüda-Parlılar,
biat ettiğiniz ve İslam’ın hamisi gördüğünüz ‘’Yahudi Cesaret Ödülü’’ alan ve TEK Müslüman olma ünvanını elinde buklunduran Recep Tayyip Erdoğan’dır!
Türklerin Kasrü’l-Beyza Saray’ın da oturan Recep Tayyip Erdoğan’nınıza Ocak 2004’teki Amerika ziyareti sırasıda New York’ta “Amerikan Musevi Komitesi” tarafından “Yahudi Cesaret Ödülü” verildiğini bilmiyor muydunuz? Ya da şöyle sorayım: Yahudilerin dostu biat ettiğiniz Erdoğan mı, yoksa sevgili mustazaf Kürk halkının lideri Öcalan mı?

Ey Huda-Parlılar,
daha dün, Kobané ve Şengal’de IŞİD teröristleri “Allahu ekber” sloganıyla Kürt kadınlarını demir kafesler içinde ”cariye” olarak satarken, neden DİYARBAKIR MEYDANINA İNMEDİNİZ? 

Benzer şekilde Cizre, Nusaybin, Sur, Gever ve Silvan’da T.C.’nin Esadullah timleri de “Ya Allah, Bismaillah, Allah’u Ekber” sloganlarıyla Kürtlerin yatak odalarına kadar girerken; ‘’ aşk burda yaşanır’’ diyen işgalçi Türk asker ve polisine karşı neden tekbir çekmediniz ve yaşasın! Kürdistan, demediniz?
Ey Hüda-Parlılar,
mustekbir Türk devletiniz Rojava Kürdistan’da sivilleri, hastahaneleri, ibadet yerlerini ve elektrik santralini bombaladığında neden sokaklara inmediniz?

Ey Hüda-Parlılar,
Filistin’e özgürlük ve bağımsızlık için meydanlara çıkıyorsunuz. ‘’Filistin’’nin haseten devlet olması için ‘’canımız fedadır Filistin uğruna’’ diyorsunuz! Doğru mu? Ancak Kürtlere Türk, Arap ve İran devletine REÂYA olmayı ibadet sayıyorsunuz! Neden? 

Ey Hüdaparlılar,
ayrıca ne vakit Kürdistan’ın şerefi ve hürriyeti uğruna CİHAD etmeyi ve bu uğurda şehid olmayı düşünmüyor musunuz?
Yoksa ALLAH’IN Müslümanlara DEVLET olmayı Farz-ı ayn yaptığını,
aynı ALLAH’IN, Kürtlere ve İbranilere-Yahudilere DEVLET OLMALARINI HARAM KILDIĞINI MI DÜŞÜNÜYORSUNUZ?

Ey Hüda-Parlılar!
Biz Kürtlerin ülkesini işgal eden İsrail mi?
Biz Kürtlerin dilini yasaklayan İsrail mi ?
Biz Kürtlerin nazik civan bedenlerini çarmıha geren İsrail mi?
Değilse o halde DERDİNİZ NE?
Amacınızın hedef saptırmak olduğunu bildiğim için, ancak şu kadarını söyleyebilirim:
Yalın ayaklı Kürt milletinin, İsrail ve Amerika’yla hiç bir sorunu yoktur! Kürtlerin sorunu işgalci müslüman devletlerledir.
Kürdistan Musa, İsa ve Muhammed peygamberin muhkem AYETİDİR! Her kim ki, bu AYETİ inkar ederse ve ona SAVAŞ açarsa bilsinlerki KAFİR-İNKARCI olmuşlardır!
Kürdistan HAKTIR ve mutlaka NURUNU tamamlayacaktır!
Kadir Amaç- Brüksel

Antikapitalist İhsan Eliaçık! 

Antikapitalist İhsan Eliaçık!

 

Bu yazıy Fidan Güngör’e  adıyorum!

İhsan Eliaçık Twitter resmi hesabında, Hamas ve İsrail ile ilgili attığı aşağdaki  twitlerden dolayı sosyal medya üzerinde gündem konusu olduğu için, 29-11-2013 tarihinde Kürdistan Post internet gazetesinde yayınlanan bu yazımın tek bir harfine   dokunmadan olduğu gibi kendi web sitemde yayınlama gereğini duydum. 

 

İnsan Eliaçık acaba Türk ordusuna ve Türk Polis Teşkilatına yazılan Türkleri Twitter sayfasında engelleme ve pratik yaşamında bu insanları siliyor mu?

Aziz milletimize, savaşçılarımıza, siyasetçilerimize, alimlerimize, düşünürlerimize, aydınlarımıza, sanatçılarımıza ve Kürdistan’ın bağımsızlık mefküresine yönelik itibarsızlaştırma muamelesi yapan; onlara İslami ve sosyalist argümanlarla galebe çalanlara karşı kimse kalemimden kibarlık göstermemi beklemesin.

Türk ilahiyatının ve Türk İslamcılığının, Kürt ve Kürdistan düşmanlığı Mehmet Akif Ersoy’la başladığını daha önceki çalşmalarımda ayrıntılarıyla yazmıştım. 1992 yılında Yeryüzü Dergisi ve Burhan Kavuncu’nun gayretleriyle Kürdistan düşmanlığı meşrulaşacak ve Kürdistan düşmanlığı İslam’ın şartlarından biri olarak Kürt haricilerine (Hizbullah-HüdaPar) empoze edilecekti.

(Bakınızhttp://www.kurdistan-post.eu/tr/toplum/burhan-kavuncu-ve-surekasina-kadir-amac)

 

Bugün ise Kürdistan düşmanlığı üç Kayserili; Mustafa İslamoğlu, Mehmet Göktaş ve son yıllarda kamuoyuna adını “Antikapitalist Müslüman”  olarak duyuran İhsan Eliaçık olacaktı. İşgalci ve müşrik Türk devletinin tedrisatı rahlesinde geçen, bu birbirinden uyanık ve sahtekar yukezzibunları otuz yıldır tanıyorum. Ayrıca Türk evangelizmini ve oryantalizmini andıran yazılarını ve kitaplarını doksanlı yıllarda okumuştum.

İşgalci Türk devletinin karanlık güçleri tarafından tebliğ ve irşad adı altında Kürdistan’da oryantalist faaliyetler yürüten  bu üç Kayserili; tıpkı Hasan Sabah, Nizamül–Mülk ve Ömer Hayyam  gibi kendilerine Mehdilik misyonunu biçecektiler.

 

Mustafa İslamoğlu politik ehlisünnet İslamını, Mehmet Göktaş Kürdistan’da ehlisünnet İslam’ın kadısı ve  ehlisünnet kontenjanları dolu olduğu için Ali Şeriati’nin ve anarşist düşünürlerin fikirlerini hırsızlayarak ortama Ebuzer misyonuyla ”Antikapitalist Müslüman” sloganıyla galebe çalacaktı. Bu piyasadan çok daha karlı çıkacağını düşünen İhsan Eliaçık’ın bu hesabını bozacağım.

 

Dolayısıyla daha önce Mustafa İslamoğlu için kaleme aldığım ”Türk Devletinin Bel’am Bin Baurası” ve Mehmet Göktaş için de  kaleme aldığım “Mehmet Göktaş Kimdir Kürdistan’da Ne İş Yapar?”  adlı yazılarıma bakıldığında bu şahısların ne kadar Kürdistan düşmanı, ne kadar İslam’ın hırsızları, ne kadar sahtekar ve günahkar şahıslar olduğu fazlasıyla anlayacaklardır.

(1)- http://www.rojevakurdistan.com/index.php/component/content/article/114-kadir-amac-/7543-tuerk-devletinin-belam-bin-bauras

(2)- http://www.rojevakurdistan.com/index.php/component/content/article/114-kadir-amac-/7399-mehmet-goekta-kimdir-ve-kuerdistanda-ne–yapar

Bu zaviyeden hareketle  üç uyanık, üç sahtekar ve üç günahkar Kayserili yazı dizimizi İhsan Eliaçık’la sonlandırmış  olacağız.

İhsan Eliaçık 1977-1984 yılına kadar  Türk- İslam menşeeli MTTB,  Akıncılar ve Ülkücü  hareket içinde aktif eylem elemanı olarak çalışmıştır. İhsan Eliaçık, kan ve vahşetle beslenen Türkçü devletinin bekası için ve Türk-İslam ülküsünün tüm milletlere galebesi için, geçmişte başta Kayseri ve Türkiye’nin farklı şehirlerinde şiddet eylemlerine başvurmuş binlerce ülkücü-akıncı militanlardan biridir.

24.08.1980 tarihli Miliyet Gazetesi Türk Güvenlik güçlerinin İhsan Eliaçık’ın da aralarında bulunduğu Türk-İslamcı kampa yaptığı operasyonu, aşağıda görünen biçimiyle manşetten okuyucularına duyurmuştur.   anlatır. 

Ayrıca Oda TV davası kapsamında 14 Şubat 2011 tarihinde tutuklanıp serbest bırakılan Soner Yalçın; 02.09.2007 tarihli Hürriyet Gazetesi’nin köşe yaazısında bu karanlık ve katil Türk İslamcı kampında yakalanan tüm isimler ve  tüm gelişen olaylar hakkında detaylı bilgi verirken İhsan Eliaçık’ın ismini neden ıskaladığı konusu aşağıdaki link okunduğunda pekala anlaşılacaktır. http://arama.hurriyet.com.tr/arsivnews.aspx?id=7203252

Daha sonra Eliaçık 1980-1981 yıllarında Ankara Mamak Cezaevi’nde tutuklu kaldı. 1984 yılında işgalci Türk devletine gönüllü askerlik yaptı. 1985-1988 yılları arasında Kayseri İlahiyat Fakültesi’ni okurken, siyasal İslamcı hareketlerle ve düşüncelerle tanıştı. 1985-1990 yılının başlarına kadar Nurettin Topçu, Necip Fazıl, Sezai Karakoç, Erbakancı ve Türkçü düşüncelerle beslenip düşünsel bir arayış içindeyken; onun o yıllarda isimlerini bilmediği ve eserlerini okumadığı liberal ve yenilikçi İslam düşünürleri olan Muhammed Abduh, Cemaleddin Afgani, Muhammed İkbal, Seyyid Kutup, Fazlurrahman ve Ali Şeriati’nin düşünce sistematiklerini ben ondan önce okumuş olan biriydim.

