Neçirvan Barzani’ye Açık Mektup!

                                             Birinci Fasıl     Kadir Amac televizyon yayını

 

Doğrusu, size nasıl hitap edeceğimi bilmiyorum! Karakterinizin hiçbir belâgat sanatını hak ettiğini düşünmüyorum! Birincisi, değeri hak edenlere değer veririm! O halde bana değer vermeyen birine bilmukabelede bulunma hakkımı kullanıyorum. Kendinize tapmaktan fırsat bulup sanatla ilgilenmiyorsunuz! Sanat diyorum, çünkü sanat, sevgi ve estetik demektir. Bir yöneticide sevgi ve estetik yoksa ülkesini de sevmez, halkına da iyi hizmet edemez.

Kötü yöneticiliğinizi, ülkeme ve halkıma layık görmesem de, size isminizle hitap edeceğim: Sayın Neçirvan, Einstein’in kızına yazdığı mektupta bilim insanlarının evrendeki ”dört temel kuvvetin birleşik teorisi”ni ilan ettiğini, ancak  ”beşinci kuvvet” ve “en güçlü kuvvet” olan sevgiyi unutuğunu söyler! Evet, işte o sevgisiz ve sevimsiz insanlardan biri de hiç şüphesiz zat-ı alinizdir!

Doğrusunu söylemek gerekirse; rahle-i tedrisatınızda ne sanat var ne irfan var, ne sevgi var ve ne de estetik var! Para, iktidar, şan, şöhret, şımarıklık, görgüsüzlük ve yalan zat-ı alinizi ontolojik ve primordiyal yörüngesinden çıkarmış, körlük ve basiretsizliği başınıza musallat etmiş, sevgiye ve estetiğe düşman yapmıştır.

Kürtlük ve insanlık kütüphanenizde ise; Ehmedê Xanî’nin zâhirî ve bâtınî ilimlerini, Qazî Muhammed’in vatanseverliğini, Sartre’ın ”egzistansiyalizmi”, Albert Camus’un “boşluk”, Andre Gide’nin “abes fiiler” ve Heidegger’in “alinasyonalizm” felsefesini göremiyorum! Sizde görebildiğim tek şey; görgüsüzlük, şımarıklık ve haramzadelik!

Sayın Neçirvan, biliyor musunuz? İki hırsız insan iyi arkadaş olur. Biri hırsızlık eylemini yapar, ötekisi ona perdeyi tutar. İkincisi, iki erdemli insan iyi dost olur, biri diğerine filozof, ötekisi ona zahid olur. Bir insanda kötülük korkusu, iyilik ve fazilet kaygısı olduğu vakit, sevgi ve erdem onun tabiatı olur.

Evet, Sayın Neçirvan, zat-ı alinizin ve etrafınıza toplanmış dalkavukların mektubumu ciddiye almayacağınıı tahmin edebiliyorum. Bilmem, helenistik toplumdan modern topluma kadar toplumların filozofları korumadığını, siyasi otoritenin onları hapsettiğini ve din adamlarının onları cehennem azabıyla tehdit ettiğini biliyor musunuz?

İnsan ontolojisi, iyilik ve kötülük mayasıyla vücut bulmuştur. Dolayısıyla, kötülük yapanlar kötülükleriyle, iyilik yapanlar iyilikleriyle anılırlar. Kıyamet borusunun çalacağı güne kadar bu mektup, Kürt halkının elinde dolaşacak, günahlarını ve suçlarını torunlarına okuyacak ve ismin hep kötülükle anılacak! 

Ey Neçirvan! Sizin paraya ve makama taptığınız kadar, benim de ülkeme ve milletime taptığımı bilmenizi isterim! Sahip olduğunuz serveti kendi alın terinizle kazanmış olsanız bile; onu halkımızla paylaşmıyorsanız, bencilsiniz ve eğer halkımızın parasını mülkiyetinize geçirmişseniz, bu da bir ihanettir! 

Ayrıca sizin gibi, parayı seven ve kendine tapan hedonist Kürtleri görünce, Kürdistan ülkesine olan bağlılığım ve sevgim daha bir mazbutlaşıyor. Ülkemin bağımsızlığı için elimde avucumda neyim varsa vermek, Hacer gibi kendimi, İbrahim gibi çocuklarımı adamak aşkı yüreğimde bir mahşer yaratıyor! Keşke ülkem özgür olsaydı ve ben de bu özgür ülkede gecelerimi Mem û Zîn’den fasıllar ve Cegerxwîn’den dörtlükler okuyarak geçirseydim!

Ey 50 bin dolarlık Brioni marka takım elbiseli ve Fransız marka kırmızı papyonlu aşiret çocuğu Neçirvan! Ben ”Kürt Aşiret Sosyolojisi’‘ni severim, yurtsever ”Aşiret Ağaları”nı daha çok severim ve bu noktada bir rahatsızlık da duymuyorum! Şimdi asıl konumuza dönelim:

Efendim, kötü yöneticiliğinizi konu yapmayacağım, ancak şu kadarını söylemek istiyorum: Aile olarak Kürtlerin her şeyini ellerinden aldınız! Bilim, demokrasi ve Kürtlerin birliği meselesi önünde büyük bir engel teşkil ediyorsunuz! Türk ordusunu Güney Kürdistan topraklarına davet ettiniz, Türk devletinden izin almadan hareket etmiyorsunuz, zihniyetiniz TALİBAN, pratikleriniz TÜRK ve ARAP!

