Hayatın Bulmacasını Çözmek

                                             

 

Sokrates’in  “Sorgulanmayan hayat yaşanmaya değmez” ve Adorno’un  “Yanlış hayat doğru yaşanmaz.” simetrik sözlerini çok önemli bulduğumu belirtmek istiyorum. Ayrıca Adorno’nun “Yanlış hayat doğru yaşanmaz” ifadesini Googleleşen Toplum kavramımızla yeni felsefik çözümleme yaparak doğru hayat modelini ortaya çıkarmaya geyret edeceğim. Örneğin, “Yanlış hayat doğru yaşanmaz.” sözünün çözümlemesine şöyle başlayabiliriz: Kim bizi yönetiyor, kim bizi denetliyor, kim bizi gözetliyor, kim bizi yargılıyor, kim bizi sansürlüyor, kim bizi ödüllendiriyor, kim bizi korkutuyor, kim bizi cezalandırıyor? Bunu yapanlar hangi kriterleri esas alıyorlar? Yahut galakside-samanyolunda iki yüz milyar yıldız varken, bu durum insanlığın dikkatini neden çekmiyor?

Fransız edebiyatçı yazar André Gide’yi Ali Şeriatî’nin kitaplarında tanımıştım. Nobel Edebiyat Ödüllü yazarın 1996 yılında “Vatikan Zindanları” adlı başyapıtını okumuştum. Hatırladığım kadarıyla romanın en etkileyici bölümü yaklaşık olarak şöyle idi: Aman Allah’ım! Ben ne yaptım? içinde birlikte yolculuk yaptığımız şu trenin kompartmanında hiç tanımadığım, hiçbir nedenini bilmediğim ve bir hiç uğruna bu adamı trenin penceresinden dışarıya neden attım.

Bir insan bir insana karşı nasıl böyle acımasız olabiliyor? Bu durum aklıma  “Leviathan” adlı eserin ünlü yazarı Hobbes’un “İnsan insanın kurdudur.” sözünü hatırlattı. Thomas Hobbes, siyaset felsefesini incelerken, “İnsan insanın kurdudur.” sözüyle insanın patolojik anatomisi üzerine kafa yoruyordu. Hobbes bu önemli sözüyle insanın doğası gereği bencil olduğunu söyleyerek bencil arzularını gerçekleştiren mutlu bir kurt metoforunu kullanıyordu. Kendisinden sonra gelen ahlakçı İngiliz filozof Mill; “ Mutlu bir domuz olmaktansa mutsuz bir Sokrates olmayı tercih ederim.” diye ahlaki uyarıda bulunuyordu.

Aslında insanın insana ve topluma karşı taşkınlık yapmasının birçok nedeninin olduğunu gözlemlemek mümkündür. Olaya sadece Hobbes’un mahfilinden bakmamız bizleri  büyük bir yanılgıya mahkum edecektir. Evet, insanın doğasında bencillik vardır, ancak insanın doğasında aynı zamanda başkaları için fedakarlık yapma dürtüsünün de olduğunu bilmemiz gerekiyor.

İslam filozofu Farabi, liberalizm filozofu Loce, demokratik toplum filozofu Rousseau’nun “insanın insanın kurdu” olmasının birçok sebepten kaynaklı olduğunu ortaya koymuşlardır. Dolayısıyla insanın doğasında hem iyilik hem kötülük kromozonlarının olduğu gerçeğini kabul etmemiz gerekiyor. Biyolojik melekelerimizi kontrol altında tutma, onları eğitme, dizginleme ve yönetme alışkanlıklarını kazanmasının tamamıyla insanın çabasına ve iradesine bağlı olduğunu rahatlıkla söylemek mümkündür. İnsan, toplum ve devlet  kendisini bu yönlü eğittiği vakit, yaşamda kötülükler tamamıyla ortadan kalkmaz; lakin yanlış yaşam kültürünün zayıflayacağı muhakaktır.

Google Toplumu’nun en büyük özelliği bireysellik kültürünün zirveye ulaşmasıdır. Özelde birey, genelde toplum kendini sorgulamıyor! Örneğin şeyler yerinde mi, ben yerinde miyim, toplum yerinde mi? Aman Allah’ım! Kitâb-ı Mukaddes, sanki bugün için konuşuyor gibi; RAB Kabil’e, “Kardeşin Habil nerede?” diye sordu. Kabil, “Bilmiyorum, ben kardeşimin bekçisi miyim?” diyordu. Yüzyılımızın en önemli felsefecilerinden biri olan Emmanuel Levinas, bencil, kıskanç ve öfkeli Kabil’in bu çirkin sorusuyla “her türlü ahlaksızlığın” başladığına dikkat çekiyordu. Bu anlamda bana göre hayatı yaşayan üç çeşit insan vardır:

Karanlıkta Yaşayan İnsanların Hayatı: Karanlık bir hayatı yaşayanların  ezici çoğunluğunu şöyle tarif etmek istiyorum: Bu insanların gözleri hiçbir şeyi görmez, beyinleri hiçbir şeyi fark etmez ve şeyleri görmedikleri ve fark etmedikleri için sorgulama melekeleri neredeyse ölü gibidir. Bunların misalini, çölde ateş yakan adamın örneğine benzetiyorum. Ateş, adamın çevresini aydınlattığı zaman, aydınlıkta kısa bir mutluluk yaşar ve ateş alevi sönünce  karanlığın içine tekrar gömülür. Veya zifiri bir karanlıkta çakan şimşeğin etkisiyle önce dehşet bir korkuya kapılır, önünü görür, yürümeye başlar ve şimşeğin etkisi bitince yoluna karanlık  çöker ve yürüyemez bir hale gelir. Kısacası burada mutlu bir hayat yoktur. Adeta burdaki hayatın her tarafında korku, hazır ve nazır bekliyordur.

Puslu Havada Yaşayan İnsanların Hayatı: Burda tam karanlık bir hayat yoktur. Burdaki hayat puslu gözlüklerle yaşıyor. Sis kütlesi içinde yaşayan burdaki insan hayatı Bauman’ın tabiriyle “biraz özerk, biraz da özgür”dür. Ancak bu özgürlük ve özerkliğin de sınırlara bağlı kalarak yaşadığını belirtmeliyiz. Bu durumu şöyle izah etmek mümkündür: Yaklaşık yüz metre mesafede olan insanları görebiliyor, inceleyebiliyor, sorgulayabiliyor. Aynı şekilde yüz metre yakınında olan her nesneyi ve her canlıyı tanıyabiliyor. Lakin görüş mesafesi uzağı göremiyor. Örneğin, iki yüz metre ilerisinde duran hiçbir nesneyi göremiyor! İlerisini görmediği için, yakın ve uzak tehlikeleri görmemiş oluyor.

Aydınlıkta Yaşayan İnsanların Hayatı: Aydınlık ikliminde  yaşayan insanların sayısı oldukça azdır. Bunlar, ışıldayan ve özgür olan insanlardır. Görüş mesafeleri her canlıyı, her nesneyi, her tehlikeyi görebiliyor ve tehlikelere anında önlem alabiliyor. Bu hayat ikliminde her şey görülüyor, her şey fark ediliyor ve her şey sorgulanıyor ve her gün yeni şeyler keşfediliyor.

Elbette ki yaşamın güzergahları üzerinde bir dizi tümsekler ve tırmanışı zor olan kayalıklar hep var olurlar. Birey ve toplumun yaşam mücadelesi önündeki bu tümsekler ve kaya tırmanışları elbette ki farklılıklar arz ederler. Örneğin, akıntısı güçlü olan bir nehirde  bir ağaç kütüğünün üzerinde sal yapan biri, açık denizlerde yol alan bir gemi kaptanı gibi pusulaya ihtiyaç duymaz. Çünkü o, nehrin akıntısını pusula olarak takip eder. Elbette ki saldaki nehrin akışını takip ederken, engelleri kürek çekerek aşacaktır. Fakat bu durum, deniz üzerinde gemi yürüten  kaptanlar için geçerli değildir. Çünkü gemi kaptanları gelgeç  rüzgarlarda, değişken ve güçlü dalgaların arasında yönlerini kaybetmemek için, önceden ROTALARINI belirlerler.

Erdem sahibi insanların hayatı, bela ve musibetlerle doludur. Hayat onlara karşı çok acımasızdır.  İşkenceler, zindanlar, sürgünler  ve ölüm korkusu onları erdemli yaşam çizgisinden koparmaz. Tıpkı çarmıha gerilen Mesih gibi, mahkum edilen Sokrates gibi, işkenceye boyun eğmeyen Ebu Hanife gibi! Dolayısıyla sorumluluktan kaçmak, asaletin önüne bahaneler koymak, doğru yaşamdan uzaklaşmak, AHLAKA ve FELSEFEYE karşı çevrimdışı olmak için, orada burada GOYGOY yapmak sadece zihinleri dağıtmak içindir. Goygoy kültürü Google üzerinde gerçekleşiyor. Google bize GOYGOY KÜLTÜRÜNÜ benimsetmiş, beynimizi ele geçirmiş ve kendisinin kontrolünde bir algoritma yaratmıştır!

Dijital çağın insanları olarak hayatımızla ilgili kararları biz  alamıyoruz. Yaklaşık olarak hayatımızla  ilgili en önemli kararları  Google’un beyinlerimiz üzerinde yaratığı algoritmanın verdiğini görüyoruz. Dijital  devletlerle birlikte  çalışan GOOGLE; alkol, sigara ve uyuşturucu maddelerinin insan bedenine büyük zararlar verdiğini ileriye sürerken, Bauman’ın da belirtiği gibi; insanın zihin sağlığını  daha yüksek düzeyde tehdit eden kötü filmler, kötü kitaplar, kötü reklamlar, kötü ideolojiler ve kötü dinler hakkında neden tek bir yasal düzenleme yapmıyor? Değerli dostum Kürt yazar Şefik Peşeng’in bu hususta çok önemli bulduğum bir değerlendirmesi var: “Google Çağı’’ ya da “Yeni Teknoliji Çağı’’ bize bir yandan  muhteşem bilgi kanalları açıyorken, bilime ve bilgiye ulaşmayı oldukça kolaylaştırıyorken; öte yandan bizi tembelleştiriyor. İnsan, ama daha çok genç insan bu çağa daha çabuk uyum sağlıyor. Ya da uyum, işine daha çok geliyor. Beyin tembelleşiyor. Düşünme süreci disiplinden kopup reflekslere dönüşüyor. Uzun olan yorucu, kısa olan sonuc alıcı oluyor. Bu nedenle sloganlar, başlıklar, podcastler, TikToklar daha çok öne çıkıyor. Okumanın yerini seyretme alıyor. Beyin küçülüyor. Beyin, üretme yerine dışarıdan gelen kıvılcımlarla yetiniyor.

Google Çağı’nın en önemli postmodern sosyologlarından biri olarak gösterilen Polonya asıllı Yahudi Zygmunt Bauman, çağın bireyselleşme krizini Orwell’ın “Bin Dokuz Yüz Seksen Dört” adlı  ünlü eseri üzerinde durumu harika bir şekilde özetliyor. İngiliz yazar George Orwell tarafından kaleme alınmış olan bu eserin politik, alegorik ve distopik bir roman olduğunu değerli okurlarıma hatırlatmam gerekiyor.

Bauman’ın, Orwell’ın başyapıtının toplum tarafından hızlı bir şekilde unutulması üzerine ciddi zihinsel bir emek sarf ettiğini görmek mümkündür. Çünkü eser ilk çıktığında toplum müthiş bir ilgi göstermiştir. Ancak Bauman, zaman içinde Orwell’ın eserinin toplumun gözünde bir saman alevi gibi sönmesinin sebebini toplumun (1984 adlı kitabı tartışanların) kendi utançlarını ve acılarını Orwell’in kaleme aldığı distopyasında görmediklerinden ötürü artık kitaba ilgisiz kaldığı biçiminde açıklıyor.  Bu yeni sosyolojiyi şu cümleyle özetlemek mümkündür: Haydi Beni Yakala GOYGOY! Evet, ben GOYGOYUN tutkuları peşine takılıp gidemem. Çünkü bu tutkular üzerinde doğru hayatın yaşanamayacağını görebiliyorum. Dolayısıyla doğru bir hayatı tutkular üzerinde kuramayız. Tutkuların peşine takılanlar doğru bir hayatı kaybederler. Aklın peşinden gidenler ise, felsefe MENZİLİNE varırlar ve oradan da erdemli yaşamın kapılarına ulaşırlar.

En yüksek düzeyde ZEVK almamızı sağlayan; ancak MANA ve UHUVVET dünyamızı ifade etmeyen ne kadar basit, ruhsuz, geçici şeyler varsa bir nehir gibi sürüklenip gidiyorlar hayatımızdan. Hayatın nehrinde geriye sadece kum ve kumun içinde gizlenen küçük elmas parçaları ve o elmas parçalarını bulan ve ona zarafet kazandıran estetik akıl kalıyor geride.

Mutluluk ve kötülük kavramları o kadar belirsizler ki her iki kavram hakkında kesin bir felsefi yargıya ve tutarlılığa sahip bir açıklama yapmam neredeyse mümkün gözükmüyor. Örneğin, benim mutluluk durumum, asaletimin ve FELSEFEMİN olaylara tanıklık ettiği an iken, Polonyalı düşünür Zgymunt Bauman, “Mutluluğun nesi kötü?” sorusuyla güneş ile buzgül ile leş metaforlarını ve  Albert Einstein ise “dünyanın en ünlü denklemini (E = mc²) önüme koydular.

Önce Bauman’ın önüme koyduğu GÜNEŞ ile BUZGÜL ile MURDAR’ın diyalektik felsefesini aklımın erdiği kadarıyla tasvir etmeye çalışacağım: Güneşin olduğu yerde buz erimeye başlar ve suya dönüşür. Buz güneşi görmediğinde, buzun sıcak olduğunu söyleyebilir miyiz? Elbette ki hayır, o halde buz ile güneş nasıl bağdaşmıyorlarsa, GÜL ile LEŞ kokuları da aynı şekilde birbirleriyle bağdaşmıyor diyebiliriz.

Şimdi sevgili Albert Einstein’ın çok değerli bulduğum ‘izafiyet teorisi’nin, insanların ezici çoğunluğu tarafından anlaşılmadığı bilinen bir gerçeğin anlaşılmasına yardımcı olmak istiyorum. Bakınız. Sevgili Albert, izafiyet teorisini her insanın anlaması için AŞKI anlatır gibi şöyle  anlatır. “Parktaki bankta güzel bir kızla bir saat oturmak bir dakika gibi gelir ama yanan kızgın bir sobanın üzerinde oturmak bir saat gibi gelir. İşte benim izafiyet teorim budur.” diyor.

            Biliyorum, insanların ezici çoğunluğu maslahatçı konuşmalardan hoşlanıyorlar. Maslahatçı toplumlar faziletli bireyler  yetiştiremezler. Çünkü gerçekle ve acıyla yüzleşmek istemiyorlar. Bu durum onların morallerini bozuyor, haz alarak morallerini güçlü tutmak ve onları düşündürecek her şeye yabancı kalmak istiyorlar  ve sonunda hazlar hayatlarını acıya dönüştürdüğünde hiçbir şey yapamıyorlar. Siz acı sahibi olan kişinin acı noktasını uyuşturursanız ve hastalığının varlığını gizlerseniz hastayı sakinleştirmiş olursunuz! Ancak bu yöntem acıları ve hastalığı tedavi etmiyor! O halde biz, hasta realitesi ile karşı karşıyayız ve acı da olsa şu gerçeği açık ve net bir şekilde ona söylememiz gerekiyor.

            Yaradılışlarını beğenmeyen dijital çağın insanlarına GOOGLE yeni imkanlar ve yeni avantajlar sunuyor. Bu durum dijital çağın çirkin insanlarını baştan çıkarıyor ve sonu gelmez değişimlerin çılgınlığı onları bir türlü mutlu sonla buluşturamıyor. Evet, dalga dalga büyüyen manikür-pedikür salonları, yüzü germe, burun, dudak, yanak, göğüs, kalça, karın estetik ameliyatları kompülsif sapkınlıklar gezegeninin her noktasına ulaşmış durumdadır.

            Mutluluk hormonlarımız eskisi gibi çalışmıyor. Yeni postmodern mutluluk hormonlarımız, gerilim ve kriz üzerine çalışıyor artık! Bu yeni mutluluk hormonlarımızın bir saniyelik dalgınlığı, telafisi olmayan bir yenilgi ve dışlanmayla insanı karşı karşıya bırakıyor. Büyük hayaller ve büyük beklentilerimizin hormonları varlıklarını başkalarının acıları ve başkalarının mutsuzlukları üzerinde kendini var ediyor! Ne kadar korkunç değil mi? İşte zamanın mutluluk tasavvuru böyle bir şey!

Aman Allah’ım! Cennet ile cehennem, ütopya ile distopya arasında mutluluk kovalayan o kadar çok insan var ki! Lakin mutluluğun uçucu bir madde olduğunu ne kadar biliyorlar bu GOYGOYCU insanlar? Elbette ki bu beklentiler hep var olacaktır. Barış-huzur, savaş-hile arasındaki bu diyalektik mücadele bitmek bilmez gerilimlere, krizlere ve kaçınılmaz  Toplumsal Google Değişimleri’nin tehdidine hep uğrayacaktır.

Duygularımız karmaşık olur, düşüncelerimiz  periyodik aralıklarla derin bir kaos ve derin bir boşluk yaşarlar. Yani, bazen sükûneti ve bazen  fırtınalı anları yaşarlar. Duygularımızın bu elektromanyetik dalgalarını önleyemeyiz! İtiraf etmeliyim ki öyle anlar gelir ki belirli kişilerden hoşlanmadığımı rahatlıkla söyleyebilirim. Filozof John Locke’un “İnsanın Anlama Yetisi Üzerine Bir Deneme” adlı kitabında geçen şu güzel ifadeyi çok değerli buluyorum: “Tutarlılık, yalnızca küçük beyinlerin erdemidir.”

Yukardaki anlamlı sözü şöyle tefsir etmek istiyorum: İyi bir yazar ve iyi bir düşünür bir gezegenden diğer bir gezegene gidip gelmesini bilen kişidir. İyi bir yazar, hiçbir zaman tek ve kesin bir düşünceye bağlı kalmayan ve fikirlerini gözden geçiren kişidir. Bunu yapamayan bir yazar, monolog olur, otoriteye takılır ve düşünceleri akıntısı olmayan bir gölete dönüşür! İlk önce, ben  bir babayım. Yani, bir tüccar, bir din adamı, bir siyasetçi değilim. Her şeyden önce ve her şeyin ötesinde bir yazarım! Görevim insanları sevmek, insanları aydınlatmaktır. Yani, gerçek yazarlar özgür ve dürüst olurlar! Bu anlamda “en iyi yazar kim?” diye sorsalar teredütsüz şöyle derim: Ruhun, aklın ve kalbin ihtiyaçlarını karşılayan ve okurlarını her yazısında heyecanlandıran ve onlara harika anlar  yaşatan bir kimse en iyi yazardır. Politikacıların, din adamlarının ve tüccarların ezici çoğunluğunun dürüst insanlar olmadıklarını  düşünenlerdenim. Görüntü ve görünüşlerini sihirbazlara benzetiyorum. Çünkü görünüş kendi içinde çifte bir düalizmi ve çifte bir aldatmacayı barındırıyor. Tıpkı Ficte’nin “ben ile ben olmayan” arasındaki görüntü ve görünüş kavramları gibi. Örneğin, Gandi, “fiziki olarak Hintli görünebilirim; ama beynim bir İngiliz!” demişti. Yaklaşık 25 yıl önce, görüntü ve görünüş olarak ben bir Kürt görünüyordum; ancak  beynim ben değildi! Beynim ben gibi görünüyordu, ama beynimin içinde benimle ben gibi duran bir Türk de vardı ve ben beni fark edememiştim. İşte tam da bu noktada “ben” gibi duran bu ben, kayboluyor. Kaybolan bu ben, eski primordiyal köklerine  dönüş yapıyor, kaybolan kendini özüyle buluşturuyor ve yeniden beni yaratıyor.

Sevgili Zizek’in  en son yayınlanan “Kendini Tutamayan Boşluk” adlı felsefik eserini okudum. Eserin özne, nesne, zaman, mekan, yahut tümel, tikel ve tekil gibi çözümleme konfigürasyonlarının beni etkilediğini söyleyemem; ancak kitapta ilginç bulduğum bir dizi şeyler de vardı. Zizek’in kaleme aldığı eser Platon, İbni Arabi, İbni Farabi, İbni Rüşt, Kant, Hegel’in görüşlerinin tekrarını yapmaktan ileriye gidememiştir.

Fikir hayatımda beni en çok düşündüren ve etkileyen, Albert Einstein ve Stephen Hawking olmuştur. Bu anlamda kaos anlarımda ontolojik varlığımı epistemoloji üzerinde çözümlemeye çalışıyorum. Ancak klasik felsefecilerin  sözkonusu ettiği “madum” (boşluk) veya Albert Einstein’in “hiçlik” yani “kuantum boşluğu”na düştüğümü fark ediyorum.

Her  bir şeyin içinde var olmak ve hiçbir şeyin içinde hiçbir şey olmamak duygusu, bazen bana heyecan ve bazen de  kaos yaşatıyor. Kendi kendime şöyle diyorum: Kaosta denge ve huzur olur mu? Gene kendim yanıtlıyorum. Sanmıyorum diyorum. Ya da şu an için bilmiyorum.

Çünkü sosyalizasyonun ontolojisinde, denge ve huzur yoktur. Tıpkı Ying-Yang felsefesi gibi her şey zıt, her şey kaos ve her şey gerilim doludur. Yani, ontolojik varlığımızın bazı dönemlerinde doluluk, bazı dönemlerinde boşluk ve bazı dönemlerinde  fazlalık oluşturuluyor. Bu konuda yaklaşık olarak Alman filozof Fichte’nin bahsettiği, “ben ile ben olamayan” arasındaki ayrışmayı harekete geçiren ontolojik yasaları ortaya çıkarmam gerektiğini düşünüyorum!

İdealist filozofların önemli bir bölümü herkes adına konuştukları gibi, her şeyin hakikatini  çözümlediklerini de düşünürler(!) Bu anlamda İslam mezhepleri de yaklaşık olarak öyle düşünüyorlar. Örneğin, İslam mezhepleri Kur’an’daki şu ayeti referans alırlar. “Tanrı’nın  katında tek düşünce, ancak İslam’dır”. Bir başka karşılaştırma yapmak istiyorum. İdealist filozoflar, evrendeki “her şeyi bilmemiz” gerekmiyor diyorlar. Kur’an’da benzeri bir şey diyor. “Onları O’ndan başkası bilmez.” Gene yaklaşık olarak Mutlak’ın hakikatini “O’ndan başkası” ortaya çıkaramaz  diyenlerin başında Epikuros, Spinoza, Hegel, Heidegger geliyor!  Evet, “mutlakın hakikatini” açığa çıkarmaya çalışan natüralist-materyalist Albert Einstein gibi fizikçiler ise bu iddialara şiddetle karşı çıkmışlardır! İdealistlerin zaman, mekan ve boşlukla ilgili  inşa ettikleri antagonizmayı kibirli bulduğumu belirtmek istiyorum. Yaklaşık olarak başka düşünceleri dinlememiz lazım diye düşünüyorum.

Öyle ki bazen hiç konuşmadan sadece dinlemek lazım, dinledikçe fikirlerimize, fikirlerimizin gözden geçirilmesine yardımcı olmuş oluruz. Bir bakmışsınız ki  dışarıdan-ilham gücüyle yeni fikirler bir nehir gibi akmaya başlamış, fazlalıklar gitmiş, boşluklar dolmuş ve yükünüz  hafiflemiş  hissedersiniz kendinizi.

Doğrusunu söyleyemek gerekirse, başkalarının klişeleri beni ilgilendirmiyor, beni ilgilendiren şey, “ben ile ben olmayan’’ arasındaki diyalektik yasalar arasında tümel, tikel ve tekil üçlüsünü referans alarak postmodern düşünce iklimimin konfigürasyonlarını ortaya çıkarmaktır. Bu anlamda filozofların hayatını ilginç bulduğum kadar, kendi hayatımı da oldukça ilginç buluyorum. Örneğin fikirlerimi yeniden gözden geçirmeme yardımcı olan kitaplara, olaylara, tecrübelere ve benden akıllı olan dostlarıma teşekkür ediyorum. Benim için, düşünce yolculuğumun zirveye çıkış ve zirveden iniş noktaları önemli değildir. Önemli gördüğüm şey bu 39 yıllık fikir yolculuğumun her bir noktasında tanıştığım önemli şahıslar, önemli fikirler ve  önemli olaylardır. Muhakak fikir hayatımın hiçbir menzilinde popüler olma peşinde koşmadım, popüler olmaktan kaçtım, çünkü doğru bir hayat popülarite üzerinden yaşanmaz. Bu sebeplerden ötürü devletin, siyasetin, görgüsüz zenginlerin  ilgisini yitirirmekten hiçbir zaman korkmadım; aksine aklımdan geçen her şeyi söyledim. Yani içimden geldiği gibi davrandım hep! Eğer öyle olmamış olsaydı, bugün bu kaderi yaşamayacaktım!

Sevgili dijital çağın okurları! Fikir hayatım boyunca hep şunu arzu ettmişimdir: Ahlakı sağlam iyi bir insan, iyi bir Kürt ve iyi bir yazar olmak istemişimdir. O halde iyilik nedir, kötülük nedir? Acaba, doyum ve ızdırap mıdır? Bu sorularımızın cevabını nesnelci kuramın temsilcisi Platon ve öznelci kuramın sahibi Spinoza, Farabi ve Hobbes verebilir mi? Anlamadığımız, kavramadığımız ve bilmediğimiz her şey bir anda gözümüzde kötü görünmeye başlıyor  değil mi? O halde bu durum izafi bir şey mi? Yaklaşık olarak olabilir ya da anlamı yoktur, biz korktuğumuz için anlam yüklüyoruz. Kötülük ve korku aynı amaç için bir paralellik, bir orantı ve bir simetri rotasını takip ediyor mu? Felsefi anlamda evet. Hem korku hem de kötülük iç dürtülerimizin eyleme geçme halidir. Birbirlerine yardımcı oluyorlar, birbirlerini tamamlıyorlar ve biri olmadan diğeri varlığını sürdüremiyor.

Hayata karşı duygularımız karmaşık olur, düşüncelerimiz periyodik aralıklarla derin bir kaos ve derin bir boşluk yaşarlar. Yani, bazen sükûneti ve bazen de fırtınalı anları yaşarlar. Ben istemediğim halde ve zoraki olarak GÖRÜŞ, İLGİ ve DÜŞÜNCE zaviyeme sokulan ŞEYLER o kadar çok ki; buna rağmen tek başıma hepsiyle baş edebiliyorum! Yani artık benim için, hayatım kötüye gittiği zaman bazı şeyler açığa çıkmıyor ve çünkü benim hayatımın neredeyse tamamı sıkıntı ve kötü insanlarla geçiyor!  Örneğin hayatın içinde en çok yalancının muhatabı oluyorum. Yalancılar için, filozof veya cahil olmanız  hiç önemli değildir! Çünkü YALANCININ beyni öyle çalışıyor, psikolojisini  öyle rahatlatıyor, bu durumdan mutlu oluyor ve eski yalanları sönünce, eski yalanlarını desteklemek için, daha çok IŞILDAYAN yeni yalanlarla durumu destekliyor.

Hobbes’in “Bu, iyidir, ben bunu arzu ediyorum.” ifadesi ile Spinoza’nın “Bir şey iyi olduğu için arzu etmeyiz; o, arzu ettiğimiz için iyidir!” sözlerinde simetrik bir uyum görüyorum.  Rousseau da enteresan bir filozoftur! Ahlak üzerine çok ciddi okumalar yapmasına rağmen;  hiperaktif, günahkar ve çapkın karakterini ıslah etmeyi başaramamış biridir. İngiliz filozof David Hume’un daveti üzerine 1765-1767 yılları arasında İngiltere’ye gider, David ile kavga eder ve İngiltere’den ayrılır. Leibnitz, Kant, Descartes ve Locke’u okur ve bu yazarlar arasındaki çelişkileri ortaya çıkarır ve fikirlerini onların fikirlerine karıştırmaması için çok özel bir çaba sarf eder. Aman Allah’ım! Hollandalı ressam Gogh, resim yapmak için resim yapmamıştır. Gene dünyanın en büyük şairlerinden biri gösterilen Çinli Li, şiir yazmak için şiir yazmamıştır. Her iki isim, para kazanmak ve haz almak için bu işleri yapmadılar! Amaçları ahlak, vicdan ve adaleti ortaya çıkarmak olmuştur. İslam’ın en güçlü filozoflarından olan Nizâmülmülk, İbni Haldun, Kindî, Fârâbî, İbn Sînâ saraylarda belasız bir hayat yaşadılar. Mamafih, Ebu Hanife ve Hallâc-ı Mansûr  ise saray’ın yanlış hayatına karşı doğru bir yaşamın bedeli olarak canlarını adadılar.Rousseau, zenginlerin filozofu Voltaire ile kavga etmekten çekinmez, Voltaire konuşmalarıyla onu aşağılar ancak  Reusseau öldüğünde Voltaire onun cenazesinde bulunur ve onun için büyük sözler sarf eder! Buna rağmen o tüm zamanların en iyi 10 filozofu arasına girmeyi başarmış biridir. Örneğin ahlakçı filozof Nietzsche’ye de bir bakalım. Nietzsche’nin demokratik ahlak görüşü, filozof Mill ile karşı karşıya gelmesini sağlamıştır. Nietzshe, Mill’i “beyinsiz ve aptal” olmakla suçlamıştır. Nietzshe, bu düşüncesiyle bazı  ahlaklı ve zeki insanların başka insanlardan daha önemli ve değerli olduğunu ifade etmeye çalışmıştır.

Erdemli olmaya aday olan her insan,  kendi gerçeği ile yüzleşmelidir, kendine karşı yiğit davranmalıdır. Önce, işlediği günahları ve suçları İTİRAF etmelidir! Ardında üzerindeki tüm pislikleri yıkamalıdır, iyice temizlenmelidir, halkından özür dilemelidir! Sonra AHLAK, SEVGİ, AŞK, VİCDAN ve ASALET fakültesine öğrenci olmalıdır ve ölünceye kadar eğitimine burda devam etmelidir. Konuşan ama amel etmeyen, tembel ve üretmeyen insanların eleştirilerini büyük bir azap olarak değerlendiriyorum! Bu durum karşısında yüzleri kızarmaz, çünkü farkında değildirler ve ayrıca yüzün kızarması erdem konusudur. YALANIN karşısında hayretler  içinde kalıyorum ve YALANCILARIN yerine ben UTANIYORUM! Ancak gerçek şu ki insanlar, kandırmak ve kandırılmak istiyorlar. Çünkü bu onların çok hoşuna gidiyor.

Özellikle Googleleşen Toplum’un en büyük sorununun, ahlak ve sevgi sorunu olduğunu  belirtmeliyim. İnsanlık ailesini bu çağın  krizden kurtaracak ve doğru bir hayatın kapılarını sonuna kadar açacak gücün ahlak, sevgi, aşk, vicdan ve asalet olduğunu düşünüyorum. Bu manada Bauman, akıl ile aşkın kendi aralarında konuşmadıklarını; daha çok, bağırarak birbirlerini susturmaya çalıştıklarından bahseder. Ona göre; ”Akıl aşktan daha iyi bir konuşmacıdır.” Elbette ki aşk da konuşmak istiyor; ancak şaşkındır, heyecanlıdır ve duygularını toparlayamıyor. Bazen aşk akıla, bazen de akıl aşka galebe çalıyor. Her ikisi de birbirinden çok korkarlar ve çekinirler. Her ikisinin de başı hep bela ve musibetin içindedir! Elbette ki bunun için, ahlakçı filozoflara büyük ihtiyaç duyuluyor. Kant boş yere şu sözü söylememiştir. “Felsefe değil, felsefe yapmak öğrenilir.” Kant’ın bu enfes sözünün ahlakçı yazarların hayatla ilgili konulara kafa yormasına yardımcı olacağını düşünüyorum. O halde ahlak nedir? Ahlak nesnellik mi, yoksa öznellik midir? İstediğimi yaparım, istediğimi söylerim, istediğimi yaşarım ve kimse bana karışamaz!” Bu biçim bir ahlak anlayışı insanın ASALETİNİ elinden alır ve onu hayvan mesafesine koyar! O halde  ahlakımız kadar insanız, ahlakımız kadar iyiyiz, ahlakımız kadar şeref sahibiyiz, ahlakımız kadar demokratız ve ahlakımız kadar özgürüz diyebiliriz. Bu anlamda değerli okurlarımla şunu paylaşmak isterim: Yıldızlar birer birer gökyüzünden kopup ayaklarımın altına kaldırım taşları olsalar bile ahlakımı, vicdanımı ve asaletimi vermem hiç kimseye!