1990-1993 yılları arasında İstanbul’da inşaat işçiliği yaptığım dönemde, İhsan Eliaçık’ı Yeryüzü Dergisi’nde yayınlanan yazılarıyla Türkçü bir gelenekten,  devrimci  ve tevhidi bir çizgiye geçiş yaptığını  anlamış oldum. İhsan Eliaçık’la ilk ve son karşılaşmam 1993’ün Mart ayında Beyazıt meydanında “Tevhidi ve Devrimci İslami Hareket Engellenemez!” pangartı altında birlikte slogan atmıştık.

Tam bu yıllarda “Değişim” adlı bir dergiyi, bir grup eski ülkücü ve akıncı arkadaşıyla çıkaracaktı. Bu derginin yayın politikası, Ülkücü ve Türkçü gelenekten devrimci İslami çizgiye  yönelişin macerası, İran Devrimi, Müslüman dünyasında gelişen siyasal  İslami hareketler, düzen partilerine oy verme, Türk devleti darül harp mi  yoksa darül İslam mı, PKK’nin “kominist”, “kafir” bir örgüt olduğu ve  İlimci grubun (hizbulvahşet) ise; Kürt-Müslüman kardeşleri olduğu ekseninde tartışmalar yürütülüyordu.

2000’li yılların başlarında ise kendisi gibi Türk devletinin tedrisatı rahlesinden geçen inancı bozuk, amelleri yamuk, Kürdistan düşmanı Hak Söz, Özgür-Der ve benzeri Türk siyasal İslamcı çevrelerle ilişkisi bozulur.  Bu kirli ve necis politik ortamda, patolojik ve psikolojik nevrozlar geçiren İhsan Eliaçık; Kürt gençlerini “Antikapitalist Müslüman” ayak oyunlarıyla devletleşme ve millileşme ülküsünden uzaklaştırma gayreti içinde olduğunu, 1980-1990 yıllarına tanıklık etmiş Kürdistanlı yurtsever dindarlar pekala bilirler ama Özgür Gündem bilmiyor!

Ayrıca Özgür Gündem Gazetesi’nin imkanı varsa, Kayseri Cumhuriyet  Savcılığı’na başvurarak İhsan Eliaçık’ın, yetmişli ve seksenli yıllarda kaç insan katlettiğini veya kaç mazlum insanı Allahu Ekber sloganıyla recm ettiğini öğrenebilir. Hakeza 13 Nisan 2012 yılında “Kürt Sorunu ve İslami Çözüm” adlı panele konuşmacı olarak katılan  Kürdistan Azadi İnsiyatifi’nin değerli  kurucu üyelerinden Yavuz Delal, Kürdistani düşüncelerini beyan ettiği için aynı panelde konuşmacı olarak bulunan İhsan Eliaçık, birden o eski ülkücü alışkanlığıyla refleks gösterip; değerli Kürt aydını Yavuz Delal’a “faşist” diyerek Kürdistan’ın siyasal egemenliğine ne kadar düşman olduğunu şu sözleriyle beyan etmekten imtina etmeyecekti: “Türk egemenliğinden kurtulalım derken Kürt egemenliğini yaratmayalım. Yeni sınırlar yaratmayalım, yeryüzündeki tüm sınırları kaldıralım.”

Bu sözleriyle Kürtlere, domuz etini deve eti niyetine satacak kadar uyanık bir Kayserili olmaktan imtina etmeyecekti. Sofistike kafalı Türk İslamcı İhsan Eliaçık; Türk devletinin putperest  ve terörist bir devlet olduğunu, Tanrıyı meteoroloji işlerine tahvil ettiğini, bin yıldır Kürdistanı işgal altında tuttuğunu, Kürtlerin ontolojik varlığını inkar ettiğini ve fizyolojik varlığına alçakça tecavüz ettiğini, işgalci Türk generallerin ve sömürgeci Türk valilerin Kürdistanı derhal  terk etmeleri gerektiğini, her millet gibi Kürt halkının da kendi öz toprakları üzerinde devlet olması gerektiğini söylemesi gerekirken; “fukara”, “guraba” ve kurabiye edebiyatıyla Musa El Eşari gibi, sahtekarlık yaptığını pekâlâ biliyorum.

Kürdistanlı fakir  ve  emekçi bir ailenin çocuğu olarak  yıllarca inşaat ustası, şu anda ise  yaşadığım şehirde  yaşlılar evinde çalıştığımı siz değerli okurlarımla paylaşmak istiyorum. Ayrıyetten yurseverlik kimliğimi ve ilmi çalışmalarımı  bu zor şartlar altında ilmik ilmik örerek bugünlere geldiğimi belirtmek istiyorum.

Şimdi  İhsan Eliaçık’a şunu söylemek istiyorum: “ antikapitalist” oyununu “Shakespeare” gibi sahneye koyabilirsin, Türk gençlerini ve Türk halkını örgütleyip  tam da bu minvalde Türk devletini alaşağı edip, sınırları olmayan “Dünya Adalet Devletini” kurabilirsin!

Eyvallah! Öyleki  bu, onurlu ve soylu eyleminden dolayı bütün dünya halkları seni ayakta alkışlasın! Ama sen gelir dindar  Kürt halkının ve  dindar Kürt gençlerimizi “antikapitalist Müslüman” ayak oyunlarıyla Türk devlet iktidarı için kullanmaya tenezül edersen bende sana böyle haddini bildirmek zorunda kalırım.

Ey İhsan Eliaçık! Sizin ülkesi işgal edilmiş, dili yasaklanmış, ontolojik varlığı inkar edilmiş ve dünyada Müslümanların tanrısına ve emekçi sınıfına en az saygısızlık yapmış bir halka, antikapitalist ayetler ve antikapitalist tefsirler okuman büyük bir saygısızlıktır.

Eğer “antikapitalist “davanda çok samimiysen bundan sonra, Türk devletinin ve Türkçülüğün  kabesi olan Anıtkabir’in karşısına dikilirsin; milletinin abdestlilerine ve abdestsizlerine İbrahim gibi Musa gibi, Muhammed gibi, Ebuzer gibi, Abdullah Bin Mesut gibi şöyle seslenirsin: “Ey milletimin ileri gelen mele ve mutref sınıfı; Türk devletine, Türk ırkçılığına ve Atatürk felsefesine tapmak büyük bir zulüm ve şirktir!”demelisiniz. Hemen ardından da “antikapitalist manifesto”nun ikinci ayetini  Lut,  Eyke, Ad ve Semud kavimleri gibi, yeryüzünde bolluk ve iktidar hırsından  şımarıp ve sapkınlık yapan Türk milletine okuyup, onları işgal edilmiş Kürdistan topraklarının kurtuluşu ve Kürt halkının özgürlüğü için isyana davet etmelisiniz Heyhat! Siz bunların hiçbirini yapmıyorsunuz? Sadece “fukara”, “guraba” ve kurabiye edebiyatıyla midemizi bulandırıyorsunuz!

kadiramac @hotmail.com

PKK

Şehit Delil Ayhan şahsında tüm Kürdistan şehitlerine ithaf ediyorum!                    

                                         PKK

PKK; “hurûf-ı mukattaa”nın üç harfi!

Muhammed peygamberin ”Hilfü’l Fudul”lu!

Musa Peygamberin asası!

İsa peygamberin mucizesi!

Ahmed-i Hânînin Mem û Zîn’ı! 

 

Kürdistan ülkesinin  ayeti ve gönül dünyamın başkenti!

Heyhat! PKK, kimi zaman tufan!

kimi zaman namlunun ucundaki kurşun!

Kimi zaman Eshab-ı Kehf “mağara ehli”! 

 

Evet, PKK; mutlak sevgi!

Mutlak aşk!

Mutlak hürriyet!

Mutlak asalet!

 

PKK; vicdan, insan ve toplum!

PKK; hak arama, isyan, realite, hakikat! 

 

PKK, doğa!

PKK, kelebek!

PKK, güverçin!

PKK, kartal!

Gece: 02:44

Brüksel

Kadir Amaç

Kadir amac imza günü

Bingöl’e Mektup!

Sevgili Bingöllü-(Çewlik) hemşerilerim,  

Brüksel’den selamlar, sevgiler ve saygılar gönderiyorum. Ayrıca gönül dünyamdan bir demet gül koparıp siz değerli hemşerişlerime armağan ediyorum!

 

Sevgili Çewlikli Hemşerilerim,  

 

Bildiğiniz gibi, Bingöl-(Çewlik), 1925 Şeyh Said ve Azadi Hareket’in merkezi ve ulusal dalganın yayıldığı ilk Kürdistan şehri olarak karşımıza çıkıyor. Çewlik halkı 1925 tarihinden ta bugüne kadar Türk devletinin, kötülük ve inkâr politikalarına karşı kesintisiz mücadele verdiğini hem dost ve hem de düşman çok iyi biliyor! Dolayısıyla bu durumdan ne kadar kendinizden gurur duysanız azdır.

 

Sevgili Çewlikli hemşerilerim! 

 

14 Mayıs Pazar Günü seçim sandığına gidip, Yeşil Sol Parti’ye oylarınızı vereceğinizi, parlamentoya iki vekil göndererek, atalarınızın ve şehitlerinizin mücadele hatıralarına sahip çıkacağınızdan zerre-i miskal kadar şüphem yoktur.

 

Sevgili Çewlikli hemşerilerim!

 

O halde var mısınız; benimle şu sözü vermeye:

Bir oyum var, özgür Kürdistan için!

Bir oyum var, Kürtçe’nin resmileşmesi için!

Bir oyum var, zindanda esir tutulan kardeşlerimin özgürlüğü için!

Bir oyum var, Öcalan’ın avukatları ile görüştürülmesi için!

Bir oyum var, şeyh Said için!

Bir oyum var, şeyh Şerif için!

Bir oyum var, şeyh Abdullah Melekan için!

Bir oyum var, Feqî Hesen Médon için!

Bir oyum var, Sait Elçi için!

Bir oyum var, Yado için!

Bir oyum var, Tellî xanım için!