Aziz Kürt milletini REÂYANIZ görüyorsunuz! Eğer öyle olmamış olsaydı şatafatlı hayatlarınız olmazdı, kardeşlerinizden biri şehit olurdu, kuzenlerinizden biri şehit olurdu, amcalarınızdan biri şehit olurdu, kuzenlerinizi ve torunlarınızı yönetimin en üst kademelerine yerleştirmezdiniz, para biriktirmez ve paralarınızı ülkenin terakkisi için harcardınız. Bu durum utanç verici ve insanın ASALETİNİ ortadan kaldırıyor.

Türk devletinin Kuzey Kürdistan’da şehirlerimize, dağlarımıza, halkımıza, siyasetçilerimize yaptığı akıl almaz kötülükler karşısında zillet içindeki körlüğünüze ve korkaklığınıza değinmeyeceğimÖzellikle Şengal, Kerkük ve Heftanîn’de düşmanlarımızı sevindiren ve halkımıza acı veren uygulamalarınızdan hiç bahsetmeyeceğim. Mektubumda hiçbir emek sarf etmeden dünyanın en zengin iki yüz milyarderi arasında nasıl yer aldığınızı KONU edineceğim.

Örneğin; serveti 100 milyar dolar olan Bill Gates’le başlayalım: Bill Gates, yirmi bir yıl boyunca evinin garajında, uzun günlerini ve uykusuz gecelerini vererek Microsoft’un temellerini attı. Sıradan insanlar gibi, bir hamburger almak için sırasını bekledi, kendi öz emeğiyle kazandığı servetinin bir bölümünü eğitime, bir bölümünü hastalara ve bir bölümünü de açlıkla boğuşan Afrika Kıtası’na armağan etmekten zerre miskal kadar tereddüt etmedi.

Şimdi ikinci örneği amcanız olan Sayın Mesut Barzani’den verelim: 2018 ‘de Güney Kürdistan’ın Duhok şehrinde amcanız şöyle diyordu: “Ben kendimi dünyanın en zengini olarak görüyorum. Benim servetim 48 milyon Kürd’ün desteğidir.”(!)

Ama Heyhat! Amcanız doğru söylemiyorduhalkını aldatıyordu, onların vatanseverlik ve bağımsızlık ideallerini sömürüyordu! Amcanız da tıpkı sizin gibi hiç bir emek vermeden dünyanın en zengin insanları sıralamasına girmişti.

2022′ de Amerikalı gazeteci Zack Kopplin, amcanızın mal varlığının bilinmeyen yönlerine ilişkin önemli bilgileri kamuoyuyla paylaşmıştı. Kopplin, “Ailenin ne kadar bir parayı yönettiğini tam olarak bilmek zor ama kamuya açık kaynaklardan edinilen bilgiler baz alındığında milyarlarca dolar olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Yazdığım her şey teyitli veri ve dokümanlara dayanıyor. Açık kaynaklarda bulunan bilgiler Kürdistan’daki gayrimenkul ve şirketlerle alakalı” şeklinde konuşmuştu. Ayrıca Kopplin, “Amerikan yasaları gayrimenkullerin ve şirketlerin sahiplerinin anonim (gizli) kalmasına izin veriyor. Bundan dolayı kara para saklamak ABD’de aslında kolaydır” diyordu.

Kopplin, ulaştığı verilerin gerçek servetin çok az kısmı olduğuna dikkat çekerek bunların “budağının görünen yüzü” olduğunu söylüyordu. Örneğin spesifik bir rakamın olmadığını ancak tespit ettikleri mülkleri olduğunu Kopplin, şöyle sıralıyordu:

  1. Yüzlerce milyon dolar değerinde Dubai’da gayrimenkuller.
  2. 1,27 milyar dolar Zaitoon City projesi (KRG yatırım fonunun yaptığı bir değerlendirme)
  3. 300 milyon dolar Lanaz rafinerisi (KRG yatırım fonunun yaptığı bir değerlendirme)
  4. 100 milyon dolara yakın ABD’deki gayrimenkuller
  5. Ster ve Kar gibi şirketlerin değerleri

Ayrıca Dünya Ekonomi Dergisi Forbes ve eski Kürdistan Maliye Bakanı Rebaz Hamlan, amcanızın 50 milyar dolar ve zat-ı alinizin de 20 milyar dolardan fazla bir servete sahip olduğunu iddia ediyordu! 

Pekâlâ, amcanız servetini halkıyla paylaştı mı, ya da ülkesinin terakkisi için bağışta bulundu mu? Doğrusu, ülkesini ve halkını seven bir lider asla ve asla para biriktirmez! Onun serveti, örnek yaşamı ve aydınlatıcı fikirleri olur. Vatanını ve halkını sevdiğini iddia eden ve bağımsızlık ideali olan amcanızın ve ailenizin ahval-ü şeraiti bu mu olmalıydı?