Googleleşen Toplumların yaşadığı bu değerler krizini  ilk olarak sosyal-psikolog Alfred Adle,r “kompleks” olarak adlandırmıştı. Bu manada, alınganlık ve kompleks belirtileriNİN değersizlik duygusundan kaynaklandığını söylemeliyim. Yani, kişi kendisini değerli ve önemli hissetmediği andan itibaren yabancılaşmayı seçmek zorunda kalıyor. Çağın yeni sosyologlarından Christian Heath, insanın bu karmaşık ruh haliyle alakalı insanın toplumsal etkileşimi sonucunda yaşadığı bu yeni duruma “mahcubiyet”  ismini veriyor. Gene çağın postmodern sosyologlarından biri olan Ervin Goffman, meslektaşı olan Christian’ın “etkileşim” ve “mahcubiyet” kavramlarını daha farklı ve anlaşılır bir zaviyede “odaklı etkileşim” ve “odaksız etkileşim” kavramlarıyla çözümleme önerisini sunuyor. Bu konuyu biraz detaylandırmak istiyorum: Sosyolojinin en önemli sorduğu temel sorular, insanların yaptıkları ve yapabilecekleri her eylemde başkalarına bağımlı olmalarının anlamı nedir? Sizler, ben ve başkaları, günlük yaşam deneyimlerimiz içinde hangi konularda gereksinim ve bağımlılık duyuyoruz? Sosyolojide uzman olmayan veya felsefe yapmasını bilmeyen sıradan insanlar bilim insanlarının yardımı olmadan, bir bakıma onlardan eğitim almadan hayatın içinde yaşadıkları sorunlara ilişkin fikir sahibi olabilirler mi ?

Toplumu yakından tanımamız için, yukarıda önerdiğim soruları referans alarak işe koyulabiliriz.  Yeri gelmişken sosyolojik olguları diğer bilimsel olgularla karıştırmamamız açısından şöyle bir örnek vermek istiyorum: Sosyolojik gözlemlerimizde yada sosyolojik bulguları ortaya çıkarabilmek için, dev hızlandırıcılar ya da  radyo teleskoplarına ihtiyaç duyulmaz. Çünkü radyo teleskopları görülmeyen noktalardaki gök cisimlerini algılamak için kullanılır.  O halde  felsefe yapmasını bilen  bir sosyolog, toplum içerisindeki yaşanan hadiseleri çıplak bir gözle izlemeye ve onları bir ajan gibi takibe almasını iyi bilir. Evet, ne de olsa hepimiz başka insanlarla birlikte yaşıyoruz ve birbirlerimizden etkileniyoruz değil mi?  Örneğin, bugün yerel ve bölgesel sosyolojinin küresel kültürün etkisine girmesini sağlayan devletlerin değil,  dünyadaki 150 büyük şirketin küresel kültür faaliyetleridir. Bunun da özellikle aileler üzerinde  büyük bir tesir meydana getirdiğini görüyoruz. Bu toplumsal etkileşimin, bireyler ve aileler üzerinde çok daha etkili olduğunu rahatlıkla gözlemleyebiliyoruz. Çağımızın önemli sosyologlarından biri olan Goodman, toplumsal etkileşimin temel olağanüstü karmaşık bir özelliğe sahip olduğunun altını çizer.  Gene çağımızın önemli gördüğüm sosyologlarından Christian, toplumsal etkileşim içinde mahcubiyetin önemini çok güzel bir şekilde  ele alır. Ona göre mahcubiyet, başkalarıyla karşılaşmamız bazı açılardan rahatsız edici olduğunda, özellikle bireyin kendi kimliğine ilişkin olarak “korumak istediği bir izlenim sorgulandığında’’ ortaya çıkan bir duygudur.

Sosyal bilimciler insanın bu mahcubiyet-utanma duygusunu ve şeklini  ortaya çıkarmak için, doktorlarla işbirliği yaparak mahcubiyet sosyolojisini anlamaya çalışmışlardır. Örneğin, bir doktor muayenehanesinde bir hastayı kabul eder. Doktor hastasına soyunmasını rica eder. Hasta doktorun önünde soyunma eylemini gerçekleştirirken, doktor o anda hastanın utandığını net bir biçimde görür ve  doktor hastanın bu istenmeyen mahcubiyet duygusunu en aza indirmek için özel bir çaba gösterir. Bu mahcubiyet anı tıbbi muayene sırasında duygunun patlak vermesiyle birlikte oldukça net görülen bir durum olarak ortaya çıkmış oluyor.  Elbette ki soyunma eylemi doktorun hastayı muayene etme isteğini izleyen süre içinde gerçekleşiyor.  Bu işlemin doktorun önünde yapılması pek seyrek görülen bir şey olmadığı için, hasta olan kişi bedeninin en mahrem noktalarını doktora ilk kez konsültasyon sırasında göstermiş olduğu için utanma duygusu patlamış oluyor.

Erving Goffman, toplumsal etkileşim ve günlük yaşamda yüz yüze etkileşim olgusunu, ‘‘Odaksız Etkileşim’’ ve ‘‘Odaklı Etkileşim’’ olarak tanımlar. ‘‘Odaksız Etkileşim’’in kişilerin aynı ortamda bulunması nedeniyle oluşan kişiler arası iletişimi kapsadığını söyler. Örneğin, aynı odada karşı karşıya oturan iki yabancının birbirlerinin giysilerini, duruşlarını genel davranışlarini incelerken, kendilerinin de gözlem altında bulunduklarından dolayı, kendilerine de çekidüzen vermeye çalıştıklarına işaret eder. Ayrıca bu durum, görsel dikkatin tek nokta üzerinde odaklandığı durumlarda ortaya çıkar. Dikkatini tek bir noktaya odaklamayı başaranlar elbette ki birbirlerini odaksız etkileşim içine alacaklardır. Misal, bu da bir insanın başka bir insana bakmak için, onun kendisine bakmıyor olmasından yararlanması ve daha sonra kendisine bakılan kişinin aniden dönmesi ve kendisine haksızca bakan kişiye bakarken yakalanması durumunda ortaya çıkan bir eylemdir. İşte tam bu durunmda mahcubiyeti yaşayan kişinin o anda  huzurunun bozulması, kızarma, kekeleme  ve dengesiz hareketler içine girmesi kaçınılmaz oluyor.

Üzerinde en çok yoğunlaştığım konu, küreselleşme ve postmodern sosyolojidir. Eski atalarımız paylaşıyorlardı ve paylarına düşene yeter diyebiliyorlardı. Onların ardılları olan bizler artık fazlasını istemiyorum,  aldıklarım bana yeter demiyoruz, doymuyoruz ve daha çok sahip olmak istiyoruz. Teşbihte hata olmasın, adeta her birimizin hayatı akbabaların hayatı gibi yırtıcı ve yıkıcı bir durumda. Hayatın içinde en az akbabalar kadar yırtıcı olduğumuzu kim inkar edebilir ki? Örneğin Batı Avrupa ülkelerinin insanları yabancılar konusunda, panik ve korkuya  kapılmış durumdadırlar. Çünkü yabancılarla ekmeklerini ve mutluluklarını paylaşmak istemiyorlar. Açgözlülük ve bencillik hayatlarını kuşatma altına almış durumda. Onlara göre, yabancıların sayısı her geçen gün bir çığ gibi büyüyor, beraberinde kültür çatışması ve işsizliği meydana getiriyor. Dolayısıyala bu göç dalgasının bir an önce durdurulmasını isteyip artık göçmenlere tahammüllerinin kalmadığını ve Avrupa’nın artık ağzına kadar dolu olduğunu haykırıyorlar ve bu haykırışların ileride bir krize dönüşeceğinin güçlü işaretlerini veriyorlar.

Son 30 yıl içinde, yaklaşık olarak tüm toplumsal ve siyasal katmanlar küreselleşti. Özellikle kuralsızlık, hukuksuzluk, kanunsuzluk şiddet araçları birbirine uyumlu ve birbirini karşılıklı olarak besliyor. Eski atalarımızın korku seviyesi ve türü bugünkü gibi değildir. Atalarımız doğanın gücü karşısında korkuya kapılıyordu. Aynı zamanda doğanın gücü karşısında takıntıları da vardı ve bu durum Tanrı arayışını doğuruyordu! Google Toplumu’nda  ise durum çok daha farklı olarak karşımıza dikiliyor. Tüm koruma önlemlerine rağmen Global House sakinleri,  koruma korkusunu ve koruma takıntısını tüm zamanların en üst seviyesinde yaşıyorlar.

Bu çağın sosyolojisi size yaşam güvenliğinizi yasalarla garantiye alacağının sözünü veriyor, ancak yasalar işe yaramıyor ve sonunda yasalar size tazminat ödüyor. Ben bu çağdan tazminat değil, can güvenliğimin sağlanmasını ve haklarıma dokunulmamasını arzu ediyorum. Yani aslında her şey bir RİSK SOSYOLOJİSİ yaşıyor ve hayatımızın her noktası RİSKLERLE kuşatılmış durumda! Garanti diye hiçbir şey yok, her şey simülasyon ve hayatımıza bizler değil GOOGLE karar veriyor. Global House’un kurşun geçirmez camlı duvarları ve dijital donanımlı bir salonun içinde yaşadığımız halde neden bekçiler tutuyoruz, neden  zırhlı araçlar kullanıyoruz, neden beyzbol sopası, bıçak, tabanca kullanıyoruz ve neden dövüş sanatlarını öğreniyoruz?

“Sizi TEHLİKEYE karşı yasalarla koruyacağız” sözü verildiği halde, neden bir türlü hayatımız tehlikelere karşı korunamıyor, korunma korkusunu yenemiyoruz ve en sonunda neden yasalar bu güvenlik korkumuzu tazminata tahvil ediyor! İşte ben bu sosyolojiyle ilgileniyorum. Kavramsallaştırdığım, Google Toplumu ve Global House’un kısaca özeti şudur:

-Stres

-Risk

-Korku

-Boşluk

-Programlanma  

Dijital çağ her şeyi çözüyor, eritiyor ve buharlaştırarak ortadan kaldırıyor. İnsanların yanlış hayatı tercih etmeleri sonucu, yaklaşık olarak gezegenimizin her noktasında çok ciddi bir dizi hasarların meydana gelmiştir ve insanların bu yanlış hayat tarzı gezegenimize zararlar vermeye tüm hızıyla devam ediyor. Gezegen çeşitli yerlerinden ağır darbe alırken ve yırtılırken, ekoloji “yeşil felsefiyi” ortaya çıkardı. “Yeşil Felsefe” eskiye dönme, eskiyi muhafaza etme ve  muhafazakâr yaşam felsefesidir. Dikkat ederseniz, her şey birbiriyle bağlantılı gidiyor! O halde nasıl eski doğaya dönüş yapabiliriz? Eski hayatlara nasıl dönebiliriz? Sevgili okurlar! Bu mümkün gözükmüyor. Çünkü tüm teknolojinin durması ve iptal edilmesi gerekiyor.

Ürkütücü ve düşündürücü bir çağda yaşadığımızı gizleyemem ve bunu itiraf etmek zorundayım: Bilmem düşünebiliyor musunuz, Orta Çağ’da hayat kadınları erkeklerle para karşılığında yatıyorlardı ve bu para ile Katolik Kilisesi’nden cenneti satın alıyorlardı!  Bugün ise zengin Müslümanlar bir varil petrol karşılığında bir Coca-Cola satın alıyor, fakir bir  Müslüman ise yıllarca biriktirdiği parasıyla cennet emlakçılarından mütevazı bir cennet satın alıyor! Aman Allah’ım!

Bilim, sosyoloji, siyaset, düşünceler ve olaylar çok hızlı bir şekilde değişiyorlar! Toplumsal bağlar her geçen gün gevşiyor, çözülüyor, savruluyor. İnsanlar ailesinden, sevgilisinden, eşinden, komşularından, akrabalarından, köyünden, kasabasından, şehrinden ve ülkesinden kopuyorlar.  Özellikle düşüncelerin değişimi  çok daha hızlı gerçekleşiyor. İdeolojik  alışkanlığı olmayan biri için, düşünceler parmaklarımızın arasından kum taneleri gibi  akıyor ve sonra bir boşluğa dökülüyorlar! Yani değişimi takip edemeyenlerin misalini, treni kaçıran adamın misaline benzetiyorum. Bu yeni sosyolojiyi şu biçimde de tarif edebilirim: Stres ve riziko  sosyolojisi gerçeği hızlı bir şekilde akıyor. Stres ve riziko karışımı akan bu yeni  sosyoloji ince bir BUZUN üzerinde hızlı hareket ederek, başka bir sosyolojinin penceresinden hayata tutunuyor. İnce buzun üzerinde hızlı hareket  etmeyenler, ince buz tabakası üzerinde hızlı kaymadıkları için, ağırlık basıncı buzu kırıyor ve boşluğa düşerek boğuluyorlar. Aman Allah’ım!

Bir düzine şey yeterince tekrarlandığında o toplumda vazgeçilmez alışkanlıklara dönüşür. Zaman içinde eskiyen bu davranış alışkanlıkları  sorgulamanın, eleştirmenin, yeninin ve değişim cesaretine sahip olan tüm düşüncelerin en vahşi düşmanı oluverirler. Bu bağlamda sağ-gelenek-muhafazakarlık kavramları, Doğu ve Batı sosyolojilerinde aynı şeylere icbar ve tekabül etmezler. Ayrıca bu kavramların, etimolojik ve felsefik olarak anlamları birbirilerinden çok farklıdır. Kavramlara hakim olmayan bir dizi gazeteciler ve siyasetçiler bu kavramları yerli yerinde kullanamıyorlar.

Bu anlamda Ford otomobil markasının sahibi olan Henry Ford, “Tarih saçmadır.” ve “Gelenek istemiyoruz.” derken aynen şu yeni postmodern duruma işaret ediyordu: “Ölüm bizi ayırana kadar, bir yastıkta kocayıncaya kadar” sürmesi beklenen evliliklerin artık her geçen gün azaldığına şahit oluyoruz! Yaklaşık olarak bu duruma benzer Kur’an’da şöyle bir ayet geçer: “Hayır, biz atalarımızın üzerinde bulduğumuz yola uyarız” derler. Peki, ataları bir şey anlamayan, doğru yolu bulamayan kimseler olsalar da mı?”

Evet, beyler! Çağımızın önemli düşünürlerinden biri olan Anthony Giddens, “Eğer, SAĞ ve SOL kavramları bir zamanlar sahip oldukları anlama artık sahip değillerse  bunun sebebi, her türlü politik görüş ve dini inancın postmodernizm karşısında yaşadığı tükenmişlik hali ve bu yeni sosyoloji biçiminin bütün insanların- milletlerin ilişkilerini komple değiştirme kudretine  ve cazibesine sahip olmasından kaynaklıdır.’’ der.

Liberal düşünce gibi, sosyalizm düşüncesi de geleneğe ve geleneği koruyan muhafazakârlığa karşı çıkar. Özellikle sosyalistler, geçmişte “rahatlatıcı şeyler yoktur” deseler de geçmişte hem iyi ve hem de rahatsız edici şeyler olmuştur! Geçmişin bize bıraktığı çok değerli hatıralar da  vardır. Geçmiş hem bize harika duygular yaşatıyor ve hem de geleceği kavramamıza ve ona yeni bir yön vermemize yarayabilecek araçları sağladığı için elbette ki değer taşıyor. Dikkat ederseniz, bir zamanlar sosyalist mezhepler ve fırkalar eskiye dair ne varsa hedef haline getiriyor ve eskiye radikal eleştiriler yapıyorlardı. Şimdi ise, küçümsediği ve aşağıladığı eskinin içine gömülmüş ve ona teslim olmuş durumdalar(!)

O halde, SAĞ ve SOL’un Batı’da hiçbir anlamının kalmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Öyleki Solun, KIZIL İDEOLOJİDENYEŞİL İDEOLOJİYE tam geçiş yaptığını  söyleyebiliriz. Evet, beyler! Eskilerin tabiriyle fil-hakika şudur ki; Batı’da Keynesçilik, Doğu’da Komünizm ve Ortadoğu’da Siyasal İslam ÖLMÜŞTÜR ve GÖMÜLMÜŞTÜR! Gezegende şu an yaşamını kesintisiz sürdüren ve tüm güçlükleri yenerek atlatan ve varlığını sürdürebilme yeteneğini gösteren, REALİZM ve YENİ LiBERALİZMDİR.

            Siyaset bilimini ve felsefi bilincimi şu küçük paragraf ile izah edebilirim. Güçlü değilseniz eğer rüzgarın yaprağı savurduğu gibi savrulursunuz! Veya, Hobbes ve Carl Schmitt’in güçlü BALİNASI! OKYANUSLARIN KRALI BALİNA, güçlü kuyruğunu bir sağ ve bir sol vuruşlarla tekneleri ve gemileri kırıp parçalama kudretine sahiptir!

Dijital Çağımızın filhakikası şudur ki; dünyanın en optimal, en faşist ve en teokratik devletlerinin dilinden düşmeyen tek sihirli kelime demokrasidir! Her ne hikmetse, birden bir gezegenin sakinleri olan biz çağın dijital insanları bu sihirli kelimeyi keşfettik(!) Dinler çağı geride kaldı, faşizm gezegenin büyük bir bölümünde yaşama veda etti, komünizm tamamıyla tedavülden kalktı, geriye kapitalizm ve onun partneri olan LİBERAL DEMOKRASİ kaldı!

Yani “PROLETARYA SINIFI” artık yoktur! O da Tanrı gibi, paraya dönüştü. Şöyle ki; proletarya önce burjuvaya ve daha sonra kapitalizme evrildi! Doğrusunu söyleyecek olursak, yaşadığımız ‘‘GOOGLE TOPLUMU’’nda her insan artık bir kapitalist ve her insan artık bir emperyalist olmuştur.

Siyasal İslam da öyledir. Teokratik İslam, bilimsel düşüncelerin göndermelerine yanıt veremedi ve kapitalizmi sadece kafir olmakla suçladı ve savunmasını TANRI üzerinden yaparak çöküşünü gerçekleştirdi. Sosyalizm ise benzer bir akıbeti yaşadı! Sosyalizim Doğu’dan çıkışını gerçekleştirdi ve Batı’da onun politikalarını karşılayan ise, Keynesçi ve John Lockçu sistem oldu. Batı’nın liberal  sistemi bu yeni ideolojiyi karşıladı, karşısına aldı ve kısa bir süre içinde nakavt etmeyi başardı. Sonuç, her iki ideolojinin dilleri dışarıya sarkmış ve her iki ideolojinin gözleri havaya dikilmiş vaziyette görünüyorlar!

Postmodern ve marjinal meselelerde radikal moduna girmeme engel olan ve bir denge sağlamama her zaman yardımcı olan MUHAFAZAKARLIK olmuştur. Demokrasi ile otorite arasında sürekli yaşanan politik çatışmanın aslında kozmopolit durumdan kaynaklandığını düşünüyorum. Bahis konusu ettiğim bu kozmopolit çatışmayı bir uzlaşmaya çevirebilir miyiz? İşte tam da bu noktada sosyal demokratların sık kullandıkları ‘üçünçü yol teorisi’ aklıma geldi! Bu anlamda benim “üçüncü yol” önermem yaklaşık olarak şu şekilde olabilir: Birbirleriyle  geçinemeyen şahıslar, gruplar, toplumlar, milletler, inançlar ve devletler çiftlerin boşanmalarında olduğu gibi,  ilişkiyi kesebilir veya ayrılabilirler.

Demokrasi meselesine çok farklı bir mahfilde baktığımı ayrıca belirtmek istiyorum. Bana göre demokrasinin ilk mimarı sevgili Tanrı’dır. Tanrı’nın ilk demokratik seçimi Şeytan’la olmuştur. Tanrı, Şeytan’la girdiği  demokratik seçimde, Adem ve Hava’yı ikna edemedi; ancak Şeytan, Adem ve Hava’yı çok rahat bir şekilde ikna etmeyi başardı ve onlara ‘‘Haydi yakalayın beni’’ dedi.

Demokrasi ile otorite arasında sürekli yaşanan politik çatışmanın asıl nedeninin yaklaşık olarak kozmopolit durumdan kaynaklandığını düşünüyorum. Doğrudur, bugün ve geçmişte siyasal egemenlik otoritesine karşı duran en gözde kelime hiç şüphesiz ki demokrasidir. Demokrasi kelimesi gerçekten de otoriteryan sistemler için büyük bir tehdit oluşturuyor. Ama işin ilginç tarafı şu ki; otoriteyi alaşağı eden şu dilimize pelesenk ettğimiz demokrasi, bu kez otoritenin yerine geçiyor ve otoriteye dönüşüyor(!) Ne garip bir şey değil mi? Bugün kim demokrat değil ki, kim gerçek sosyalist değil ki, kim gerçek Müslüman değil ki? O halde nasıl bir demokrasi ya da gerçek demokrasi nasıl bir şey,  gerçek sosyalizm nasıl bir şey, gerçek Müslümanlık nasıl bir şey? Bunlar bir boşluğa mı düştü? Ya da onları bu boşlukta bulabilir miyiz,  ulaşabilir miyiz, dokunabilir miyiz?  Rus astronot Yuri Gagarin, ilk uzaya vardığında uzay içinde ve çevresinde TANRIYLA karşılaştı mı? Veya peygamberlerden ahiret gezegenini gören oldu mu? Yahudi, Hristiyan veya İslam dinine mensup olan bir insan ahitreti ziyaret etti mi? Birileri orayı görmemiş olabilir, bu ahiretin var olmadığını kanıtlamaz. Hayatın bize şu hakikati gösterdiğini zannediyorum: Teokrasiyle yönetilen toplumlar, ışıkları söndürmek ve karanlıkta yaşamak isteyen toplumlardır! Demokrasiyle yönetilen toplumlar, ışıkları yakmak ve aydınlıkta yaşamak isteyen toplumlardır.

Bu zaviyede, İNANMA ile BİLME arasında çok büyük bir farkın olduğunu düşünüyorum. Örneğin, ben namaz kılarken hangi yöne durduğumu pusulaya bakarak öğrenebiliyorum. Yahut ben yerçekimi kanununu veya suyun herhangi bir cismi kaldırma gücüne sahip olduğunu bilmiyorum.

Din, insanın dünyayı ve evreni tanımasından ziyade dünyayı kusursuz yaratan yaratıcının sanatına kilitlenmeyi, yaratıcının gücü karşısında secdeye durmasını vaaz eder. Bilim ise tam aksi yönde, dünyanın ve evrenin bilinmeyen şifrelerini çözmekle ve keşifler yapmakla meşguldür. Bu anlamda, Tanrı’nın dünya ve diğer gezegenlerle ilgilenmediğini söyleyebilirim! Yani, Tanrı insanlarla ilişkisini kesmiştir ve bilhassa Müslüman toplumlarla!

Kim bilebilir ki Tanrı, aşkın-içkin-mündemiş uzak bir noktada şimdi kafasını dinliyor ve belki de KÜRTLERİ yaratarak, nasıl böyle bir HATA yaptığını DERİN-DERİN düşünüyor! Son olarak, neden günleri, haftaları, ayları ve yılları sayıyoruz! Çünkü ölüme biçilen bir zaman dilimi var! O halde hayatımızın bulmacasını çözelim ve ölüme borçlu olduğumuzu öğrenelim. Bize tanınan sürenin adı ölümdür! O halde iyi ol, iyilik yap, hepsini kendine alma, paylaş, kendini sevdiğin kadar başkalarını da sev ve yaşamak istediğin gibi başkalarını da yaşat ve asla öldürme!

 

Kadir Amaç

Brüksel

Kadir amac calışma ortamı

  Asaletin Felsefesi:

       

 

Fikrinizi, inançınızı ve yaşam tarzınızı yeni baştan gözden geçirmeye hazır değilseniz eğer, ne diye başkalarıyla tartışmaya tenezzül ve tevessül ediyorsunuz? Bu güzel soruya cevap verenlerden biri olmak istiyorum. Ne ifrat nede tefrit fırkasının müntesibiyim! Vasat yollardan düşünce iklimine ulaşmaya gayret ediyorum! Yolun gerisinde yürüyenler arzu ederlerse, hızlı adımlarla gelip bana yetişebilirler.

 

İlk ve orta başlarda fikrimi, inancımı ve yaşam tarzımı herkesten üstün görüyordum. Okumalarımı ve zihinsel egzersizlerimi tek bir kaynaktan elde ediyordum, olaylara ve şeylere İslam  penceresinden bakıyordum. Zamanla diğer dinlerin ve Batı’nın düşünce kaynaklarından beslendim ve okumalarımı uzun bir süre karşılaştırmalı olarak sürdürdüm. Bu yeni yöntem, geçmişimi yanlışlamaya ve doğru olanı açığa çıkarmama vesile oldu.

Şimdi ise ‘’kesin doğruyum’’ demiyorum, yanlış değilsem ve sahip olduğum doğrum ‘’bilimsel yöntemle yanlışlanmadığı sürece’’ onu ölçü almaya  devam edeceğim’’ diyorum. Zaman zaman fikrimi beyan ederken, duygularımın beni vasat görüngemden çıkardığını ve başkalarını üzdüğümü fark ediyorum ve hemen kişilerden ÖZÜR DİLİYORUM! İşte bu ahval üzerine ön yargıları kırdığımda MUTLU oluyorum, bilgilenince seviniyorum ve her seferinde şeylerin farkına varınca dehşete kapılıyorum ve şöyle diyorum.

 

– Aman Allah’ım! Artık şeylerin farkına varmak istemiyorum. Çünkü şeylerin farkına vardıkça üzülüyorum; ama şeylerin farkında olmadan yaşamlarını sürdüren milyonlarca insanların ahvalini de görünce üzüntüm bir kar topu gibi, katlanarak büyüdüğünü görüyorum ve böyle yaşamanın bana çok daha büyük bir acı vereceğini düşünmeye başlıyorum.

 

Öyle ki hem mutluluk ve hem de  ızdırap üzerimde  kalıcı durmuyor. Üzerime konuyor, bir süre bekliyor ve sonra uçuyor! Yani, mutluysam mutlu görünürüm, öfkeliysem öfkemi de asla gizlemiyorum.

 

Hakikaten öyle, şeylerin farkında olmak insanı dehşet içinde bırakıyor! Farkında değilseniz, nasıl yaşıyorsanız dünyayı da  öyle görürsünüz! Sartre’ın bu anlamda; “Herkes, dünyayı tanıdığı biçimde yaşar.” ifadesi oldukça anlamlıdır.

 

Yerküre gezegeninde yaklaşık sekiz milyar insan yaşıyor. Sekiz milyar insanın ezici çoğunluğu yaşamı sorgulamadan, sadece midelerini doyurmak ve sonu gelmez sapkın arzularını yaşama derdinde! Hele, önemli bir bölümü ev, araba, arkadaş ve eş-sevgili değiştirme yarışında! Bir hiç uğruna ya da yatağımda öylece ölmeyi çok APTALÇA bulduğumu belirtmek istiyorum.

 

Hayır, böyle bir ölümü kabul edemem! Çünkü dünyanın her yerinde bir dizi insanlar vatanları, bağımsızlıkları ve asaletleri için ölüyor. Elimin, kolumun, bacağımın koparılmasana ve gözlerime mil çekilmesine dayanırım; lakin kimliksiz, asaletsiz, ülkesiz ve özgürlüksüz dayanamam!

 

İyi olmak zordur, sevmek daha zordur ve bedeli çok ağırdır. İnsan arkasına bıraktığı yıllara bakarak, büyük bir pişmanlık duyar. İyiler; ‘’keşke daha mükemmel sevseydim ve iyilik yapsaydım.’’ der. Kötüler ise, yaptıkları çirkin eylemlerini düşündükçe azap çeker ve iki büklüm olurlar, sevgiye ve iyiliğe hasret kalırlar.

 

Geçmiş dönemlerde İslam yoğunlaşmama izin vermiyordu. Beni azap etmekle ya da korkutmakla tehdit ediyordu ve bazende tomurcuk açan düşüncelerime suikast düzenliyordu. Bu durum karşısında, korkmamaya ve yoğunlaşmaya karar verdim. Yoğunlaştıkça ne kadar ‘’vahşi bir hayvan’’ olduğumu anladım. Çünkü yoğunlaşırsanız farkına varırsınız, farkına varmak insanın KIYAMETİDİR!

 

Ulvî ideallerî olmayan insan, gayesiz ve mefkûresizdir. Böyle bir insan ‘’hayvan gibi’’ yiyer, içer, kirletir ve ismi bir daha anılmamak üzere ölür! Bu düşünceye yönelimlerin temel sebeblerinden biri, kolay ve çok masrafsız olmasıdır. Şeyleri, eleştiri sanatı ve bilimiyle ortaya koymak, onlar için oldukça zor bir durumdur.

 

Dolayısıyla bilinç gözenekleri tıkanmış ve farkındanlık refleksleri uyumuş  insanlar kendilerine benzemeyen her şeyi yanlış bulurlar. Beyni iyi çalışmayan ve bencillik duyguları yüksek olan insanlar birinci seçeneği tercih ederken, okuyan, araştıran ve yoğunlaşarak şeylerin farkına varan kimseler ise ASALETİ tercih eder.

 

Konuşmalarımda ve yazılarımda ASALET ve FARKINDANLIK meselesine felsefik zaviyede baktığımı değerli okurlarım iyi bilirler. Asalet ve farkındanlık konularında kendisini eğitemeyen insan, GÖRGÜSÜZ ve İTİCİ olur. Şimdi bu bölümde, asaletin ve ihanetin felsefesi nedir? sorusuna yanıt bulmaya çalışacağım.

 

Öncelikli meselemin ASALET konusu olduğunu yukarıda belirtim. Asalet ile felsefe birbirleriyle içli ve dışlı olmakla birlikte aynı zamanda, SEVGİ ve ESTETİKTEN başka bir şey olmadığını düşünüyorum. Sevgi besleyerek büyür zirveye ulaşır. Asalet ise anlamayı, farkında olmayı ve düşünmeyi esas alarak, insanın en üst noktasını temsil eder.

 

Felsefik alt yapısı olmayan sözler, ruhsuzdur ve insanda heyecan uyandırmıyor! İçimden yükselen bir ses bana şöyle diyor: ‘’Felsefik sözler senin söylediğin gibi söylenir Kadir!’’ Doğrusu, hayatımın geriye kalan bölümünü görgüsüz zenginle yol yürümek, ahmak birine yüz vermek ve aptal biriyle fikir teatisinde bulunmak istemiyorum!

 

Ne istiyorsun Kadir? Asalet, zeka ve akıl istiyorum. Peki, ihanetin felsefesi nedir? İhanet kişiyi asaletinden saptırır, kişiyi bencil çıkarlarına ve rahat yaşam zindanına haps eder. Yani, ihanet gizlidir ve gizli bir hafiye gibi çalışır. Binbir sinsilikle ‘’seni’’ takip eder, ‘’seni’’ ister. Sana el uzatır, tilkice yüreğüne girer ve onun asıl muradı sen olursun.

 

İhaneti ve basitliği alışkanlık haline getiren birinden asalet beklenemez. Çünkü, akılsız ve çevrimdışı olan birine, akıl ve irfan ehlinin sözü fayda sağlamaz. Bu tür insanlar, BASİTLİĞİ ve CEHALETİ tercih etmiştir. Bunların misali karanlıkta ansızın çakan şimşeğin misali gibidir. Şimseğin etkisi gidince, karanlıkla tekrar başbaşa kalırlar.

 

Bu manada en büyük iyilik insanın kendi karanlığını ve ihanetini fark etmesidir. Farkındanlık ve asalet melekeleri gelişmemiş İNSAN; ailesine, akrabalarına, arkadaşlarına, milletine ve ülkesine rahatlıkla İHANET edebilen kişidir. O halde ihanet psikolojik bir durum değildir; tam aksine Karekter meselesidir. Karekteri zayıf olan insan İHANET eder, af edersen gene İHANET eder, gene af edersen o gene İHANET eder.