Bir oyum var, Mustafa Karasungur için!

Bir oyum var, Hayri Durmuş için!

Bir oyum var, İbrahim İnce Dursun İçin!

Bir oyum var, Vahdettin Kıtay için!

Bir oyum var, Zeynel Barak için!

Bir oyum var, Cüneyt Yıldırım için!

Bir oyum var, Delil Ayhan (İlhan Çiftçi) için!

 

Kadir Amaç, Yazar-Sosyolog

Brussel/Belgıum

Kadir amac imza günü

1 Mayıs İşçi Bayramı Kutlu Olsun!

 

17. yüzyılın sonlarına doğru endüstri sınıfının gelişip serpilmesi emek sınıfının örgütlenmesi ve 1848 işçi ayaklanmasını doğuracaktı. İnsanın canavarlaşmasına ve timsahlaşmasına yol açacak bu yeni iş gücünün efendileri, merkantilistler ve onların uzantıları olan komprador sınıfı olacaktı. Bu açgözlü canavar sınıfın, ilk hesap defterini “gizli el” yöntemi ile tutan, formüle eden, açgözlülük, hırsızlık kültürünün meşrulaşmasını ve yaygınlaşmasını sağlayan kişi Adam Smith olacaktı.

Son olarak, sermaye ve emek ilişkisine ”makro ekonomi” yöntemiyle balans ayarını verecek kişi ise John Maynard Keynes olacaktı. Keynes’in ekonomi modeli, Richard Falk’ın “Yırtıcı Küreselleşme” kavramsallaşmasını doğuracaktı. Dolayısıyla Richard Falk’ın kavramsallaştırdığı bu “Yırtıcı Küreselleşme” emekçi sınıfın yeni canavarı olarak karşımıza dikilecekti.

Bundan yüzyıl önce, Amerika ve Avrupa kıtasında emekçiler günde en az 14-15 saat çalıştırılıyor ve tüm sosyal haklardan mahrum bırakılıyordu. 19. yüzyılın başlarında kapitalist sınıf, Amerika ve Avrupa’da iktidarının zirvesine ulaşarak, sömürülen emeğin üzerinde koca bir cennet inşa edecekti. İnşa edilen bu koca cennetin bedeli olarak yerküre ölçeğinde milyonlarca emekçi, açlık ve sefaletle baş başa bırakılacaktı.

İşte tam böylesi bir ortamda Amerika emekçi sınıfı, 1 Mayıs 1886’da 350 bin işçinin katıldığı Mayıs grevlerini başlatacaktı. On binlerce Amerikalı emekçi Şikago sokaklarını inim inim inleterek, kapitalist sınıfla hesaplaşacaktı. Ancak ”vahşi kapitalizm’’ emekçilerin bu hesap sorma girişimlerini bedenlerine kurşun yağdırarak karşılık vermiştir. Emekçilerin bu hak arama girişimleri sonucunda fabrika işçileri öldürülecek; sendika yöneticileri, yazarlar ve demokratik çevreler gözaltına alınacak ve 11 Kasım tarihinde idam edilecekti. Bu vesileyle Amerika işçi federasyonu 1888 yılında öldürülenlerin anısına 1 Mayıs gününü İşçi Bayramı olarak ilan edecekti.

Kürdistan tarihinde ise; Kürdistan işçi hareketi 12 Temmuz 1946’da Kerkük şehrinde ilk başkaldırısını yapmıştır ve her yıl Kürdistan’lı işçiler bu tarihi günü anmaktadırlar.

Modern Türkiye tarihinde işçi hareketi ise çok zorlu badirelerden geçmiş ve ta günümüze kadar gelmiştir. Türkiye’deki örgütlü emekçi sınıfın her hak arama girişimi, Kemalist rejim ve yaratılan sermaye sınıfı tarafından şiddet, ihlal ve mağduriyet yaratmakla engellenmiştir. Türkiye’de emekçi sınıf ilk 1 Mayıs kutlamasını 1909 yılında Üsküp’te yapmıştır. Daha sonra 1976 yılında T.C’nin kolluk güçleri, İstanbul Taksim meydanında 1 Mayıs kutlamasını yapmak isteyen kalabalığın üzerine, kurşun yağdıracak 37 işçinin hayatına son verecekti.

Son olarak 2009 yılında TBMM’de görüşülen 1 Mayıs İşçi Bayramı, TC’nin resmi bayramı olarak yasallaşacaktı. Türk devleti 1 Mayıs işçi bayramını resmi gün belirlemesine rağmen, emekçilerin her yıl işçi bayramını taksim meydanında özgürce kutlamasına engel olmaktan ayrıca imtina etmeyecekti.
Yalnız, sermaye ve emek sınıfının bu zıtlık mücadelesini, 200 ya da 500 yıllık zamana sığdırmanın bilimsel olmadığı gerçeğini ayrıca hatırlatmakta yarar var. Çünkü kadim insanlık tarihinde emek, hak, adalet ve özgürlükten yana olan bir çok büyük sosyal adaletçi şahsiyet; emek adına sermaye sınıfıyla mücadele etmiştir.

Örneğin, sosyalist Zerdüşt din adamı Mazdek, Marx’dan 1400 yıl önce; sanayi, toplumsal üretim ve buhar makinası ortaya çıkmadan, yaşamın tüm nimetlerini tekelinde toplayan (altın ve iktidar) sınıfın dar bireysel mülkiyetine karşı örgütlenerek galebe çalmıştır. Mazdek’in talebelerinden olan Husrev-Mubad, sosyal adalet için, altın ve iktidar sınıfına karşı geldiği için kellesinden olmuştur. Öyle ki, emek ve sermaye sınıfının bu zıtlık mücadelesini Ali Şeriati Kuran’da tespit edecek, Habil’i emeğin, Kabil’i ise sermayenin temsilcisi olarak “İslam ve Bilim” kitabında formüle edecekti.

Sonuç olarak, bu iki zıt kutup insanlık ailesinin beş binyıllık tarihinde şu misyonu oynamıştır: Emek aydınlığın, sermaye karanlığın temsilcisi olmuştur. Dolayısıyla iyilik, kötülük, temizlik, kirlilik, doğruluk, yalan, emek, sömürü, adalet, zülum, özgürlük, esaret gibi kavramlar, bu iki zıt kutbun sembolleri olmuştur.

“Ekmeği elinden alınıp, Muaviye sermayesine karşı gelmeyene şaşar kalırım.” diyen Ebuzer’in sözüyle makalemi sonlandırıyorum ve Ez roşanê xebatkarê Kurdistonon û xebarkar ê dînya bımbarek û piroz kena!

 

kadiramac@hotmail.com

BRUSSEL

                  Kürt Siyasetçi Ve Aydınlarına Mektup

                                                                                                                           

 

                                                   Birinci Fasıl:

 

 Değerli Kürt Siyasetcileri!

Kürdistan davasıyla ilgili fikirlerimi, felsefik ve analitik boyutlarıyla daha önceki yazı ve kitaplarımda açıklayıp, halkımın ve tüm kamuoyunun hizmetine sunmuştum. Bu mektubum ile siz Kürt siyasetçilerine hitap ederken müsaadenizle bu konuya dair fikirlerimi kısaca da olursa bir kez daha paylaşmak istiyorum. ‘’Özerkliği, federasyonu ve bağımsızlığı’’, bu bağlamda da ; ‘’Tedricilik Metodu’’nu sonuna kadar savunuyorum. Yani, her türlü kazanımı hak görüyor, destekliyor, çok değerli ve de anlamlı buluyorum! Bu düşüncem benim KÜRT davasına ilişkin fikirlerimin temelini oluşturuyor.  Diğer bir husus ve daha da önemlisi; Kürdistan topraklarının hiç bir Kürt bireyinin, liderinin, partisinin,  örgütünün, inancının ya da aşiretinin özel mülkiyeti olmadığı gerçeğidir. Hiç bir Kürt diğer bir Kürt’e ‘’Şu köyü, şu kasabayı, şu şehri, şu bölgeyi terk et!’’  deme hakkına sahip değildir. Kürdistan hepimizin evi; hepimiz Kürdistan ülkesinin öz evlatlarıyız. Dolayısıyla hepimiz Kürdistan ülkesinin öz sahipleriyiz.

 Değerli Kürt Siyasetçileri!

Carl Schmitt’in “Dost ve Düşman” metodolojisini, Kürdistan siyasetine güncelleyerek, Kürdistan siyasetine yepyeni bir ‘Hermeneutik’ yöntem kazandırabiliriz. O halde Kürt siyaseti, ‘’tedbirli ve uyanık olmalıdır.’’ diyoruz. Jean Bodin ve Niccola Machiavelli gibi siyaset bilimcilerin; Türk devlet geleneğinin, “barbar ve güvenilmez” olduğu sözlerine kulak vermelidir Kürt Siyaseti.  Türk devletinin devletler liginin en asimilasyoncu ve tekçi devlet; Türk milletinin ise milletler liginin en fazla devlete tapan milletlerinden biri olduğu gerçeğini birçok bilim insanı eserlerinde vurgulayarak siyaset bilimine konu yapmışlardır. Kürt siyaseti de bu Türk devlet gerçeğini bilmektedir. Bu gerçekten hareketle siyaset yapabilmek için, durum ve şartlara göre flexibil(esnek) olmak gerektiğini düşünüyorum.

Ortadoğu’da demokratik ve seküler yaşamı benimseyen ve bunun için değişimin şart olduğuna inanan milletlerin; Kürtler ve İsrail milleti olduğunu düşünüyorum!

Türkler düzelmez!

Araplar düzelmez!

Müslümanlar düzelmez!

Diğer bir önemli husus ise Kürtler ’in Real politik gerçeğe göre hareket etmesi gerektiğidir. Real politik ya da Real Siyaset sosyolojinin bir alt bilim dalıdır ve herhangi bir ideale ya da kurama bağlanmaksızın tamamıyla mevcut gerçeklere uyum sağlayarak hedeflerini gerçekleştirmeye çalışmayı amaçlar. Real siyasetin egemen olduğu bir yerde herhangi bir siyasi organizasyon “egemen olan realitenin içinde,  formel ve Real bir siyaset yürütüyorsa; “siyaset bilimi” buna “hukuk”, “Sosyoloji” ve “realite” ilişkileri ismini verir.