Ey Neçirvan! Ben Kürdistan ülkesinin çocuğuyum! Beni o doğurdu, o büyütü ve o eğitti! Elli ikinci yaşıma girdim, çeşitli emek işlerinde çalıştım, kenarda biriktirdiğim ve bir ev satın alabilecek kadar bile param yoktur! Yanlış anlaşılmasın; zenginlere ve zenginliğe ASLA karşı değilim! Kimsenin malında, mülkünde de gözüm yoktur!

Şimdi amcanız Mesut Barzani, Talabani’nin iki görgüsüz çocuğu ve zat-ı aliniz hiç çalışmadan nasıl böyle MİLYAR DOLAR sahibi oldu? Afedersiniz, izninizle bir de sizin ajandanızı açalım; bakalım ajandanızda ne var ne yok birlikte görelim.

Birincisi, şu Abor Group Şirketi kimindir? Ne iş yapıyor? Bu paralar kimin eline geçiyor?  İkincisi, Kısa adı: AIE olan ”American Institution Enterprise”ın ünlü danışmanlarından Michael Rubin, bir yazısında; şahsi servetinizin milyar dolarlara ulaştığını söylüyordu. Bazı özel kaynaklara göre, bu servetinizin bir bölümü de Türkiye’deki PARAVAN şirketlerinizde bulunuyor.

Örneğin: Bir vakit çocukların ”hayal dünyası” olan İstanbul’daki Tatilya’yı zat-ı aliniz (DARİN ŞİRKETLER GRUBU) 1.1 milyon dolara satın aldığınız iddia edildi! O dönemler Türk gazeteleri Türkiye’nin ilk ‘Mini Disneylandı’ının sahiplerinin Barzani ailesi olduğunu manşetlerine taşıdılar ve bu haberler insanlarda büyük tepkilere yol açıyordu.

Türk Dış Ticaret Müsteşarlığı”nın verdiği bilgilere göre, Güney Kürdistan’daki tüm ithal içki, sigara, şeker ve kuru gıda pazarının zat-ı alinize ait şirketlerin elinde olduğu iddia ediliyordu! Evet, burada biraz duralım. ”Mersin Serbest Bölgesi”ne gidelim. Takdir edersiniz ki zat-ı alinizin kendi adınızla Türkiye’de şirket kurmanız veya hisse sahibi olmanız mümkün değildir. Ancak iddialara göre, ”Mersin Serbest Bölgesi”nde faaliyet gösteren dört büyük şirketin ve Antep’te bir dizi şirketin arkasındaki gerçek ismin siz olduğu söyleniyor.

Şahsınıza ve ailenize ait 150 civarında olduğu öne sürülen şirketlerinizden sadece yeri gelmişken, bir dizi şirket ismini sıralamak istiyorum: AL-BARZANJİ, HÜDA Dış Ticaret Ltd, Hardi Ltd,  DİLSHAT Dış Ticaret AŞ, Emin Dış Ticaret Petrol Ve Tarım Ürünleri Ticaret Ltd, Nasri Şirketler Grubu ve ZAGROS İnşaat ve Dış Ticaret Şirketi…

Sayın Barzani, Kürdistan şahitliğimi yapmak zorundayım! Canınızı acıttığımı biliyorum! Kaldığımız yerden devam edelim: Kırk beşten fazla petrol kuyusu, Habur Sınır Kapısı, Korek, Telekom, doğalgaz-petrol gelirleri ve merkezi hükümetten aldığınız payları şahsi servete dönüştürdüğünüzü ben söylemiyorum! Bu sözlerin, bir dönem maliye bakanlığı yapan Rebaz Hamlan’a ait olduğunu biliyor olmanız lazım.

Kürdistan Federe Bölge Yönetiminin eski maliye bakanlığı görevinde bulunan Hamlan, ”hükümete gelmesi gereken tüm paraların sizin şahsi hesabınıza yatmasından’‘ dolayı ve kazanılan paranın Kürdistan’ın altyapı yatırımlarına harcanması yerine, “Barzani’nin, kendi aşiretini zenginleştirirken, Kürt halkının 1991 öncesinden çok daha fazla fakirleştiğini” iddia ediyordu!

Hamlan, ayrıca Mısır, Birleşik Arap Emirlikleri, Kıbrıs, İsveç, Hollanda, Almanya ve İngiltere gibi ülkelerde ciddi mal varlığınızın olduğunu ve “Hewler’in bir mafya düzeni kurarak tüm kazanımları bir tek kişide topladığını” iddia ediyordu!

Goran ”Değişim Hareketi” Milletvekili Ali Hama Salih’in sözlerine ve Irak Merkezi Hükümeti’nin verilerine göre, “2016’nın son 2 ayı ile Ocak 2017’yi kapsayan 3 aylık dönemde KDP gözetiminde çıkarılan petrol miktarı, personel giderleri ve diğer masrafların bilançosunu  “Bu hesaplara göre 3 ayda kaybolan para miktarının 1 milyar 266 milyon dolar” olduğu gerçeğini bilmemeniz mümkün değil!