 

Ancak asalet öyle değildir. ASALET genetik bir miras değildir; tam aksine  asalet kişinin  duruşu ve pratikleriyle başlıyor. Olaylar, devletler, toplumlar, insanlar karşısında NET DURUŞTAN bahs ediyorum.  Asalet kendini  şu üç aşamada meydana getirir: Duruş, sabır ve zaman: Olaylar karşısında NET duruş sergiler, olayların ve belaların karşısında duruşunu bozmaz, sabırlı olur, olaylar ve acılar karşısında olgunlaşmayı zamana tahvil eder.

 

Dolayısıyla asalet yapayalnız kalsa bile, o tek başına bir devlet gibi hareket eder ve sorumluluğunu yerine getirir. Savrulmaz; bezginlik, umutsuzluk, korkaklık, yılgınlık göstermez. Ayrıca, iyi ve güzel olan hiç bir şeye ihanet etmez!

 

ASALAT sahibi bir insan, bela ve musibetin içinde kamilleşir. İnsanlardan zulüm, hakâret, İHÂNET görebilir. Başından işkenceler, zindanlar, sürgünler geçebilir. Tıpkı çarmıha gerilen Mesih gibi,Mahkum edilen Sokrates gibi, işkenceye boyun eğmeyen Ebu Hanife gibi!

 

Yanılmıyorsam, filozof ve asalet sahibi  insandan hariç, her insan iktidarı arzu eder ve eğer mümkün olmuş olsa, herkes diktatör olurdu. Evet, asalet  ‘’Kamil İnsan’’ın en büyük vasfıdır. Kamil insan güç,  bencillik ve şehvet duygularını yönetmesini bilen ve kontrolde tutan kimsedir.

 

Asalet sözde değil, amelleriyle topluma örnek olandır! Kalbin kapılarını ve beynin çekmecelerini herkese açık tutan ve bir hardal tanesi kadar hata yaptığında kendisini eleştiren, özür dileyen ve başkalarının küçük ve büyük hatalarını bağışlayan kimse, VİCDANI büyük ve ASALETi güçlü olan kimsedir!

 

Sevgili okurlar! Ben burda  babadan gelen bir asaleten bahs etmiyorum! Çünkü babadan gelen bir asalet tembel olur, kibirli olur, bencil olur ve yaratıcı hiçbir özelliğe sahip değildir. Bu sebepten dolayı insanın ASALETİYLE ilgilendiğimi tekrar etmek istiyorum. Asaletin temeli sağlam köklere dayanır. Bu köklerin üzerinde farkındanlık filizlenir, filizler kültür dallarına dönüşür, dallar tomurcuk açar, tomurcuk meyve verir. İşte ASALET budur!

 

Asalet basamaklarına çıkmadan önce kişi kendine şu soruları yöneltir:

 

Benim öz potasiyelim ne kadar?

 

Bir konu üzerinde düzenli kitap okuyor muyum?

 

Öğrendiklerimi ve söylediklerimi yaşamıma ihate ediyor muyum?

 

Sırtımı başkalarına (Din-Devlet-Parti-örgüt) dayamadan toplumda ne kadar saygı görüyorum?

 

Farkındanlık melekeleri gelişmemiş, asaletle ilişkilenmemiş, bilinç ışıkları sönmüş, olaylara ve realiteye karşı çevrimdışı olan bir insana ne kadar iyilik yaparsanız yapın; o her zaman istismar ve ihanet etmeye son derece meyillidir. Mütevazı ve iyiliksever insanların pratikleri farkındanlık melekeleri gelişmemiş bu tür insanlar üzerinde çoğu zaman etkili olamadığını müşahade edebiliyoruz.

 

Bu tür marazlı  insanlarda, ASALET izine rastlamak  mümkün değil ve toplumun ezici çoğunluğunu bu tür insanlardan meydana geldiği dikkatimizden kaçmıyor. Kısacası, asaletten mahrum olan ve değerin farkında olmayan bir insana örnek olmak, o kişiyi daha fazla azdırmış olur kanatıindeyimr. Dolayısıyla bu tür sıkıntılı olan insanların, önce uyandırılması ve  farkına vardırılması gerektiğini düşünüyorum.

 

Diğer bir sebep ise insan fıtratının en güçlü halesi olan ihtiras dürtüsüdür. Şehvetini bencilliğini  ve çıkarlarını herşeyden değerli gören yeni postmodern insan modeli; iyilik maskesiyle ortalıkta avını avlamaya çıkar, insan İlişkilerinde dürüst gibi görünüp dürüst olmaz, söylediğiyle amel etmez, söz verip sözünde durmazl, yalan söylemekten hicap etmez, iyiliği istismar eder, iyiliğe nankörlükle karşılık verir ve her konuda  kendini savunur. İşte bu tür insanların ASALET KÖKLERİ kurumuştur ve köksüzdürler.

 

Asalet kökleri kurumuş insanların durumu meyve vermeyen ağacın durumuna benzetebiliriz. Bunların  insan sevgisi çok zayıf olur, sevgi ve merhamet duyguları çevrimdışıdır! Kendilerini değil hep başkalarını eleştirirler, onları kullanırlar, kendilerine yapılan iyiliklerin tamamını inkar ederler, hatır bilmezler, iyi insanların sinir uçlarına dokunurlar ve onlara nasihat ederek kendilerini erotize  ederler. Şu durumu da ilginç bulabilirsiniz:  İyilik kavramını en fazla kötüler, ahlak kavramını en fazla ahlaksızlar ve cesaret kavramını da en fazla korkaklar kullanıyor!

 

İşte ‘’Kamil İnsan’’ olmayan bu tür insanların, yüreği ve ruhu büyük bir hastalığın kuşatması altına girmiştir. Bu hastalık klinik yöntem ve ilaçla tedavi görmesi mümkün değildir. Bu hastalık, haset ve kıskançlıkla başlar; kin, nefret ve intikam duygularıyla kalbi ve ruhu intihara sürükler.

 

Evet, sevgi ve anlam üzerine yoğunlaşmak kötü  insanların işine yaramaz. Kötü bir insan yırtıcı bir hayvandan çok daha tehlikeli olabiliyor! Bu kötü insanların en belirgin özellikleri nefret ve bencilliktir. Bu iki korkunç hasleti etkisiz hale getirecek olan şeyin Sevgi olduğuna inanıyorum. Sevgi kişide farkındanlığı, farkındanlık ise insanın ASALETİNİ ortaya çıkarıyor.

 

1- İbni Arabi “İlahi Aşk” eserinde sevginin üç tür olduğunu söyler:

 

1- İlahi sevgi

 

2- Ruhanî sevgi

 

3- tabiî sevgi

 

Benim buradaki sevgilim ruhanî sevgidir! Ben sevgilimi ibni Arabi’nin sevgi tarifinde buluyorum:

 

“Hayalimdeki o sevgi gökyüzünde olsaydı hiç kuşkusuz gökyüzü çatır çatır çatlardı. Eğer bu aşk yıldızlarda olsaydı yıldızlar parçalanır, parça parça yere düşerdi. Eğer bu aşk dağlarda olsaydı dağlar yerinden kalkar yürürdü.‘’

 

Akıl, şeref ve inanç terazisi  bozuk olan bir insan; yukarıdaki sözler gibi  sevemez, üretemez, aileyi koruyamaz, hatıralara değer veremez, topluma peygamber olamaz ve minacik dünyası ve arzuları için herkese ve her şeye ihanet etmekten başka hiç bir işe yaramaz!

 

Postmodern insanların ezici çoğunluğu sevgisiz ve soğuktur! Sevgiyi değil, bencilliği ve nihiliizmi tercih ederler. Nefret etmek ve hayata anarşist davranmak onlara oldukça cazip gelir. Lakin sevmek onlar için zordur, çünkü emek istiyor.

 

Sevgiyi beslemek ve inşa etmek için postmodern insana farkındanlık, empati, estetik gerekiyor! Evet, sevmek için deniyor musunuz? Başkalarına duyduğumuz acıma duygusu ile kendimize karşı duyduğumuz acıma hissi birbirleriyle eşit iki duygu mudur? Kesinlikle iki eşit duygu olduğunu söyleyemeyiz. O halde başkalarının yaşadığı acıları kendi acılarımızla yanyana getirip, harika bir EMPATİ yaparak, insanın ASALAT YOLCULUĞUNA ilk adımımızı atabiliriz!

 

Devlet Bahçeli’ye Açık Mektup:

Sayın MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’ye…                                           Kadir Amac televizyon yayını

Avrupa’nın başkenti Brüksel’den selam, sevgi ve hürmetlerimi gönderiyorum. Ayrıca, gönül dünyamın bahçesinden bir demet BARIŞ ÇİÇEĞİNİ koparıp zat-ı alinize armağan ediyorum.

Efendim! İzninizle mektubuma üstad Necip Fazıl Kısakürek’in şu enfes belirlemesiyle mektubuma devam etmek istiyorum: “Kendinizden başka her insanı mazur göreceksiniz! Herkesi bu hale birbiri getirdi! Herkes herkesi affetsin! Başka ne çaremiz olabilir ki?’’

Sayın Devlet Bahçeli! Sevgili Türk ve Kürt halkları YIKIM, ACI, ÖLÜM ve KÖTÜLÜKTEN BAŞKA HİÇBİR ŞEY OLMADIĞINI YAŞAYARAK GÖRDÜ!

Efendim güç öyle bir şey ki onu uzun zaman elinizde tuttuğunuz vakit, kendinizi her zaman için haklı görmeye başlarsınız. Eğer bir gün sizin gibi siyasetçi olmaya karar verirsem, Türk ve Kürt sosyolojilerine uygun bir teknik kullanacağım ve ümrana göre uygun bir disiplin içine gireceğim. Bunu yapabilmem içinde bağımsız düşünmeliyim, halkı kışkırtmamalıyım, kafaları karıştırmamalıyım, halkı ikna etmeliyim ve en yüksek düzeyde BARIŞ ve AHLAK örneğini sergilemeliyim.

Bu mahfilde yeni devlet paradigmanızı önemsemediğimi ve değerli bulduğumu belirtmek istiyorum. Şöyle ki optimal bir DEVLET kendi içinde yaşadığı siyasi mistifikasyonları, etnik kim-likleri, plüralist ve akültürasyon grupları içine alır, onları siyasal egemenliğine ortak eder, demokra-si kültürünü parlamento zemininde buluşturur ve böylece politik varoluşun temelindeki DOST-DÜŞMAN ayrımını ortadan kaldırılmış olur.

Sayın Devlet Bahçeli!

Evet, siyasi bir liderin zekâsı önemlidir. Ancak doğrusunu söyleyecek olursam, asıl önemli olan bir siyasi parti lideri ya da bir devlet başkanı için, siyasi olaylara karşı dayanma gücü ve yürekliliğidir. Elbette ki zat-ı alinizin duygularına kapılan bir lider olmadığınızı yaklaşık olarak bi-liyorum. Çünkü duyguların özellikle barışı gerçekleştirme konusunda hiçbir işe yaramadığını benden çok daha iyi biliyorsunuz. Ayrıca zat-ı alinizi barışı gerçekleştirme konusunda büyük bir risk aldığınızı ve barışı gerçekleştirme konusunda son derece kararlı olduğunuzu net olarak görebi-liyorum.

Lider olmanız yalnızca bir seçim değil, aynı zamanda barış, sevgi ve asalet sevdalısı biri olduğunuz gerçeğini mütevazı kişiliğiniz gizlese de bu yanınızı görebiliyorum. Tıpkı bir balık için su ne ise, bir kuş için gökyüzü neyse, sizin için de “barış lideri olmak” odur.

Bir insan istediği her şeyi hayal edebilir, ancak düş kurarken uyanık değildir; uyandığı zaman düşlerinin gerçekle çok az ortak yanlarının olduğunu fark eder veya hiçbir gerçekle hiçbir ortak yön bulamaz. Tam da bu nokta da zat-i alinizi barış sürecinin en büyük MUCİZESİ gördüğümü paylaşmak istiyorum.

Bir liderin değerinin en belirgin ölçüsü kendi siyasal liderlik performansının üstünlüğünü dostuna ve düşmanına kabul ettirebilme yeteneğidir. Bu anlamda, barışın mimarı ve elçisi olmanız, Türk ve Kürt halklarının gönül dünyasında büyük bir değer görmüştür. İşte bu, zahid ve arif karakteriniz ve zat-i alinizi büyük liderlik mertebesine ulaştırmış bir durumda gösteriyor. Bu büyük liderlik portreniz sizi yalnız Türk siyasetinin büyük bir siması yapmıyor, ayrıca Allah’ın izniyle, barış lideri portreniz sizi yeni “Demokratik Türkiye”yi yaratan paradigmanın eseri, yüzyıllara intikal eden bir ANIT olarak yaşatacaktır.

Kadir Amaç

Brüksel

Abdullah Öcalan’ın PKK 12. Kongresi’ne gönderdiği mektup:


Oturumumuz bir ön konferans gibi gözüküyor. Çalışmamıza şöyle bir başlık atmak istiyorum.

Kürt varlığında ve sorunsallığında bir dönemin sonu, yeni dönemin eşiğinde olmak.’

Bu çok zorlu ve tarihi bir çalışma olacak. Yeniden yapılanmaya doğru giderken sorunu farklı başlıklarda ele almaya ihtiyaç var. Bu başlıkların her biri derinlikli analizler gerektirir. Zaman alacaktır. Aceleye getirmemiz de doğru olmaz. Bununla birlikte ‘giriş’ ana metnin ruhunu verir. Ana başlıklarda bir kavrayış yaratmaya yeterli olur. Giriş’i bu formatla ele alacağız. Arkadaşlar da bu taslağa dayanarak kongre süreçlerini ele alabilirler. Çünkü çalışmanın tamamı bir ayı bulabilir. Bu da süreci geciktirebilir, sıkıntıya sokabilir.

Kürtlerde varlık bilinci ve farkındalık konusuyla başlamak istiyorum. Hani o meşhur ‘Kürtler var mı yok mu?’ Varlarsa ne kadar var olabildiler? Ve daha da önemlisi varoluş ile özgürlük ne kadar iç içedir ve birbirlerini ne kadar olanaklı kılarlar?’ yaklaşımları vardı. Bunun için daha yakın bir geçmişe bakış atalım. Örneğin geleneksel Kürtlükle son etkili iki kalkışma yani iki ayaklanmanın sembol önderleri Şeyh Sait ve Seyit Rıza’nın idam sehpasındaki son sözlerini nasıl yorumlayabiliriz? Bunu biraz açabilirim. Bu geleneksel Kürtlüğün yok edildiğini ifade ediyor. Bu sözlerin anlamı bu. Geleneksel Kürtlük demek geleneksel Kürt varlığı demektir. Ve o Kürt varlığının son iki önderi idam sehpasında bitişi ifade etmişlerdir ve bir miras bir anı bırakmışlardır. Neydi Şeyh Sait’in sözleri: “Hani savcı bey vaat etmiştin, birlikte bir ziyafet çekecektik. Kuzulu muzulu ne oldu?” diye bir soru soruyor. Bu dini gaflettir, çünkü dindar bir Nakşi şeyhidir. Aslında hazin bir trajik yanılgının ifadesi oluyor, o sığındığı ideolojinin ne kadar yanıldığını ortaya koyuyor, bunu yüzüne vuruyor.

Seyit Rıza’nın da işte benzeri, “Ben sizinle baş edemedim, bu bana ders olsun; ama ben de sizin önünüzde diz çökmedim, bu da size dert olsun” sözü daha anlamlı bir sözdür. Bu söz hem kandırılmayı ifade ediyor. Hem de son anda teslimiyeti dayatmışlar, “teslim ol idamdan kurtul.” “Hayır teslim olmam bu da size dert olsun” diyor. Gerçekten dert kaynağı olarak bırakıyor Dersim’i… Bunu ifade ediyor. Sonuçta iki gelenek de hem Nakşi geleneği hem Alevi geleneği ya da Sünni Alevi geleneği; aslında her ikisi de uydurma. Kapitalist modernite, ulus devletçilik ideolojik olarak gelişirken, Kürt inkarı temelini bu iki kavramla atıyorlar. 19. yüzyılın sonu ve 20. yüzyılın başlangıcında böyle bir uydurma Alevilik inşa ediliyor. Bu iki aldatmacayla bir Kürt geleneksel varlığı yok ediliyor aslında, özü bu ama hala izleri çok çarpıcı. Hem Bingöl hem Dersim somutunda yaşanıyor. Ve bu önderler aslında bunu ifade etmiş oluyorlar, idam sehpasında olması çok önemli. Bir ölü gerçekliği ifade ediyor, hasta değil, yaralı da değil, ölü bir gerçeklik.

Bununla bağlantılı bir ara dönemi Kadı Muhammed, Mustafa Barzani, Kasımlo, Celal Talabani şahsında yaşanan bir ara dönem. İşte bu dönem hangi gerçekliği ifade ediyor? Evet bir gerçekliği ifade ediyor. Bildiğimiz geleneksel feodal diyoruz, geçiş diyoruz, oradan bize kadar gelen içinde yarı burjuva yarı aristokrat kişilikler. Burjuva diye kastettiğimiz 2. Dünya savaşından sonra ve günümüzde halen varlığını sürdüren bir dönem yani aslında İslam’daki kapitalistleşme, burjuvalaşma… Böyle bir dönem yaşandı mı, yaşanabilir mi? Ama var. Böyle bir kapitalizmi, milliyetçi bir varlık ve milliyetçiliğin temeli bir bilinç var. Temsilcilerden belli. Zaten Kadı Muhammed’in bir devlet olma geleneği var. Barzani’nin hala bir devlet olma deneyimi yaşanıyor. Buna Talabani de ortak. Ama döneme damgasını vuran bir Kürt ulus-devlet henüz yok veya ne kadar çabalansa da şüpheli. Olsa da ne kadar yerel bir olgu, son derece tartışmalı ve en önemlisi de bu son Kürt federe devlet olayı bize karşı çıkartıldı. Bizzat Türkiye Cumhuriyeti’nin olmazsa olmaz destekleri temelinde gelişti, aslında bir varyant oluşum. 92’den itibaren devrimci hareketi tasfiyenin bir aracı olarak öne sürüldü. Önce Federe Parlamento sonra diğer organlar. İşte silahlı kuvvetler teslim olmamız için o bildirileri bunların yardımıyla atıyorlar, çok çarpıcı bir gerçekliktir. Bu ara bir dönem… yani Kürt milliyetçiliği, Kürt sermayesi, biz ilkel komprador burjuvazi diyoruz, bazıları daha gelişmiş olabilirler, Diyarbakır merkezli, Erbil merkezli, Süleymaniye merkezli hatta Mahabat merkezli. Ama bana göre bunlar son derece geçici yapay karşı devrim öğeleri olarak, tasfiye aracı olarak dayatılan aygıtlar oluşumu. Hem ideolojik içeriği böyle hem pratikleşmesi böyle.

Bir de aranın arası bir dönemden bahsediyoruz. Aranın arası dönem bize kadar gelecek olan dönemdir. Bunun temsilcileri veya ifade edicileri olarak işte Sait Elçi, Sait Kırmızıtoprak, Süleyman Mouni kardeşler hatta Siraç’ı da dahil ettim, edebiyatta Cigerxwîn, müzikte de Aram Tigran. Bunları nasıl anlamlandırmalıyız. Bunlara yurtsever diyoruz. Kimilerine sosyalist de diyoruz. Modern hepsi, dürüst yani bir işbirlikçilik yaptıkları yok. Karşı güçlerin iradesi değiller, aygıtı değiller, sesi değiller. Ama çok bireysel kalmışlar, çoğu bu işbirlikçiler tarafından imha olmuş. Kendilerini anlamlandırmakta güçlük çekmişler, yaşatmakta güçlük çekmişler ve hepsi komploya kurban gitmişler, en önemlisi de sürgünde ölmüşler. Bir sürgün gerçeklikleri var. Ama tabi bizi de biraz etkilemişler. Yani nereden bakarsan bak bizim protolarımız bunlar. Benim kendi açımdan da söylüyorum, bunlar proto Apocu bir gerçeklik olarak gözüküyorlar. Bu aranın arası döneme böyle bir anlam biçmek istedim.

Daha sonra girişimizin bizimle ilgili olan kısmı, 20. yüzyılın sonu ile 21. yüzyılın ilk çeyreğine damgasını vuran kendi gerçekliğimden bahsediyorum. Bir Apo gerçekliği var bu açık, ne inkar edilebilir, ne de abartılabilir. Tabi bu Apo gerçekliği veya hakikati nasıl yorumlanmalı. Hayal ve gerçeklik olarak neyi ifade eder?

“50 yıldır doğru anlaşılmayı bekliyorum”

Önderliksel karakteri itibariyle çok az anlaşıldı. Anlaşılmıyor. Önderlik Gerçeği diyorsunuz ama nedir bu gerçeklik, anlamıyorsunuz. Halk dağılmış, felç edilmiş, anlama gücü yok. Kadro donanımsız. Elli yıldır Kürtlerin şaşkınlığı Mesihçiliği bu gerçeklikle bağlıdır. PKK’de Önderliksel gerçekleşme Kürt tarihinde bir dönüm noktasıdır. En az Kürt uyanışı diriliş devrimi kadar önemlidir. Apo gökten inan bir mesih değil; emekle, toplumsal gerçekleşmeyle kendisini yaratan bir Önderliktir. Kürt-Kürdistan tarihinde sosyalist önderliğin inşasıdır. Apo bir önderlik inşası bir kişi kültü inşası değil, kolektif önderlik inşasıdır.

Önderliksel çıkış sürecinde Kürtlük dağılmış, geleneksel önderlikler iflas etmiş, Kürt düşünceden düşürülmüştü. Böyle bir ortamda gelişmiş olmasına mucizevi anlamlar yüklenmiş olması anlaşılırdır. Fakat artık yeter!

50 yıldır doğru anlaşılmayı bekliyorum. Anlatıyorum, anlatıyorum sonra yine anlatıyorum. PKK’de Önderlik gerçeğini anlamamak, PKK’yi anlamamak, özgür Kürt’ü, Kürdistan’ı anlamamak demektir. Gerilikte ısrar etmek demektir. Bunun için gelişmiyor, Önderleşmiyorsunuz. Sizi Önderlik gerçeğinin bir parçası haline getirmek için 50 yıldır amansız bir emek ve mücadele içindeyim.

Önderlik gerçeğini doğru anlamadan, kendini gerçekliğe yatırmadan bırakın topluma öncülük etmeyi, kendiniz yürüyemezsiniz. Nitekim kendinizi dahi taşıyamıyorsunuz. Muazzam bir söylem ve eylem gücüm var. Bunları size sunuyorum, zorla vermeye çalışıyorum, yine almıyorsunuz. Kendinizi bir çözümsüzlük olarak dayatmakta ısrar ediyorsunuz. Neden? Bu önemli tabi çünkü ciddi bir iş. Şu anda Apo gerçeği hem bir süren durum olarak hem de an olarak tarihe damgasını vurmuş ve öyle gidiyor.

“Bizimle amansız savaş önderi olarak Bahçeli…”

Ve geldik işte PKK’deki açmaza ve buna bir çözüm bulmaya; yani bu fesih meselesine. Şu an hâlâ her an yaşadığım durum…. Evet burada bir anın tekrarı var, yaratım değeri fazla yok, bir sıçrama yapmak gerekiyor. Bir eşik atlamak gerekiyor. Tuhaftır, bizim tarafımızdan değil, bizzat benimle amansız ve her an idamım için her şeyi yapan bir Türk, dönemin Türk duyarlılığının partileşmiş hatta proto parti devletin en yetkili sesi ve eli olarak Devlet Bahçeli açtı bu yeni dönemi. Yani bizimle amansız savaş önderi olarak Bahçeli, DEM heyetine bunu bizzat söylüyor. “Ben bütün ömrümü buna adamıştım ama şimdi yeni bir dönemi başlatmak istiyorum.” Bu da bana göre, bu Barış ve Demokratik Toplum çözümüne açık bir çağrı ifadesidir. Hem bir barış çağrısı hem tutarlı hem de demokratik çözüm içeriği olan bir barış çağrısı.

Gelişmeler biraz bunu da gösteriyor. Ve buradan çıkartacağımız tek sonuç, “ancak savaşanlar barışabilir.” Yani ikincil üçüncü güçler değil de ara güçler müttefikler değil de bizzat savaşın sorumluluğunu taşıyanlar ancak barışın sorumluluğunu üstlenebilir. Çünkü barış en az savaş kadar ciddi bir olay. Ve böyle ciddi bir olayın sorumluluğunu da onun bir numaralı taşıyıcıları sahiplenebilir. Dolayısıyla gerçekçi, bu savaşı devlet yürütüyor. Bir barış denemesi olarak yeni bir başlangıca dönüştürme gereği duyuyorum. Bu seslendirildi son altı ayda. Biz de isabetli olarak bu elin havada boş bırakılmaması, bu sese karşı duyarsızlık gösterilmemesi gerektiğine kani olarak anında yanıt verdik. Ki bu savaşımın bir numaralı sorumlusu, yürütücüsü olarak sorumluluk duyduk ve yanıtı da gecikmeksizin verdik. Bu da kamuoyu ile paylaşılmıştır. İfadesi de şöyledir; savaşanlar ancak barışı gerçekleştirir. Diğer muhatapların barışı gerçekleştirme gücü olamaz. İkincildir ya da yardımcıdır. Esas inisiyatif bu işin öncülüğünü yapanlardır. Böyle bir rotaya girdi, bu da bana göre sağlıklı bir yöntemdir. Bu yöntem temelinde başlangıcı biraz daha boyutlandırdık ve devlet denetiminde bu toplantımızla programını hazırlıyoruz. Nasıl bir demokratik toplum bunun yoğun çabası içindeyiz. Bu eşikten atlamak istiyoruz. Nedir bu, savaş ve ayrılıkçı çatışma sürecinden barış ve demokratik bütünleşme, Türkiye cumhuriyetiyle özellikle. Diğer devletlerle ise Irak, İran, Suriye devletleri içinde benzer süreçler devreye girecektir. Türkiye’nin inisiyatifinde olması da bana göre hem aklın gereği hem gerçekliğin ifadesi oluyor. Öyle olması gerekiyor, öyle oluyor. Dolayısıyla bu atılan adım oldukça ciddiye alınabilecek bir adım. Her ne kadar belli bir zorlanmaya uğrasa da doğru bir adıma benziyor. Atlanacak mı bu eşik, tamamen yaratıcı çabalar bunu mümkün kılabilecek. Bu temelde yeni dönemi yedi ana başlık halinde sunmayı deniyorum. Bu yedi ana başlığı neden seçtim, nasıl seçtim? Tartışıyoruz.

Doğa ve anlam

Belki çok az akla gelebilecek Doğa ve Anlam veya Doğanın Diyalektiği ile başlamak istedim. Ne ifade edilmek isteniyor bununla. Biraz daha açmaya çalışayım. Anlam bir ilişkiselliğe ve paylaşıma işaret eder. Karakteristik olarak ortaklaşmacı, toplumsal bir kavramdır. Anlam her şeyden önce bir şeyin anlamıdır. Varlıktan bağımsız bir anlamdan söz edilemez. Peki anlam nasıl oluşur? İnsan doğayı dinleyerek anlam gücünü geliştirir. İlk öğrenme tarzının mimetik olması bundandır. İnsan doğayı dinleyerek doğadan dönüştürür.

Toplumsal tarih boyunca doğayı dinleyerek öğrenme yöntemi giderek zayıflamıştır. Çünkü simgesel dil ve analitik zihin geliştikçe insan doğayı kendi kavramları ile tanımlamıştır ki, insanın doğaya yabancılaşması sonucunu doğurmuştur ve bu yabancılaşma kapitalist modernite sürecinde zirveleşmiştir. Her dönemin hakim düşüncesi, o dönemin hakikati oluyor. Yani bir dönemin hakim düşüncesi varsa, o dönemin hakikati olarak kabul ediliyor. Bir gerçeklik var onun bir ifadesi var ve o ifade de bir düşünceyi ya da hayali ifade ediyor. Mesela mitik düşüncenin hakim olduğu o döneme mitik dönem diyoruz. Yani tamamen hayallerle ifade edilen bir dönem. İnsanlığın yaşadığı en uzun dönem. Milyonlarca yıl bir mitik dönem yaşandı. Hatta mimetik yanı ağır basan, hayvanların o taklitçi sezgileriyle içiçedir… bu milyonlarca yıla mimetik dönem diyoruz. Mimetik ardı sıra mitik düşünce gelişti. O büyük ölçüde neolitik, yukarı neolitik, mezolotik, dönem hakikatidir. Toplumsal karşılığı klan kabile toplumudur. Bitki ve hayvanların evcilleşmesi denilen aslında bir yeni kültür bir yeni yaşam biçiminin ilk defa yaşandığı bir dönemin ifadesi oluyor. Mimetik yani hayvan sezgilerini aşan bir düşüncedir mitik düşünce. Tamamen hayallerle ifade ediliyor. İnsanda bir sembolik düşünce gelişiyor. Hayvandan düşünce bağlamında bir ayrışma var, simgesel düşünce sadece insana özgü bir düşünse. İnsan hayvandan simgesel düşünce ile ayrışır. Mimetik düşüncede sembolizm yoktur, taklit vardır. Taklit bir düşünce midir değil midir, tartışılır. Hayvanda zihin olabilir ama o düşünce durumu değil. Mitik dönemin düşüncesi bu anlamda simgeseldir. Mitik dönemin düşünce dünyası masallardır, biraz ötesinde tek tanrılı din dediğimiz veya ona benzer bir dinsel düşünce var. Aşağı yukarı günümüze kadar bir dini düşünce dini anlamlandırma aşaması söz konusu. İkisi de Ortadoğu insanlığın beşiği dediğimiz bugünkü Yukarı Mezopotamya kaynaklıdır. Hem mitik ve hem dinsel düşüncelerin beşiği bu Dicle-Fırat vadileridir.

Mitler toplumsallaşmanın gerektirdiği anlam örüntüleridir. Toplumsal yaşamın maddi-manevi ihtiyaçlarını karşılayan bir imgelem olarak toplum kurucu rol oynarlar. Bu yönüyle klan toplumsallaşmanın zihin gücü hakikati oluşturucudur. Büyük ekolojik döngü, yaklaşık 15 bin yıl önce sona eriyor. Orda yeni bir iklimsel dönem başlıyor. Bu, neolitiği imkan dahiline sokuyor ve yeni bir dönem başlıyor. İnsan varlığı da burada önce dili icat ediyor, simgesel düşünceyi kabul ediyor. Uygarlığa, devlete sıçrama yapıyor.

Bu dönemin düşüncesi doğayı ifade eder mi, doğa için biçtiği anlam var mı? Aslında var gibi gözüküyor. Örnek olarak İslam’ı alırsak her şeyin bağlandığı bir Allah kavramı var. Allah işte evreni kuşatan, an be an her şeye hükmeden, an be an her şeyi yaratan varlık olarak Allah’ın tanımı yapılır. Hatta tanımlanmazlığı ifade edilir. Bir imandır, ifade edilemez diye sunulur. İslam demek bu demektir. Aslında bu bir aşamadır ve bu çok çarpıcı bir aşamadır insanlık tarihinde. İslam’ın bu kadar etkili olmasının nedeni de budur. Felsefe ile mitolojik düşünce arası bir düşüncedir İslam. İslami düşünce ne tam felsefedir ne tam mitik düşüncedir. İkisine de şiddetle karşıdır, Gazali’de ifadesini bu bulur. Eğer bir ekol olarak bahsedeceksek, ki hakim ekoldür Gazali, bir yandan Avrupa’da zafere giden bilime yol açan felsefeye kapıları kapatır. Diğer yandan kelamı geliştirir, ama kelam demek felsefe demek değil. Diğer yandan mitolojik çağı da kapatır. Ve böyle yepyeni bir İslam çağı doğar. Çok etkilidir. Çağa damgasını vurmuştur. Hem Hristiyanlığı hem Tevrat’ı hem Hint-Çin dinlerini geriletmiş kendisine bir alan açmıştır. Neden? Çünkü önemli bir aşamadır. Felsefe ile mitoloji arasındaki dönem olmazsa olmaz bir dönemdir, ona bir peygamber gerekiyor. Hz. Muhammed’de onu ifade ediyor. Hani Allah’ın 99 sıfatı var denir ya. 99 sıfat öteki olarak anlam bulan her şeydir. Evren felsefedir aslında. Bunun ön aşamasıydı. 99 sıfat bir felsefedir. Bir programdır. Modernitenin felsefi öncülü, bilim felsefesinin öncülü. Bundan ötürü çok etkilidir. Hıristiyanlığa göre. Fakat açmazı da kendi içinde, çünkü kendi içinde modern felsefeye geçişin kapısını kapatmış. Meşhur İbni Rüşt ve Gazali çatışması biliniyor. Batı Gazali’yi, mahkum ederken, Batı düşüncesi İbni Rüştü esas alır ve geliştirir. Bildiğimiz felsefi ve bilimsel devrimi yapar, İslam ise ona tamamen kapalı kalır. Ve batı üstünlüğü batı yükselişi başlar. İslam ile mitik düşüncede ve hatta Tevrat dini olarak (ki buna Museviler diyoruz) ondan daha çok hakikati ifade eder ama çok ısrarcı olduğu için gerek Hıristiyanlıktaki yeni açılımlar gerek mitolojideki katı inanç yaklaşımı iki yönlü bir baskı yaratır. Kapalılık İslam’ı müthiş tutucu güç haline getirir. 15. ve 16. Yüzyıllar tutuculuğun zirve yaptığı yıllardır. 9-10. yüzyıllar İslam’da bir Rönesans dönemidir, bir rönesanstır, bütün dünyayı etkiler. Ama 15. 16. yüzyılların muazzam bir tutuculaşma dönemidir ve fiilen İslam biter. Bunun somut ifadesi Safavilerde, Babur Hindistan’ında ve İstanbul merkezli Osmanlılarda büyük bir tutuculuk başlar ve o tutuculuk zaten bir yüz yıl sonra 17. ve 18. yüzyıllarda ömrünü tamamlar. Bana göre İslam 18. yüzyıllarda da bitmiştir. Hayatiyeti kalmamıştır, ondan sonra istismar edilmiştir. İngilizler bu İslam’ı istismar eder ve bildiğimiz o cihan egemenliğine, küçük bir adadan küresel bir hegemonyaya ulaşırlar. Bu İslam’daki tutuculukla bağlantılıdır. Bunu niye belirtiyorum. Buna biraz da Hıristiyanlık dahil ettim. Çünkü Hıristiyanlıkta batı üstünlüğü başladı. Hıristiyanlıkta yaşanan o reformasyon İslam’da olmadı.