Örnek: Normalde hiç bir Kürt’ün, sömürgeci Türk devletinin resmi kurumlarında çalışmaması ve hiç bir kurumunu meşru kabul etmemesi gerekirken, realite bu kolonyalist koşulları Kürtlere dayatıyor, bazı Kürtler bu dayatmalara isyan ediyor ve bazı Kürtler de teslim oluyor.

İkinci bir örnek ise, Kürtler ’in şimdiki yeni müttefikleri ve dostları olan Amerika, Fransa ve bir dizi demokratik Avrupa ülkeleri ve bunlarla ilişkilerimiz konusudur. Pekâlâ, Kürt siyaseti kısa bir sürede bu devletlerle ilişkileri nasıl geliştirdi? Bu konuyu bilimsel olarak incelememiz gerekiyor. Bana göre, yukarıda bahis konusu ettiğimiz “Hukuk”, “Sosyoloji” ve “Real siyasetin, determinist yasaların bir sonucudur bu ilişkiler. Bu ilişkilerin böyle devam etmesi durumunda Kürdistan ülkesinin çok kısa bir zaman içinde hürriyetine kavuşacağını söylemek mümkündür.

                                              

Değerli Kürt siyasetçileri!

Bu anlamda Real Kürt siyaseti, Québek siyasetini ilham alabilir ve işgalci devletlerin saldırılarına yeni bir serhıldan ile karşılık verebilirler. Kürtler şu sözlerle ülkemizi işgal eden sömürgeci güçlere meydan okuyabilirler :’’Biz Kürtler size yeterince kölelik yaptık ve artık evimizin efendileri olmak istiyoruz.’’ Québek ‘teki Fransızca dilini konuşanların büyük bir bölümü Kanada’dan ayrılmayı ve bağımsız bir Québec ülkesi olmayı ister. Fransızların Kuzey Amerika’ya İngilizlerden önce yerleştiğine dair çok sayıda yazılı kaynak vardır.

Québekliler ile İngilizler arasında, ilk siyasal ve teritoryal egemenlik savaşı; 1759 tarihinde İngilizlerin “Québek Cityi işgal etmesiyle başlar. İngilizler ve Québekliler Abraham Ovaları’nda tarihi bir savaş yapar ve yapılan bu kanlı savaştan hemen sonra İngiliz İmparatorluğu Québekliler’in dillerini ve Katolik Dinlerini resmi olarak tanıdığını ilan eder.

Daha sonra Québekliler tam iki asır uykuya daldı. Québekliler’in, ilkel ve primordiyal (Milli Kökenleri Eskiye Dayanan) milli ruhları 1960’larda yeniden isyanla uyandı. Québekli siyasetçiler ve Québek milleti Kanada devletine şunu haykırıyordu: “ Bizi uzun süre altta ve geri tuttunuz. Kendi evimizin efendileri olmak istiyoruz.” dediler.

 

Kadirşinas siyasetçiler!

Biz Kürtler henüz bağımsızlığımızı kazanmış özgür bir millet değiliz! İslam, sosyalizm ve aşiret refleksiyle bir çatı etrafında toplanmamız ve Kürdistan Davasına hizmet etmemiz mümkün değildir! O halde millet olarak Kürdistan mefkûresi etrafında kenetlenmeliyiz!

Kürdistan mücadelesinde, Kürt parti ve liderlerinin farklı bir epistemoloji ve metodoloji yöntemini takip etmelerini anlaşılır buluyorum.  Çünkü Kürt partileri ve liderleri zahirîde birbirleriyle anlaşmayabilir ama bâtınide birdir yolları.

Kürt siyasetinin bu habitatını en müşahhas biçimde özetleyen on üçüncü yüz yılda yaşamış olan, İranlı Zahid ve filozof Şems Tebrizî’nin “Makalàt” adlı eserindeki şu hikâyeyi örnek vermek istiyorum:

‘’Zamanında biri Farisi, biri Arap, biri Türk, biri Rum dört ortak varmış. Ellerine geçen parayla ne yapacaklarına karar verememişler. Farisi, “ Haydi, “engür” alalım” demiş; Arap ise “ O da ne öyle! “İneb” alalım demiş. Türk ise tutturmuş “üzüm de üzüm” demiş. Bu arada Rum da kararlıymış. “Geçin hepsini, “Ingabil alacağız.” demiş. Çok geçmemiş, dört kafadar kavgaya tutuşmuş.  Dördününde isteği aynıymış ama aynı şeyi istediklerini anlayamamışlar ilkin. Aynı şeyi istediklerini anladıklarındaysa bu sefer yeni bir tartışma çıkmış aralarında. Her biri kendi üzümünü beğenirmiş. Biri kara, biri yeşil, biri sarı, biri mor üzüm salkımını taşırmış. Hepsi kendi üzümünü yere göğe koyamazmış.

Neyseki oradan gönüllere tercüman bir Sufi geçiyormuş. Kavga ettiklerini anlayınca soruna kendisi müdahil olmuş. Dört satıcıdan birer salkım üzüm alıp bir kaba koymuş ve üzümleri ezmiş. Üzümün suyunu çıkarıp kabuğunu atmış. Çünkü aslolan meyvenin özüymüş, posası değil.’’

Bu anlamda bilgi ve birikimleri kulaktan dolma olan bir kısım yazar-gazeteci-siyasetçi kardeşimiz ‘’peşin hükümlü’’ ve toptancı psikolojisiyle hareket ediyor. Kürtler ’in birbirlerine karşı kardeşlik ve sevgi duygularını zayıflatıyor, fitne pompalıyor.  “Biz biliyoruz, siz bilmiyorsunuz.” diyorlar.

Kürt siyaseti ne kadar da rahat ve kolay mekik dokuyor ifrat ve tefrit arasında. Ne diyeceğimi bilemiyorum bazen… Şaşırıp ortada kalıyorum! Lütfen birbirimizi bazı konularda dinleyelim!  Suyun üzerinde yazı yazmaya tevessül etmeyelim! Kendi fikirlerimizi halkın genel doğrularıymış gibi dayatmayalım.  ´´Yeri yararcasına´´ ve ´´başınız gökyüzüne´´ değercesine yürümemenizi tavsiye ediyorum. Hayır! Bu dil biz Kürt aydınlarına ve siyasetçilerine yakışmaz. Bu dili arızalı ve marazlı bulduğumu belirtmek istiyorum. Kendi gerçekliğimizle yüzleşmeliyiz. Gerçekliğimizi oyalayarak daha çok milletimize zarar vereceğimizi bilmeliyiz.

O halde hemen kendimize bakalım. Bizi rahatsız eden, hoşumuza gitmeyen, fikirlerini beğenmediğimiz kardeşlerimizle ilgili tepkimiz ya da en azından içimizde hissettiklerimiz haddinden fazla şiddet içeren ve nefret odaklı değil mi? Bizim gibi düşünmeyen siyaset anlayışlarından, parti, grup ya da bireylerden nefret etmek; bugün, düne nazaran çok daha kolay olmuş durumda. Nefret ettiğimiz kişilerin, grupların, partilerin yolumuzdan çekilmesini, ortadan kalkmasını, yok olmasını istemekle birlikte “Ölsün, gebersin!” dilek ve beddualarında da bulunuyoruz.

Gerçeğimiz şudur ki;  Diğer milletlerin aydın ve siyasetçilerine oranla çok gerilerdeyiz ve çok daha az bir bilgiye sahibiz. Çünkü bilgi ve birikim sahibi olmuş olsaydık, bu konular üzerine felsefik araştırmalar yapar, bilimsel kitap ve makaleler yazardık. Bunlar üzerine de bilimsel münazaralar yapardık. Yani farklı şeyler söyleyemiyoruz. Birbirimizi tekrarlayıp duruyoruz(!)  Üretmek için, sıkı bir okuma, sıkı bir araştırma ve sıkı bir yoğunlaşma gerekiyor sanırsam. Bunu yapmak ise çok zor geliyor bize. Doğru değil mi bu? Bence doğru. Kanımca birçok Kürt siyasetçi ve aydını da bana bu konuda katılıyordur.

 

 

Şu gerçeği de unutmamamız gerekiyor. Milletler liginde en az filozofları, entelektüelleri, bilim insanları, arifleri, edebiyatçıları ve sporcuları olan milletlerden biri de biz Kürt milletiyiz.  İçinde bulunduğumuz durumun sebeplerini Kürtler arası kardeşlik duygusunun zayıflığı,  milli birliğimizin olmayışı, Kürdistan ülkesinin bin yıllardır işgal altında oluşu, Kürtler’ in kendi devletlerini kuramaması, Kürdistan milletinin hürriyetine kavuşamamış olması ve işgalci devletlerin Kürtler arası çelişkilerden yararlanmasıyla izah edebilmek mümkün mü? Doğrusunu söylersem bilmiyorum! Kuşkusuz ki bunlar önemli nedenler. Belki de Kürt milletinin geleceğini belirleyen faktörler bunlar. Bunlara birde bizim Kürt siyasetçi ve aydınlarımızın toplumsal gerçekliğini yeterince araştırmaması ve öğrenmemesini de eklemek ne kadar yanlış olur. Yani biz bu konuda yeterince bilimsel bilgi edinmiyor, okumuyor, öğrenmiyor ve de sorumluluklarımızı yerine getirmiyoruz.

                            

 Muhterem Kürt Siyasetçileri!

Kürt siyasetçileri; Kürdistan’ın siyasal ve sosyolojik koşullarına ya da ‘’nesh’’ ve ‘’mensuh’’ diyalektiğine göre hareket ederek, Kürtler arası yeni bir DİRİLİŞ dalgasını küme küme, bölük bölük, fırka fırka yaratabilirler. Kürt liderler;  ülkemizin ve halkımızın içinde bulunduğu şekavet iklimini suhulet iklimine, Kürt partileri arasında kardeşlik ve demokrasi köprüsünü inşa ederek dönüştürebilirler.