Evet, vatanseverlik adına yalınayaklı milletimize yalnız başınıza kazık atmıyordunuz! Tabii ki bu çirkin işleri Türk dostlarınızla birlikte yapıyordunuz! Örneğin: halkımızın paralarıyla milyoner ettiğiniz yüzlerce Türk dostlarınızdan biri de İlnur Çevik’tir! Kimdir bu şahıs? Eski bir kalpazan ve Fetullah Gülen’in eski kıdemli şefi ve Türk devletinin elebaşı Erdoğan’ın eski başdanışmanıdır! Bu şahıs sizin aracılığınızla, taleplerinizle Kürdistan’da televizyonlar kurdu, parasını peşin aldı, mallar sattı ve karşılığında petrol aldı.

                                        

İkinci Fasıl

Sayın Neçirvan,

Güney Kürdistan Federe Bölge Başkanı amcanız sayın Mesut Barzani mi, oğlu Mesrur Barzani mi, yoksa yeğeni ve damadı olan zat-ı aliniz mi? Doğrusu hangi birinizin başkan olduğunu bilmiyorum! Bildiğim tek bir şey var; o da şu ki, ahvalinizin tam bir felaket ve tam bir tiyatro olmasıdır! Görebildiğim kadarıyla 50 milyon Kürt halkına değil, kendi ailenize ait ve kendi ailenizin ikbali için kurduğunuz bir devlet gerçeği var ortada!  

Hemen izah edeyim: Belçika’da yaşıyorum. Belçika federatif bir devlettir. Devlet teorisyenleri, Belçika devlet modelini beynelminel bir sistem olrak öneriyorlar. Yaşadığım Flaman federasyonunda sizin gibi bir ailede üç başbakan yok, tek bir başbakan var ve başbakan sürekli değişiyor! 

Şimdi zat-ı alinize soruyorum: Böyle bir imtiyazı, böyle bir ruhsatı ve böyle bir ayrıcalığı kimden alıyorsunuz? Ontolojik olarak kimsiniz, nöronlarınız, biyokimyanız hangi ayrıcalıklı hücrelerden oluşuyor? Acaba politik hayatınızda örnek bir fragment verebilir misiniz? Veya hayatınızı örnek alan ve hayatınızdan etkilenen bir Kürt insanı, bir Kürt ailesi ve bildiğiniz bir Kürt topluluğu var mı?

Örneğin: Kürdistan’ın bağımsızlığı ve Kürt halkının hürriyeti için işgalci devletlere karşı bugüne kadar verdiğiniz bir bedel oldu mu? Yani siz, Kürdistan’ın bağımsızlığı için mücadele ederken, düşman sizi incitti mi, bu uğurda eziyet çektiniz mi, işkence gördünüz mü? Acaba, çektiğiniz acıların ve bedellerin karşılığı olarak mı bu kadar servet zat-ı alinize armağan edildi? Hiç sanmıyorum!

Devam edelim: Halkımızı yönetmeye layık bir insan olduğunuza, dünya devletler ve dünya milletler liginde ülkemizi temsil edebilecek yeteneğe sahip olduğunuza kim karar verdi?  Sahiden, sizin böyle bir dizi özelliğiniz ve böyle bir dizi meziyetiniz var mı?  Ben sizi izliyorum, Kürtçenizi de çok iyi anlıyorum ve çok kötü bir performas gösterdiğinize şahitlik yapıyorum. Gerçekten de bu konu üzerinde hiç tefekkür ettiniz mi, vicdanınızla başbaşa kaldınız mı? Örneğin: Sistematik bilgiye, alicenap bir ahlaka ve güçlü bir konuşma sanatına sahip olup olmadığınızı hiç sorguladınız mı?

Sayın Neçirvan,

Kibir ve şımarıklık size, kendinizi muhakeme ve mürakabe etme fırsatını vermemiştir! Kürdistan ülkesine ve şehitlerin adına yemin ederim ki; sizin sosyolojik ayarlarınızda arıza var, sosyolojik görüntünüzde görgüsüzlük var, şımarıklık var, bedevi Arapların çöl kültürü var! Çünkü alâmet-i fârikanızda Kürt ruhunu, Kürt yüreğini, Kürt yiğitliğini ve Kürt sosyolojisini göremiyorum!

Bağımsız ve birleşik Kürdistan fikriyatını benimseyen bir lider; para biriktirir mi, şirketler ve holdingler sahibi olabilir mi? Kürt kazanımlarını ve Kürt halkının malını-mülkünü ailesine ve aşiretine peşkeş çeker mi? Türk devletinin, Güney topraklarımızda onlarca askeri üs kurmasına müsade eder mi? 

Ey Neçirvan, yemin ederim sizi kıskanmıyorum! Ülkemizi çok kötü yönetiyorsunuz, halkımıza çok kötülük yapıyorsunuz, halkımızı itibarsızlaştırıyorsunuz, halkımızın milli birliği için hiçbir şey yapmıyorsunuz, halkımızı fırkalara ve bölüklere ayırıyorsunuz. Lütfen bağışlayın!  Benim gibi birkaç filozofik Kürtün beyninizi GIDIKLAMASI gerektiğini düşünüyorum. Halkımızın, yeraltı ve yerüstü zenginlik kaynaklarını özel mülkiyetinize geçirmişsiniz, siz çok kötü bir insan ve çok kötü bir Kürt olarak görüyorum!   