“Batı’da pozitivizm aşılırken Türkiye’de muazzam bir tutuculuğa dönüştü”

Şiilik bunu denedi yapamadı. Batıda reformasyondan aydınlanmaya geçildi. Rönesans da bununla bağlantılı, Reform, Rönesans, aydınlanma batının zihinsel üstünlüğünü mümkün kıldı, başarılı kıldı. İşte 18. Yüzyılda Fransız Devrimi, İngiliz Sanayi Devrimi, Fransız Politik Devrimi bildiğimiz küresel çağda 19. Yüzyılda zirve yaptı. 20. Yüzyılda bu zirveyi sürdürdü şimdi yepyeni bir aşamaya geçiliyor. Neden bunları belirtiyorum? Hani geçmişi doğru yorumlayamazsak geçmiş veya gelenek doğru anlamlandırılamazsa günümüzü anlayamayız, günümüzü anlamadıktan sonra zaten gelecek anlamlandırılamaz. İslam hele Kemalizm her ne kadar pozitivist düşünceyi egemen kılmanın adıysa da şu anda muhafazakar düşünce İslam’ı hakim kılmaya çalışıyor. Batıda pozitivizm aşılırken Türkiye’de muazzam bir tutuculuğa dönüştü. İslam’ın esamesi okunmuyor. İşte beş milyonluk İsrail karşısında 300 milyonluk Arap İslam’ı nefes bile alamıyor. İslam bundan sorumlu tabi. Bunlara rağmen hala biz İslamcılık taslıyorsak burada bir bit yeniği var. Bunu doğru anlamak için bunları belirtiyorum. Hatta Hıristiyanlık mı egemen Müslümanlık mı gibi bir soru var. Yüzde 99 Hıristiyan egemendir. Bunları doğru ifade etmek gerekiyor, gerisi dilenciliktir. Batının kavramlarıyla batıya karşı İslam’ı savunuyorlar. Böyle İslam savunması olmaz. Batı felsefede, bilimde, teknikte olağanüstü üstün, sen onun kalıntılarından, kenarından köşesinden yararlanmak istiyorsun. Ve bunu da dilencilik biçiminde yapıyorsun. Bunun çok başarı şansı olmadığı, son Gazze olayında ortaya çıktı. Saldırı yapıyor İsrail’e. Senin saldırı yaptığın İsrail dünya hegemonu. Sonra da ona karşı BM, AB bilmem insan hakları komisyonundan yardım diliyor. Yardım dilediğin kurumlar İsrail’in damgasını vurduğu kurumlardır. İsrail’i hakiki düşman ilan etmişsen o kurumlardan dilencilik yapmayacaksın. Tutarlı isen, milleti aldatmak istemiyorsan, yapma. O hegemon güçtür. Ya hegemona boyun eğersin ya hakiki bir savaş yürütürsün. Bu Türkiye’de yapılmadığı için düşünceler karma karışık ve yine sermaye vurgun yaparak kendini katlayarak, bu çatışmadan egemenliğini güçlendiriyor. Buna dikkat çekmek için ben bu bölümü açtım. Bunu anlamak tabi günümüzü doğru anlamakla bağlantılı. Bu aydınlatıcı oluyor, sanırım bunu fazla açmaya gerek yok.

Toplumsal doğa ve sorunsallık

Doğa ve anlam, felsefi düşünceyi biraz güçlendirmek için bazıları merak edebilir. Bu merak haklı bir merak, çünkü bilim merakla başlar. Bu merakı doyurmak ona bir yol açmak için de bana göre öteki olarak veya doğanın diyalektiği gibi bir felsefi düşünceye ihtiyaç var. İşte bu bilimin bütün ortaya serdikleri, fizik, kimya, biyoloji bağlamında ne varsa aynı şey felsefe adına hatta mitoloji adına serilen ne kadar düşünce varsa onları süzerek bir sonuç çıkarmak ihtiyacı duydum. Spekülatif bir düşüncedir, öyle mutlak doğrudur demiyorum. Doğa öteki gerçekliği anlaşılmaya değer. Evren de diyebiliriz buna. Hala anlaşılmayan birkaç husus var. Büyük patlama deniliyor. Bu büyük patlama nedir, büyük patlamanın öncesi ne vardı? Büyük patlamayla evren 13 milyar yıllık bir gelişme diyorlar. Bu pek akla yatkın gelmiyor. Giderek fizik bilimi temelinde art alan ışıması diye bir düşünce geliştiriliyor. Patlama sırası veya patlama öncesi… doğal olarak insanın aklına gelir, bu patlama öncesinde bir evren var mıydı yok muydu? Bu patlama bir iğne ucunun milyar katı kadar küçük bir varlıktan başlıyor bugünkü evren oluşuyor.

Şimdi bizim galaksimiz Samanyolu’nun 200-300 milyar yıldızı var. Her yıldızın etrafında onlarca gezegen. Ve bir de milyarlarca galaksi. Bunun bir iğne ucundan doğması açıklama gerektirir. Bilim buna kuantum fiziği ile yanıt bulmaya çalışıyor. İşte kesintisizlik ilkesi ‘hem hem de’ mantığı böyle. Bütün bunlarla şu var. O kaba materyalizm dönemi yaşandı. O materyalizm iyi ki aşıldı. Evren hiç de öyle söyledikleri gibi değilmiş. İşte o güneş merkezli evren teorisi, daha sonra samanyolu, şu anda kara delik etrafında bir de kara madde var, karanlık enerji… şimdi bu kavramlar daha da çoğalacak. Parçacıklar işte en küçük parça atom dendi, sonra baktılar atomun birçok parçacığı var, elektronla, protonla, nötronla izah ediliyor. Onların da parçacığın parçacığı var. Bir Tanrı Parçacığı çıktı. Velhasıl bu böyle gidiyor.

Niye bunu söylüyorum. Demek ki materyalist açıdan da idealist açıdan da henüz katı gerçekler yok. Yüzde yüz o doğru, yüzde yüz bu doğru yok. Belli ki insan zihninde bir gelişme var bir patlama var. Hakikat arayışı devam edecek. Bu iyi bir şeydir, hakikat arayışına insan zihninin açık olması umut veriyor en azından. Hem özgürlüğe umut veriyor hem yaşama umut veriyor. Özgür yaşama… onu geliştirmek bana göre doğru bir şey. Hatta böyle bir düşünce tarzı bizi toplumsal doğanın izahına götürür. Biliyorsunuz işte ikinci başlıkta bunu ifade etmek istiyorum.

Genelde doğa ve anlam konusunda benim şöyle bir değerlendirmem var. Hegel de bununla çok uğraşmış. Hegel anlamı doğanın kendisinde bulur. Geist dediği evrensel ruh, evrensel tin aslında beynin dışında bir gerçeklik. Varlık da bir gerçekliktir. Anlam varlığın içindedir. İnsan beyni tarafından üretilmiyor. Bir nevi idealizm de denir buna. Hegel idealizmi diyorlar. Bir gerçeklik payı da yok değil. Marks bunun tam tersini ifade eder. Yansıma olarak ifade eder düşünceyi. Zaman insan beyninde olup biten bir şeydir. Bunu dışa yansıtır ve düşünce olur. Biraz buna terstir. Anlamın kendisi doğadadır. Burada bir felsefi tartışma var devam ediyor. Bu tartışmaların devam etmesi iyi bir şeydir. Materyalizm ya da idealizm diye dondurmak doğru değildir. Bu ikilem yanlışa götürür, götürüyor. Dolayısıyla diyalektik düşünce bunun aslında katı dogma haline gelmesini engelliyor.

Diyalektik düşünmenin faydası diyalektik adı üstünde ikilem anlamına geliyor. Ari dilinden geliyor. Diyalektikte bir’in anlam kazanması ikiye bağlıdır. İki biri akla getirir. Bunu düşünceye uyguladığımızda işte düşünce maddeyi gerekli kılar. Bu sürüp gider. Bu faydalı bir şey veya bir açık kapı bırakıyor. Diyalektik düşüncenin tersi metafiziktir. Metafizik bir düşünce biçimi ama diyalektik kadar başarılı değil. Diyalektik daha başarılı. Yalnız onu geliştirmek gerekiyor ve gelişiyor da. Demin söylediğimiz doğanın izah edilmesi bu biçimiyle diyalektik düşünce sayesinde olmuştur.

Şimdi buradan hemen toplumsal doğa ve sorunsallık adlı başlığa geçiyorum. Evet toplum da bir doğadır. Ama buna ikinci doğa diyorlar. Doğrudur. Bana göre de toplumsal doğa ile büyük farklılaşma var. En temel özelliği düşünce esnekliğidir. Doğadaki düşünselliği tartışmıyorum. Ama toplumsal doğa düşünce ile örülen bizzat insanın önce simgesel sonra bilimsel, felsefi, dini bütün düşüncelerini temeline yerleştirdiği bir doğadır. Toplumsal doğa bir taş değil, bir bitki değil, bir hayvan değil. Düşünce temelli oluyor. Toplumsal doğanın böyle bir farkı var. Toplum dedin mi hemen akla düşünce gelir.

İşte Atina felsefesi toplum ile gelişti. İşte batı, bilimsel düşünce ile gelişti. Londra, Amsterdam ikilemi diyelim, bir Atina ve Isparta ikilemi, o da felsefe ile mesafeyi açtı. İslami düşünce en verimli dini düşünce olarak mesafe kaydetti. Bunların hepsi toplumun değişik aşamaları. İşte Sümer toplumu mitolojinin zirvesi, Sümer toplumu bu kadar ilk’li kılan devletli toplumun beşiği olmasıdır. Ve yukarı Mezopotamya’da Dicle ve Fırat’ın olduğu mümbit verimli toprağın yarattığı mitsel bir düşüncedir ve orada zirve yapmıştır. Tanrı ve tanrıçalar dünyası çok çarpıcıdır ve buradan alınan kavramlar daha sonra geliştirilmiştir. Buradan alınan kavramlar kuranı üretmiştir. Kurandaki düşüncelerin büyük bir bölümü buradan alınmıştır. Atina felsefi düşüncesinin de büyük bir bölümü buradan alınmıştır. Kuzeyde, Avrupa o zaman vahşet döneminde. Atina, hem Medya’daki Zerdüşt felsefesini hem de Mısır’daki dini düşünceyi alır. Babil’e gelmeyen aydın yoktur. Hepsi Mısır’ı, Babil’i ve Medya’yı hatta Persepolis’i görmüşlerdir. Aldıklarını bir senteze dönüştürmüşlerdir. Demokrasi düşüncesi de buradan alınıyor aslında. Ve işte Grek ve Helen dediğimiz uygarlık adımı atılıyor. Bir de toplumsallık işte ilk çağ toplumu dediğimiz Marksizm’deki ‘toplumun barbarlık aşaması veya ilkel dönem’ denilen dönem ve ardı sıra kölelik kurumu gelişiyor.

Şimdi buna geçmeden önce de bu toplumsallığın genel tanımını verdik. Ama bu nasıl gelişti? Biliyorsunuz, toplumsal gelişme Sümer mitolojisinde nasıl izah edilir? Dinde -ki üç tek tanrılı dinde de Adem babadan Havva anadan nasıl yaratıldığı açık yazılıyor. Hatta beş bin yıl diyor. Kendilerine göre bir tarih de veriyorlar. Tamamen dini inançla bağlantılı. Bilimsellik hatta Atina düşüncesi bunlarla arayı açtı. Dolayısıyla yeni bir toplumu yaratıp zirveye çıkardı. Kapitalizm aldı başını gidiyor. Batı kökenli düşünce hem hegemonik düşünce hem de maddeleşmiştir. Maddi bir güç haline gelmiştir. Ama bir nokta karanlıkta kalıyor. Nedir o? Bu toplumsal doğa nasıl oluştu? Ve kim oluşturdu? Toplum sadece bir araya gelen insanlardan müteşekkil bir oluş değildir. Toplum biraraya gelen insanların ürettiği ve etrafında ortaklaşarak kendilerini kolektivite üzerinden gerçekleştirdikleri bir değerler sistemidir. Tüm toplumsal oluş ve yapılanmaların kurucu, taşıyıcı, geliştirici unsuru anlamdır. Toplumun kendinden başka öznesi yoktur. Toplum oluşun öznesi de nesnesi de yine toplumun kendisidir. Ve bu oluş ucu açık bir karakter arz eder. Başka bir ifadeyle toplum kurulan, yıkılan ve yeniden kurulan bir fiil halidir.

Nihayetinde bu toplumsal doğayı insan oluşturuyor. Toplumsal doğa insan türünün etrafında oluşan bir gerçekliktir. Hayvanlarda topluluk haline yaşar. O ayrı. Mimetik bir zihniyet olduğunu söyledik. İçgüdülerle, taktikle oluşan bir şey. Evet insanda da içgüdü var. Taklitçi eğilim hayvandan kalmadır. Beyinin en alt tabakası hayvandan kalmadır. Küçük beyin dediğimiz o içgüdüden sorumludur mitik düşünce ama mimetik düşünceyi aşıyor. Onun da beyinde temsili orta beyin dediğimiz kısımdır. Onun sorumluluğunda insan insan oluyor. Mitik düşüncenin geliştiği insan aslında orta beyinle yaratılan insandır. Tabi bunlar hep iç içedir.

Öyle bıçakla keser gibi basamak basamak yükselmez. Hepsi iç içe. Müthiş bir evren var. Peki insan türünde kim ondan sorumlu olur?

İşte burada kadın devreye giriyor. Daha da dikkat çeken bir şey erkeklik-dişiliğin nasıl meydana geldiğidir. Bu da tabi biraz kafa karıştırıyor. Ben fazla incelemedim. Ama bilebildiğim kadarıyla önceki varlıklar tek hücreyi biliyorsunuz, miyoz bölünme, her hücre sadece bölünüyor. Birinden iki çıkıyor. Böyle bir çoğalma biçimi biliyoruz. Henüz ortada erkek dişi diye bir bölünme yok. Ve bu devam ediyor, milyonlarca yıl.

En son tespit edebildiğimiz kadarıyla canlının ikiye bölünmesi dişil ve eril olarak 300 milyon yıl öncesine dayanıyor. Bunları felsefi olarak konuşuyoruz. Böyle bir dişil eril bölünme neden oldu? doğanın diyalektiği dedik ya diyalektik bundan sorumlu. Her şey ikilemlidir. Enerjiden madde nasıl doğdu, parçacıklar nasıl farklılaştı? Evet atomda da parçacıklar var parçacıklar olmasa atom zaten olmaz. Madde enerjiye nasıl dönüşür? Madde yani o görünen şeyler, yıldızlar maddeleşmiş enerjidir. Einstein’in formülü E=mc2 enerjinin maddeye dönüşümü formülüdür. Formülün önemi burada konunun anlaşılmasını mümkün kılmasından geliyor. Dişil eril olayı da bunun bir uzantısıdır. Evrendeki gelişmeye aykırı bir şey değil. Onun bir uzantısı olarak bir dönem artık yavaş yavaş tek varlıkta ikilem yerine ayrı varlıklarda bir birleşme. Eril varlık türüyor, dişil varlık türüyor ve biri ikiye bölüyor ve ikiden tekrar bir birlik…. Giderek derinleşmiş bir eril derinleşmiş bir dişil varlık gelişiyor.

Toplumsal sorunsallık nasıl başlıyor?

Bu aşağı yukarı üç yüz milyon yıl öncedir. Hem bitkilerde böyle gelişmeler oluyor hem de hayvanlar aleminde. Bazı hayvanlar ısıyla bağlantılı olarak hem dişi oluyor hem de eril. Dolayısıyla bu katı bir şey değil, dönüşebilir, diyalektik bir gerçekliktir. LGBTİ+ biliyorsunuz büyük bir tartışma konusu. Hem eril hem dişil özelliklere (hermafrodit) sahip böyle çok sayıda kişi var. Hatta ameliyatla kendini ya erkek yapıyor ya dişi. Böyle ameliyatlar yaygın olarak gerçekleşiyor. Bunda dikkat çeken nokta dişi eril arası aşılmaz bir uçurum olmamasıdır. Tabi ki bunun felsefi sosyolojik yanı çok farklı. Bunun ahlaki boyutu var, topluma yansımış hali var. Bunlar diyalektik düşünce ile aşılabilir.

Burada kadının rolüne girmek istemiyorum. Eril dişil ayrımı mucizevi bir şey değil, doğanın diyalektiği gereği bir şey. Bir üstünlük arz etmiyor. Dişil olmak bir üstünlük değil veya eril olmak kutsallık değil. Bunlar özel bir sonuç çıkarılacak bir olay değil. Doğanın diyalektiği gereği bunlar olacak, oluyor. Nitekim biz buna farklılaşma dedik farklılaşma olmazsa yaşam olmaz. Yaşamın anlamı farklılaşmayla bağlantılı. İşte tek bir kişi hem nasıl dişil hem eril olacak? Yaşayamadıkları günümüzde belli. Hermafrodit adam hem eril hem dişil nasıl oluyor? Geleneksel ahlak bu kişileri mahkum ediyor. Ama bana göre bu bir sorundur. Operasyonlarla erkeklik yönü öne çıkabilir, kadınlık tercihi öne çıkabilir, ikisi de değerlidir diyelim. Doğa seni ikiye ayırsa bu ikiye ayrılmayı bir özgürlük imkanı, bir farklılık olarak göreceksin o farklılığın anlamı var. Dişilin de anlamı var erilin de. Toplumda da bu vücut bulmuştur, mühim olan bunları karşıt hala getirmemektir. Karşıt hale getirme işte sorunun başlangıcı oluyor.

Şimdi toplumsal sorunsallık böyle başlıyor. Biri eril üstündür der, diğeri dişil der… Böyle şeyler toplumsal doğada sorunsallık konularıdır. Dişil üstünlük evet arada gelişecek onu biraz anlatalım. Diğeri de karşı tez olarak yükseldi, üstün olan erildir dedi. Ve sonuçta korkunç felsefeler oluştu, büyük bir sorun oldu. Toplumsal sorunsallık uygarlık sonrasında devletle başlıyor demiştim. Ama şimdi öyle görünüyor ki devletle değil, çok daha öncesinde, 30 bin yıl önce gelişmiş. Ve sonuçta eril kadınla benzeşmeyecek olağanüstü bir yapılanma kadında ve erkekle sanki dağlar kadar farkı olan bir tip kişilik gelişti. Dikkat edilirse erkeklik kromozomları ile kadınlık kromozomları arasında küçücük bir fark var. Çok küçük bir farktır. Sonuçta düşünce dediğimiz şey insana özgüdür ve düşüncenin erkeği kadını yok. Düşünce bu ikilemleri tamamen aşan bir özelliktir, hatta siyasi alan, erkeğe özgü siyasi alan, kadına özgü siyasi alan saçmadır. Tamamen insana özgüdür siyaset alanı. Bunu daha da yaygınlaştırabiliriz. Ekonomiye, sanata, hatta dine kadının dini, erkeğin dini gibi ayrımlar yapıldı ama buna temel bir gerçekliktir diyemeyiz. Erkeğe özgü düşünce, kadına özgü düşünce bunlar kesinlikle sorunsallığı ifade eder. Hatta sorun bile değildir, sorunsallıkta çakılıp kalmadır. Hatta diyalektik düşüncenin inkarıdır. Feminizm kadına özgü düşünce, bunun karşıtı erkekliktir, erkeklikte de sadece erkekliğe dair düşünce iki tutucu alandır, katılaştırıyorlar aslında. Yani böyle bir katılık doğada yoktur, doğadaki diyalektik topluma yansır, toplumdaki diyalektik de yaşamı mümkün kılar, farklı yaşamı, yaşam farklıdır. Fark yaşamı ifade eder. Yaşam da farklılaşarak zenginleşir. Donmuş karşıt bir ikilem uçurum demektir. Bu uçurumda vuruşlar, aile cinayetlerinin altında da bu gerçeklik var. O cinayette şey edenin bakış açısında kadın donmuştur, kadın mutlak kadın, erkek mutlak erkek ama diyalektik bir düşünce akışı oldu mu birisi diğerine mutlaka ihanet eder. O onu vurur diğeri onu vurur. Buradan kaynaklanıyor sorunun temeli. Bu da dediğim gibi müthiş bir sorunsallık anlamına geliyor. Bunu aşmak gerekiyor.

Bu ana başlık altında sorunsallığı doğru koyduğuma inanıyorum. Biz devlet bağlamında kent-köy ayrımı dedik, sınıf ayrımına dayandırmak istedik, bu yetmiyor… Var da böyle sınıftan kaynaklanan sorunsallık var, devlet komün sorunsallığı var, bunları işleyeceğim bunlar ciddi gerçekleşmeler esas sorunsallık toplumda eril dişil öğenin çatışmasıyla başlıyor. Eril dişil düşünce tutuculaşınca gözü görmez hale geldikçe kendini temel gerçeklik… Önce bunu kadında görüyoruz. Kadın tanrıça çağı… Aslında bunu bir çağ arkeolojik araştırmalarda bunu biraz gösterir. Son otuz bin yıldaki o tanrıça figürleri, böyle bir çağın yaşandığını gösterir. Bütün Avrasya’dan batı Avrupa’ya kadar Ortadoğu’dan Afrika’ya kadar böyle bir dönemin yaşandığı tespit edilmiş.

Peki bu tanrıçalık ne anlama geliyor, kadın doğuran bir varlık artık bunu tartışmaya da gerek yok, doğum kadında gerçekleşir, insan türü olarak kadındaki doğru değişiktir, iyi anlamak gerekir, bütün incelemeler şunu gösterir, bitkilerin çoğalması kolay, ilk hücrenin bölünmesi kolay gerçekleşir, hayvanlardaki doğum biliyorsunuz, yavru doğar 24 saat içinde ayağa kalkar. Bütün hayvanlarda bu böyledir. Bazıları uzun bazıları kısa sürelidir ama kolay bir doğum, kolay bir büyüme, bırakırlar altı ay baktı mı bırakırlar hayvan varlığını sürdürür. Fakat insan türüne geldiğimizde enteresan bir durum doğuyor, zor doğum yapıyor ve o da yetmiyor 5-6 yıl ana desteği olmadan yalnız yaşayamıyor. Yani hayvanda 24 saat insanda 7 yıla kadar çıkıyor. Bu neyi gerektiriyor. Ananın etrafında bir toplumsallık gerektiriyor. Çünkü erkeğin ne olduğu belli değil. Yavrunun erkekle ilişkisi diye bir olgu yok ortada. Kadın ile erkek ilk defa nasıl karşılaştılar? İnsanda da hayvanda da bir cinsel güdü var. Cinsellik güdüsü, tıpkı açlık güdüsü gibi temel güdülerdendir. Güdüler bilinçtir, canlılık işaretleridir. Açlık hissi olmazsa doyum olmaz, dolayısıyla yaşam olmaz, cinsel güdü olmazsa üreme olmaz, üreme olmayınca yaşam olmaz. Bunu anlıyoruz. Baba kim? Aslında önce baba yok. Hatta cinsellik kiminle kurulmuş, nasıl kurulmuş konusunda bir bilinç yok, sadece bir güdü var.

Kültür insan türünde ortaya çıkan bir bilinçtir. Bu, önce kadında başlıyor, çünkü çocuğu doğuran kadındır. Daha sonra tek tanrılı dinlerde de Havva Adem’in kaburga kemiğinden yaratılmıştır. Sümer mitolojisinde de bu bölüm uzunca anlatılır. Yahudiler de bunu Tevrat’a koymuştur. Tevrat’tan da Kuran’a geçmiştir.

Doğuran kadın çocuğu büyütmek zorunda. Beslemek zorunda, beslemek için de toplayıcılık yapmak zorunda. O da muazzam emek ve çaba gerektiriyor. Yaklaşık iki milyonluk yıllık tarihten bahsediyoruz. Bu Afrika Rif Vadisi’nde başlamış, daha sonra Ortadoğu’da bu yoğunlaşmış. Gerçek kültürleşme ise Toros-Zagros vadilerinde gerçekleşir. İnsan burada insan oluyor, kadın burada kadın oluyor. Bunu biraz açacağız. Kadın demek ki çocuğu büyütecek, çünkü çocuğun kendinden doğduğunu biliyor. Kadın muhtemelen birlikte büyüdüğü kız veya erkek çocuk olarak nasıl birbirlerini tanıyorlarsa, ana kadın da kardeş olarak, kız kardeş olarak bir iki tane dayı, teyze gibi akrabalarını tanıyordur. Bir de kültür başlıyor bununla 7 kişilik, 10 kişilik, 15 kişilik. Sayı 20’yi geçmiyor. Bunlar bir arada bir klan oluştururlar. Klan toplumsallaşma tarihinin ilk örgütlenme formudur. Klan, ana etrafından oluşan bir kültürdür.

İşte burada gırtlak yapısı da elverişli hale gelince, yaklaşık 3000 yıl önce, dil denilen olay da oluşur. Dil denilen olay da yaklaşık 3000 yıl önce oluşuyor. İşaret dilinden ses diline geçiş gerçekleşiyor. Mitik düşünce, simgesel dil de sonuçta Verimli Hilal dediğimiz bu coğrafya da ortaya çıkıyor. Muazzam bir kültürel patlama halinde bir uygarlığa dönüşüyor. Köy-kent onunla birlikte devlet-sınıf gelişiyor. Mühim olan toplumsal doğanın kadın etrafında gelişiyor olmasıdır. Kadın etrafındaki toplumsal doğa Sümer toplumuna kadar hatta tarih verirsek iki bin yıl öncesine kadar egemen bir kültürdür. Egemen bir kültür olarak ana tanrıça kavramı ortaya çıkıyor. Heykelciklere, hala varolan tapınak kalıntılarına yansımıştır. Gılgamiş, Babil, Enuma Eliş gibi mitolojik destanlarda çok açık anlatımları var. Dolayısıyla vardığımız sonuç kadın merkezli bir toplumsallaşmanın varolmasıdır. Ve bir de dişil ve eril öğelerin tutuculaşmasına dayalı sorunsallaşma var. Bunun da temeli burada çok güçlü atılmış. Bütün arkeolojik kanıtlar hayvan ve bitki evcilleşmesinin burada başlamış olduğunu gösteriyor. Marx’ın zamanında bunlar yoktu. Sümer toplumu araştırmaları daha ortaya çıkmamıştı bu nedenle onu suçlayamayız.

Marx sınıflarla başlatır tarihi. Oysa sorunsallığın başlangıcı sınıfla değil, kadın toplumsallığı etrafında gelişir. Bilebildiğimiz kadarıyla bu sorunsallık da uygarlıkla sonuçlanır. Bu sorunsallık uygarlık toplumuyla sonuçlanır. Kentin doğuşuyla sonuçlanır ve burada da kadının damgası vardır. Uruk ilk kenttir, ilk devlettir, ilk sınıftır aslında. Gılgamış destanı bunun bütün ipuçlarını veriyor. Büyük bir savaş olduğu için destana girmiş, insanlığın ilk yazılı destanıdır ve bu ilkin içinde yüzlerce ilk var. İşte sınıf, yaratım, devlet yaratımı, erk yaratımı, müthiş başlangıçlardır. Burada Uruk kendinin kurucu tanrıçası İnanna’dır. Ninna kelimesi de her halde oradan geliyor. Dolayısıyla bu kadın merkezli tanrıçalık o yükselişi ifade ediyor. O dini, tanrıça dinini ifade ediyor. Kutsallığı o derece gelişmiş ki, Gılgamış gibi biri tiril tiril titriyor. Bereket törenlerinde açık bir cinsel töreni de var. Mitoloji yazarı bu kutsal evlilikleri müthiş bir tören olarak tarif eder. Ve o birleşmeyi gerçekleştiren güçlü erkek ertesi gün öldürülüyor. Birçok kültürde böyle bir durum var. En son Azteklerde de yakalanan delikanlıların hepsi kurban ediliyor. 1500’lere kadar bu kültür birçok tarafta uygulanıyor. Bir bakire ile bir ay veya bir yıl gibi kısa bir sürenin ardından öldürülüyor ve ciğeri de yeniliyor. Azteklerde korkunç bir gelenek var. İspanyollar orayı fethettiği dönemde halen orada senede böyle binlerce genç erkek kurban ediliyordu. Hem de tapınakta ve bu başka yerde de böyle.

Bunun temeli tanrıça dininden kaynaklanıyor. Tanrıça kendisiyle kutsal evliliği yapan kişinin öldürülmesini sağlıyor. Bunun da sosyolojik açıklaması şudur, tanrıça yerini erkek tanrıya bırakmak istemiyor. Bunu açıklıkla söyleyebilirim bu tez benim. Böyle kutsal bir evliliğin bir gereğidir diyor. Kitaplar öyle yazıyor ama kadın yerini bir erkek tanrıya bırakmak istemiyor. Ne kadar sevgilisi olsa da, Dumuzi İnanna’nın sevgilisidir ama onu öldürüp yerin altına gönderiyor. Kural öyle. Neden? Çünkü kadın yerini bir erkek tanrıya bırakırsa başına ne geleceğini biliyor. Nitekim Babil destanın da bunun gerçekleştiğini görüyoruz.

İnanna 4000’lerde Uruk sitesinde mutlak bir güç iken, mutlak tanrıça ve kutsal evliliğin bütün görkemini sürerken, Gılgameş bile köşe bucak kaçmaya çalışıyor. Ölümsüzlük arayışı bununla ilgilidir. Hayret ediyorum benim gibi bir çaresiz bunu tespit etmişse onca bilim adamı niye tespit edememiş şaşıyorum. Evet bu ölümsüzlük arayışının anlamı şudur, erkek canını kurtarmak istiyor. Çünkü Uruk sitesi tanrıçasının o dine göre bir sürü erkek rahipleri var. Tanrıça dediğim bir kadın yönetici var, tapınakta ona bağlı rahipleri var, içlerinden istediğini alıyor, onunla kutsal evliliği yapıyor, ertesi gün de adamı öldürüyor. Öldürüleceğini bildiği için Gılgamış kaçıyor ‘beni seçme’ diyor. Birinci kaçış planı var, ikinci kaçış planı var, her seferinde yakalayıp getiriyorlar. Ama sanıyorum çarpıcı bir gerçeklik yaşanınca canı bağışlanıyor. Nasıl bağışlanıyor bilmiyorum, araştırmadım. Canı bağışlanması müthiş bir olay olduğu için Gılgamış destanı vücut buluyor. Gılgamış’ın farkı artık öldürülen bir erkek olmaktan çıkmasıdır. Öldürülen bir erkek olmaktan çıktıktan sonra bu destan vücut buluyor. Ve taşlara kazınıyor, tuğlalara yazılıyor, bugüne kadar gelen bir erkeklik çağı başlatılıyor. M.Ö. 4000’lerden M.Ö. 2000’lere Babil hükümranlık dönemine kadar egemenlik yavaş yavaş erkeğe geçiyor. Bu sefer tersinden erkek bu yüce kadın tapınağını alıyor. Gılgamış Enkidu’ya (ki büyük ihtimalle o dağlardaki proto Kürt oluyor) bir fahişeyi gönderiyor. Bir destandır ama bir fahişe üzerinden erkeği elde etme kültürü de vardır. Ne yapıyorlar? Allayıp pulluyorlar. Zaten tapınağı var biliyorsunuz en seçme kadınlar tapınaktadır.