Siyaset kültürümüz Kürdistani sesleri, renkleri ve refleksleri kapsayacak bir niteliğe mündemiç ve aşkın olmayı neden başaramasın ki. Bunun içinde lider, grup, parti, örgüt, cemaat, mezhep, tek inanç, tek düşünce, tek kültürün alışkanlıklarından mutlaka kendisini ırak ve firak tutmalıdır.

Tüm siyasi dinamikler ve öncüleri Kürdistan’ın dört parçasında Kürtler arası birlik köprüsü oluşturarak, Kürtlerin teritoryal ve siyasal egemenliğini hedeflemelidir. Bunun için, diplomatik ve kültürel faaliyetlere ağırlık vermelidirler. Özellikle İngilizce, Almanca, Fransızca dillerine hâkim olan eğitimli, bilgili ve hitabeti güçlü olan kardeşlerimizle irtibata geçmelidirler.

Mektubuma son vermeden önce, dört parçadaki dağınık ve disiplinsiz siz değerli Kürt siyasetçilerine şu önerilerde bulunmak istiyorum:

1-G. Kürdistan Yönetimi Türk Devleti ile geliştirdiği ilişkilerini yeniden düzenlemeli ve alternatif ilişkiler geliştirebilmelidir.

2-Güney Kürdistan yönetimi; PKK, YNK ve diğer tüm Kürt parti ve gruplarıyla cebelleşmeye son vermelidir. Bütün Kürt siyasetiyle, Kürt kültür ve geleneğine uygun; bilim, ahlak ve hukuk karinesini referans alarak, Kürtler arası kardeşliği ve hoşgörüyü mamur etmede ısrarcı olmalı, Güney Kürdistan topraklarında adaleti ve demokrasiyi ikame etmelidir.

3- KDP, YNK ve Güney Kürdistan federe yönetimi kan bağına dayalı; akrabalık, aşiretçilik, ağalık,  şeyhlik gibi geri kurumsal yapılara dayanarak kendini yaşatma yerine modern devlet kurumlarına dayalı, hukukun üstünlüğünü esas alan bir kurumsal inşa sürecini başlatmalıdır. Buna dayalı olarak adam kayırmacılık, rüşvet ve ter dökmeden kazanç elde etme huylarını terk etmelidir.

4- Güney Kürdistan Yönetimi; bilim, teknoloji, tarım, sanayi, markalaşma, kültür, sanat ve spor dallarında terakki içine girmeli ve milli kalkınma hamlesini başlatmalıdır.

5-PKK eski çizgisine dönmeli, eğitim ve basın dili yüzde yüz Kürtçe olmalıdır.

6- HDP’li Kürt vekiller ve yöneticiler Kürtçe konuşmalı. Basın açıklamalarını Kürtçe yapmalıdır. HDP’ li Türk vekiller ise Türkçe konuşmalı ve Türkçe basın açıklaması yapmalıdır.

7- KDP, PKK ve YNK öncülüğünde bütün Kürt partileri ve kurumları bir araya gelmeli ve ulusal konferansa gidilmelidir.

                                      

                                                                   İkinci Fasıl:

 

Ülkesi işgal altında olan, anadilde eğitim dâhil doğuştan gelen tüm hakları inkâr edilen; ‘’Yalın Ayak Kürt’’ milletinin değerli aydınları!

Hâlihazırda toplamda 56 tane Müslüman devlet var. Bunların sadece 22 tanesi Arap devleti. Pekâlâ, Arap Dünyası böyleyken; 50 milyona varan nüfusu ve 530.000 metrekare yüzölçümüyle Kürtlerin hâlâ yerküre gezegenimizde devletsiz olmalarında biz Kürt aydınlarının suçu yok mu?

Ülkemizin dört parçasına yönelik vahşi bir savaş sürerken, ülkemiz tarumar edilirken, geleceğimiz karartılmaya çalışılırken, gerçek aydın sorumluluğu gereği yaşananlara kayıtsız kalamayız. Bu anlamda dünyada, dört parça Kürdistan’da ve özellikle Avrupa’daki Kürt aydınlarının bir kurumsallaşma çabası içinde olması tarihsel bir zorunluluktur.

                                          

Değerli Kürt Aydınları!

Halkımıza yönelik sürmekte olan soykırıma karşı dur demenin zamanı gelmedi mi sizce?  Hiçbir askeri ve siyasi oluşuma dayanmayan, özgürlüğümüzü ve kurtuluşumuzu esas alan, ulusal çıkarlarımızı partiler üstü tutan, tüm Kürt partilerini bir tarağın dişleri gibi müsavi gören; sömürge statüsünün de altında olan Kürdistan ülkesinin bağımsızlığına ve Kürdistan milletinin kurtuluşuna hizmet eden bir birliğe acilen ihtiyacımız var.

İşgalci devletlerin vatanımızdaki siyasi ve askeri varlığına son vererek, ulusal dağınıklığımızı giderip bunu milli birliğe dönüştürmek elzemdir. Ulusal egemenliğimizi inşa edecek bilim, demokrasi ve adalet bilinci ile hareket etmek sorumluluğu ile karşı karşıyayız.

Gidişatı gerçekçi biçimde değerlendirmek, yararlı stratejik fikirler üretmek, siyasi oluşumlara entelektüel destek sunmak için ” ÖZGÜR KÜRT AYDINLAR HAREKETİ” adı altında Kürdistan ve Avrupa genelinde kapsamlı bir tartışma zemini yaratacak nihayetinde de bir konferansta buluşmayı öneriyorum.

 

Değerli aydınlar!

Parti, siyasi örgüt ve kurumların işlevleri farklıdır ama önerdiğimiz konferansa temsilci gönderebilirler. Siyasi kurumlar ulusal çıkarların yanı sıra örgütsel varlık göstermek için örgütsel-partisel çıkarlarını da fazlasıyla düşünür ve kollarlar. Aydınlar ise bu zorlu süreçte ulusal değerleri, ulusal kurtuluşu, ulusal birliği ve toplumsal aydınlanmayı her şeyin üstünde tutarlar, tutmalıdırlar.

Bilindiği gibi aydın insan, ait olduğu halkın ya da içinde bulunduğu toplumun özgürlüğünü savunan, tarihsel-toplumsal ortamı sağlıklı bir şekilde analiz eden, toplumsal ve tarihsel sorunları ortaya koyan; daha iyi, daha güzel, daha yaşanası bir ortamın gerçekleşmesinin sorumluluk bilinciyle bunun mücadelesini verendir. Kısacası aydının partisi, lideri ve çıkarları olmaz. Aydın toplumun vicdanı, kalemi, kitabı ve öğretmenidir ya da uyutulmuş ve köleleştirilmiş bir toplumun peygamberidir!

                                    

 Değerli aydınlar!

Kürt halkının parçalanmışlığı, sömürgeci koşullar sonucunda dünyaya dağılmasıyla Avrupa’da bir Kürt diasporası oluştu. Bugün Kürt aydınların birlik içinde olması her zamankinden daha vaciptir. Kürdistan’ın her dört parçasında sürmekte olan özgürlük mücadelesi karşısındaki aydın sorumluluğu ile halkımızın toplumsal aydınlanmasına katkı sunan, ulusal haklarını savunan örgütlü bir yapıya ivedi bir ihtiyaç vardır.

Kürt aydınları, kısa vadede neler yapabilir? Kürt halkının ciddi bir asimilasyon ve hatta katliam ile karşı karşıya olduğunun bilinciyle, partiler arası milli birliği savunarak Kürdistan’ın herhangi bir parçasında gelişen, gelişebilecek olan ulusal davaya moral destek ve perspektif sunmanın yanı sıra, parçalar ve partiler arası köprü rolünü oynayabilirler. Başta Amerika Birleşik Devletleri, Batı Avrupa Devletleri, İslam ülkeleri,  Birleşmiş Milletler ve Avrupa Parlamentosu v. b. uluslararası kurumlarla dostluk ve diplomatik ilişkiler geliştirmek ve Kürdistan’ın bağımsızlık davasını küreselleştirmek için inisiyatif alabilir.

Bu saydıklarım ve daha da önemli görülebilecek olası konulara dair gelebilecek öneriler için bir dizi konferansa ihtiyaç vardır. Bunun için de önceden bir ‘’Hazırlık komitesi’’nin aramızdan seçilmesi ve şu an için, bu deklarasyonu imzalayan aydınların bir araya gelerek birleşmelerini, yapılabilecek bir dizi konferansın ardından kurumlaşmaya gitmelerini öneriyorum.

Saygılarımla

Kadir Amaç

Belçika-Brüksel

22.02. 2023

Eşekleştirilme!

 

Birinci Fasıl

‘’Hey gafil ne yapıyorsun öyle?’’ diyecektim ama son anda içinde bulunduğu ahvali fark edince söylemekten vaz geçtim. Doğrusu, o ne yaptığını ve ne söylediğini bilmiyordu. Çünkü ateşinin yükseldiğini  ve havale geçirdiğini fark edemiyordu. Muhayyilesi onu mecalsiz bırakmıştı ve kendi ontolojik varlığına yabancılaşmıştı; ancak mahkum olduğu bu hastalığın farkında değildi.

İşte  bu durum, onun yakalandığı ateşin  ve geçirdiğin havalenin derecesini gösteriyordu.  Pençesine yakalandığı ‘’onlarlaşma’’ hastalığı, onun tefekkür ve tahayyül melekelerini felçe uğratmıştı. Geçirdiği bu havalenin, farmokolojik ve psikolojik etkisi altında olduğu için, ülkemize ve yalın ayaklı milletimize kötülük yapan Moğol Devletine yöneticilik, avukatlık, öğretmenlik, müşavirlik, doktorluk, askerlik, muhbirlik, tetikçilik  mimarlık, mühendislik, muhasebecilik yapmanın ona en büyük şeref kazandırdığını düşünüyordu. Kısacası; kadim ülkemize, hatıralarımıza ve mustazaf halkımıza onca kötülükleri yapan Hun Devletine  karşı tek bir erdemli söz sarf etmiyordu. Jiplere biniyordu, en güzel villalarda yaşıyordu,  güzel tatiller yapıyordu, Beyoğlu’da kemalist Solcu yazarlarla kırmızı şarap içiyordu ve yazarların onun için imzaladıkları kitapları büyük bir şerefle okuyordu ve Kürt entelektüeli olmakla avunuyordu.