Çünkü yaralı millet olarak, bağımsızlık ve hürriyet için ayağı kalkıp malımızı, evlerimizi, çocuklarımızı ve ikbalimizi Kürdistan ülkesinin bağımsızlığına ve hürriyetine adamışken, siz bu kızılca kıyamete UHUD OKÇULARI gibi mal çalıyorsunuz, koltuk çalıyorsunuz, servet biriktiriyorsunuz! Biliyorum, hiçbir şey ”hüda-i nabi” değildir. Gene de şunu söylemek istiyorum: Bir insan nasıl bu hale gelebiliyor, kendi ülkesine ve kendi halkına nasıl böyle kötülük yapabiliyor!

Ey Neçirvan Barzani!

Huzurumu kaçırıyorsunuz! Bağımsızlık düşüncelerime suikast düzenliyorsunuz ve yalınyaklı milletimin şerefini ailenize ve işgalci devletlere peşkeş çekiyorsunuz! Eğer yaralı-bereli halkımızın üzerinde yırtıcı, dünyevi gailelerinizi çekmezseniz, halkımızdan çaldığınız milyar dolarları Kürdistan hazinesine devretmezseniz ve halkımızın önünde eğilip bağışlama dilemezseniz Kürt halkı hakkını size helal etmez ve ben de fikir hayatım boyunca sizin kötülüklerinizle mücadele edeceğime dair halkıma söz veriyorum.

Ey Neçirvan! Size yazdıklarımın yalan ve iftiradan ibaret olduğunu düşünüyorsanız, Kürdistan mahkemelerinin veya Kürdistan parlamentosunun kuracağı tarafsız bir komisyonun, mal ve mülkünüze bir soruşturma-araştırma-inceleme başlatmasını önerirsiniz! Eğer temiz çıkarsanız, halkımızın huzurunda zat-ı alinizden bağışlama dileyeceğim ve hayatım boyunca size hizmet edeceğim! 

Kadir Amaç – Brüksel

Biricik Sevgilim!

Biricik sevgilim,

şu an gece, sen uyuyorsun!

Ben ise melekûtî bir âlemîn içindeyim!

Kadir amac imza günü

Önce bir kalem, bir kağıtı elime aldım!

Uyuyan ay gibi parlayan yüzünü ressam dostum Haydar gibi çizmek istedim!

O an içime aşk girdi!

Bana şöyle vahiy etti:
sevgilini kalemle çizme Kadir!

Çık bu batinî araftan!

Şu kapıdan gir sevgilinin zahirî boyutuna!

O meyhanenin kapısından içeriye girdim!

Şarabımı içtim!

Ay gibi parlayan güzel yüzüne dokundum!

Saçlarını öptüm!

Gözlerini öptüm!

Yanaklarını öptüm!

Dudaklarını öptüm!

Ellerini öptüm!

En son ayaklarını öptüm!

Biricik sevgilim,

Bu gece yüreğime sürreya IŞIĞINI saçtın!

Teşekkür ediyorum!

Sağ ol!

Hep varol!

Sevgi saçan yüreğin uzun yaşasın!

Ve, IŞIK saçsın!
Kadir Amaç

20-08-2024 Brüksel
Gece: 02-02

Hamas Lideri İsmail Haniye’nin Öldürülmesi Kürtleri Neden İlgilendiriyor?

                                Birinci Fasıl Ben!

Kadir Amac televizyon yayını

Sevgili okurlar!

Dünyanın en karanlık noktası İslamcı düşüncedir. Gene bana göre dünyanın en sevimsiz noktası İslam ülkeleridir. Çünkü siyasal İslamcıların ölümsever ve kansever olduklarını gayet iyi bilenlerden biriyim. Bu işlere 13 yaşında (1984) el attım ve 28 yaşında (1999) da yaka silkeledim!

2 gün önce Hamas lideri İsmail Haniye, Tahran’da uğradığı suikast sonucunda hayatını kaybetmişti. Yaşanan bu olay en çok İran, Türkiye ve İslami Hareketlerin tepkisini çekmeyi başarmıştı. Bugün ise Türkiye, İran ve bir çok İslam ülkesinde Hamas lideri İsmail Haniye için cenaze namazı kılındı.

Özellikle Kuzey Kürdistan’da bazı şehirlerde Hizbullah-Hüda-Par, AKP, MHP’nin devlet içindeki polis örgütlenmesi, Saadet Partisi, Özgür Der, Akabe Vakfı, selefi fırkalar ve benzeri İslamcı örgütlenmelerin şiddet yanlısı örgüt liderinin cenaze namazının kılınması için ortak ve kapsamlı bir örgütleme yaptıklarını ekranlardan görüntüleri izlerken net olarak anlayabildim.

Çünkü bu tür örgütlenmelere yabancı biri değilim. 1991-1994 yılları arasında Cuma namazından hemen sonra İstanbul Beyazıt Meydanı’nda  Filistinliler için yapılan protesto eylemlerine katılıyordum. Filistinliler için, Türk polisinden cop ve biber gazı  yemenin büyük bir cihad olduğuna inanıyordum(!)