Uruk sitesinde bir kadın tapınağı var, bunu günümüzün kerhanesine benzetebiliriz. Tapınaktan kerhaneye bir dönüşüm söz konusudur. Musakkaddim evet ismi de var. Bu erkeğe dayalı toplumsallaşmadır. Halen de öyle değil mi? Çok çarpıcıdır, saflarımıza kadar sızmalar oldu. PKK’yi bölüp parçalamak için böyle özel kadınlar yollandı. Çok çarpıcıdır. Bunları biz yaşadık, ben bile belki yaşamış olabilirim. Böyle bir gerçeklik var. Şu anda da çok yaygın. İşte örgütün başına musallat etme, hatta örgütün kendi kendini lağvetmesi bu olgu etrafında gerçekleşiyor. Bir tarihsel temeli elbette bu topraklarda var. Enkidu Zagroslardan getirilmiş, güçlü erkek diyor, muhteşem en az Gılgameş kadar güçlü. Hatta o olmadan Gılgamış yaşayamıyor. Hakim kenti koruyan adam. Destanda var. Muazzam övgüler var. Ölünce Gılgamış da kendini öldü biliyor. Nasıl öldüm nasıl başıma bu felaket geldi diyor. Anlatılan trajik bir destandır. Ama özü şudur, bu kadın üzerinden dağdaki adamın kontrolünü ele geçirmedir. Kadın tapınağı musakkaddime dönüşmüş, Gılgamış artık krallığa geçiyor hem tanrı hem kral. Kendine bağlı bir erkek ordusu oluşturmak için nasıl ki Kürtlerden asker devşiriliyorsa bu yolla ağırlıklı olarak kadın evi üzerinden getirip o dağlıyı götürüyorlar, tapınaktaki fahişe ile birleştiriyorlar. Adam iki üç günde dağılıyor, darmadağın oluyor. Bir daha asla dağa çıkmam diyor. Çünkü fahişeye alışıyor.

O gün bugündür toplumu baştan çıkaran, kadını fahişeleştiren, erkeği de en kötü duruma sokan bu kurumun temeli böyle atılmıştır. Gılgamış destanın özü de bu… bunu niye anlatıyorum. Sorunsallık dedik ya kadın ve sorunsallıktır. Bu gerçeklik ana başlık altında incelenebilir. İnkara gelir mi, hala etkisi yoğun yaşanıyor. Erkek nasıl erkekleşti bunu anlattım. Tanrıça nasıl erkek dinine dönüştü, bunu anlatmaya çalışıyorum. Gılgamış’ta korkunç, Enkidu da biten proto Kürt’tür. Böyle çok kaba ve genel tarif ediyorum. İsteyen bunu derinleştirebilir ama özü bu benim için kadına dayalı toplumsallık, buna dayalı erkek kadın çekişmesi, kadın tanrıça, erkek tanrı, işte Tevrat’ta yeri var, İncil’de yeri var, rahip rahibe İslam’da ise harem kurumu Osmanlıda zirve yapmış. Muaviye’de zirve yapmış. Hıristiyanlıkta zirve yapmış. Yahudilikte de ev, aile denilen olgunun kökü Tevrat’tadır. Tevrat’ı açın bakın kadın nasıl eve kapatılmış. Eve kapatılmanın tabi Zerdüşt temelini atmış. Yahudiler Babil’de onu Zerdüşt’ten alıyorlar. Müthiş bir aile kurumunun temeli böyle atılıyor. Eve kapatılma, evlenme… yani evlenme eve kapatılma anlamına geliyor. Gelin allanıp pullanıp eve kapatılır.

Kadın bitki topluyor, erkek avlanıyor, canlıyı öldürüyor. Savaş bir canlıyı öldürmektir. Hayvan öldürmek cinayettir. Kadının bitki tohumları etrafında toplumsallığı oluşturması bambaşka bir olay. Erkeğini öldürerek kendini güçlendirmesi bambaşka bir olay. Bunu daha da açacağım. Birisi şu andaki katliamcı topluma dönüştü birisi hala toplumu ayakta tutmaya çalışıyor. Dolayısıyla toplumu ayakta tutma kültürü kadın etrafında gelişen bir sosyolojiye dayanır. Savaşı esas alan yani ganimeti esas alan toplum erkek ağırlıklı toplumdur. Onun işi gücü artık değerdir. Marx bunu sınıfsallaşmaya bağlar, oysa hiç gerek yok. Bir artık değer imkanı oluşmaya başlarsa kadının etrafında bir bitki toplumu, bir besin arttırımı olursa erkek buna göz dikiyor. Hayvan da avlıyor ama bir de kadının topladığı besinlere el koyuyor. Hem besine el koyuyor, hem kadına el koyuyor, hikâye böyle başlar. Bir taşla iki kuş vuruyor.

Evet, kadın toplum geliştirmiş ev kurmuş. Kadın yavrularını besliyor, bir kadın klanı var, bir kadın toplumu var. Tanrıça durumuna gelmiş 30 bin yıl insanlığı idare etmiş. İşte avcı erkek ki özel bazı birlikleri, erkek kardeşliği diye bir kulüp oluşturmuş. Erkek kardeşliği kulübü o kulüp de birkaç ahbap çavuştur. Avcılar grubu oluşturmuş önce hayvanları vurur, başarılı olursa şölen yapılır. Ama bir bakıyor ki kadın buğday, arpa, mercimek ekiyor ve neolitik dediğimiz toplumu böylece köy kurarak geliştiriyor. Ev kuruyor. Kurar, çünkü yavruları besleyen ve koruyan o, kardeşleri var teyze olarak ve dayı olarak. Çocukları var ve bu bir klan. Ama üretiyor, icat ediyor. İnanna Enki’ye diyor ki ‘benim yüzlerce Me mi sen hırsızladın’ bu şu demek yüzlerce yaratım sanatı var, kurumu var, aslında bunların yaratıcısı bendim ve şimdi sen bunları sahipleniyorsun. ‘Ben yarattım diyorsun ve yalan söylüyorsun’ diyor destanda Enki’ye. ‘Bunları ben yarattım sen el koyuyorsun’ diyor. Bu mitolojik ifadesi ile ben kendime özgü bir tarzda dedim. Bunu daha da geliştirdim. İşte Gılgameş destanının çözümlemesini de böyle yaptım. Sorunsallığa gelince, erkek bu avcı kulübüne dayanarak bu kadın toplumsallığına saldırıyor. İşte sorun öyle başlıyor. Doğru mu doğru. Urfa başta olmak üzere görüyoruz. Çok yaygındır. Güçlü erkek evlilik olayı ile her gün öldürüyor.

Tuhaftır, hatıralarımı çok anlatmak istemem ama bir tanesi aklıma geliyor. Hala aklımda biz bacı kardeş olarak bir eşeğimiz vardı. Yük ve ot bindiriyorduk. Hala tarlası da aklımda. Bir yetmezlik çıktı. Ayne bacıma hatırladığım kadarı ile bir dayak atma olayım vardı. Buradan da söylenen bir sözü vardı ‘senin gücün ancak bana yeter’ dedi. Aklımda kalmış ve her halde biraz güçlüydüm ondan. Ve iş yapmayı yeterli ve doğru yapmadığı için bir el kaldırma olayı olduğunu hatırlıyorum. Tuhaftır Eyne benim ziyaretime bile gelme ihtiyacı duymadı. Fatma bacı hala yaşıyor. Ama bu hiç oralı bile değil. Kendine bağlı bir dini mi var? Düşüncesi mi var? Yarı deli bir kadın olarak yaşadı. Çok enteresan, çok acı bir yaşamı da olabilir ama beni hiç aklına getirmedi bir kardeş olarak. Pek derin bir sevgisi oluşmadı. Acaba o dayak ile ilgili olabilir mi? Belki de onu düşünmeye başladı. Araştıracağım bir gün.

Durum şu; yani şu an zaten yaygın yaşanıyor, canı sıkıldı mı kadını öldürüyor. Bugün kent köy ayrımı da yok. Urfa, İstanbul ayrımı da yok. Belki İstanbul’da daha fazla. Şu anda müthiş bir sorundur aile sorunu. Bence bu evlenmekten ve evlilik biçiminden kaynaklanıyor. Kutsal aile hikaye. Öyle kutsal aile falan yok. Eve kapatmak ile kadın muazzam bir kölelik atmosferine alınıyor, dayanamıyor. Patlıyor, çatlıyor ve erkek de vuruyor. Gazeteler bunun haberiyle dolu. Binde bir kadın vurmaz ama binde dokuz yüz doksan dokuz erkek kadını vurur. Kim inkar edebilir. Ortada. İkiyüzlülük yapmaya gerek yok, sonuç olarak bu sorunsallık buradan doğuyor. Sınıfsallıktan doğmuyor. Kadın erkek ilişkilerinden doğuyor. Sorun mu? Evet hem de temel bir sorun. İşte Gılgamış destanında ipuçlarını aradık. Sümer toplumunda temellerini aradık. İşte daha sonraki o devlet, kent ve sınıf ayrımında zirve yaptı. Tevrat’ta var. Kuran’da da dolu dolu örnekler var. Göbeklitepe’nin üstünün kapatılması da bir erkek eylemi olabilir. Bir düşünce olarak bu erkek egemenliğinin bir oyunu da olabilir. Ama kesin bir şey diyemem. Ben bunun üzerine bir spekülasyon bile yapmam. Göbeklitepe yaygın bir kültürdür. Dicle ve Fırat arasında 200’ü aşkın kalıntı var. Karahantepe’de bir erkek üstünlüğü bir cinsel organ üstünlüğü kadar bariz yansıtılmış. Böyle heykelleri var. Bu erkek heykelleri Hindistan’a ve Mısır’a taşırılıyor. Bir erkek üstünlüğüne geçiş var. Ama bu geçiş 30 bin yıl kadın etrafında bir toplumsallık gelişiyor, üretim patlaması oluyor. Yukarı Mezopotamya’nın flora ve faunası çok zengin. Elini sallasan bitki zenginliği var. Karacadağ etrafı böyle. Arpa, buğday Karacadağ etrafında kültüre alındı. Koyun ve keçi burada evcilleştirmeye alınıyor. Yağmur ile beslenen bir bölge. Dünyanın diğer yerlerinde bu çok sınırlı. Burada yağmur ve toprak müthiş uyum gösteriyor. Ve böyle bir bitki ve hayvan patlaması gelişiyor. İnsanlar Afrika’dan geliyor ve burada yoğunlaşıyor. Bitki, hayvan bol. İstediğin kadar avcı da istediğin kadar toplayıcı da olabilirsin. İkisi de oluyor. Birisi kadın etrafında birisi erkek etrafında. Sonuçta ne olur, çatışıyor. Erkek avcı ve elinde silah. Çatışma obsidyen, çakmak taşıyla oluyor. Silahlar Göbeklitepe etrafında hala var. Obsidyen ticareti yapılıyor. En kıymetli ticarettir. Obsidyen silahtır aslında. Çünkü keskin bir silahtır. Bu keskin bıçak erkeğin elinde bir avcı aletidir ve onunla herkesi kesiyor. Kadın bu üstünlük karşısında yeniliyor. Adam küçük bir kulüp, beş on tane ahbap. Elinde obsidyen bıçağı var nereye giderse öldürüyor. (Ben bile dayımı çok severim ve benim için çok değerlidir. Halalarımı tanımam. Ana soy üzerinden teyzelerimi iyi tanırım) Ana soylu toplumda ananın kardeşi olarak dayı klanda etkilidir. Demek ki bu ana soylu toplum özelliğinin korunmasıdır. Bu karşı devrimde ana soylu toplum büyük bir darbe yiyor.

Hem elinden ilk değerler alınıyor hem de erkek çocukları ve kadını köle gibi çalıştırıyor. Kadın ise kutsal evlilik töreniyle erkeği öldürüyor. Tıpkı Gılgamış destanında erkeğin öldürülmesi gibi, kökü oraya kadar gidiyor. Korkunç. Kutsallaştırma eylemi kadın için sevgilisi bile olsa öldürtüyor. Neden? Çünkü biliyor başına gelecekleri. Bu felaketin başına gelmemesi için öldürmesi gerekiyor. Özü bu. Tarihsel materyalizm bu. Bizim Marksizm’den alabileceğimiz en faydalı düşünce bu. Diyalektik materyalizm bunu böyle açıklar. Ama erkek de artık kadının bu hükümdarlığına Sümer toplumunda son verir. Sümer toplumu erkek egemenlikli bir topluma geçiştir. Ve kadının köleleşmesi ile bu geçiş tamamlanır. Bu geçiş sağlandıktan sonra Babil destanı, Enuma Eliş destanı var. Okuyun, bunu çok çarpıcı göreceksiniz. Buradaki destanların içeriğini din haline getiren İbrani toplumudur.

İbrani toplumu Tevrat’ı Enuma Eliş destanından almıştır. Tevrat’a geçirmiştir. Tevrat=Enuma Eliş destanın İbrani kabilesinde geçirdiği dönüşüm hem manevi hem de maddi dönüşümdür. Bu dönüşümün adı, anlam ifadesi olarak Tevrat’tır. Tevrat’tan da İncil doğar, Kuran doğar. Bunu da kimse yadsıyamaz. Sonuç eve kapatılmadır. Büyük bir ihtimalle Zerdüşt büyük bir katkıda bulunuyor. Adam cinsel organlarını da kutsuyor. Fallokrasi yaşanıyor. Adam kendi cinsel organını tanrı yerine koyuyor. Halen Hindistan’da da yaşanıyor. Ama öncesinde kadın tanrıçadır. Mühim olan bu. ‘Sadece ben değil cinsel organım da tanrıdır ve sen tapacaksın’ diyor. Ve nitekim öyle kitaba da geçmiş. Tevrat’ta da açık anlatılmış. Bizi ilgilendiren bu işin kavramsallaştırılmasıdır. Kavramsallaştırma kısmı önemli. Bu işi din haline getirir. Şimdi de öyle. Batı’daki bu modern hastalıkları da ortaya koyacağız. Sonraki aşama mülkiyet aşamasıdır. Kaldı ki evdeki durumda böyle eve kapatılma tehlikeli bir ideoloji, büyük bir sorun, ben de dedim ya toplumda sorun böyle başlar. Toplumda asıl sorun budur. Bu sınıfı doğurur devleti doğurur. Ki erkek bunların hepsini yapar. Erkek aristokratik devrim yapar, burjuva devrimi yapar, ama hepsi kadının köleliği etrafındadır. Ve devlet olur, devlet haline geldikten sonra erkeği dizginleyecek başka bir güç yoktur. Sınırsız gücü ifade eder devlet. Erkek damgalıdır. Kadın özgürlüğünün temelini biz attık. Nasıl gelişir?

Ben kendi şahsıma kadınlara saygımın bir gereği olarak özgürlük önce düşüncede başlamalı dedim. Nasıl istiyorsanız öyle yaşayın dedim. Eğer gücünüz varsa tabi. ‘Ya bırak bu kadınlar ve erkekler sevişsin, sevgili olsunlar’ diyorlar. Olabilmeyi becerebiliyorsanız olun, ben bunun önüne sınır koymuş değilim ki. Ama başına gelenlerden de ben sorumlu olamam. Değil mi? Benim tek yapabildiğim özgürlük penceresi açmak ama bakıyorsunuz her taraf bağlanmış. Hangi erkeğe gidersen, evlilik temelinde yola çıkarsan mülkiyet duygusu müthiştir. Yani bu eşitlik sağlanmış olmaktan çok uzak hala. Bir yerde darbesini yiyeceksin. Ayrılsan bile tek başına nasıl yaşayacaksın? Ekonomiyi yaratan kadın şimdi nan’a muhtaç değil mi, erkeğin eline muhtaç değil mi? Çok çarpıcı. Erkek çalışmadı mı, kadın aç. Halbuki ekonomiyi yaratan kadın. Ekonomi biliyorsunuz Helence bir kelime, ev geçimi anlamına gelir. Kelime anlamı ev işidir. Yani ev geçindirme bilimi. Bu kadının işi. Yakın çağda kadının ekonomiyle ilişkisi sıfırlanmıştır. Şu anda kadının elinde herhangi bir ekonomi var mı? yok Ekonomi şu anda şirketlerin erkeklerin mutlak egemenliğinde. Ben bunu söyleyince herkes hayret ediyor. Buna J.J.Rousseau dikkat çekiyor. Enteresandır. Adam Smith’te de bu vardır. Şaşırıyorlar. Erkek egemenliğine ekonomik geçiş batı kökenlidir ve müthiş geçmiştir.

Daha önce Ortaçağ’da, İlkçağ’da kadının elinde epey ekonomi var. Ama kapitalizmde o imkan tamamen ortadan kalkıyor. Şirketlerin eline geçiyor. Para ile finans şirketleri erkek tekelindedir. Kadının para üzerinde, ekonomi üzerinde hiçbir ağırlığı olmadığı gibi bütünüyle erkeğe bağlanmış. Paranın, bütün tekniğin, merkezi bilimin hepsi erkeğin elinde. Peki kadın ne hale geliyor? İşte ben ona ‘kafeste öten bülbül’ veya ‘erkeğin evdeki süsü’ diyorum. Kadın bedeni şu anda sadece bir mülkiyet konusu değildir. Kapitalizmin hizmetinde kullanılmayan saçından tut bacaklarına, ruhuna, sesine kadar tüm varlığı mülkiyet konusudur. Reklam kadın bedeni üzerinden yürümüyor mu? Bu dehşet verici. Bedeninize sahip çıkacaksınız. Erkeğin bütünüyle denetlediği beden sizin bedeniniz. Nasıl yapacaksın? Senin bütün sınırını o belirlemiş, saatini o belirlemiş. Para vermezse aç bırakıyor. Tabloyu daha da karanlık hale getirmek istemiyorum. Bütün bunlar sağlanmış. Misal ben ne dedim, sosyalizm kadının özgürleşmesinden geçer. Hayret ettiğim nokta Marks dahil, adam karısıyla yaşamak için elbisesini satıyor. Kapitalizm en büyük kitabını yazanı, eleştirmeni geçinemiyor, karısını çocuklarını geçindiremediği için ceketini satıyor. ‘Bu kitabı yazayım da gelir getirsin bu evliliği kurtarayım’ diyor. Şimdi sosyolojinin kurucusu bunu derse vay başımıza gelen! Böyle Marksizm mi olur? Olmuş maalesef biz de taptık. Bir peygamber gibi ele aldık. Aşmaya çalışıyoruz, durum vahim. Kadın zaten bitti gitti. Lenin’de de Mao’da da Stalin’de de öyle. Kadın korkusundan yaşayamıyor. Lenin bu konuda büyük çaba sahibidir, onu suçlamıyorum. Stalin de kadını mülkleştiriyor, eve kapatıyor. Yani öldürmese de ölmekten beter ediyor. Bunu demek istiyorum. Biraz akıllı olduğu şey bu erkeği öldürmek. Bende de bu eğilimler vardı. Demin söyledim. En azından kendimde yaşadığım deneyimler var. Arkadaşım, en değerli arkadaşım, mutlaka öldürmemi istiyordu. Ona karşı temkinliydim. Onun ile on yıl boğuştum. Fakat temkinliyim. Bırak ne olacak ne yapacak işte anlattım hikayesini. Ve kaçtığında benim için müthiş bir kurtuluştu. Beni ben yapan bu ayakta kalış tarzım. Herkes ayıplarken ‘ya adamın karısı kaçtı’ diye insan üzülür veya öldürürken ben ‘kurtuldum’ dedim.

Erkeklerin yaptığının tam tersidir. Benim kurtuluşum bu ilişkinin bitişiyle başlar. Bunu söylesem herkes bana güler. Bunu açıklıkla söylüyorum. Kurtuldum! Aslında o gelenekten kurtuldum, bir kadın sorunsallığından kurtuluyorum. Kadını öldürürsem ne olurum, bir cani olurum. Bir caniden bir sosyalist çıkmaz. Stalin yapabilir ama ben yapmanın hatalı olduğunu düşünüyorum. İşte evli olmayan sizin gibi kadınlar benim için büyük sorun. Peki faydası ne? En azından biz kişilik olarak özgür düşünme imkanı verdik. Bana göre özgür düşünme imkanı çok önemli. Bana göre insan yapan en önemli özellik ki Sokrates’te de bunun izleri görülür, onun özgürlük düşüncesi, evlilikle bağlıdır ama beni ayakta tutuyor. Çok açık sizleri de biraz ayakta tutan o. Eğer özgürlük düşüncesi elinizden giderse kaçınılmaz olarak bitersiniz. Dolayısıyla bu yeni çıkışımız, yeni sosyalizm yeni Kürt varlığı, yeni Kürt kimliği, Kürt özgürlüğü bu temelde gelişir. Hem uygarlık eleştirisi hem modernite eleştirisi hem kadın köleliği eleştirisi bizde büyük bir gelişme gösteriyor. Sorunu en azından bireysel düzeyde aşma durumumuz var, kolektif düzeyde de ilerleme var. Bana göre sosyalizme en önemli katkımız budur. ‘Kadın toplumsallığı ve sorunsallık’ kapsamı temelinde giriş babında bunları söyledim.

Tarihsel toplumda devlet ve komün ikilemi

Tarihsel materyalizm sınıf savaşı yerine ‘komünü’ ikame etmeli. Sadece gerçekçi bir yaklaşım değil, sosyoloji biliminde de özgürlük düşünce ve eylemi sosyalizme geçişin en sağlıklı yolu değil midir? Sınıf çatışmasına dayalı tarihsel materyalizm ve sosyalizm tanımı yerine, devlet ve komün ikilemine dayalı bir tarihsel materyalizm ve sosyalizm alternatifinin daha doğru olduğuna inanıyorum. Marksizm’i gözden geçirmeyi, bu kavram yerine gerçekleştirmeyi daha doğru buluyorum. Yani tarih bir sınıf savaşımı tarihi değil, bir devlet ve komün çatışmasından ibarettir. Marksizmin bu sınıf ayrımına dayalı çatışma teorisi reel sosyalizmin çöküşünün ana nedenidir. Eleştirmeye bile gerek yoktur. Ama nedenlerinin başında bu sınıf ayrımına dayalı sosyolojiyi inşa etmeye çalışması gelir. Peki bu ayrımın yerine geçen devlet ve komün ikilemi ne anlama geliyor? Çok değerli bir tespit. Veya biliniyor ama sistematize edilmemiş. Benim burada yaptığım bir sistematik düşünmedir. Tarihsel materyalizmi bu kavram setinde çözümlemek istiyorum. Ayrıca güncel sosyalizmi sınıf diktatörlüğüne dayalı bir komünizm değil de devlet ve komünalite ilişkilerini düzenleyen bir kavram setine dayandırmak istiyorum. Bende, çok yapıcı ve çarpıcı sonuçları olacağına dair bir izlenim uyandırıyor. Bunu da şuna dayandırıyorum, toplum aslında komünal bir olaydır. İşte yukarıda klan tarifini yaptım. Bu toplumsallıktır. Toplumsallık da komün demektir. İlkel komün klan demektir. Özel olarak komün kelimesine gelince, toplumsallık bilebildiğimiz kadarıyla tekrar Mezopotamya alanındaki kültürel yükseliş, Sümer toplumunun çıkışına, yani devletin, kentin ve mülkiyetin, sınıfın türeyişine hangi temelde başlandığını çözümlememiz gerekmektedir. Başa devleti koymak isabetli, bir de komünü. Peki toplumsallık nerede? Toplum işin temeli. Çünkü M.Ö. 4000 yıllarına kadar toplumsal gelişme formu klandır. Kabile de diyebilirsiniz buna, aşiret de. Aşiret de bir komünler birliğidir aslında. Kabile bir komündür. Aile daha oluşmamış. Aile ve kabile aslında aynı anlama sahip aynı olguyu ifade ediyor. Aile kabileden ve kabile de aileden fazla ayrışmamış. Neolitiğin doğuşu ile birlikte çarpıcı bir gelişme oluyor. Kabile ağırlıklı olarak neolitik bağlantılıdır. Neolitikten önce bu klandır. Komünün Kürtçemize yerleşmiş kom ile bağlantısını kendi dilimizden de öğrenebiliriz. Kom, kombun yani komün anlamına geliyor, toplanmak. Hala kullandığımız bir kelime ki bu Aryen dilinin de buradan çıktığını en azından 10 bin yıllık bir tarihi olduğunu gösterir. İşte Aryen köken dil grubunun da bu komün etrafında geliştiği açık. Kürtçe kom kelimesi bunu kanıtlıyor. Kelime türetmeleri de bunu açıklıyor. Komagene bir devlet adı olarak geçer. Kabile başı devleti türetir. Çıkarları zedelenen kabile üyeleri de komünü oluşturur. Aslında gerçek de böyle. Çok basit. Ben böyle büyük bir keşif de yapmadım. Marx buna bilimsel keşif diyor, bunlar hikaye. İşçi sınıfının oluşumu, işçi sınıfının gelişimi öyle harikalar yarattı, bilim falan filan basit bir şeydir. Kabilenin bastıranı devlet haline geliyor, aşiret reisi her kimse onun sıradan üyeleri de kombun olarak sonra da aile olarak devam eder. Başındakiler de devletleşir. Devlet hanedanı. Alttakiler de sürekli ezilen kabile ki, devlet oldu mu ezilen kabile de olur. Ayrışma öyle başlar. Marksizm proletarya böyle oldu, proletarya şöyle gelişti demesi bana biraz zorlama gibi geliyor.

Evet var hala öyle bir sanayi devrimine dayalı işçileşme, burjuvalaşma ama bu binlerce yıllık beş bin yıllık bir gelişmenin sonucudur. Burjuvalaşma proleterleşmenin öncesi Babil’de de Sümer’de de Asur’da da var. Atina’da, Roma’da var. En son Batı Avrupa’ya geçiyor. Avrupa’nın icat ettiği bir şey ama çapını büyütmüşler bir de hegemonik yapmışlar. Kapitalizm diye bir sömürü biçimi ve onun hegemonyası ortaya çıkar. Tüm dünyada bu hegemonya geçerli olur. Kökü Sümer toplumuna dayanır. Bu devletleşme hikayesidir. Köleci devlet, feodal devlet, kapitalist devlet. Aslında böyle yorumlamamak gerekiyor. Önemli olan komün nerede? İşte Marks ömrünün son yıllarında Paris Komünü dolayısıyla yakından tanıdığı birçok insan ölmüş çarpıcıdır. 17 bine yakın komünarın öldüğünden bahsedilir. Bunların anısına Paris Komünü diye bir değerlendirmesi de var. Kapitali bırakıyor. Çünkü onun öngörüleri büyük bir darbe almış. Bana göre onun içsel bir kırılması var. Komün düşüncesi üzerine eğiliyor. Sınıfı fazla kullanmaz, komün kavramını da kullanıyor. Kropotkin’in Lenin eleştirisi var ‘Sovyetleri yıkma’ diyor. Komün demektir aslında Sovyet. Fakat Lenin devleti tercih eder, NEP programı ile Stalin korkunç boyutlara ulaştırır.

Marks ömrünün sonunda diktatörlük kavramını kullanmak istemez ve komün kavramına yönelir. Devlet ve komün ayrımını da yapar fakat fazla geliştiremez. Sonuçta benim düşüncem bu ayrımın hem tarihte geçerli olduğu tarihsel materyalizm bir sınıf savaşı değil de, savaş da demeyeyim, komün ve devlet ikilemi biçiminde geçmiştir. Bütün tarih bundan ibarettir. Yazılı tarih özellikle. Sümer’de temeli atılmıştır, şu anda batıda bunun zirvesini yaşıyoruz. Komün evet belediye demek komün demektir ama boşaltılmıştır. İşte bugün bizim belediyelere, devlet tarafından kayyım atanır, hiç yok diyen de çıkmıyor karşısına. Bu da içinin boşaltılmış olduğunu gösteriyor. Aslında komün büyük bir toplumsallıktır, klandır, hatta aile bir komündür ama çok zayıflatılmış, içi boşaltılmış, belediyelerin içi boşaltılmış, aşiret kabile kalıntıları var onun da içi boşaltılmıştır. Çok esef ettiğimiz o Tavşantepe’deki olay kabileyle ilgilidir, o kabilenin marifetiyle içteki o müthiş o tecavüz unsuru küçücük bir kız çocuğuna yönelik eşi görülmemiş bir katliam olarak ifade bulmuştur. Sembolik bir olay ama anlamı çok çarpıcıdır. Bu bir kültürün ifadesidir. Molla Gurani de bir molla ailesi, İstanbul’un fethine katılmış bir Molla Gurani’den geliyor bu Güran ailesi. Molla ailesinin buradaki hazin durumu da ortada. Dolayısıyla bu komünalite çıkışı bizim bu yeni dönemin özgürlük sosyalizminin ifadesi olacak. Yeni dönemi biraz bunun etrafında tartışıp somutlaştıracağız.

Ahlaki politik toplum kavramı, komün değerlendirmesinin başka bir ifadesidir. Komünün devlet karşısında ifade bulması. Yeni barış döneminin de dili politik olacak. Komünün özgürlüğünü savunacağız. Zaten adı üzerinde ulus devletçilik dilini terk ediyoruz, ulus devletçiliğe dayalı kavramları terk ediyor, komüne dayalı etik ve politik kavramları esas alıyoruz. Ahlaki politik toplum dedik ama bu özgürleşen komünün adıdır. Etik ve politik bir şeydir, hukuki bile değil. Hukuk var işte, gelişecektir, belediye kanunu. Yasada ifade bulmasını isteyeceğiz bir şart ve ilkemiz olacak. Bunun daha bilimsel ifadesi komün özgürlüğüdür. Biz komünalist olacağız bundan sonra. Sınıf kavramı yerine komünü yerleştirmek çok daha çarpıcı, çok daha bilimsel. Belediyeler hala komündür. Bizde de kom var. Ahlak yok mu, etik yok mu, tabi var. Zaten komün yasalardan ziyade etikle yürüyecek bir konudur. Komün bir de demokrasidir. Demokratik siyaset politika demektir. Komün isimdir, etik politik sıfattır. Komün etik ve politiktir, biri isim biri sıfattır. Buna Marksizmin en köklü revizyonu diyoruz. Marksizmin sınıf kavramı yerine komünü geçiriyoruz. Kropotkin’in Lenin’e karşı eleştirisi doğrudur. Bakunin’in Marks’a karşı eleştirisi doğrudur. Eksiktir ama doğrudur. Marksizm’i bu konuda mutlaka bir eleştiriden geçirmek gerekir. Marx, Bakunin’i anlasaydı, Lenin de Kropotkin’i anlasaydı sosyalizmin kaderi kesinlikle başka türlü gelişirdi. Bu sentezi sağlayamadıkları için reel sosyalizm gelişti.

Modernite

Avrupa’da yeni çağın adı modernitedir. Biz moderniteyi Mahşerin Üç Atlısı üzerinden tanımlıyoruz: Kapitalizm, ulus devlet ve endüstriyalizm. Modernite bu çağın gerçekliğini ifade ediyor. Onun kapitalizmle özdeşleştirilmemesi gerekiyor. Modernite kapitalizm, ulus devlet ve endüstriyalizm üçlüsünden oluşur. Bu 16. Yüzyıldan itibaren vücut bulan bir yapıdır. Reel sosyalizm de bu modernitenin bir ürünüdür.

Sosyalizm modernite üçlüsünün alternatifi olarak ortaya çıkmalıydı. Fakat sadece kapitalizme karşı sosyalist analiz ve mücadele gündeme alındı. O da geliştirilemedi. Bu şekliyle geliştirilemezdi de. Çünkü bir bildiriyle, komünist manifesto ile sınırlı kaldı. Endüstriyalizm olduğu gibi benimsendi, göklere çıkarıldı. Bu stratejik bir eksiklik büyük hatadır. Yine Marx’ın ulus devlete dair dişe dokunur bir analizi yok. Bu yönüyle de ciddi bir ideolojik boşluk bırakılmıştır. Hakkını teslim etmek bakımından söyleyelim. Marx da sonradan bu eksik analizinin farkına vardı. Kapitali yazma sürecinde üçüncü kitap devlet üzerine olacaktı, ömrü yetmedi. Yazsa da doğru yazması zordu çünkü Marx’ta ulus devleti çözümleme perspektifi eksikti.