Sonra çebimden çıkardığım bir not kağıdına Ahmedê Xanî’nin ‘’Mem ù Zin’’, Cegerxwîn’in ‘’Kinem’’ ve Kadir Amaç’ın ‘’Kürtler Yeryüzünün Yalın Ayaklıları‘’ adlı  ilaç gibi gelen kitaplarını yazdım ve eline uzattım. Elimden aldığı bu ilaç gibi kitap reçetesini dikkatle inceledi, doğruca Beyoğlu-İstiklal Caddesinde  bulunan bir Kürt kitap Evine gitti. Kitapçıdan satın aldığı kitapları büyük bir merakla kısa bir süre içinde okudu ve okuduğu bu kitapların etkisiyle ontolojik yörüngesine geri döndüğünü bana haber etti.

Bir gün hiç bilmediğim bu kişiden bana şöyle bir mesaj geldi:

‘’Kimsin’’? dedi.

Filizofum-felsefeyim dedim.

‘’Filozof nedir?’’ dedi.

‘’Söylenmemiş sözü söyleyen, yazılmamış kitabı yazan ve durmadan düşünce ve  kavram üreten kişidir’’ dedim.

Hep, felsefe ve toplum bilim konularında üretmek istemişimdir. Daha dürüst olmak istersem  Konuşmalarımla, kalemimle ve yazdığım kitaplarla hiçbir yazara benzemek istemiyorum.  Büyük İskender gibi kılıçla değil, İsrail Devletinin yaratıcı fikir babası Theodor Herzl gibi kalemimle ve kitaplarımla  bağımsızlık mücadelemizi dünyaya duyurmak, toplumun delisi ve sömürgeci devletlerin teröristi olmak istiyorum.

Daha doğrusu üretiklerimle, konuştuklarımla ve yazdıklarımla toplumu sorgulamaya, toplumda farkındanlık yaratmaya ve toplumun bölük bölük  harekete geçmesini arzuluyorum. Lakin bu, felsefik ve anarşist  yönümden rahatsız olan çok sayıda Kürt aydının oldğunu ayrıca belirtmek zorundayım.

Çeşitli siyasi ve askeri güçlerin gölgesinde, itibar ve ikbal dilenciliğini yapan  kösele suratlı ikinci el aydınlara şunu söylemek istiyorum: Yukarı bölümde değerli bir  okuruma  verdiğim yanıtın bir benzerini de size vermek istiyorum:

Eğer biraz akıllı olursanız, benim gözlerimin sizin kafanızda olmadığını ve sizin beyninizde benim kafa tasımın da olmadığımı anlarsınız. O halde ben sizi kendime, sizde beni kendinize neden benzetiyorsunuz ki? Doğrusu kıskançlığınızı bir türlü anlayamıyorum. Oysaki bir aydının ülküsü, milletinin hafıza inşasına ve aydınlanmasına katkı sunmak olmalıdır. Benim bu çalışmamdaki  asıl amaçım hafıza, aydın ve asalet kavramları üzerinde egzersizler yapmak, yeni bir tartışma başlatmak ve  kendime ve halkıma dürüst davranmak istiyorum.

Örneğin zaman zaman halkıma cenneti vaad eden sahtekar bir din adamı olmadığımı her fırsatta dile getiriyorum. Gene halkıma iyi bir gelecek sunan yalancı bir politikacı da olmadığımı da ısrarla  ifade ediyorum. Biliyorum; bu uyarılarım şimdiden bazılarının uykusunu kaçırdığını ve gecelerini zindana çeviren bir sivri sinek misali gibi geldiğini.

Uykudan felsefe sanatıyla uyandırılanlar önce,  şiddetli bir kızgınlık gösterir ve sonra geç kaldıklarının farkına varınca, uykularını bozanı bulmaya ve kendisine teşekkür etmeye çalışırlar. Ancak, ikinci el Kürt aydını ve Kürt siyaseti için de aynı güzel dileklerde bulunamam. Çünkü bu fırka beni demoralize etmek, görmemezden gelmek, kıskançlığı ve inkarı bana dayatarak yoluma taş koymak istiyor!

 

İkinci Fasıl

Fikir işçiliği için, sağlam bir kafa ve ciddi bir emek gerekiyor. Dolu olmak halî yada çevrimdışı olma durumu başkalarına organlarını kapalı tutma anlamına gelir: çevrim dışı olan bir insan başkasını nasıl görebilir ki? Gerçektende başkasını görmemiz için,  kendimizi iyi tanımamız gerekmiyor mu? Örneğin ben korkuyu, sevgiyi, fakirliği ve zenginliği yaşamamışsam; karşımdaki insanın zenginliğini, fakirliğini, acısını, sevgisini, umudunu ve korkusunu nasıl anlayabilirim ki? Sizce de öyle değil mi?

Kesinlikle, tam olarak şunu söylemek zorundayım: Para çoğaldıkça, erdem ve sevgi azalır ve “güç sendromu” başlar! Dolayısıyla yerküre gezegenine din adamların saçma sapan hikayelerini dinlemek, görgüsüz zenginlere saygı göstermek, devlete itaat etmek, güzel bir ev yapmak için geldiğimi düşünmüyorum. Bu dünyaya özgür olmak, doğru yaşamak, mutlu olmak, sevmek ve öldükten sonra arkamda güzel hatıralar bırakmak istiyorum!

Fransız toplum bilimci Jean Baudrillar gibi, renklere ve çevrim dışı insanlara bakınca ilham alıyorum! Daha doğrusu renklerin dili beni büyülüyor, felsefe yapmama ve hafıza inşa etmeme yardım ediyor! Renklerin dilini, fikir ve dine benzetiyorum! Örneğin kırmızı tutkuyu, mavi sükuneti, sarı iyiliği. Renklerin sıfır derecesi ise, siyah ve beyaz’dır.

Keşke bu dünyaya SİYAH bir Kürt olarak gelmeseydim. Keşke Müslümanlardan uzak Avusturalya’da bir Aborjin olsaydım. Keşke  bu dünya da Türklerle, Araplarla ve Farîsîlerle birlikte yaşamasaydım. Çünkü bana elem ve gam verdiler, elimi kolumu bağlandılar ve beni zindana attılar. Keşke yaşadığım bu ZİNDANDA değil de Kürdistan’da olsaydım ve gecelerimi  Ehmedê Xanî, gündüzlerimi de Qazi Muhammad ile geçirseydim! Tıpkı Yunanlı hatip Demostenes gibi, dağlara, ovalara ve nehirlere ateşli bağımsızlık konuşmalarını yapsaydım.

Ey özgürlük! Nerdesin ve ne zaman geleceksin?  Vallahi, Billahi ,tallahi seni beklemekten yoruldum! Öyleki ruhum pörsüdü, sinem Eyüp peygamber gibi yaralı ve gönül mumlarım sönmek üzere. Ne olursun çık gel artık diyebilseydim.

Yüz yılın en büyük yazarlarından biri olarak gördüğüm Stefan Zweig gibi, ülkem için umutsuz olduğumu düşünmeyin. Lütfen! Beni doğru anlamaya çalışın. Stefan, Avrupa’nın kendini bir felakete terk ettğini, bu felakettin pençesinden kurtulması ve eski haline dönmesinin mümkün olmadığını düşünürken; takvim 1942 gösteriyordu. Lakin büyük yazar Stefan yanıldığını görmeden öldü. Hitlerin kötülüklerine radikal tavır alan, umutsuzluktan ülkesini terk eden ve devletinin kötülüklerine tepki olarak UTANCINDAN dolayı sevgili eşiyle birlikte Brezilya’da intihar eden sevgili Stefan Zweig gibi, zayıf düşmek, yanlış anlaşılmak ve düşmanlarımı sevindirmek istemiyorum.

Tam aksine Devlet fikriyatında Rousseau gibi emekleyerek ilerlemek ve demokrasi konusunda ise Voltaire gibi yere sağlam basarak ülkemin bağımsızlık hafızasına entelektüel katkı sunmak istiyorum. Yani namusumun belasına sahip çıkmak zorundayım. Elbetteki,  namusum ve şerefim vatanımdır; özgürlüğümdür, dilimdir, bayrağımın renkleridir, emeğimdir, erdemimdir, kültürümdür, eşimdir, çocuklarımdır, ailemdir, akrabalarımdır, dostlarımdır, milletimdir, dürüstlüğümdür ve casaretimdir!

 

                                                           Üçünçü Fasıl                       

Kürtlerin milletler topluluğu içinde devletsiz yaşamaları üzücü ve düşündürücüdür. Özellikle Kuzey Kürdistan’da bir ilkokulları, bir ortaokulları, bir lise okulları ve bir üniversiteleri yok. Aynı şekilde dünya devletler liginde bu konuda onlara ciddi yardımlar sunacak ne bir  bir devlet ve nede elinden ututacak kardeş bir millet var. Hakeza Kürt gençlerine güzel ahlaklarıyla örnek olacak ve düşünce iklimleriyle  onların elinden tutup öğretmen olabilecek  bir takım entelektüel insanımızda yok.

Yani doğrusunu söyleyecek olursak, Kürt entelektüelizmi henüz kozalaşmadı. Sadece ‘’Kemalist solculuk’’ taklit eden ve ‘’onlarlaşan’’ ve onlar gibi ‘’saçma sapan roman’’ yazan yazarlar var. İkinci fırka ise, siyasi Kürt partilerin ve askeri güçlerin gazete köşelerinde güncel makale yazan gazeteciler var. Bunlarda, siyasi parti ve örgütlerin yazarları olarak biliniyor zaten.

Pekâlâ, yukarıda sıralamaya çalıştığım imkanlardan mahrum olan bir millet, kendisini nasıl yeniden var edecek ve kendi promordiyal kökleri üzerinde nasıl milli bir hafıza inşa edecek? Bir millet entelektüel bir jenerasyona sahip değilse, o milletin hafıza inşa etmesi mümkün mü? Hafıza inşası  olmadan bir milletin devletleşmesi ve eğitim kurumlarına sahip olması mümkün değildir.