Öyle ki Endonezya’ya bağlı küçük bir ada ülkesi olan Açe-Sumatra’nın Bağımsızlık Hareketi’nin lideri Tunko Hasan Tiro’ya destek için Türk İslamcıların organize ettiği Cuma mitinglerinde Beyazıt Meydanı’nda bağımsızlık sloganlarını atıyordum(!)

Ama aynı Kadir Amaç, kendi halkının özgürlüğü için protesto eylemlerine katılmayı ise ümmetin birliğini bozacağına, Türk polisinden cop ve biber gazı yemenin de cihad sayılmayacağına inanıyordu(!)  

Sevgili okurlar! Yaşadığım bu her üç durum da ne kadar düşündürücü değil mi ve ne kadar garip bir psikoloji değil mi? Lanet gelsin! Aradan 33 yıl geçmesine rağmen bu Kadir Amaç, hâlâ kendi halkı ve ülkesi için Türk polisinden tek bir biber gazı ve tek bir cop yemedi! Kendimi kınıyorum!

İkinci Fasıl Yahudiler!

Değerli okurlarıma konunun daha iyi anlaşılması için İsrail milleti ve Yahudilik inancıyla ilgili kısa bir değerlendirme yapmak istiyorum. İsrail milleti ve Yahudiler Yakup, Musa ve Kudüs’ü inşa eden Süleyman peygamberin öz torunlarıdır.

İnsanlık tarihinde hiçbir milletin hikayesi Yahudiler-İbraniler gibi acılarla yazılmamıştır! İki bin yıl boyunca dünyanın her ülkesine sürüldüler. Tarih boyunca gadre uğradıler, sürüldüler, yakıldılar, topluca katledildiler. En son 1940-1945 yıllarında 1 milyon çocuk2 milyon kadın ve 3 milyon Yahudi vahşice öldürüldü!

Hristiyan alemi Yahudilerin insan ve mazlum olduğunu ancak Nazi soykırımından hemen sonra itiraf edebildi; ancak İslâm dünyası hâlâ Yahudileri ‘’LANETLİ BİR KAVİM’’ olarak görüyor!  Örneğin Kur’an Yahudiler için şöyle düşünüyor:

“Allah, küfürleri sebebiyle Yahudileri lânetlemiştir.” (Nisâ: 46)

“Cumartesi gününü ihlal ettikleri için, “Aşağılık maymunlar olun!” demiştik. Biz bunu hem çağdaşlarına hem de sonradan gelenlere ibret veren bir ceza, müttakiler için de bir öğüt kıldık.” (Bakara: 65)

‘‘İnsanlar içerisinde Müslümanlara düşmanlıkta en şiddetli olanların, Yahudiler olduğunu görürsün.” (Mâide: 82) 

“Ey iman edenler, yahudi ve hristiyanları dostlar (veliler) edinmeyin; onlar birbirlerinin dostudurlar. Sizden onları kim dost edinirse, kuşkusuz onlardandır.” (Mâide: 51) 

Büyük hadisçi Ebû Hureyre’den rivayet edilen bir Hadis-i Şerif’te Muhammed peygamber şöyle diyor: “Müslümanlarla Yahudiler savaşmadıkça kıyamet kopmayacaktır. O savaşta Müslümanlar Yahudileri öldürecekler. Ancak (bu hengamede bazı) Yahudiler, taşın ve ağacın arkasına saklanacaklar. Bu durumda taş veya ağaç; “Ey Müslüman, Ey Allah’ın kulu, şu arkamdaki Yahudi’dir, gel de onu öldür!” diye haber verecektir. Ancak garḳad ağacı müstesna, çünkü o, Yahudilerin ağaçlarındandır.

Sevgili okurlar!

İşte Müslüman dünyasının, İsrail devletine ve Yahudilik inancına olan düşmanlığının nereden geldiği ve nereden beslendiği yukarıdaki ifadelerde net olarak anlaşılıyor! Şimdi sizlerle birlikte, 08.10.2023 tarihine bir geri dönelim ve o gün nelerin yaşandığına birlikte bir bakalım:

Hamas, ‘‘Aksa Tufanı’’ adında binlerce kısa mesafeli füze fırlatarak üç binden fazla sivilin ölmesine sebep olmuştu. Bu terör saldırısının gerçekleştiği saatlerde, İslam ülkelerindeki siyasal İslamcı fırkalar sokaklara çıkmıştılar ve tekbir eşliğinde bu vahşeti kutluyordular. Aynı şekilde İsmail Haniye ve yardımcıları lüks bir villada bu vahşi saldırının şükür namazını eda edecektiler. Adeta tilavetler eşliğinde ölümseverlik kutsanıyıordu ve kutsama görüntülerini sosyal medyada paylaşmaktan imtina etmeyecektiler! 

Müslüman dünyasının Yahudilere ve İsrail Devleti’ne olan kin ve nefretin şu bilimsel realiteyi değiştirmeyeceğini düşünüyorum. Realiteyle savaşmak krizi, kriz ise başarısızlığı getirir. O halde beyinlerdeki şu algoritma ve simülasyonlara bir gönderme yapmam gerektiğini düşünüyorum.