Marx’ta endüstriyalizm çözümlemesi, eleştirisi de yok düzeyindedir. Sadece anti kapitalizm üzerinden bir sosyalizm analizi var. Eksiklikler barındırıyor. Geliştirilememiştir.

Bu sosyalist teorinin moderniteyi analizde bir başvuru kaynağı olma kapasitesi çok sınırlıdır. Hatta onun bir parçasıdır modernite sınırları içinde kalır.

Çağımızın sorunu modernitenin üç mahşer atıyla insanlığı mahşere sürüklüyor olmasıdır. Kapitalist sömürünün şu anda vardığı düzey vahşet sınırlarındadır. Gezegeni bir kanser uru gibi kaplamıştır. Ulus devlet ise onun vurucu gücüdür. Ulus devlet sisteminde ulus, askeri toplum haline gelir. Bu sistemin temelinde şiddet ve savaş vardır. Ulus devlet savaş toplumunun sistemidir. Ve bu savaşlarda her seferinde milyonlarca insan katledilir.

Endüstriyalizmde başta çevre olmak üzere yeraltı yerüstü yaşam kaynaklarını tüketerek ilerliyor. Bugün insanlık kendi yarattığı canavar tarafından yutulma sınırlarına dayandı. Endüstriyalizm uzun süre sorgulamalardan kaçtı, kaçırıldı. Bu konuda söylenmesi gereken ilk şey endüstriyalizmin görüldüğü kadar masum olmadığıdır. Çünkü endüstriyalizm toplumsal dokuyu değiştirdiği gibi insan-doğa ilişkilerini de dönüşüme uğratmıştır.

Endüstriyalizmi sadece barışçıl ekonomik temelli bir olgu olarak görmek de yanılgılıdır. Endüstriyalizm baştan beri savaş teknolojileri ile iç içedir. Ulus devleti mümkün kılan da budur. Başka bir ifadeyle endüstri, teknoloji ve savaşın birleşmesi endüstriyalizmin temel özelliklerindendir. Gelişmiş ulus devletin gelişmiş savaş teknolojilerine sahip olması tesadüf değildir.

Özetle endüstriyel gelişmeyi nötr bir alan olarak görüp, moderniteye karşı mücadelede görmezden gelen bir karşı mücadelenin başarı şansı yoktur, olamaz. Modernite durdurulamaz ve böyle devam ederse gezegenin 50 yıllık bir ömrü kalmış. Distopik bir şey olarak değil gerçek bir mahşeri sondan bahsediyorum. Marx bu tehlikeyi sezdi ve antisini koydu. Ama geliştiremedi. 6 kitap yazacaktı. Birinin ilk cildini yazdı, onu da eksikli yazdı. Alt yapı üst yapı ve sınıf temelli bir analizle sınırlı kaldı. Baş ayak derken Hegel’in bile gerisine düştü. Engels biraz tamamlamaya çalıştı. Ailenin, Özel Mülkiyetin Ve Devletin Kökeni’ ‘Doğanın Diyalektiği’ ‘Tarihte Zorun rolü’ konularına eğildi ama yetmedi. Lenin politika ve devlet analizi alanlarında tamamlamaya çalıştı o da tam başaramadı. Mao bu teoriyi sömürgelerin kurtuluş mücadelelerine uyarlamaya çalıştı, sınırlı kaldı. Bütünlüklü bir sistem analizi ve alternatif çözüm geliştirebilirdi eksik kaldı.

Biz moderniteyi ve ona hizmet eden reel sosyalizmi aşmak için yeni bir analiz alternatif sosyalist teori geliştirmeye çalıştık. Adına Demokratik Modernite dedik. Modernitenin sacayakları olan ulus devlet yerine demokratik ulus, kapitalizm yerine komün komünalite, endüstriyalizm yerine eko ekonomi analizlerini geliştirdik. Bu üç alan analizinin ilişkiselliğinden oluşturduğumuz özgürlükçü toplum sistemimizi Demokratik Modernite olarak tanımladık, yazılı hale getirdik ve önemli toplumsal bir karşılık bulduğunu gördük.

Kuşkusuz bu üç alanın da alt başlıkları var. Örneğin komünalitenin önemli bir parçası kadın özgürlüğüdür. Yanı sıra politika, etik (ahlak) vb sıralanabilir. Bütün bunları kapsamlı biçimde ele alacağız, işleyeceğiz. Bu sistemin bütünlüğünü Demokratik Modernite olarak tanımlamak doyurucudur. Dinlerdeki mahşer günü tanımlamaları sadece öte dünya için değil, bu dünya için de geçerlidir. Kutsal kitapların bahsettiği tehlike bu olsa gerek. Kapitalist modernite insanlığa mahşeri yaşatmaktadır. Bunu önlemesi gereken sosyalizm onu önlemek bir yana adeta onun taşıyıcı eşeği, modernite canavarının yemi haline geldi. Sovyetler, Çin bunun en açık örnekleridir. Çinliler enteresan insanlardır. Kapitalizmi ve sosyalizmi birlikte uygulamaya çalıştılar. Olabilir, düşünülebilir. Ama Çin uygulamada sosyalizmi kapitalizmin hizmetine soktu. Sonuç; kapitalizme hizmet ve onun ömrünü uzatmak oldu. Günümüzde Çin kapitalizmi Amerika ile bir hegemonya mücadelesindedir. ABD buna şiddetle karşılık verebilir. Bu da nükleer savaş demektir. İşte mahşer budur. Einstein’ın ifadesiyle ‘olası bir üçüncü dünya savaşı nükleer silahlarla olursa böyle bir savaşın sonucunda eğer birileri hala hayatta kalırsa 4. Dünya savaşı taş ve sopalarla olur.’ Doğru söylemiş. Bu bölüm için kalın çizgilerle bunları belirtmek yeterlidir.

Kürt ve Kürdistan gerçekliği

Olgunun karakteri, onun var olma ve var kalma diyalektiği üzerinden şekillenir. Olgu nasıl olmuş, oluşmuştur? Bu sorulara verilecek cevaplar olgunun varlık-yokluk karakterine dair veriler sunar. Bu çerçeveden bakıldığında Kürt gerçekliği modernite ile birlikte bitmiş bir gerçeklikti. Kavram olarak da, gerçeklik olarak da Kürt ve Kürdistan Cumhuriyetle birlikte kırıma uğratıldı ve üstü örtüldü. ‘Hayali Kürdistan burada meftundur’ gibi ifadelerle bu kırımı sahiplendiler de. Kürdistan’ın diğer parçaları da farklı değildi. Kürt ve Kürdistan adına bir realite kalmamıştı. Modern bir hareket olarak PKK’nin en önemli başarısı bu realiteyi yeniden canlandırmak oldu. PKK Kürt ve Kürdistan gerçekliğinin varlığını hem kanıtladı hem de yenilmez kıldı. Diğer Kürt hareketlerinin böyle bir gücü yoktur. KDP gibi geleneksel, YNK gibi küçük burjuva hareketler kendilerinin varlığına bile kimseyi inandıramadılar. PKK’nin çıkışı olmasaydı 30 yıl önce hepsi bitmişti.

PKK’nin büyük direnişi Kürt ve Kürdistan varlığı meselesini kalıcı kıldı. Kürt varlığına dair güçlü bir bilinç geliştirdi. Bunun başarıldığını anlamak için tarihsel, sosyolojik sorgulamalar yapmak gerekiyor. Ben 52 yıl 1 ay 4 gün önce ‘Kürdistan Sömürgedir’ diyerek yola çıktım. Bunu dile getirdiğim zaman bayıldım. Bu benim için zor bir keşifti. Ağzıma almaktan bile çekiniyordum. Bir-iki arkadaşa anlattığımda adeta bayıldım. Oradan bugüne geldik. Sözün gücünü küçümsemeyin. Söz hakikatle buluştuğunda çok etkilidir, yaratıcı, yürütücüdür. Bu söz sadece pratik direnişe yol göstermedi, büyük bir tarih çözümlemesine dönüştü, ardından neolitik yorumu, kadın özgürlük ideolojisi, sosyalizm yoğunlaşmaları vb geldi. Bütün bunlar Kürt realitesini açığa çıkarma ve Kürt aydınlanmasını sağlamayı amaçlıyordu. Ve bunu başardık. Bu büyük tarihi yolculuğu, sosyolojik analiz ve politik mücadele Kürt ve Kürdistan realitesini kanıtladığı gibi bunu dost düşmana kabul de ettirdi. Bu büyük bir başarıdır. PKK bu başarının adıdır.

Özgürlük çözümü başarıldı mı? Hayır. Kürt varlığı kanıtlandı, ideolojik örgütsel bilince kavuştu fakat özgürleşme adımında tıkanma yaşandı. Tıkanmanın gerisinde reel sosyalist ideoloji ve etkileri vardır. Sosyalizm 20. yüzyılda dünyanın pek çok yerinde devlet iktidarını ele geçirdi, dünyanın üçte birine hakim hale geldi. Ama ayakta kalamadı, çöktü. Bu bize de kriz olarak yansıdı. Reel sosyalizm çöktü biz ayakta kaldık ama büyük bir bunalım da yaşadık. Reel sosyalizm teorik açmazlarını aşamadığı ve özgürlük sosyalizmini geliştiremediği için çöktü, ideolojik bunalımdan çıkmak zordur. Dayandığınız ideolojik argümantasyon çökmüştür. Hangi kavramsal çerçeveye hangi sosyolojik analize dayanacaksınız? Reel sosyalizm çökmüş, geriye pek bir şey kalmamış, el yordamıyla sosyalizme inancı sürdürürken ‘Sosyalizmde Israr İnsan Olmakta Isrardır’ gibi bir değerlendirmem olmuştur. Sosyalizme inancımı, bağlılığımı korudum ve bunu bir bilince dönüştürme mücadelesine girdim. Zor, bunalımlı yıllardı. 2000’lere doğru geldiğimizde yeni bir yoğunlaşma ve çözümleme sürecine başladık. Demokratik ulus, sosyalizm üzerine geliştirdiğimiz bu çözümlemelerin stratejik sonuçlarından biridir ve sosyalist perspektife yeni bir soluk olmuştur. Bu hem sosyalist perspektifte hem de PKK için stratejik bir dönüşümdür. Bugün bu dönüşümün sadece adı konulacak, resmiyet kazanacaktır. 20 yıldır bu dönüşümü sonuca ulaştırmaya çalışıyoruz.

Demokratik ulus çözümü önümüzdeki sürecin temeli olacaktır. Demokratik modernitenin çözüm perspektifi demokratik ulustur. Buna çağrı metninde Barış ve Demokratik toplum demiştik. İkisi de aynı anlama gelir.

PKK olmasaydı Kürt ve Kürdistan adına geriye ne kalırdı?

PKK Kürdistan gerçekliğini açığa çıkarma, varlığını yenilmez düzeye kavuşturma hareketidir. Bundan sonraki adım özgürlüğü gerçekleştirmedir. Özgür toplum komünalite temelinde etik-politik doğrultuda şekillenecek varlık bulacaktır. Bu adımı PKK ile gerçekleştirmek pek mümkün gözükmüyor. PKK olmasaydı Kürt ve Kürdistan adına geriye ne kalırdı? Latin Amerika’daki İnkalar, Aztekler, Kuzey Amerika’daki Kızılderililer gibi tarihte kalmış bir kültür olurdu.

Aslında durum halen de tam aşılamamıştır. Dersim’deki, Bingöl’deki, Zagros’taki bir kültür kalıntısıdır Kürtler. Çözülmüş kabileler, işlevsel olmayan bir dil, tarikat kırıntıları, aşiret aile kavgaları… Bunun halen ve PKK’nin varlığına rağmen istenilen düzeyde aşılamamış olmasının nedeni tarihsel toplumsal dağılmışlığın derinliğidir. Bir noktadan sonra buna sömürge demeyi de yeterli görmedim. Sömürge ötesi bir durumdur söz konusu olan. Bir tür çöplük. Çöplük toplumu, bir mezarlık. Dersim’de halen vadilerde, mağaralarda, derelerde kemikler duruyor. Son gelenek temsilcilerinin mezarları bile nerededir belli değil. Şeyh Said, Said-i Kurdi, Seyit Rıza da dahil olmak üzere. Bunlar Kürtlerin en güçlü geleneksel önderleriydiler.

Yahudi soykırımında rol oynayan Yahudi Komitesi diye tanımlanan Judenrate (Judenrat)’lar var. Bunlar faşistlerle iş birliği yapan Yahudilerden oluşmuş grup veya ailelerdir. İş birliği karşılığında kendilerinin veya ailelerinin ömrünü 24 saat uzatmak için Yahudileri gaz odalarına gönderiyorlar. Soykırım sisteminin işlemesi için bu komitelere ihtiyaç duyuyorlar. Yahudilere, “sizi banyoya götürüyoruz” diyerek kandırıp gaz odalarına götürüyorlar. Kaç kişinin istendiğine bağlı olarak gideceklerin listesini bu komiteler hazırlıyorlar. Bu komiteleri faşistler kurmuş. Bu konu üzerine düşünürken baktım ki Kürt gerçekliği de Judenrat gerçekliğidir. Sömürgecilik ötesi dediğim bu Kürt gerçekliğidir. İşte en benim diyen aileler Barzaniler, Bedirxaniler, hatta Şeyh Sait’in geride kalan bazı torunları, Seyit Rıza’nın bazı torunları Judenratlaşmışlardır. Ailelerini kurtarmak için Kürtlüğü imhaya götürüyorlar. Bir kitap bile yazmamışlar. Kendi dedelerinin anısına sahip çıkacak halleri yok. Özgürleşen Kürde düşmanlık yapıyorlar. En son Bitlis’te bir milletvekilliği ve Şırnak’ta bir belediye kayyumu Bedirxanilere verildi. Bunlar Jundenrat görevleridir. Son dönemde bu tezi geliştirdim ve doğruluğuna inanıyorum. Sömürge Kürt ve Kürdistan yerine bu terimin çarpıcı gerçekliği daha çok izah edeceği kanısındayım. Bu benim kavramsal çalışmamın yeni bir boyutudur. Bu boyut Kürt ve Kürdistan’da olup bitenleri daha çarpıcı ve gerçekçi ifadelere kavuşturabilir.

“Kürtlük öyle kaçılacak bir şey değil”

Bununla birlikte Kürtlerde gerçeklikten müthiş bir kaçış var. Unutmayalım, halen bu kaçışı yaşıyorsunuz. Kürtlük olgusu sizde bir kaçış halindedir. Benim Kürtlere yönelik bir önderlik tarzım var. Bu kaçışların ne anlama geldiğini nasıl öğretebilirim, kaçışlarını nasıl durdurabilirim diye uğraştım, uğraşıyorum. Ben hem öğretirim hem de bu kaçışın bedelini ödetirim.

Böyle bir önderlik tarzım var. Sen Kürtlükten kaçamazsın. Kürtlük öyle kaçılacak bir şey değil. İnanılmaz numaralara başvuruyorsunuz, kırk takla atıyorsunuz, beni kandırmaya çalışıyorsunuz. Aynı şeyi devlet için de söyledim. Beni kandıramazsınız! Ne yaparsanız yapın, karşınızda kandırılacak bir Apo yok. Bunu PKK’ye, size 50 yıldır söylüyorum. İstediğiniz kadar beni mesihleştirin, canavarlaştırın kurtulamazsınız. 50 yıldır Önderlik böyle bir şeydir.

Devlet bu masayı niye kurdu? Ve sizleri bu masada neden nasıl birleştirebildik? Bu ciddi bir buluşmadır. Bir Kürt buluşmasıdır ve devletin Kürt kelimesini bile en ağır şekilde cezalandırdığı bir süreçten geliyoruz. İçinde oldukça çeşitli anlamlar barındırıyor. Nasıl realize edileceğini değerlendiriyoruz. Buraya nasıl gelindiğini, bunun için nasıl mücadele edildiğini en iyi bilen benim. Bizim en değme kadrolarımız bile bunu halen anlamaktan uzaktırlar. Bu nedenle yaratıcı olamıyorlar. Bir önderlik sergileyemiyorlar. Canını vermekten, ölümden çekinmiyor ama gerçeğe yanaşmak istemiyor. Bunun gerisinde, Kürt gerçekliğinin sömürge bile değil, çöplük karakterinden gelmesi vardır.

Afrika’da sömürgeleştirilmişti. Ama şimdi hepsi birer ulus devlet adeta. Latin Amerika da öyle. Ama Kürt gerçekliğinde böyle bir şey yok. Kürdün ne olduğu belli değil. Geleneksel midir, modern midir? Bir nevi trajik bir gerçeklik haline gelmiş. Bu da sanıldığı gibi dıştan bir baskı sonucu değil içsel nedenlerden kaynaklı bir sonuçtur. Bunu deşifre etmede benim geliştirdiğim strateji ve taktiklerin rolü belirleyicidir.

Kürdistan coğrafyası ilk defa Sümerler tarafından ‘Kürtler, Hurriler, Urlar’ şeklinde ifade bulmuş. Bu şekilde ilk mekânsal tanımdır. Dünyanın hiçbir tarafında ülke tanımı yokken ilk defa Sümerler tarafından burası tanımlanmıştır. Daha sonra Kurdia diye Yunan tarih yazımında geçer. Herodot tarihinin neredeyse yarısı Kürdistan gerçekliğini konu edinmişti. Yunan toplumu Medlere özenti halindedir. -Ki Medleri taklit ederler. Demokrasilerini bile buradaki duyarlılıktan türettiler. Ortaçağ’da Arap İslam devrimiyle birlikte Kürt kavramı tamamen yerleşti. Selçuklular da ilk defa Kürdistan kavramını siyasi bir olgu haline getirdiler. Sultan Sencer kendi merkezini Hemedan (Ekbatan) olarak ifade ederken Ekbatan’ın merkezlik ettiği ülkeye de Kürdistan diyor. Kürdistan bir yönetim biriminin adı olarak ilk defa Sultan Sencer ile anılmaya başlanıyor. Türk hakanı Kürdistan’ı inşa ediyor. Buradan vardığım sonuç; acaba Selçuklu Sultanı Kürt sultanı değil midir? Merkezi Ekbatan’dadır, veziri Nizamülmülk’e “git” diyor “benim ailemi koru.” Hatta “yenilirsem Hemedan’a çekileceğiz” diyor.

Malazgirt Savaşı da Hemedan’a dayalı yürütülüyor. Yani Alparslan bir Kürt emirliği olarak savaşıyor. Bu da yeni tarih anlayışının bir ipucudur. Alparslan bir Türk emiri olmaktan çok bir Kürt emiridir. Ailesi Hemedan’da, veziri orada. Peki bu bilgiler ışığında Selçukluları nasıl değerlendireceğiz? Bu bir Türk emirliği midir, Kürt emirliği midir? Bunu daha da araştırmak, tartışmak gerekiyor. Ağırlıklı olarak bir Kürt Önderliği olduğu kanısı oluşuyor. Şu anda da Hemedan’da kent nüfusunun yarısı kadar Türkmenmiş. Şimdi ağırlıklı olarak Kürtleşmişlerdir.

Emirliklerden Mervani ve Şeddadiler dikkat çekicidir. Mervaniler Dicle-Fırat arasındaki bölgenin Kürtleşmesini ifade eder. O da İslam’la birlikte gelişiyor. Selçuklular’da bu durum var. Alparslan Mervani emirliğinin silahlı gücünü yanına alıp Malazgirt’te ortak savaş gücüyle Bizans’a karşı savaşır. Alparslan bir askeri komutandır, etrafı Kürtlerle doludur. Ahlat da emirliktir, Kürtler o dönem Bizans’la hareket etse Alparslan’ın kazanması mümkün olmazdı. Yüzde yüz Kürt ittifakıyla başaran bir savaş. 1050-1060’lardan itibaren Kafkasya’nın güneyinde Şeddadiler ile Selçuklular kesin bir ittifak yapıyorlar. Bizanslılar karşısında ne tek başına Şeddadiler ayakta durabilir nede Selçuklular adım atabilirdi. İkisi tarihsel bir ittifak kuruyorlar. Bu tarihsel ittifakın ilk ürünü Bizans’ın idaresindeki Ermeni Krallığına karşı 1064’te sefer düzenleyip Ani ve Kars’ın alınmasıdır. Bu savaştan sonra Ani Manuçehr’e, Kars ise Tuğrul’a verilir. Kalıntı olarak Ani’de bugün de Manuçehr camisi vardır.

Yavuz Sultan Selim ile İdris-i Bitlisi ittifakı çok önemlidir. Osmanlının Ortadoğu imparatorluğu haline gelmesinde rol oynayan Ridaniye, Mercidabık, Çaldıran savaşları Kürt-Osmanlı ittifakının ürünüdür. Kürtler imparatorluğun asıl kurucu unsurlarından biridir.

Çelebi Mehmet babası esir düştükten sonra kaçarken Amasyalı Beyazıt paşa onu sırtlayıp Amasya’ya kadar götürmüş. Bu da bir Kürt paşasıymış. Bu belki simgesel bir olaydır. O dönem Amasya’da Şeddadilerin Kutluşahlar kolu yönetici ailedir. Çelebi Mehmet de Osmanlıyı fetret devrinden çıkartan padişahtır. İstanbul’un alınmasını teşvik eden Molla Gurani, Akşemsettin de Kürt’tür. Kurtuluş Savaşından bahsetmeme gerek bile yok. Mustafa Kemal bu savaşı İzmir’den, Trakya’dan değil de Erzurum, Silvan gibi Kürt coğrafyasından başlatıyor. Kurtuluş savaşının Kürt-Türk ittifakıyla kazanıldığı inkara gelmez bir hakikattir. Sonuç; bildiğimiz Türkiye Cumhuriyeti’dir. Cumhuriyetin asli kurucusu olan Kürtler Cumhuriyet kurulduktan bir yıl sonra yok sayıldı, Kürt kimliği yasaklandı. Böylece Sümerlerden bu yana varlıkları tarihsel kayıtlarda bulunan Kürtler Cumhuriyetle birlikte yok sayılıyor.

“PKK Kürt inkarını boşa çıkardı”

PKK bu inkarı büyük bir direnişle boşa çıkardı; Kürt kimliği gerçekliğini tarihsel-toplumsal bakımdan açığa çıkardı ve dost düşmana kabul ettirdi. Ama bu inkarın sizde yaşanan sonuçları hala tümüyle aşılmadı. Halen kendi gerçekliğinizden kaçıyorsunuz. Ben hepinizin kimliğinde, kişiliğinde böyle bir tehlike görüyorum. Sağlıklı, oturmuş bir kişilik ve kimlik görmüyorum sizde, göremiyorum. Bu iş sadece direnişle olmaz. Yeninin inşasında devrimci kültür, demokratik kurumların teşekkülü, demokratik ulus kurumları, inceleme araştırma kurumları, dil kurumları kesin bir rol oynayacak. Bunlar kapitalizmle olmaz. Kürt toplumu anti kapitalist olmalı. Kürtler kendilerini demokratik ulus, eko-ekonomi ve komünalite üzerinden özgürleştirecek, kalıcı bir yaşamı inşa edip kesinleştireceklerdir. Bu da tabi ki inşa ve kendini var etme mücadelesi ile sağlanacaktır. Dışa yönelik, dış baskıya yönelik direniş de başarıldı. PKK’nin miadını doldurmasının bir nedeni de dışa dönük direnişi başarmış olmasıdır. Bundan sonra direniş ve mücadele içe yönelik olacaktır. Önümüzdeki dönem kendini inşa dönemi olacaktır. Bu da Barış ve Demokratik Toplumu gerektirir. Şimdi bir eşikteyiz.

PKK ve feshi

90’ların başında reel sosyalizmin çöküşüyle PKK ideolojik zeminini yitirdi. Zira PKK reel sosyalist mücadele perspektifine göre örgütlenmişti. Programı, stratejisi, taktiği vb. reel sosyalist ilkeler üzerinden şekillenmişti. Bu anlamda PKK 90’larla birlikte ideolojik bunalıma girdi. Fakat bu bunalıma rağmen sosyalizm tandanslı ulusal kurtuluşçu damarı üzerinden ayakta kaldı. Hareketimizin yeni ve gelişmekte olması ile ulusal kurtuluşa duyulan ihtiyaç ve motivasyon onu ayakta tuttu. Bu doğrultuda devam ettik, ettirdik.

Reel sosyalizmin aşıldığını biliyorduk ama onun yerine ne koyacağımızı bilmiyorduk. Bu nedenle 1990-2000 arası zamanı ideolojik bakımdan bunalımlı geçirdik. 1998 yılında ‘ben böyle bir partiden istifa ediyorum’ demiştim. Bunun nedeni partideki ideolojik bunalımı aşamamış olmamızdı. İmralı sürecinde tüm bu sorunları da içeren kapsamlı bir yoğunlaşma sürecine girdik. Bu yoğunlaşmalarımızı Beş ciltlik kitapla sonuçlandırdık. Söz gelimi sosyalist mücadele stratejisini vb. yeniden tanımladık. İdeolojik, stratejik yeniden yapılanma için önemli bir külliyat oluşturduk.

PKK’nin içini bayağı eleştireceğiz ve özeleştiriler gelişecek. 50 yıllık mücadele olumlu-olumsuz muazzam bir eleştiri-özeleştiri süzgecinden geçirilir. Sosyalizmde yaşanan tıkanma geneldir ve bu yönlü kimi arayışlar var. Ama bunalım devam ediyor. Bizim geliştirdiğimiz sosyalizm analizleri ülke dışında da kimi sosyalist, entelektüel çevrelerde de ilgi görüyor, aydınlatıcı bulunuyor.

Fesih meselesi bizim için yeni bir gündem değil. Devlet katında da böyle bir talebi görünce karşılık verdim. Sorunun çözümü için gerekli ideolojik-politik birikim ve pratik ağırlığa sahip olduğumu belirttim. Nitekim altı aydan bu yana bu sorularla uğraşıyoruz ve bugüne getirdik. Bu konuda fazla açmaya gerek yok. İç eleştiri-özeleştirinin yeniden ve köklü olarak yapılması gerekiyor; hele de fesih kongresi süreci yaşanacaksa. Bu kongre epey bir zaman da alabilir. Sorun tek başına fesih de değildir. Onu olumlu olumsuz yönleriyle aylarca tartışmak gerekir. Hemen onun yerine yeni bir şey koymaya gerek yok, yeniden yapılanma demeye de gerek yok. Çünkü sadece bir yapıdan bahsetmiyoruz. Köklü bir kişilik ve zihniyet dönüşümünden bahsediyoruz. Yeniden yapılanma en çok böyle mümkün olabilir. Bunun için de herhalde birkaç ay gerekiyor. Sürecin sağlıklı gelişimi ve sonuca ulaşması için aceleye getirmemek lazım. Hükümet veya devlet bunu hemen silahsızlanma olarak lanse etmek istiyor. Bunun böyle konulması doğru değil. Doğrusunu biz ortaya koyacağız. Yeni bir dönem sözümüz, talebimizdir. Ama bu sadece onların istediği gibi olmaz. Bizim bu konuda hem teorik hem politik yürüyüşlerimiz oldukça olgunlaşmış, tecrübe birikimlerimiz oluşmuştur. PKK’nin feshi konusunu değerlendirmede, bu açmazı çözümlemede ve hatta fesih kongresini gerçekleştirmede zorlanacağımız söylenemez. Dediğim gibi uzun süredir başlatılmış bir dönüşüm çalışması var.

Yeni dönem perspektifleri

PKK reel sosyalist ideoloji ve ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı ilkesi temelinde örgütlenmiş, mücadele stratejisi ve taktiği buna göre düzenlenmiş bir hareket olarak doğup gelişti. Birleşik Bağımsız Kürdistan hedefi esastı. Bu hedefi sosyalizmin amentüsü olarak kabul etmiştik. Fakat hem reel sosyalizmin çöküşü hem de reel sosyalist perspektifle gelişen ulus devletlerin yüz yüze kaldığı gerçekliği çözümleyince bu modelin sosyalizmle de ulusun kurtuluşuyla da bir ilişkisinin olmadığını gördük. Bilakis sosyalist perspektifle inşa edilmiş olsa da ulus devlet kapitalizmine hizmet etmiştir. Ve bu model kapitalist bir modeldir.

Sosyalist ideoloji üzerine yoğunlaşmamızın ve onu demokratize etme girişimimizin nedeni budur. Aslında sosyalizme demokratik demek de tam oturmuyor. Çünkü sosyalizm zaten demokratik olmalı. Fakat reel sosyalizm devlet iktidarını ele geçirme ve devleti proleterleştirme yani proletarya diktatörlüğü yönelimli olduğu için demokratik özü zayıftır. Demokratik sosyalizm ifadesini bu nedenle kullanma ihtiyacı duyduk.

Ulus devlet karakteristik olarak iktidarcıdır. İktidarın proletarya veya burjuvazinin elinde olması politik açıdan fark yaratabilir, fakat ürettiği egemenlik kültürü bakımından değil. Ayrıca sınıfa karşı sınıf mücadelesi de yanlıştır. Sadece sınıfa dayalı toplumsal bölünmeyi derinleştirir. Sınıfa karşı sınıf savaşımı yerine devlete karşı komün ikilemini ikame ettik. Ulus devlet sosyalizme terstir, onu yozlaştırır. Bu nedenlerle biz ulus devlet fikrini de, hedefini de ters yüz ettik. Bunun yerine demokratik ulus dedik.

Bizim yeni dönem perspektifimiz demokratik ulus, eko-ekonomi ve komünalizm temelinde toplumun yeniden inşasıdır. Bu inşanın felsefi temelleri, ideolojik boyutları ve ayrıntılandırılmış toplumsal bünyede vücuda gelmesi için gerekli kavramsal-kuramsal çerçeveyi geliştirme sorumluluğu önümüzde duruyor. Çalışmamızın devamında bütün bu konuları ana ve ara başlıklar altında ele alacağız. Bu bağlamda hem programsal hem de stratejik-taktik çerçevesini belirlemeye çalışacağız.

Son çağrımız Barış ve Demokratik Toplum Çağrısı oldu. Bu ilanın Türkiye Cumhuriyeti devletinin icazetiyle yapılması enteresan ve önemlidir. Çünkü barış karşısında mücadele ettiğin devletle olabilir ancak. Demokratik Toplum bu devletle diyalog içinde inşa edilebilir. Bunun adı demokratik uzlaşma oluyor. Çağrımızda bu da vardı zaten.

“Süreç karşıtları yenik düşecekler”

Hiç kuşkusuz tarafların niyetleri farklı olabilir. Ama atılan adım veya yapılan çağrı öz olarak doğrudur. Tarafların durumu da bunun doğru olduğunu gösteriyor. Benim açımdan kongre çoktan bitmiştir. Ama kadro gücümüz de bunu gündeme alarak resmileştirecektir. Problem çıkacağını sanmıyorum. Daha önemlisi bu geleceğin ideolojik temellerini, pratik programını ve stratejik taktik boyutlarını geliştiriyoruz. Demokratik toplum bu dönemin siyasi programıdır. Devleti hedeflemez. Demokratik toplumun siyaseti demokratik siyasettir. Komünün kendisi de demokratik komündür. Bunların birbirinden ayrılması doğru olmaz. Komün toplumu demokratiktir. Güncel topluma demokratik toplum demek gerekir. Demokratik sosyalizm de demokratik toplumculuk anlamına gelir. Devletin nasıl bir tarihi varsa komünün de bir tarihi vardır. Komün konusu hayli dikkatimi çekiyor. Bu önemine binaen uzun uzun irdeleme gücünü göstereceğimizi düşünüyorum. Halkların özgür yaşamı komünle mümkündür. Ulus devlet nasıl kapitalizm silahı ise halkların kurucu ilkesi ve silahı da komündür. Belediyeler üzerinden de bu komünal toplum örgütlenebilir. Teorik ve pratik olarak bu mümkün. Ancak özenle ve gerçek bir anti kapitalist mücadeleyle mümkündür. Kurucu kadronun kafası karışıksa, iradesi çarpıtılmışsa bu olmaz.