Yani Kürtlerin kısaca bir hafızaya ihtiyacı var. Kendi ontolojik ve promordiyal köklerine uygun bir hafızadan bahs ediyorum. Bu hafıza aslında NEFESTİR. Kürtlere ayit bir nefesin olması gerekiyor. Kürtler şuan nefessiz ve başkalarının nefesiyle nefes alıp veriyor. Başkalarının nefesiyle nefes alıp vermek başkalarını yaşatır, başkalarını mutlu eder, başkalarını zengin eder ve başkalarını güç ve iktidar sahibi yapar.

Bu nefisin doktorları, entelektüel fakültesi ve kalemi güçlü olan bir dizi Kürt düşünürün ortaya çıkmasıyla olur. Sanırsam, bu Kürt düşünürler yavaş yavaş ortaya çıkmaya başladı. Şimdilik, sayıları birkaç kişi olsa da zamanla bu sayının hızla artacağından son derece umutluyum. İşte bahs konusu ettiğim bu özelliklere sahip olan yeni nesil Kürt düşünürler, Kürt milli hafızanın ilk basamaklarını inşa etmekle işe koyulabilirler. Pekâlâ, ama nasıl?

Önce şöyle yanıt vermek istiyorum: Beni doğru anlamanızı istiyorum. ‘’Mehdi’ olmadığımı öncelikle söylemeliyim. Doğrusu ‘’hokus pokusçu’’  değilim. Bir ‘’tarikat şeyhi’’ hiç değilim. Legal ‘’bir siyasi partinin’’ ve illegal siyasi ‘’bir örgütün lideri’’ değilim. Din, ideoloji ve sosyalizim satan bir alış veriş marketi de değilim. Size ne zahiri-etopik bir dünya ve nede size batıni de bir cennet vaad ediyorum. Yeni nesillerin Kürt hafızasını inşa etmelerine yardımcı olmaya, akıllı gençleri teşfik etmeye ve entelektüel bir umud  pompalamaya gayret ediyorum.

Yada şöyle söyleyeyim: postmodern paradigmaya isyan eden ve psikolojileri alt üst olan nihilistler gibi taşkınlığı da önermiyorum. Nihilizm ne demek? Her şeyi eğlenceye dönüştüren, hiç bir şeyi ciddiye almamak, kural ve ahlak tanımayan ve her şeyle istihzah eden bir tür görüş. Gerçekçilik felsefesi benim için en uygun olanıdır. Şu şurubu içerseniz, şu ilaçı kullanırsanız ya da şu iğneyi yaparsanız harika bir insan, huzurlu ve mutlu bir yaşamınız olur demiyorum.

Evet, beyler! Ben hafızadan bahs ediyorum, asaletten bahs ediyorum, farkındanlıktan bahsetdiyorum. Şu karınları şişkin ve enseleri kalın olan üniversite memurları olan profesörler size Kürt genç nesillere, hafızayı, asaleti ve farkındanlığı sağlayabilirler mi?

Hiç sanmıyorum: görgüsüz insanlar MAYMUN gibi yaşar! Bilirsiniz, maymun  bir dizi yeteneklere sahiptir. En büyük becerikliliği ağaça tırmanma sırasındaki gösterdiği, seri ve estetik performansıyla biz insanları kendine hayran bırakır; ancak ağacın zirvesine çıktığında artık ayıp yerini gösterir(!)  Teşbihte hata olmaz; bunlardan asalet çıkmaz, bunların egoları yüksektir, bunlar devlete bağınmlıdırlar, bağımlı olanların asaleti olamaz.

Bu diplomalı aydın tiplerle gerçek hayata karşılaştığım için, kendime hep şunu demişimdir: Diplomalı profesör olmak istemiyorum. Özellikle memur Kürt profesörleri gibi, Alpaslan’ın kurduğu devlete köle olmak hiç istemiyorum. Bu diplomalı aydınları  Camii imamlarına benzetiyorum. Camii İmamları hutbelerinde ayet ve hadis okuyarak halkı köleleştiriyorlar. Devlete ve zenginlere kulluk yapmanın ibadet olduğunu söylüyorlar ve halk zamanla yalanın yalancısı ve hakikatin düşmanı olu verir. Sömürge devletin Kürt profesörleri, bilim ve eğitim adına Kürt gençlerini eşekleştirdiklerini düşünüyorum. Eğer idia ettiğim gibi olmamış olsaydı, Kürt halkının ulus ve vatan bilinçi bugüna kadar güçlü bir şekilde ortaya çıkardı.

Gerçekten de bu profesörlerin karınları neden hep şişkin ve boyunları bir ağaç gövdesi gibi neden hep kalın olur? Merak ettiğim şey şu: bu profesörlere babaları, anneleri, eşleri, çocukları ve öğrencileri karınlarının şişik ve ve enselerinin kalın olduğunu merak edip neden sormuyorlar? Örneğin bu profesörlerin eşleri; sokaklarda, şehirlerde ve kıtalarda insanlar aç ve susuz yaşıyor. Sizler tıka basa yiyerek göbeğinizi şişirmekten ve ensenizi kalınlaştırmaktan utanmıyor musunuz? Ya da memuru olduğunuz bu devletin yasaları Kürtlerin dilini yasaklarken, polis Kürt şehirlerinde haydutluk yaparken ve gözlerinizin önünde her gün  cereyan eden bir dizi kötülüklerden rahatsızlık duymuyor musunuz? Vicdanınız nerede ve yoksa onu da para karşılığında sattınız mı?

Tam bu noktada 86 yaşındaki annem aklıma geldi. Sevgili annem, bana her WhatsApp konuşmamızda şunu söyler: ”Allah’ı seviyordun, hiç bir ücret istemeden insanları İslam dinine davet ediyordun, onlara paranı infak ediyordun, evine misafir alıyordun, ekmeğini ve kitaplarını onlarla paylaşıyordun. Ancak arkadaşların senin gibi dürüst olamadılar. Tamamına yakını Türk Devletine  memur oldular ama sen olamadın memur!” Belê Dayê, memur olmadım ama  FİLOZOF-FELSEFE oldum” dedim.

İşte budur benim olaylara, realizme, dine, demokrasiye ve sosyalizme bakış pencerem. Tam bu fasılda toplumu ayaklandırmak bir zeka ve akıl işidir diyorum! Toplumsal EŞEKLEŞTİRMENİN karşısında duran  Aydın kişidir.  Aydın asalet sahibidir, farkında olandır, zalimin karşısında dimdik durandır. Aydının sinesinde  vicdan, sevgi, ahlak, estetik, bağımsızlık, özgürlük, adalet, hukuk ve demokrasi mefkûresini taşır. Yani AYDIN KENDİ TOPLUMUNUN PEYGAMBERİDİR.

O halde aydın olma rolünü oynamalıyım. Kürdistan’ın tanıklığını yapmak, sadece bir siyasi parti ve askeri bir güce mi munhasır? Hayır, onlar kendileri adına mücadele veriyor. Onları selamlıyorum ve gönül dünyamdan bir demet gül koparıp armağan ediyorum. Peki, ya ben ne yapıyorum?  Neden bende Ashâb-ı Kehf gibi, ülkemin tanıklığını yapmayayım ki?  Neden harekete geçmiyorum? Kürt Siyasi Hareketin ülkemi kurtaracağı günü mü beklemem gerekiyor? Yoksa Allah’ın Kürtler için katından bir melek yada bir kurtarıcı peygamber göndermesini mi beklemeliyim. Hayır, hiç kimseyi beklememeliyim, hiç kimseye umud bağlamamalıyım, kendimi onlara bağımlı yapmamalıyım ve hemen ayağa kalkmalıyım, insiyatif almalıyım ve uyarmalıyım.

 

            Dördüncü Fasıl

Tıpkı  MS 250 yıllarında Doğu Roma İmparatorluğu sınırları içinde yaşayan bir grup Ashâb-ı Kehf gençleri gibi, zalimlerin tanıklığını yapmak için harekete geçmeliyim.  Ashâb-ı Kehf genç aydınların hikayesi Kuran’ın Kehf Süresinde konu edinmiştir. Bu  hikâyenin asıl kaynağı, Hinduların kutsal metni olan Mahaprasthanika Parva‘da ve Hiristiyan teoloji kaynaklarında geçmektedir. Kuran’da geçen hikayeyi anlatmam daha doğru olacaktır: İslamcılık yaptığım yıllarda(1984-1999), irşad ve tebliğ çalışmalarında bu hikayeyi sık sık sohbet konusu yapardım. Bana göre bu genç aydınların kıssası üç fragmenten oluşuyor: Birincisi: zalim ile mazlum, efendi ile köle, sömüren ile sömürülen, rab ile kul ilişkileri. İkincisi: zaman ile mekan. Üçüncüsü: Doğa, tarih, toplum, din ve insan kibrini konu ediniyor.  İşte bu çalışmamda Ashâb-ı Kehf hikayesini, Kürt siyaset mücadelesine ve Kürt düşünce iklimine taşımak istiyorum. Bu hikayenin bizim din sosyolojimize uygun düştüğünü ayrıca belirtmek istiyorum.

Doğu Roma İmparatorluğunun sınırları içinde, Kralın yasalarını yaşamlarına ihate etmeyen ve kralı RAB olarak görmeyen her insanın kellesi acımasızca uçuruluyordu. İşte böylesi bir siyasi atmosferde bir grup Doğu Romalı aydın genç ortaya çıktı. ‘’Hayır, biz krala ve yasalarına boyun eğmeyeceğiz. Çünkü Allah, hepimizi eşit ve hür yaratmıştır. Seni ne kralımız ve ne de rabbimiz olarak görüyoruz. Çünkü bunu yaparsak, rabbimize şirk koşmuş oluruz.’’ dediler.

Gençlerin krala olan bu isyanlarını  gören bir grup iyi insanlar içinde birisi onlara dedi ki; “Madem ki, isyan ettiniz krala ve otoritesine  o halde mağaraya sığınınız ‘’ dedi. Gençler mağaraya sığındılar, sayıları tam olarak bilinmiyor, yanlarında bir köpekleri de vardı. Allah onları uyutu, rahat etmeleri için ‘’sağa ve sola dönmelerini’’ sağladı.