Her dinin müntesipleri kendi inançlarının en doğru DİN olduğuna inanırlar! Aynı şekilde her siyasi partinin müntesipleri kendi düşüncelerinin en doğru ideoloji olduğunu ileri sürerler!  Hepsi nasıl haklı oluyor? Yanılmıyorsam tek bir dinin ve tek bir ideolojinin üyeleri haklı.

Evet, beyler! İsrail Ortadoğu’nun BİRİNCİ ve dünyanın ilk YİRMİ YEDİNCİ demokratik devletidir! Ayrıca İsrail halkı özgürdür ve İsrail Devleti halkına değer veriyor! Arap halkı, İran halkı, Türk halkı ve hiçbir Müslüman halk özgür değildir ve devletleri onlara değer vermiyor.

Üçünçü Fasıl Filistinliler!

Sevgili okurlar!

Birincisi tarihte Filistin diye bir devlet olmadığı gibi, Filistin diye bir dil, bir millet de yoktur. Yani, tarihte ve bugün Arap devletleri, Arapça dili ve Araplar adında kadim bir millet vardır. İkincisi, kimsenin hayranı ve militanı olmadığımı belirtmek istiyorum! Siviller masumdurlar ve onların yaşamlarına her kim son verirse katil olarak görürüm!

Ayrıca Arap ile İsrail milleti ve Yahudi ile Müslüman arasındaki çatışmaları doğru bulmuyorum ve şiddetin her türlüsüne karşı olduğumu beyan etmek istiyorum. Dolayısıyla eskilerin tabiriyle İsrail, Filistin ve Hamas’ın teslis-i zâviye meselesini şöyle ifade etmek istiyorum. FİLİSTİN HALKI şiddete uğrayan taraftır, İSRAİL her devletin yaptığını yapıyor, HAMAS ise terör ve cehaleti temsil ediyor!

Gezegenimizde 2 milyar Müslüman nüfus, 56 Müslüman ülke ve 22 Arap devlet olmasına rağmen Türkler, dünyayı Türkleştirmek isteyip dünyanın hükümdarı olmayı murad ediyorlar. Araplar ise YAHUDİLERİ YOK ETMEKher insanı, her toplumu ve her inancı Müslüman yapmak istiyorlar.

Bakınız, Yahudilerin ve Kürtlerin yerküredeki ahvalini ancak şöyle özetleyebiliriz. Dünyada tek bir Yahudi devleti var ve gene dünyada nüfusu en fazla olan DEVLETSİZ millet Kürtler! Kürtler açısından vahim bir durum değil mi?

Evet, beyler! Bu dünya adil değil ve bu dünyada en fazla Kürtlere, Çingenelere ve Yahudilere kötülük yapıldığını düşünenlerdenim. Çünkü yerküremizin haksızca taksim edildiğini ve biz Kürtler hariç  her milletin eline bir tapu verildiğini kim inkâr edebilir ki? Sizce de şu bilimsel rakamlar söylediğim gerçeği en güzel şekilde özetlemiyor mu?

 

Dünyanın toplam yüz ölçümü: Beş yüz on milyon!

Rusya yüzölçümü: On yedi milyon!

Arap Yarımadası’nın yüz ölçümü: Üç milyon!

22 Arap devletinin toplam yüz ölçümü: On Dört milyon!

İSRAİL DEVLETİ’NİN yüz ölçümü: YİRMİ İKİ BİN!

DEVLETSİZ OLAN KÜRTLERİN YÜZ ÖLÇÜMÜ: 530.000!

Elinizi vicdanınıza koyun ve hakikati siz söyleyin!

Bu gerçeğe rağmen, Araplar ve Müslüman milletler sizce minnacık İsrail Devleti’nden ve devletsiz Kürtlerden hâlâ ne istiyor olabilirler?

 

Dördüncü Fasıl Kürtler!

Halklar tarihlerinden bu yana muhakkak birbirlerine güzel şeyler yapmışlardır. Ancak hiçbir millet ve hiçbir din Kürtlerin özgürlük mücadelesinin yanında durmamıştır. Lakin Kürtler her milletin acısına koşmuştur; herkesin dinine, ideolojisine, devletine ve özgürlük mücadelesine yardım elini uzatmıştır.

Sevgili okurlar,

Kürt siyasetçiler zaman zaman süpermen misyonunu yükleniyorlar(!) Örneğin, Hamas ve onun öldürülen liderinin ahvali biz Kürtleri neden ilgilendiriyor? Eğer Kürtleri ilgilendirmiyorsa neden taziye mesajı veriyorlar ve cenaze namazı kılıyorlar?

Oysaki Türk Devleti her gün, Kürt ülkesine ve halkına büyük KÖTÜLÜKLER yapıyor! HAMAS ve Filistin siyaseti Kürtlere yapılan bu kötülükleri yazılı bir metinle kınıyor mu, Filistin halkını sokaklara çıkması için davet ediyor mu ve şehitlerimiz için taziye mesajlarını sunuyor mu?

Sevgili okurlar,

Biz Kürtler Kur’an’da ŞAMPİYON bir milletiz!