Bunu önce Türkiye Cumhuriyeti ile başarmayı önemsiyoruz. Mevcut görüşmelerimiz işi bu noktaya taşıdı. Bu önemli bir aşamadır. Bu toplantılarımız bile belki de çözümün yarısıdır. Bundan sonra da özlü ve değerli bir çaba gerektirecek. Başarıya dair inancım ve umudum yüksektir. Bunun başarıya ulaşması sadece Kürt, Kürdistan için değil, bölge için de önemli başarılara yol açacaktır. Burada ulaşılacak bir başarı Suriye, İran ve Irak’a da yansıyacaktır. Türkiye Cumhuriyeti için de hem kendisini yenileme, demokrasiyle taçlanma hem de bölgede öncülük yapma şansı oluşacaktır.

Süreç karşıtlarının hiçbir değer ifade etmediğini belirtebilirim. Yenik düşeceklerdir. Fakat bunun aşılması da taraflara sorumluluklar yükler. Bu sürecin bölgesel sonuçlarının yanı sıra enternasyonal sonuçları da olacaktır. Bölge konfederalizmi mutlak bir gereklilik olarak ön plana çıkıyor. İsrail-Filistin çatışması, mezhep çatışmaları, ulus-devlet çelişkilerinin panzehiri Demokratik Konfederalizmdir.

Bu çözüm aynı zamanda yeni bir enternasyonali de gerektiriyor. Dostlarla, ertelemeden bir enternasyonal çalışması başlatmak doğru ve tarihi bir adım olacaktır.

Hoş Geldin Barış!

Kadir Amac televizyon yayınıBrüksel’den barışa ve değerli okurlara selam ve sevgi çiçeklerini gönderiyorum. Savaşın, Türk ve Kürt halklarına YIKIM, ACI, ÖLÜM ve KÖTÜLÜKTEN BAŞKA hiçbir şey kazandır-madığını hep birlikte yaşayarak tecrübe ettik. Barış ise sevgi ve hayatın sığınağıdır. Yani, barış a-saletin ve hayatın öznesidir. Öyle ki beyni aşan ve hayata dair ne varsa bir mıknatıs gibi savaştan çekip, erdemin en yüksek noktasına götüren manevi bir güçtür.

Ben savaş ortamında ve hayatın en zor anlarında pasif, suskun, vurdumduymaz ve kor-kak olan kimselerden nefret ederim. Elleriyle, dilleriyle ve kalbiyle savaşa karşı koyan insanla-ra ise tek kelimeyle söyleyecek olursam hayranım.

            Allah’a hamd u senalar olsun ki savaş bitti, barış geldi, hoş geldi, sefa getirdi. Artık bun-dan böyle dağlarda ölen Kürt ve Türk gençlerinin ÇIĞLIKLARI kulak zarlarımızı patlatacak şe-kilde yankılanmayacaktır! Artık kaybettiğimiz nazik ve civan canlar olmayacaktır, o canlar bir A-LEV topuna dönüşüp evlerimizin tam orta yerine düşmeyecektir ve ANNELER HAWAR! HA-WAR! HAWAR! Ağıtlarını yakmayacaklardır! Evet, biliyorum ki Kemalistler bu durumdan son derece rahatsız oldular çünkü CHP ve Kemalist şürekası BARIŞA şiddetle karşı çıkıyor ve PKK’ye ‘‘Neden Sayın Abdullah Öcalan’ı din-leyip silahları bıraktınız?’’ diyorlar ve ayrıca bu cenah ÇILDIRMIŞ durumdadır!

Sevgili okurlar! Helder Camara, Brezilya’da bir papaz olduğunda 22 yaşındaydı. Camara ‘‘Her birimizin içinde bir faşist yatar, kimi zaman bu hiç uyanmaz, kimi zaman da uyanır. Benim içimdeki faşist 22 yaşındayken uyandı ve bir daha uyumadı.’’ der. Yüzyıl aradan sonra birçoğumuzun düşünce ve inanç atlasında FAŞİZM UYANDI! Ancak, CHP ve ona yakın olan mahfillerin içinde yatan FAŞİZM hâlâ uyanmadı! Dünyaca ünlü İngiliz yazar Orewell, ‘‘geçmişi kontrol eden geleceği de kontrole der; bugünü kontrol eden de geçmişi kontrol eder.’’ Diyor-du. Sayın Cumhurbaşkanı Recep Tayip Erdoğan ve AKP HÜKÜMETİ; barışı, kardeşliği, toplum-sal birliği ve Yeni Demokratik Türkiye’yi tesis ve tahkim etmek için büyük bir çaba sarf ediyorlar. Özellikle MHP Genel Başkanı Sayın Devlet Bahçeli Bey ve Türkiye Cumhuriyeti’nin Cumhurbaş-kanı Sayın Recep Tayip Erdoğan, artık Kürtlere hayırsever işler yapmaktan; pasta,  baklava, sand-viç ve kurabiyeler dağıtmaktan vazgeçmeliyiz, onlara özgürlüklerini ve şereflerini iade etme-liyiz. Onlarla kumrular gibi musafaha yapmalıyız. Bir Türk hangi haklara sahipse, bir Kürt de aynı haklara sahip olmalıdır, ne bir dirhem fazla ne bir dirhem eksik…

            Sayın Devlet Bahçeli ve Sayın Recep Tayip Erdoğan verdikleri yeni paradigmanın mesajla-rıyla geçmişe sabitlenmiş gözlerimizi, fikirlerimizi, önyargılarımızı ve öfkenizi yeniden gözden geçirmemize ve geleceğe ayrıntılı ve estetik bakmamıza vesile oldular. Her bir şeyi bir kenara bıra-kalım, daha bir ay önceye kadar ne görebiliyorduk ne de savaşın yarattığı korkunç felaketten dolayı zaman bulup geleceğimizi hayal ediyorduk, nefret dalgaları üzerinde sörf yapıyorduk. İşte Türk ve Kürt ilişkilerinin alabor aolduğunu bu öfkeli dalgalar üzerinde boğulmanın çırpınışlarını yaşarken Sayın Bahçeli, Erdoğan ve Öcalan şimşek gibi ortaya çıktılar ve büyük bir risk aldılar. İki kardeş halka savaşa karşı barışın can simitlerini giydirdiler ve her iki milleti içine alabilecek genişlikte mazbut bir FİLİKAYA yerleştirdiler. Adeta her iki milletin baş düşmanı olan bu yüzyıllık kör tutkuların önüne geçtiler ve ‘‘bu savaşı nasıl sonlandırabiliriz?’’ diye sorarak, büyük AHLAK filo-zofu PASCAL, SEVGİ filozofu MEVLANA, AŞK filozofu EHMEDÊ XANÎ ve faziletli toplumun beyin mühendisi FARABİ’nin metaforlarını beyinlerimizde canlandırdılar.

Değerli okurlar! CHP, yıkıcı ve yırtıcı bir siyasi karaktere sahip olduğu için gülme yeteneği-ni ve sevme ve barış duygularını yitirmiştir. Yani Kürtleri  köle olarak görüyor, Kürtlerin dilini bundan doalyı yasaklamadı mı? Yani CHP’nin Kürtleri günahı kadar sevmediğini biliyoruz. Kema-listler çok bencildirler, bencilliklerini kan ve ırkçı yasalarla inşa etmişlerdir.Türk ve Kürt halklarına hiçbir şeyi layık görmezler. CHP’nin, Kürtlerin kendi öz topraklarında demokratik yollardan, anamsipasyon ve akültürasyon haklarını elde etmelerine asla izin vermediği gerçeğini Türk ve Kürt toplumunun ezici çoğunluğu biliyor. Özellikle Pantürkizm, Panturanizm ve Kemalizm düşünceleri, İskipli Atıf Hoca, Seyyid Rıza, Şeyh Said ve büyük alim Bediüzzeman Said-i Kurdi’yi inançların-dan dolayı darağaçlarında sallandırmadılar mı? Camileri ahıra çevirmediler mi? Kılık ve kıyafet kanununa muhalefetten dolayı  başörtülü kadınları İstiklâl Mahkemelerinde yargılamadılar mı? Seksen yıl boyunca başörtüyü yasaklamadılar mı ve örtülü kadınların devletin okullarında eğitim görme ve devletin kurumlarında çalışma haklarını ellerinden almadılar mı? Bu Kemalsit yasalar Kürtlerin ontolojik varlığını internalizasyon yöntemiyle Türkleştirmeyi sembolize eden ‘‘Kızı Elma’’yı pusula aldılar. Öyle ki bu Kemalist antagonizma ‘‘Kızıl Elma’’nın ‘‘Kelimetullah’’ ol-duğunu iddia edecek kadar ileri gitti. Kürtlerin demokratik kanallardan hak arama mücadelesini her fırsatta savote eden yukarıda söz konusu ettiğim bu ırkçı parti ve şürekasının amacı, Kürt halkı-nı, Türk Devleti’ne ve Türk Milleti’ne düşman etmek, suhuletin yerine şekaveti, vahdetin yerine tefrikayı ikame etmek ve Türkiye’yi bölmektir.

Rabbimize hamdusenalar olsun ki Sayın Devlet Bahçeli, Sayın Recep Tayyip Erdoğan ve Sayın Abdullah Öcalan bu bozguncuların ve ırkçıların oyunlarını büyük risk alarak bozular, barışı getirmeyi başardılar, küresel ve glokalizasyon ölçekte büyük bir etki yarattılar. Yani her üç değerli ÖNDER, Türk ve Kürt asabiyesinin PİM KODUNU DOĞRU GİRDİLER, DOĞRU ÇÖZÜM-LEMLER YAPTILAR ve yarım asırlık korkunç savaşı sonlandırdılar.

 

TEŞEKKÜRLER SAYIN ERDOĞAN!

TEŞEKKÜRLER SAYIN BAHÇELİ!

TEŞEKKÜRLER SAYIN ÖCALAN!

 

Kadir Amaç

Yazar-Toplum Bilimci

Aşkın Felsefesi !

Sevgili okurlarım, zaman zaman kendimi çok yorgun hissediyorum. Evet, temelde sağlığım iyidir. Ancak her şeye üzülme ve her şeye kafa yorma alışkanlığımı bir an önce terk etme vaktimin geldiğini düşünmüyor değilim. Acaba bu konuda ne yapabilirim ki? Hiç bir güç selin hızlı akışını durduramazken, ben beynimde sel gibi akıp giden düşüncelere durun diyemem ki! Şiddetli yağış ve güneşin ısısına dayanamayan devasa kar katmanlarının erimesiyle nasıl bir sel  meydana geliyorsa, benim de beynimdeki sel bilgi, bilinç ve keşf etme ile meydana geliyor.

Teşbihte hata olmazsa şayet, yıldızların arkasına saklanan bulutlar gibidir benim yanlızlığım. Elif-Lam-Mim beni bırakıp gidince, beynimin ışıldayan mumu söndü, gönül bahçemin gülü soldu ve bela direkleri dikildi önce gözlerime ve sonra yuvamın kapısına! Yuvanın muhkem sinesinden bir demet pırıl pırıl sevgi adayarak, yuvamın önüne dikilen belâ direklerini devirmek istiyorum. Yuvadan uçtuğu günden beridir AŞKIN eline bir demet papatya çiçeğini armağan etmemiş olsam da hayatımda en çok sevdiğim, en çok kıymet verdiğim ve en çok anlam yüklediğim ay yüzlü, selvi boylu hâlâ gönül dünyamın başkentidir. Gönül dünyamın mücevherini bir taş kırıp  parçalarsa eğer, sanma ki gönül dünyamın mücevherinin değerinin düşüp TAŞIN DEĞER kazanacağını! Ey ahmak kimse! Şunu hiç bir zaman unutma: Taş PIRLANTAYI kırabilir, lakin taş PIRLANTAYI kırdığı için değer kazanmaz ve pırlantanın değeri ise hiç düşmez! Bu anlamda AŞK, MUTLULUK ve ÖZGÜRLÜK konularıyla ilgili bir kaç fasıl etmek istiyorum. Biliyorum, hep mutlu ve özgür olamıyoruz. Galiba, aşk, mutluluk ve özgürlük aynı şeyler değil gibi geliyor bana! Yaklaşık olarak, mutluluğu uçucu ve acıyı da aynı biçimde uçucu bir madde  olarak tarif ediyorum! Ama özgürlük duygusu öyle değildir; hep kalıcıdır ve içinde sürekli bir devinim ve arayış içindedir. Yani özgürlüğün içinde sürekli bir anlam arayışı vardır. Bu konuda Şia kaynakları İbni Sina’nın başından geçen şöyle bir olay aktarırlar: İbni Sina, 997 yılında Buhara kralı Emir’i tehlikeli bir hastalıktan kurtardığı için, Emir onu danışmanı ve veziri yapar. İbni Sina, bir gün Saray’ın ileri gelen aristokratlarıyla birlikte, debdebe ve şaşayla yolda giderken bir lağım temizleyicisine rastlar. Adam tam da o sırada bir lağım kuyusunu boşaltmakla meşguldür ve hem de  lağımı büyük bir mutluk içinde temizlerken kendi kendine şu türküyü de söylüyordur: “Hatırını sayar, kıymetini bilirim ey gönül. Hoşça vakit geçirmen ne de hoş gerçekten…” Bu cümleleri duyan İbni Sina gülmekten kendini alamaz ve adama şöyle seslenir: “Ey insan, bu pis işi yaparak mı gönlüne hoşça vakit geçiriyorsun? İnsaf be adam!” Adam İbni Sina’ya hiç çekinmeden şöyle yanıt verir: “Ben bu mesleği, SENİN GİBİ BAŞKALARINA  KULLUK  etmemek ve ÖZGÜR YAŞAMAK için seçtim. Ey dünyanın arzularına kendini teslim eden! Benim HÜR bir lağım temizleyicisi olmam, senin şu andaki durumunda bulunmaktan, hatta dünyanın bütün nimetlerinden çok daha evladır!  Çünkü siz kula kulluk etmektesiniz, özgür değilsiniz ve Emir hükümdara kulluk etmeye mahkumsunuz!” Evet, değerli okurlar, İbni Sina, bu lağım temizlik işçisinin sözleri karşısında mahcubiyetten mum gibi eridi, bütün vücudunu ter bastı; bu akıllı ve erdemli söz karşısında verecek hiçbir cevap bulamadı ve başını önüne eğerek yoluna devam etmişti.

Küçük bir fasıl olsa da AŞK konusuna dokunmak  istiyorum: Adını tam olarak hatırlamadığım  bir Alman yazarın, (belki Ulrich Beck olabilir.) “Aşk merhamet istemez, parayı peşin ister.” Öyleki aşk, “kapitalizmin içinde bir komünizmdir.” sözlerini düşündürücü buluyorum. Ancak Mevlana, “Mesnevi” adlı eserinde kapitalizim öncesi zamanlara bizi götürerek, Leylâ ve Mecnun’un yaşadıkları aşkın, “parayı peşin istemediğini” GOOGLE TOPLUMUNA adeta kanıtlamış oluyordu. Mecnun, bir gün Leylâ’yı görmek için, evlerinin kapısına gider ve onu özlediğini söyler. Leylâ birileri Mecnun’un sesini duyar diye, korkusunu şu sözlerle dile getirir: “Sus, konuşma!” Aradan uzun bir zaman geçer, aşıklar tekrar uygun bir yerde buluşurlar. Leylâ, Mecnunu’na bu kez şöyle seslenir: “Neden suskun durmuşsun ve konuşmuyorsun?” Mecnun: “Sen bana demedin mi sus ve konuşma! O günden beridir suskunum ve hiç kimseyle konuşmuyorum” der. Gene bir gün Leylâ çölde onu bulur ama Mecnun onu tanımaz ve “Leylâ benim içimdedir, sen kimsin?” der. Aman Allah’ım! Sizce de bu muhteşem bir AŞK olayı değil mi? Bugün  bahis konusu ettiğim bu AŞKA bel bağlayanlar, ellerinde avuçlarında ne varsa aşkları için veriyorlar mı, ya da bu aşkı yaşayanlar var mı? Elbetteki bahis konusu ettiğim bu aşkı yaşayanların sayısının GOOGLE TOPLUMUN-DA ne kadar olduğunu tahmin edemiyorum.

Aşkın biraz merhamet ve biraz da bencillik kromozonlarını taşıdığını düşünüyorum. Yani  aşkın bazı toplumsal öğretileri, bazı duyguları, bazı düşünceleri tanımadığını ve yaklaşık olarak bencil olduğunu, merhametsiz olduğunu, kuralsız olduğunu ve iki kişi arasındaki bu duygunun birleşmesiyle yanardağ gibi bir enerji meydana getirdiğini söylemek ve bu enerjiyi aslında bir Aşk Devrimi olarak da isimlendirmek mümkündür! Dolayısıyla aşkı, iki kişinin biyokimyasının birleşmesi ile oluşan bir Yanardağ Devrimi olarak tarif edebiliriz. Tam da bu noktada aşkı  “merhametsiz” olarak itham ettiğim o şeyin bir yanardağ gerçeği olması, gözünün hiçbir yeri görmemesi onu acımasız kılıyor! “Parasını peşin istiyor” meteforunu, aşka bir bedel vermeniz ve her şeyi karşınıza almanız gerektiği biçiminde tefsir etmekte mümkündür.

Aşkı bir dine de benzetebilir miyiz? Benzetebiliriz ancak aşkta, kilise-rahip, cami ve imamın olmadığını bilmemiz gerekiyor. Neden mi? Çünkü aşk, helal ve haramı dinlemez. Kiliseyi dinlemez, camiyi dinlemez, havrayı dinlemez ve  yasaları ise hiç dinlemez! O halde aşk distopya değil bir ütopyadır! Evet, o ütopya  üzerine yoğunlaşır, enerjisini ona ikmal eder. Bir bakıma aşkın, tamamıyla arzuyu ve şehveti hedef aldığını görüyoruz. Daha doğrusu biz aşkı bir ideoloji gibi, bir din gibi, bir para gibi düşünmemeli veya daha önceden üzerinde düşünülmüş, tasarlanmış, bir mekana tahkim edilmiş bir şey olmadığını bilmeliyiz.  Yukarıda aşkı göreceli olarak bir dine benzetmekten bahsetmiştim. Çünkü dine karşı duyulan duygular çok güçlüdür. Yaklaşık olarak dinin, insan ve toplumun en güçlü halkasını oluşturduğunu ayrıca hatırlatmakta fayda vardır! İnsanın dine karşı olan yöneliş ve arayış duygusunun onun biyokimyasındaki bir enerjiden kaynaklandığını bilmemiz gerekiyor. İşte aşk tam da bir noktaya kilitlenir ve kilitlendiği bu noktada mutluluk eylemini gerçekleştirir. Aşk mutluluk eylemini gercekleştiriken solunu, sağını, önünü ve arkasını görmez. Çünkü yukarıda da işaret ettiğimiz gibi  o tek bir noktaya odaklanır.  Odaklandığı bu nokta onun için sonsuz bir gerçeklik, sonsuz bir hakikat,  sonsuz tek bir  doğru olarak görülür. Dinler de öyle değil mi? Aynen öyledirler. Bu AŞK OYUNUN iki kişi arasında gerçekleştirilen bir devrim olduğundan bahsetmiştim. Yani, İKİ KİŞİLİK BİR DEVRİM!  İki kişi arasında kıran kırana yürütülen arzuların kanıtlama mücadelesinin adıdır aşk! Evet, âşıklar aşklarını kanıtlamaya çalışırken yollarına çıkan ahlak yasalarıyla baş etmeye çalışırlar. Birbirlerinin karşılıklı duygularından beslenirler, güçlenirler ve  gerçek hayattan  koparlar, başka bir dünyaya kendilerini kaptırırlar! İşte bu dünyanın adına “fenafillah” diyorum! Google Toplumu’nda bu tür aşkların tahvil değeri yoktur. Google’un aşk tasavvuru bir algoritmaya bağlıdır. Doğrusunu söyleyecek olursak burada derinlik yoktur, zarafet yoktur, kendini adamak yoktur. Peki, ne var o halde? Sadece hayvani arzuların dalgaları üzerinde SÖRF yapan erkekler ve kadınlar (çiftler) vardır.

Hayvani arzularımızı kontrol altında tutabilir miyiz, yönetebilir miyiz ve mükemmelliğe taşıyabilir miyiz? Elbetteki bu mümkündür. Benim beğendiğim kişiler mükemmelliyetçilik felsefesine sahip olan, kadın ve erkek çiftlerdir. Bu çiftlerin cesur, ahlaklı, ilkeli, entelektüel birikim sahibi olmasını ve çirkin insanlara karşı bilgiyle tavır alma davranışlarını çok önemsiyorum ve seviyorum. Yani, mükemmelliyetçilik felsefesini ve sanatını benimseyen insanları model alıyorum ve onları beynimin ışıkları olarak görüyorum. Öyleki onlarsız kendimi derin mağaraların karanlığında hissediyorum. Dolaysıyla, BİLGE ve ZAHÎD olan insanlar alçak gönüllüdürler. Lakin çaba göstermeden BİLGİYİ öğrenmeyen, BİLGİYİ unutan ve BİLGİYİ yaşamına ihata etmeyen KİŞİLER KONUŞMAMALIDIR ve SUSMALIDIRLAR. Çünkü Akıllı ve zeki olmayan kimseler, sonunda düşüncelerinin ve arzularının kurbanı olurlar. Gece olunca beynimde bu tür fikirlerin bir nehir gibi akmaya başladığını bir görseniz, bir bilseniz ki kendi kendime kaç kez şunları söylüyorum: “Her  şeyin canı cehenneme, ben kendi payıma düşeni yaptım. İnsanlara örnek olayım derken onlar ise en değerli şeylerimi yırttılar, yaktılar ve beni kullanıp bir kenara attılar. Şimdi artık başkaları da kendi üzerlerine  düşeni yapsınlar, yeter!

            Ah ulan ah! Bavulumu toplayıp etrafımdakilere ve kendime hiçbir şey söylemeden çekip uzaklaşmak, hiç kimsenin bilmediği bir adada veya dünyanın en güzel şelalesinin aktığı bir vadide sakince yaşamak istiyorum. Belki bu, Bingöl Dağları, Şerefdin Yaylaları ve Murat Nehri’nin derin vadileri olabilir. Pekâlâ, biraz daha daralan duygularımın cibarlarına dokunayım. Önce kadın ve erkek meselesine kısaca değinmek istiyorum. Kadınların mı yoksa  erkeklerin mi insanları daha çok sevdiği ve saygı duyduğu konusunda tam olarak, asimetrik ve geometrik bir fikir sahibi olduğumu söyleyemem. Ancak yaklaşık olarak şunları  söyleyebilirm: Kesinlikle AKILLI, BİLGİLİ, AHLAKLI KADINLARIN aileyi, devleti ve toplumu  daha iyi yönetebileceklerini düşünüyorum. Çünkü kadınlar sorunların cevherine inebiliyorlar, çünkü sorunları yakuta çevirme  kabiliyetine sahiptirler. Yani BİLGE KADINLAR daha gerçekçi ve daha pratik özelliklere sahiptirler. Erkekler gibi dolambaçlı yolardan gidip kendilerini dağıtmıyorlar, öfkelerine yenilmiyorlar, öfkelerini yönetiyorlar ve yutuyorlar. Elbette ki şu sütyenlerini yakan ve saçını, başını bir silah gibi kullanan ve erkeklerden nefret eden veya erkekleri kalçalarıyla zıvanadan çıkaran ÇILGIN  kadınlardan  bahsetmiyorum. Daha önce de bu kadınların ÇILGIN olduklarından bahsetmiştim. Çılgın kadınlar gebe kalmak istemezler, kadın olmak istemezler, anne olmak istemezler, aileyi kamusal alana hazırlamak için ailede öğretmen olmak istemezler. Çünkü bu ÇILGIN kadınlar hamile kalmanın bir ŞANSSIZLIK, dünyaya bir çocuk getirmenin FELAKET ve aile kurumunun bir TABU olduğunu düşünürler. Onlar gibi düşünmediğimi belirttim. Çünkü olağanüstü insanları severim ve itiraf etmeliyim ki onlara aşığım. Ailesiyle, eviyle, çocuklarıyla, akrabalarıyla, toplumuyla, müziğiyle, sanatıyla, kültürüyle, kitaplarıyla ilgilenen yazarlara ayrıca aşığım! Hele şu tipler var ya; konuşma sanatı zayıf, pasif, tembel, kaba, görgüsüz, uyuşuk, suskun, çıkarcı, iki yüzlü ve hiç bir emek vermeden bedavadan bilgi sahibi olan şu siyasetçilerden, uyduruk yazarlardan aşırı derecede RAHATSIZ olan biriyim. Tanrım beni affet! Örneğin, Proudhon ve Marks henüz dünyaya gelmeden 1.500 yıl önce; ahlak felsefesini, SOSYALİZM teorisini ve pratiğini ilk olarak ortaya koyan kişiler hiç şüphesiz Kürt filozof ZERDÜŞT ve onun öğrencisi MAZDEK’TİR! Mazdek Peygamber Saray’da Kısra, Nuşinrevan ve Keykûbat’a dünyanın ilk SOSYALİZM felsefesini anlatmış biridir. Bu bilge yazarlara aşık olmamak mümkün değil.

Gerçek bir yazar, toplumun entelektüel fakültesidir. Bilgi, bilinç ve kültürün MÜHENDİSİ ve toplumsal düşüncenin MİMARIDIR! Biliyorsunuz, insan kalabalıklarını GOOGLE bir noktaya yönlendirirken, gerçek bir yazar ise mıknatıs gibi toplumu kendine çeker! Yani gerçek bir  yazar, filozofiktir, bilgedir, KORKUSUZDUR, güçlü bir hatiptir ve sağlam bir AHLAK sahibidir. Her bir şeyi, sanat ve estetik gözüyle keşf eden kişidir! Kısacası yazar olan biri, halkın içinde yaşayan, mücadele kulvarının en ön saflarından duran ve halkını doğru yönlendiren bir PEYGAMBERDİR! Bu mahfilde 39 yıllık fikir hayatımda çok sayıda insan tanıdım. Bu insanların önemli bir bölümünden, saygı ve sevgi görürken, bana saygı duymayan insanların sayısının çok daha fazla olduğunu söyleyebilirim. Bu anlamda ne kadar AHLAKÇI bir yazar olduğumu tam olarak söyleyemem. Lakin insan ilişkilerinde, insan sorunlarında katı biri olduğumu söylersem, kendime ve beynimi aydınlatan ahlakçı filozoflara büyük bir haksızlık yapmış olurum Kesinlikle karşılaşabileceğiniz en duygusal insanlardan biriyim! Hakeza kesinlikle en hızlı sevmesini bilen, en hızlı iyilik yapmayı isteyen, en hızlı ağlayan, en hızlı ihanete uğrayan, en hızlı pişmanlık duyan, en hızlı fikirlerini gözden geçiren ve insanların kötülüklerini en hızlı şekilde bağışlayan ve asla hiçbir güçten bir hardal tanesi kadar korkmayan biriyim. Kısacası bu konuda benim dinim AHLAK, dünya görüşüm AHLAK,  hayatım AHLAK!

Fikir hayatımda beni en çok etkileyen, akıllı ve zahid AHLAKÇI isimlerden biri de Başpiskopos Makarios’dur. Peki, kimdi bu Makarios? Fakir ve cahil bir çobanın oğluydu. Makarios’un hem babası ve hem de annesi okuma yazma bilmiyorlardı. Makarios tıpkı babası gibi, 13 yıl boyunca ÇOBANLIK yaptı! Sonra büyük bir rahip oldu. Ardından Kıbrıs Rumlarının ruhani lideri ve devlet başkanı oldu. 1977’de kalp krizi geçirerek hayata gözlerini yumdu. Bu değerli AHLAK filozofu için şunu söyleyebilirim: O gün de, bugün de Avrupa’da onun ölçülerinde ne bir rahip ne de bir devlet başkanı çıktı. O saflığını bozmamış, maneviyatını daha çok güçlendirmiş ve adeta Tanrı’nın verdiği bir yetenek ve büyük bir ahlak filozu olarak karşımıza çıkıyor. Bu ahlak filozofunu tam dört kez öldürmeye kalkıştılar ve dördünde de kurtulmayı başardı. Ayrıca onu iki kez de sürgüne gönderdiler.

 

Kadir Amaç

Brüksel

Büyük Komutan Delil Ayhan!

Kadir amac imza günü1917 yılından günümüze kadar Kürt davası, teorik ve pratik mücadele tarihinde küçümsenmeyecek düzeyde büyük dava insanlarını bağrında ortaya çıkarmıştır. Özellikle Kürtlerin son 40 yıllık mücadele yolculuğunda kilometre taşı olan,  yiğit savaşçılar ve güzide komutanlar PKK hareketi içinde ortaya çıkmış ve bu birbirinden mümtaz kahramanlar bilgi, bilinç ve eylem zaviyesinde Türksömürgeciliğinin resmî antagonizmasını yerle yeksan etmiştir.

İşte Kürt hürriyet davasının mahşerleşmesinde emeği olan bu nadide ve yiğit Kürt savaşçılarının portrelerinden biri de DELİL AYHAN (İlhan Çiftçi). İlhan Çiftçi, PKK’nin rahle-i tedrisatından,  aldığı yurtseverlik bilinci ve vatanseverlik görevini halkına karşı en üst düzeyde yerine getirmiş biridir.

Bu mahfilden hareketle, PKK hareketinin ortaya çıkardığı, yetiştirdiği ve Kürt halkının özgürlük davasına şehid olarak adadığı bu nadide özgürlük tayını hatırlamak, hatıralarını yaşatmak ve verdiği büyük emekleri karşısında sevgi ve saygıyla onu anmak hepimizin görevidir.

İLHAN ÇİFTÇİ, 1965 yılında Bingöl’ün Solhan ilçesi, Sükkan köyünde doğdu. Özel bir takım şartların etkisinden dolayı ailesi, 1970 yılında Diyarbakır şehir merkezine göç eder. İlhan, henüz altı ila yedi yaşındayken babasını kaybeder. Şehid Delil, babasının ölümüyle birlikte o küçük yaşta, ailesinin sorumluluğunu üstlenmekten geri durmamıştır.

Daha henüz ilkokul öğrencisiyken, ailesine yük olmamak için çakmaklara benzin doldurarak ve el arabasıyla bakkallara ekmek servisini yaparak; ailenin ekonomik bütçesine inanılmaz katkılar sağlayacaktır. Bu çok küçük yaşlarda hayata karşı olan inanılmaz mücadelesi emsal teşkil etmiştir. Hem ailesi tarafından hem de okulda gösterdiği üstün ve örnek başarısından dolayı okul idaresi tarafından örnek gösterilen bir öğrenci ve birey olmuştur.

Bu küçük yaşlarda, yaşamın kendisine ve ailesine dayattığı koşullar karşısında aldığı onurlu, erdemli, cesur ve disiplinli duruşuyla; ruh ve anlam iklimini bir gerdanlık gibi süsleyecekti. İnşa ettiği bu asil letafetiyle, hayatının ilerleyen yıllarında Kürt halkının özgürlük mücadelesinde kilometre taşı olacaktı.

1985 yılında İstanbul Siyasal Bilgiler Fakültesini okurken; Kürt özgürlük harekâtıyla tanışır. Çok kısa bir zaman dilimi içinde Kürt özgürlük mücadelesinin çalışma badirelerinde gösterdiği, aktif ve samimi performansıyla dava arkadaşlarının gözünden ve dikkatinden kaçmayacaktı. Onun davasına karşı olan bu derin vatanseverlik aşkı ve bilinci onu 1988 yılında Avrupa’ya, oradan da Mahsum Korkmaz Akademisine yönlendirecekti. Bundan sonra kalan yaşamını ve yazgısını Kürt ve Kürdistan davasının hürriyet mefkûresine adayarak, özgürlük mücadelesini şahikaya taşıyacaktı.

1989 yılında Mahsun Korkmaz akademisinden ayrılarak, Kürt özgürlük cephesinin faaliyetleri için yeniden yurda giriş yapar. 1990-1992 yıllarında İstanbul Marmara Bölge sorumluluğu ile Amed Bölgesi sorumluluk alanlarında aktif ve başarılı bir çalışma grafiğini ortaya çıkarır.

Özellikle İstanbul’da arkadaşlarıyla birlikte yürüttüğü çalışmaları sırasında, Kürt halkının çınar bilgesi ve özgürlük aydını Apê Musa’yla; çok sıcak ve samimi ilişkiler kurar. Gerek kurduğu bu dostluktan ötürü, gerekse Apê Musa’nın, Kürt ve Kürdistan davasına yaptığı hizmetlerden dolayı anısını yaşatmak için, Amed bölgesinde yürüttüğü aktif çalışmaları sırasında, Apê Musa taburunu kurar.