Daha sonra neler olup bittiğini Kuran’dan dinleyelim: Uyanınca birbirlerine soru sormaya başladılar. İçlerinden biri arkadaşlarına “Burada ne kadar kaldınız?” dedi. Arkadaşları “Birgün ya da daha az bir süre kaldık ” dediler. Arkasından dediler ki; “Ne zamandan beri burada olduğumuzu Allah hepinizden iyi bilir. Şimdi şu gümüş para ile birinizi şehre gönderin de en temiz yiyeceği kimin sattığına baksın, birazını size getirsin. Fakat dikkatli olsun da kesinlikle burada olduğunuzu hissettirmesin. “ Keyf Süresi-19 ayet

İçlerinden biri yanına bir gümüş para alıp dikkatlice şehre giriş yaptı. Sağına ve soluna baktı. Şehri terk etmelerinin üzerinden çok uzun bir zaman geçtiğini anladı. Doğup büyüdüğü şehrin çehresinin komple  değiştiğini görünce şaşırdı.

Daha önce görmeye alışık oldukları şeylerden ve eserlerden hiç bir iz kalmadığını kendisinin asırlar önce yaşamış bir kuşağa mensup olduğunu, insanların nazarında ve duygularında şaşkınlık uyandıran garip bir insan olduğunu, kendisine normal insanlar gibi davranmasının mümkün olmadığını, kendisinin mensup olduğu aile, akraba, gelenek, Kültür, inanç ve benzeri alışkanlıkların mevcut olmadıklarını, kendisinin ve arkadaşlarının  canlı birer TARİHİ ESERE BENZEDİĞİNİ anladığı zaman aradan tam 300 yıl geçtiğini öğrenecekti. Bu insanın içine düştüğü dehşeti  ve yaşadığı o büyük şaşkınlığı düşünmek ise, Kürt siyasetçilerine ve Kürt aydınlarına kalıyor.

Bana göre bu şaşırtıcı hikayeden çıkarılması gereken ders doğa, tarih, toplum ve din zindanından nasıl kurtulacağımıza yardımcı oluyor: Bugün Kürt siyatinin önemli bazı güçleri biz Kürtleri MS 250 yılında yaşamış Ashâb-ı Kehf götürmeye çalıştıklarını artık fark etmelidirler. Oysaki biz Kürtler 21. Yüzyılda yaşıyoruz. Kürt siyaseti bu yüzyılın aklıyla, ruhuyla, sosyolojisiyle  ve bu yüzyılın postmodern devlet felsefesiyle hareket etmediği için, Kürt ülkesi dünyayla diyalog kuramıyor ve ülkesini hükümdar yapamıyor. Kürt siyaseti bizi Ashâb-ı Kehf  yada ‘’Soğuk Savaş Dönemi’’ne götürmekten artık vaaaz geçmelidir ve küresel çağın düşünce iklimine girmeli ve küresel çağın mücadele entsrümanlarını kullanmalıdır.

Çünkü her şey hızla değişiyor. Bu hızlı değişim biz insan toplumlarını doğa, tarih, toplum, ideoloji ve din zindanından alıyor,  bilim ve aydınlık iklimine bırakıyor. Ama siyasetimiz ideolojik davranmaktan ısrar etmeye devam ederse  Kürtler çok büyük kayıplar yaşayacaktır. Örneğin  bir asır önce sosyalizmin en büyük ülküsü, insanı özgürleştirmek ve sosyalist bir sistem içinde adaleti mamur etmekti. Bakıyoruz, sosyalizim ideolojisi yüz yıl içinde ne insanı ne de toplumu özgürleştirebildi. Adeta herkesi hizibperest, LİDER VE DEVLETİN KÖLESİ YAPTI!

Biz Kürtler, bu tapıcılık meselesinde Türklere ve Araplara çok benzemişiz! Tıpkı onlar gibi, kendimize helvadan putlar yapıyoruz ve acıktığımızda  onları yiyoruz! Umarım Kürt siyaseti Ashâb-ı Kehf gençleri gibi üzerinde yaşadıkları şehrin, ülkenin, kıtanın ve gezegenin elektronik bir çağ olduğunun farkına geç olsada varacaklarını ve kullandıkları bilginin, mücadele yönteminin, düşüncenin ve yaşam biçiminin tarihi eser olduğunu anlarlar.

 

kadiramac@hotmail.com/ https://twitter.com/KADIRAMAC

Bangawaziya Li Rewşenbîrên Kurd!

Bangawaziya Li Rewşenbîrên Kurd!

Rewşenbîrên hêja yên ku welatê wan di bin dagirkeriyê de ye û mafên wan ên jidayîkbûnê bigire heya mafê perwerdehiya bi zimanê dayikê jî tê înkarkirin û qedexe kirin!

Li ruyê cîhanê bi temamî, 56 dewletên misilman hene. Tenê 22 ji wan dewletên Ereban in. Baş e, ma em ronakbîrên Kurd ne sûcdar in ku Kurdên bi nifûsa xwe ya 50 milyonî û rûbera erdnîgariya 530 hezar metreçargoşe hê jî li ser gerstêrka me bêdewlet in? Dema ku li dijî çar parçeyên welatê me şerekî hovane diqewime, welatê me tê wêrankirin û hewl tê dayîn pêşeroja me were tarîkirin, em nikarin li hember tiştên ku diqewimin ji ber berpirsyariya rewşenbîrên rasteqîn xemsar bimînin. Di vê wateyê de pêwîstiyeke dîrokî ye ku rewşenbîrên Kurd li cîhanê, li çar parçeyên Kurdistanê û bi taybetî jî li Ewropayê hewldaneke sazîbûnê bidin meşandin.

Pêwîstiya me bi lezgînî bi yekîtiyek heye ku pişta xwe bi tu pêkhateyên leşkerî û siyasî ve girê nede li dijî jenosîda berdewam a li ser gelê me, li ser bingehê azadî û rizgariya me be, berjewendiyên me yên netewî di ser partiyan re bigire û xizmeta serxwebûna welatê Kurdistanê bike. Di bin statûya kolonyal û rizgariya neteweya Kurdistanê de ye.

Bi vê boneyê em bi berpirsyariya ku dawî li hebûna siyasî û leşkerî ya dagirkerên Tirk-Ereb-Fars li welatê xwe bînin, bêrêxistinbûna xwe veguherînin yekitiya neteweyî û bi hişmendiya zanistî, demokrasî û edaletê bi armanca netewetiya xwe tevbigerin.

Ji bo ku rewşa heyî bi awayekî realîst binirxînin, ji bo ku fikrên stratejîk ên bikêrhatî derxînin holê û ji bo pêkhateyên siyasî piştgirîya rewşenbîrî bê kirin, ez pêşniyar dikim ku bi navê “TEVGERA AZADÎYA KURDÎ ya AZAD” konferanseke berfireh bê lidarxistkin û li seranserê Kurdistanê zemîneke guftûgoyê ya berfireh bê çêkirin.

Karên partî, rêxistin û dezgehên siyasî cuda ne; lê ew dikarin nûnerên xwe bişînin konferansa ku em pêşniyar dikin. Li gel berjewendiyên neteweyî, saziyên siyasî jî ji bo hebûna xwe ya rêxistinî nîşan bidin, li berjewendiyên xwe yên rêxistinî-partî difikirin û temaşe dikin. Li aliyê din rewşenbîr di vê pêvajoya dijwar de nirxên netewî, rizgariya netewî, yekîtiya netewî û ronakbîriya civakî esas digirin.

Weke ku tê zanîn ronakbîr ew kes e ku azadiya gelê xwe an jî civaka ku tê de ye diparêze, hawîrdora dîrokî-civakî bi awayekî kur analîz dike, pirsgirêkan derdixe pêş û ji bo pêkanîna rewşek çêtir têdikoşe. Bi hişmendiya berpirsiyariyê jîngehek xweşiktir û xweştir. Bi kurtî, rewşenbîr ne xwedî partî, ne serok û ne jî berjewendî ye. Ronakbîr wijdan, pênûs, pirtûk û mamosteyê civakê ye. Yan jî pêxemberê civakeke ku hatiye tevizandin û bûye kole ye.

Di encama perçebûna Kurdistanê de şert û mercên kolonyalîzmê û belavbûna Kurdan li seranserê cîhanê, li Ewropayê dîasporayeke Kurd derket holê. Îro ji her demê zêdetir mecbûrî ye ku rewşenbîrên Kurd bibin yek. Pêdiviya lezgîn bi pêkhateyek rêxistinkirî heye ku bi berpirsyariya rewşenbîran li hemberî têkoşîna azadiyê ya her çar parçeyên Kurdistanê, di ronakbîriya civakî ya gelê me de bibe alîkar û mafên wî yên netewî biparêze.

Rewşenbîrên Kurd di demeke kurt de dikarin çi bikin? Bi zanîna wê yekê ku gelê Kurd rastî asîmîlasyoneke giran û heta qetlîameke giran tê, dikare rola pirekê di navbera partî û sazîyan de bilîze, her wiha bi parastinê re piştgirî û perspektîfek manewî bide doza neteweyî ya ku li her parçeyekî Kurdistanê pêş dikeve. Yekîtiya neteweyî ya di navbera partiyan de. Pêşxistina dostanî û peywendiyên dîplomatîk bi Dewletên Yekbûyî yên Amerîkayê, dewletên Ewropaya Rojava, welatên Îslamî, Neteweyên Yekbûyî, Parlamentoya Ewropayê û saziyên navneteweyî yên mîna wê re û globalîzekirina doza serxwebûna Kurdistanê dikare pêşengiyê bike.

Ji bo van pêşniyarên li jor û hîn girîngtir û lezgîntir pêwîstî bi konferans û rêze konferansan heye. Ji ber vê yekê ez pêşniyar dikim ku beriya niha di nav me de “Komîteya Amadekar” bê hilbijartin û heta niha rewşenbîrên ku ev deklerasyon îmze kirine bên cem hev û piştî rêze konferansên li pêş me bibin sazî.

 

Ligel rêz û silavan.

 

Kadîr Amaç

Belçîka-Brûksel

 

Têbînî: Hevalên rewşenbîr, ên ku danezanê dixwînin û dixwazin îmze bikin, dikarin nav, paşnav, şax û navê welatê ku lê dijîn binivîsin û ji navnîşana jêrîn re bişînin:

Kadiramac@hotmail.com