Aynı şekilde 1992 yılında Amed Şeyh Said intikam birliğini kurarak; büyük serhildanların baş göstermesine vesile olacaktı. 1992 yılının Temmuz ayında, Mistan Bölgesi kırsalındayken gerilla yaşamının insan ruhu üzerinde yaratığı muhteşem atmosfer; onun gerilla yaşamında inanılmaz sanatsal ve edebi kareler oluşturacaktı.

O dönemde de Şehid Delil Ayhan’ı çok yakından tanıyan dava arkadaşı Murat Karayılan, “Bir Savaşın Anatomisi” adlı kitabında şehidi şöyle anlatıyor: “Garzan Eyaleti’nde yaşanan bu büyük talihsizlikler Kuzey eyaletlerinde hareketin hamle sürecini çok olumsuz etkilemişti. Özellikle bu komutan arkadaşların fetihçi karakterleri Kuzey’in diğer eyaletlerine yansımış olsaydı, büyük gelişmelerin yaşanması mümkün olabilirdi ancak peş peşe yaşanan bu talihsizliklerden dolayı süreç vasat geçmiştir. Durum böyle olunca o dönem İstanbul ve Türkiye sorumlusu olan, başarılı bir pratik sergileyen şehit Ayhan Çiftçi arkadaş Zeki’nin yardımcısı olarak atanmıştır.”

 

Bundan ötürü o, ruhunu ve benliğini doğanın nağmelerine, tayların özgürlüğe karşı soylu kişneyişlerinin senfonisi eşliğinde vatanına yüreğini ve aşkını cömertçe armağan edecekti. Doğanın bu özgür ve mahrem enstantanelerinin ona, özgür Kürdistan aşkını şu sözleriyle verdiğini anlıyoruz: “Deli tay özgürlüğe koşuyor” ÖZGÜR KÜRDİSTAN aşkını mahşerleştiren bu özgürlük tayı; 4 Ekim 1992 tarihinde sabah saatlerine karşı gözlerini usulca yumacak; ruhunu Delil Ayhan olarak Kürdistan’ın özgür taylarına armağan edecekti. Kürdistan’ın Özgür Tayı! Küçük dayın seni hep yüreğinde taşıyacak, davanı sahiplenecek ve sevecek!

Sevgili şehit Delil Ayhan’la ilgili kısa bir anımı değerli okurlarımla paylaşmak istiyorum. 1988 yılında İstanbul’da ağabeyimin evine gelmişti! Evde hazır bulunan aile bireylerine Kürtlük bilincini ve Kürt ulusal mücadelesini anlatmıştı. Doğrusu duruşu ve ulusal tebliği çok etkileyiciydi! O yıllarda henüz 17 yaşında çok genç biriydim. Sadece İslami kitaplar okumuştum, Kürtlerle ve Kürtlüğümle ilgili hiç bir bilgim yoktu. Beynimde ve yüreğimde sadece zehirli politik bir İslam düşüncesi vardı. Ayhan’ın anlattıkları beynimi ve yüreğimi zehirleyen o siyasal İslam’ı kusmama yeterli olmamıştı! Çünkü Arap ve Türk ilahiyatçı yazarların fikirleriyle inanç ve düşünce çekmecelerim dolmuştu ve bu durum beynimde acayip bir teolojik algoritma oluşturmuştu ve beynim Ayhan’ın bana anlattıklarını yabancı buluyordu, algılayamıyordu ve haliyle beynim agresifleşiyordu(!)

 

Tabii ki gösterdiğim tepkilere gülümseyerek ve büyük bir olgunlukla karşılık veriyordu! Benimle konuşurken iki elimin arasına tutuğum Pakistanlı bir yazarın kitabını fark edince, “Kitabınıza bakabilir miyim?” dedi. Kitabı kendisine uzattım, usulca eline aldı, sayfalarını kibarca çevirdi ve sayfaların arasında bir kâğıt yere düşünce, eğilerek sağ eliyle aldı ve okumaya başladı!

Ayhan’ın çizgili kâğıtta okuduğu şey benim Filistinlilerle ilgili yazdığım bir şiir idi(!) Gülümseyerek bana şöyle dedi: “Küçük dayı! Seni akıllı buldum, şiirinizi çok beğendim! İnanıyorum küçük dayım, bir gün Kürdistan için de güzel bir şiir yazacaktır.” demişti.

Sevgili Kürdistan’ın “Özgür Tayı!’’ Evet, biliyorum biraz geç oldu ama şiiri yazdım ve ruhunuza ve hatıralarınıza armağan ediyorum!

PKK!

PKK; “Hurûf-û Mukattaa”nın üç harfi!

Muhammed Peygamber’in ”Hilful Füdul’u!”

Musa Peygamber’in asası!

İsa Peygamber’in mucizesi!

Ehmedê Xânî’nin Mem û Zîn’i!

Kürdistan ülkesinin ayeti ve gönül dünyamın başkenti!

Heyhat! PKK, kimi zaman tufan!

Kimi zaman namlunun ucundaki kurşun!

Kimi zaman ”Ashab-ı Kehf ” mağara ehli!

PKK; mutlak sevgi!

Mutlak aşk!

Mutlak hürriyet!

Mutlak asalet!

PKK; vicdan, insan ve toplum!

PKK; hak arama, isyan, realite, hakikat!

PKK, doğa!

PKK, kelebek!

PKK, güvercin!

Kadir Amaç

Brüksel

3.10.2024

Savaşı Sonlandıran ve Barışı gerçekleştiren Üç Büyük Lider

Sevgili Türk ve Kürt halkı,

İki kardeş halk, dokuz yüz yıl birlikte yaşadı. Bu dokuz asır BOYUNCA Kürt halkı inkâr edilmemişti ve kadim coğrafyanın yerli halkı olarak hep kabul görmüştü. Ancak Cumhuriyet’in ilanından hemen sonra devletin yeni ırkçı yasaları Kürt halkının ontolojik varlığını inkar ettiler, Türk ve Kürt halklarının inanç dünyasına radikal yasaklar getirdiler ve karşı koyanları Kemalist antagonizma her hükümet döneminde sert bir biçimde cezalandırdı.

Geçen bu bir asırlık zaman içinde, iki halk savaşın kendilerine YIKIM, ACI, ÖLÜM ve KÖTÜLÜKTEN BAŞKA HİÇ BİR ŞEY getirmediğini hep birlikte yaşayarak tecrübe ettiler. Yaklaşık iki ay oluyor, Türk ve Kürt kamuoyu büyük lider Recep Tayıp Erdoğan, barış için cesaret gösteren lider Devlet Bahçeli ve Kürtlerin tüm zamanlar boyunca çıkardığı en büyük lider ve düşünür Abdullah Öcalan’ın verdikleri BARIŞ VE KARDEŞLİK  mesajlarına hep birlikte kilitlendik.

Nihayet Abdullah Öcalan’ın barış çağrısı, hem PKK ve hem de YPG-QSD tarafından kabul görüldü. Bundan sonra Allah’ın izniyle, başta mustazaf  Kürt halkı olmak üzere Türkler, Araplar ve İslam dünyasını yepyeni bir kader ve yepyeni bir ikbal bekliyor.

Özellikle sayın Abudllah Öcalan’ın, 26 yıl boyunca 8 metre zindan duvarları arasında oturup tesbih çeken bir tarikat lideri ve Hıristiyanların papası gibi pazar günleri ayin yapıp, diğer vakitlerde kendisi için saltanat süren, para biriktiren biri olmadığını ve tam da aksine barış için hep kafa yorduğunu, barış ve demokrasi için hep  düşünce ürettiğini gördük ve sonunda her üç lider barışın ELÇİLERİ ve demokrasinin MİMARLARI olduklarını kanıtlamış oldular.

Öyle ki beş yıl sonra muhteşem bir Türkiye gerçeğini göreceğiz ve gözlerimize inanamayacağız. Aynı şekilde, özgürlüğe ve demokrasiye hasret kalan Rojava Kürtleri, yeni Suriye Devleti’nin ortakları ve sahipleri olacaklardır. Mamafih birlikte temelleri sağlam olan demokratik bir toplum ve demokratik bir devlet çatısı altında kardeşce yaşayacaklardır.

Dünya devlet başkanları, uluslararası kurumlar ve dünyanın en güçlü haber ajansları bu yeni barış sürecini sevinçle karşılarken ve desteklerken, Kemalist fırkanın yazarları, gazetecileri, siyasetçilerinin ezici çoğunluğu ise barış ve kardeşlik çağrısını sevinçle karşılamadılar, çünkü barış huzurlarını kaçırdı.

CHP, yıkıcı ve yırtıcı siyasi bir karektere sahip olduğu için, gülme yeteneğini ve sevme duygulsunuı yitirmiştir. Yani Kürtleri köle olarak görüyor, dillerini bundan dolayı yasaklamadı mı? Yani CHP’nin, Kürtleri  günahı kadar sevmediğini biliyoruz. Kemalistler çok bencildirler, bencilliklerini kan ve ırkçı yasalarla inşa etmişlerdir ve Kürt halkına hiçbir şeyi layık görmezler.

Pantürkizim- Panturanizim- Kemalizim düşüncesi, İskilipli Atıf Hoca, Şeyh Said ve büyük alim Bediüzzeman Said-i Kurdi’yi inançlarından dolayı  mağdur etmedi mi? Kürtlerin kendi öz topraklarında demokratik yollardan, amansipasyon ve  akültürasyon haklarını elde etmelerine asla izin verilmediği gerçeğini hemen hemen herkes biliyor.

Bu kemalist yasalar Kürtlerin primordiyal varlığını internalizasyon yöntemiyle Türkleştirmeyi senbolize eden  “Kızıl Elma”yı pusula aldılar. Öyle ki bu Kemalist antagonizma, “Kızıl Elma”nın ‘Kelimetullah’ olduğunu iddia edecek kadar ileriye gitti.

Kürtlerin demokratik kanallardan hak arama mücadelesini her fırsatta sabote eden yukardaki bahis konusu ettiğim bu ırkçı fırka ve şürekasının amacı, Kürt halkını, Türk devletine ve Türk milletine düşmanlaştırmak ve Türkiye’yi bölmektir.

Allah’a hamdüsenalar olsun! Sayın Devlet Bahçeli, Sayın Recep Tayıp Erdoğan ve Sayın Abdullah Öcalan bu savaşseverlerin ve ırkçıların oyunlarını büyük risk alarak bozdular, barışı getirmeyi başardılar, küresel ve globalizasyon ölçekte büyük  bir etki yaratılar. Yani her üç değerli lider, Türk ve Kürt asabiyelerinin PİM KODUNU DOĞRU GİRDİLER, DOĞRU ÇÖZÜMLEMELER YAPTILAR ve yarım asırlık korkunç savaşı sonlandırdılar.

TEŞEKKÜRLER SAYIN ERDOĞAN…

TEŞEKKÜRLER SAYIN BAHÇELİ…

TEŞEKKÜRLER SAYIN ÖCALAN…

 

Kadir Amaç

Brüksel

Gazeteci Aziz Köylüoğlu Şehid Oldu

 

Kadir Amac televizyon yayınıMüstemlekeci Türk Devleti’nin son 6 ay içinde katlettiği 5’inci Kürt gazeteci Aziz Köylüoğlu oldu. Kürtlerin ve Ortadoğu’nun yaşadığı savaşları ve kötülükleri adım adım izleyerek, hakikatin ve Özgür Kürt Basın geleneğinin şahitliğini yapan Aziz Köylüoğlu arkadaşımız, 27 Ocak günü KÖTÜLÜK devletinin saldırısı sonucu katledildi. Bu vesileyle Sevgili gazeteci kardeşimiz Aziz Köylüoğlu’nun değerli ailesinin, halkımızın ve Kürt Basını’nın başı sağ olsun diyorum. Kötülük devleti şunu bilmeli ki, Özgür Kürt Basın Geleneği  çok mazbut ve muhkem temeller üzerine bina edilmiştir. Kürt Basını Celadet Elî Bedirxan’dan ilham ve  Apê Mûsa, Gurbetelli Ersöz,  Seyid Evren, Halil Dağ ve onlarca şehid gazetecilerden gücünü alıyor.

Şehid Aziz kardeşimiz, 1976 yılında, zihin ve  gönül dünyamızın başkenti Amed’de dünyaya geldi. Aziz,  yurtseverlik değerleri güçlü olan bir ailenin içinde büyüdü, yetişti ve erken yaşlarda Kürtlerin hak arama mücadelesinin içinde aktif rol aldı. 2000’lerin başından itibaren Özgür Kürt Basın Geleneği’nin içerisinde yerini aldı. Özgür Basın Mücadelesi’nde muhabirlik, kameramanlık, editörlük, haber müdürlüğü, genel yayın yönetmeliğine kadar basının hemen hemen her çalışmasında yer aldı.

 

Türk Devletinin Kürt Gazetecileri Hedef Almasının Ardında Yatan Gerçek Sebepler Nelerdir?

Çünkü Aziz kardeşimiz, Şengal’den Kandil’e, Hewlêr’den Süleymaniye’ye, Kerkük’ten Mexmûr’a, Dêrik’ten Efrîn’e, Kobanê’den Tişrîn Barajı’na kadar, kamerasıyla ve fotoğraf makinesiyle Türk Devleti’nin buralarda işlediği savaş suçlarını kayıt altına alıyordu,  belgeliyordu ve dünyaya haber ediyordu.

Aziz, savaşların ve olayların içinde yaşıyordu. Şehid Seyid Evren gibi, duygularına esir olmuyordu, ölüm korkusunu özgürlüğe tahvil etmişti. Savaşın karşısına cesur bir şekilde kamerasıyla çıkıyordu, net sorularla savaşın verilen ve verilmeyen yanıtlarına şahitlik yapıyordu. Çünkü gerek  Aziz Köylüoğlu kardeşimiz ve gerekse benim de yakından tanıdığım şehid Seyid Evren kardeşimiz savaş ortamında gördüklerini, yaşadıklarını, işittiklerini kaydeden soğukkanlı bir yüreğe sahiptiler ve adeta kendilerini gazetecilik mesleğine adamış, Ortadoğu’nun en başarılı ve en cesur gazetecileriydiler diyebilirim.

Gazetecilik gerçekten de olağanüstü ve korkunç bir ayrıcalıktır! Çünkü kendinizi olayların içerisinde bulmuşsanız, bir kurt gibi hareket etmek zorundasınız ve olayları yeterince göremeyeceğim, yeterince işitemeyeceğim ve yeterince kavrayamayacağım gibi korkulara kapılmayı rastlantı olarak değerlendiremeyiz! Yani gazetecilik öyle bir meslek ki kişilerin, heyecanla haber beklerken düşünmesine yardım etmek ve bilgi vermek için hayatınızı adıyorsunuz!

Kötülük devleti şunu çok iyi bilsin ki Kürdistan Hürriyet Mefkûremiz’in mücadele şahikasını haber yapan özgür basın yüreklerimiz, dillerimiz, kalemlerimiz ve fotoğraf makinası tutan ellerimiz hep eylem halinde olacaktır!

Kadir Amaç

Brüksel

Müfit Yüksel’in, HAMAS, IŞİD ve Türk Devlet Aşkı!

Sevgili okurlar!

Modernizim, felsefe, siyaset bilimi, siyaset sosyolojisi ve İslam teolojisi konularıyla yakından ilgilendiğimi bildiğinizi sanıyorum. Bugün bu çizginin dışına çıkacağım ve Müfid Yüksel’in amellerini anarşist bir yazıyla kaleme almış olacağım.

Çünkü Kürdistan ülkesinin hürriyet mefküresine ihanet ve düşmanlık yapan içimizdeki mezellet unsurları entelektüel zaviyemde kötü amellerini teşhir etmek insani, İslam’i ve Kürdistan’i bir görevim biliyorum.

Beni Müfid Yüksel’i yazmaya sevk eden sebebin, 25 Ekim 2023 tarihinde ‘’Twitter Sosyal Medya’’ hesabımda yaptığım aşağdaki paylaşımda rahatsız olup, şahsıma yönelik sarf ettiği cahil sözlerine bilmukabelede bulunma hakkını vermiştir.

 

 

                                                  Hazreti Müfid Yüksel!

Saygı değer  babanız olan molla Sadrettin Yüksel’i 1991 yılında  Fatih’teki evinizde iki arkadaşımla birlikte ziyaret etmiştim. Hal-hatır faslından hemen sonra sevgili Sadrettin hocaya şöyle  sormuştum: ‘’Seyda, biliyorsunuz  seçimler yaklaştı, bazı kardeşlerimiz Refah partisine oy vermemizi tavsiye ediyor; ancak  henüz bu  konuda karar almış değiliz. Refah Partisine oy vermemiz İslam’i kurallara göre caiz mi?

Seyda: “ Hayır oğlum, kesinlikle caiz değildir. Çünkü Türk devleti ‘’darü’l-küfr’’ devletidir ve Refah Partisi de küfr devletinin  bir parçasıdır. Dolayısıyla düzen partilerine oy vermek caiz değildir ve kim oy verirse, otomotikmen müşrik olur ” demişti.

                 Sayın Hazreti Müfid Yüksel!

80 ve 90’lı yıllarda Türk Devletine “TÂĞUT” ya da “darül küfür” diyordunuz! Öyle değil mi? Hayrola! Bugün de ‘’Tağut’’ dediğiniz ‘’Çankaya Puthanesi’’ne tilavetler eşliğinde secdeye durmuş ve ona yemin ediyorsunuz! Bu durumda müşrik olmuyor musunuz?

Acaba sevgili Seyda hayata  olmuş olsaydı, oğlu Müfit Yüksel’in TC, IŞİD, HAMAS, Hud-Par-Hizbullah-kontra, AKP ve Saadet Partisi unsurlarını kendine dost ve Kürdistan siyasetçilerini, yurtseverlerini, aydınlarını ve  savaşçılarını kendine düşman seçmesine karşı nasıl bir tepki vereceğini doğrusu ben de  merak ediyorum!

Ey hayatını Türk ve Arap İslamcıların osuruklarını koklamakla geçiren Müflis adam! Sevgili Muhammed’in düşmanları Sıffın’da Kur’an’ı kuşatma altına aldılar. Sıffın’da, Kuran’ın gerçek temsilcileri olan ehlibeyt, Kuran’ı katillerin, günahkarların ve hırsızların eline kaptırdı. Suikastçi Kays oğlu Eş’as’ın  elinde bir Kuran, hayatı günahlarla geçiren  Musa el- Eşari’nin elinde bir Kuran,  hayatı tilkice yaşayan Amr Bin el-As’ın elinde bir kuran,  aklını ekmek peynirle yiyen katil  İb-ni Mùlcem’ in elinde bir Kuran, Tevrat’ın tüccarı  Kâ’b el-Ahbâr’in elinde bir Kuran.

 

Ey! Müflis adam!

Özellikle bu iki yıldır sizi yakından takip ediyorum. Bakıyorum, siz de Kuran’ı vesayetinize geçirmişsiniz, onunla geçimini sağlıyorsunuz, küfür ve cehalet üreten dilinize dolanıyorsunuz, Kendini Müslümanlığın  kabesi ve İslam’ın hamisi görüyorsunuz. Sizin  gibi, yamuk ve arızalı Müslüman olmak istemeyen Kürt siyasetçilerini, kürt savaşçılarını ve Kürdistan ülkesini İslam’ın düşmanları  olarak tekfir ediyorsunuz.

Tağuti ve  mustekbir Türk devletinin sarayında, yeşil cübbeli belamlar ve gecekondulu kırmızı papyonlu İslamcı entellerle birlikte Türk sultanına  tilavetler eşliğinde bazen ayet, bazen hadis, bazen  şiir okuyorsunuz. Bazende Türk Sultanları için, Allah’ın helal kıldığını haram ve haram kıldığını helal yapıyorsunuz. Kürt olduğun için, senden emin olmaları için ekranlarda ve TWİTTER ODALARINDA mübarek Kürdistan  ülkesine ve Muhavvid  Kürt gerilasın- savaşçılarına  ‘kafir’’ diyorsunuz.

Kürt savaşçılarına olan bu düşmanlığından dolayı, IŞİD ve AKP bağilerin gönlünde  taht kuruyorsun ve bunun karşılığında tağuti Türk devletinin sultanından bir Osmanlı Cülus bahşişi  alıyorsunuz. Ve, bu Osmanlı Cülus bahşişi  midene  indiriyorsunuz, miden baş  üstünde, başın mide üstünde ve bu midenin  üstünde Türk bayrağını dalgalandırıyorsunuz.

Sonra, plastik beyninle ve sentetik fikirlerinle, günah ve cehalet üretiyorsunuz ve bu  üretiklerinden kendine  cehennemde küfürden bir ev inşa ediyorsunuz. Ve, en  önemlisi İslam adına başkalarını seküler yaşamla itham ediyorsunuz, diğer taraftan “İstanbul Büyükşehir Belediyesi  Harita ve Kadostro Müdürlüğü”nde milyarlık ihaleler kovalıyorsunuz. Bravo! müflis adam sana(!)

                                                  Ey!Müflis adam!

Kürdistan ülkesinin, bağımsızlık ve hürriyet davası karşısında  gözlerin Abdullah Bin Selül gibi oportonist, İslam’i ahlakın ve tanıklığın kabül ahbar  gibi provakatif, hukuk ve adalet anlayışın Musa el eşar gibi konformist, Siyasi ahlakın, amr bin el as gibi dezenformasyon, ahiret bilincin  Abdurahman bin Avf gibi secularist, inanç iklimin İbnül Mülcem gibi enfeksiyonal, zihin dünyan  mezhepler gibi antagonizmal ve cesaterin  hizbuldomuz fırkası gibi korkak!

 

                                       Ey Müflis İnsan! 

Değersizliğin adresi ve kıyametin alâmet-i fârikasisiniz. 

 Çünkü; Ocak 09, 2016 tarihli  Yeni Şafak  köşe yazınızda şöyle diyorsunuz:“Kürtlerin ümmet ile yollarını ayırmaya, İslam’dan kovmaya yönelik çaba ve tutumların günümüzde ciddi boyutlar kazandığını esefle gözlemlemekteyiz. Bir yandan, Kürtler içindeki seküler/din karşıtı ulusalcı çevrelerin, PKK ve uzantılarının, Kürtleri Müslümanlıktan, ümmetten koparmaya yönelik çabaları yoğunluk kazanmıştır.”

Ey!Müflis adam!

 ‘’Ümmet” diye bir kurum mu var? Bütün Müslüman milletler bu  kurum etrafında birleşti de bir Kürtler mi ayrı düştü? Bu kurum nerdedir, ne iş yapıyor, bize söyle de bizde gidip Arapların 22 devlet,  Türklerin  11 devlet ve Farsların  4 devlet sahibi olduğunu ve Kürtlerin de  bunlara kölelik yaptığını şikayet edelim.

Ülkesi işgal, ontolojik varlığı inkar, fizyolojik varlığı din kardeşleri tarafından çarmıha gerilen ve siyasal egemenliği elinden alınan, Müslüman bir milletin siyasetçilerine ve savaşçılarına utanmadan “Kürtleri İslam’dan uzaklaştırıyorlar” idiasını ileriye sürüyorsunuz! Verdiğin bu kötü hükümden dolayı, Allah seni kahr etsin ve cehennemde  odun taşıyan hamal yapsın! Çok daha kötüsü, Erdoğan, hizbul-kontra ve Hamas’ın elebaşlarıyla seni haşr etsin!

Çünkü yükezibunsunuz, Kürt siyasetçileri ve Kürt savaşçıları asla ve asla idia ettiğiniz  o zelil  iftiradan ırak ve firaktırlar. Kürt siyaseti ve Kürt savaşçıları Kürdistan ülkesinin bağımsızlık  ve hürriyet davasıyla iştigal etmektedirler ve siz onların yaratığı değerler ve emekler karşısında  bir hardal tanesi kadar değerli değilsiniz!

 

                                                                 Ey! Müflis adam!

 Kürt milleti, Kürt siyasetçileri ve savaşçıları bin dört yüz yıldır yeryüzünde hiç bir Müslüman milletin ve sapık İslamcı fırkaların yapmadığı kadar, Allah’a  huşu  ve takva içinde secde ediyorlar. Oysaki  İslam toplumlarını, seküler,  mataryalist,  hedonist ve paganist  bir  inancın  iklimine transformasyona tabi tutan, eteklerine tutuştuğun ve  biat ettiğin mustekbir Türk, Arap, Fars devletleridir.

 Kerhane  ve meyhaneler eşliğinde ‘’Çankaya  Puthanesi’’ne secdeye duran  senin Yeni Şafak gazetendir. Sevgili dostum İzzetin  Yıldırım hocamı ve yüzlerce dindar insanlarımızı domuzbağı yöntemiyle katl  eden hizbuldomuz fırkasıyla oturup kalkan siz değil misin?

Kürdistan ülkesi  İslam ülkeleri içinde, kerhanenin,  mayhanenin, eğlencenin, fuhuşun, alkolin,  uyuşturucunun lüx yaşamın, ateistliğin, kapitalist yaşamın ve Dubai gökdelenlerin en  az olduğu ülke olduğunu bilmiyecek kadar handikap mısınız?

 İslam ülkeleri  içinde camilerin, mescidlerin, medreselerin ve tessetürün  en fazla olduğu  ülkenin gene  Kürdistan olduğunu bilmeyecek kadar kırsal mısınız?

 Ve, en önemlisi; Kürt halkı ve siyaseti zerre miskal kadar İslam’ın, ulvi ve muşeref değerlerini,  milletleşme ve devletleşme temayüllerine  alet etmemişlerdir. Mamafih, milletleşme ve devletleşme temayülüne tenezzül ve tefessül etmiş olsaydılar; bugün bahs konusu ettiğin o, uyduruk ümmetin sömürgesi olmazdılar değil mi bay MUFLİS ADAM?

                                                           Ey! Müflis adam!

15- Şubat, 2016 tarihli Twitter hesabınızda şöyle diyorsunuz:

Önce bu çirkin sözlerinize hokkalı bir tokat indirmek istiyorum: Yalınayaklı Kürt milletinin ve  sevgili PYD’li siyasetçilerin ve sevgili YPG’li savaşçıların ayaklarının altındaki mikrop kadar bile kıymetinin olmadığını bilmeni isterim.

 

                                                                  Ey Müflis adam!

Twitter üzerinde sarf ettiğiniz bu sözlerinle İŞİD,  Hamas, T.C ve AKP bağilerine dost, Müslüman Kürt savaşçılarına ve siyasetçilerine  düşman olduğunu net bir şekilde  ilan etmiş oluyorsunuz! Şimdi siz kendi öz toprakları üzerinde yaşayan, kendi öz vatanını savunan, halkını IŞİD kafirlerinden-teröristlerinden koruyan, PYD ve YPG’nin derhal  Rojava Kürdistan’dan çıkarılmasına hüküm veriyorsunuz(!) Batı  Kürdistan  ülkesini işgal eden, Kürt milletinin siyasal egemenliğini elinden alan, binlerce Kürt kadınını demir kafeslerde cariye  olarak satan, Kürt savaşçıların kafasını odun  hızarlarıyla vahşice bedeninden ayıran IŞİD  kafirlerin, Rojava  Kürdistan’ı işgal etmesini can-i gönülden arzu ettiğinizi çok iyi biliyorum.

İkincisi, Kürdistan’ı yakıp yıkan ateistler mi, Yahudiler mi, İsrail Devleti mi,  Hiristiyanlar devletler mi Hiristiyan milletler mi? Elbetteki onların olmadığını pekiâlâ benden çok daha iyi biliyorsunuz. Oysa ki, Kürdistan ülkesini  yakıp yıkanlar ve yalın ayaklı halkını çarmıha gerenler tedrisati rahlesinden geçtiğiniz modern çağın Emevi, Sefavi ve  Osmanlı  Cihatcılarıdırlar.

Bu cihatçıların  fihristi  işgal, ganimet, tecavüz, bağilik, haydutluk, barbarlık, hırsızlık, cahillik, mustekbirlik, bencillik,  görgüsüzlük, kültürsüzlük,  insanları  diri diri kesme,  hak-hukuk ihlali, kalpazanlık, dört eşlilik, işkence, sürgün, köleleştirme, eşekleştirme, eğitimsizlik, ufurukçuluk, putperestlik, mezara tapma, Peygambere tapma, dört halifeye tapma, mezhebe  tapma, lidere tapma, sekse tapma, paraya tapma, makama tapma, otoriteye tapma ve İslam’ı İslam’la dolandırmak  kadar, baş döndürücü ve sınır bozucudur!

 

                                                      Ey Müflis adam!

Biz Kürtlerin ülkesini işgal eden İsrail mi?

Biz Kürtlerin dilini yasaklayan İsrail mi ?

Biz Kürtlerin nazik civan bedenlerini çarmıha geren İsrail mi?

                                          Ey! Müflis adam,  

demir kafaslerde canlı canlı insan yakan IŞİD kafirlerine söyleyecek bir sözünüz  yokmu? Rojava Kürdistan’i bombalarla döven, sivil halkını vahşice katl eden ve Afrini işgal eden  T.C’nin  Kasrü’l-Beyza Sarayında oturan münafık Erdoğan ve onun tetikçisi olan Hakan Fidana söyleyecek bir sözün yok mu?

Değerli dostlarım ve öğretmenlerim olan Fidan  Güngör, İzzetin Yıldırım ve Ubeydullah Dalar’ı tekbirler eşliğinde alçakça katl eden hizbuldomuz fırkasına söyleyecek tek bir sözünüz yok mu?

 Kürt gençlerini vinçlerde vahşice sallayan Muaviye  kafalı ayetullah rejimine söyleyeceğin bir sözün yok mu?

Biat ettiğiniz ve İslam’ın hamisi gördüğünüz ‘’Yahudi Cesaret Ödülü’’ alan ve TEK Müslüman olma ünvanını elinde buklunduran Recep Tayyip Erdoğan’a ‘’ALÇAK’’ demeyecek misiniz?

T.C’nin 23 yıl içerisinde vahşice katl ettiği dört yüz Kürt çocuğu için bir demet sözün yok mu? Bodrumlarda Müslüman milletimizi canlı canlı yakan, Kürt  çocuklarına yaşlarından fazla kursun sıkan, Kürt gençlerini katl edip panzerlerin arkasına bağlayıp yerden sürükleyerek teşhir eden, savaşçı Kürt kadınları öldürdükten sonra çırıl çıplak soyup, kahramanlık bozunu veren, camiilerimizi, Aziz Kuran’ı Kerimi ve şehirlerimizi delik deşik eden, terörist Türk askerlerine ve işkenceci Türk  polisine  söyleyeceğin bir sözün, tek bir ayetin ve tek bir hadisiniz yok mu?

 

                                                 Ey Müflis adam!

03 Ara 2015  tarihli başka bir Twitinizde  şöyle diyorsunuz: “Latince  Kürtlere Latin harfi dayatmak, Kürtleri İslam’dan koparıp, ateistleştirme, Kürdistan’ı tümü ile Endülüsleştirme projesidir.” Pekiâlâ, bay Müflis! Aşağdakilerden hangisi Allah’ın resmi dilidir sizce? (!) (A) Arapça B) Latince.  

Arap  ilahiyatıyla eşekleştirildiğin için mühtemelen A) şıkkı diyeceksiniz. Çünkü sana göre, Allah’ın ve Kürt’ün dili Arapçadır. Ancak Kuran senin gibi hüküm vermiyor ve  senin kösele suratına şu iki ayeti çarpıyor: “Göklerin ve yerin yaratılmasıyla dillerinizin ve renklerinizin farklı olması da O’nun ayetlerindendir.” (Rum,22),  

“Birbirinizle tanışasınız diye sizi milletlere ve kabilelere ayırdık. (Hucurat,13)

                                                               Ey Müflis, 

Sen kim islam olmak kim! Sen kim Müslüman  olmak kim! Sen kim insan olmak kim! Sen kim Kürt olmak kim! Hayatını tağuti Türk devletine hizmet ve Türk İslamcıların KICINA NUSKA yazmakla  geçirmişsiniz. Artık İslam’ın silahıyla milletimize ve ülkemize suikast yapmanıza asla izin vermeyeceğim ve yükezibun suratlarınıza GÜÇLÜ KALEMİMLE, GÜÇLÜ KONUŞMA SANATIMLA VE GÜÇLÜ SİSTEMATİK DÜŞÜNCE FAKÜLTEMLE silleler indireceğim ey Muflis Adam!

 

Kadiramac@hotmail.com, https://twitter.com/KADIRAMAC