Hamas’ı savunmakta ŞAMPİYON bir milletiz!

Filistin’i savunmakta ŞAMPİYON bir milletiz!

Kudüs’ü savunmakta  ŞAMPİYON bir milletiz!

‘‘İslam Kardeşliği’’ ve ‘‘Ümmetin Birliği’’ konusunda ŞAMPİYON bir milletiz!

Tüm Müslüman milletlere iyilik ve yanlızca kendine kötülük yapan dünyada tek şampiyon milletiz!

Son Fasıl

Ey Uyuyan Kürtler!

Daha dün, Kobanê ve Şengal’de İŞİD teröristleri “Allah-u Ekber” sloganıyla Kürt kadınlarını demir kafesler içinde ‘‘cariye” olarak satarken Hamas lideri İsmail Haniye IŞİD barbarlığını kınayan bir mesajı yayınlamış mıydı ve ölen Kürtler için cenaze namazını kıldırmış mıydı?

Ey Uyuyan Kürtler,

Türk devleti Rojava Kürdistan yönetiminin yöneticilerine nokta atışı suikastler gerçekleştirirken sivilleri, hastahaneleri, ibadet yerlerini ve elektrik santralini bombalarken Hamas lideri İsmail Haniye Türk devletinin mustekbirliğini kınayan bir mesajı yayınlamış mıydı ve ölen Kürtler için cenaze namazını kıldırmış mıydı?

Ey Uyuyan Kürtler!

Cizre, Nusaybin, Sur, Gever ve Silvan’da T.C.’nin Esadullah timleri de “Ya Allah, Bismillah, Allah-u Ekber” sloganlarıyla Kürtlerin yatak odalarına kadar girerken; ‘‘aşk burada yaşanır’’ diyen ve çocuklarımızın  yaşlarından fazla nazik, civan bedenlerine kurşun sıkma emrini veren Recep Tayıp Erdoğan’ın bu insanlık dışı zulümlerine karşı Hamas lideri İsmail Haniye bir  kınama mesajı yayınlamış mıydı ve ölen Kürtler için cenaze namazını kıldırmış mıydı?

Ey Uyuyan  Kürtler!

Onca felaketten sonra hâlâ akıllanmayacak mıyız! Etrafınıza iyice bir bakın, yeryüzünde biz Kürtlerden hariç kendi öz yurdunda yalın ayaklı yaşayan başka bir millet görebiliyor musunuz? Size neler oluyor anlayamıyorum ? Şehit olan liderlerimizin, alçakça katledilen çocuklarımızın ve siyasetçilerimizin taziyelerinde tek bir Hamaslı ve tek bir Filistinlı  bulundu mu, cenaze namzlarımızı kıldılar mı ve yaslarımızı tutular mı?

Ey Uyuyan Kürt,!

Uyan artık! Filistin, Hamas ve liderlerinin ahvali biz Kürtleri ilgilendirmiyor ! Bizim derdimiz bize yeter ve biz Kürtler yeryüzünde yalın ayaklı yaşayan tek milletiz!

 

Kadir Amaç

Kadir amac calışma ortamı

    Yanlızlık Sözleri ve Özgürlük Arayışı! 

 

                              Yanlızlık Sözleri ve Özgürlük Arayışı! 

                                                        Birinci Fasıl

Menfaat grupları içinde yaşamak, siyaset yapmak, lidere biat etmek, devlete tabi olmak ve zenginlere yalakalık yapmak benim ontolojik iklimime uygun olan işler değidir! Tek hayalim, tek isteğim günün birinde köyümün yayla arazisi içinde taştan bir ev yapmak. Bu taş evin  salon duvarlarını raflarla montalamak, bu raflara on bin kitap yerleştirmek ve öldükten sonra buranın MÜZE olmasını vasiyet etmektir.

Bir gün evime yakın olan büyük bir parkta yürüyüşe çıkmıştım. Aklıma şöyle bir fikir gelmişti: “Öyle bir otobiyografi yazmalıyım ki dünyada bir ilk olmalıdır ve sosyal bilimlerde öyle güçlü eserler vermeliyim ki 2050 yılında bütün dünya dillerine çevrilmelidir! Yoksa yazar olmamın ne kıymeti ve ne anlamı olabilir ki?” dedim.

Kalemi zayıf ve fikirleri güçsüz olan yazarlar kah nikbin ve kah bedbin oluyorlar! Rahatlık, şımarıklık, görgüsüzlük ve KEŞMEKEŞ içinde felek-i alaya çıkıyorlar.

Sanırım ey iyi yazar ruhun, aklın ve kalbin ihtiyaçlarını karşılayan ve okurlarını her yazısında heyecanlandıran ve onlara harika anlar yaşatandır. Daha önemlisi kalemi güçlü olan bir yazar, herkesin korktuğu ve herkesin menfaat gruplarına sığındığı bir bir anda şimşek gibi sözlerle ortaya çıkan kimsedir.

Farkında olmayanlara şu sözlerle seslenmek istiyorum: Mal-mülk, servet, şehvet, para, iktidar, makam insani kudurtur; fakirlik köleleştirir ve felsefe özgürleştirir! Ne zaman ki filozofik bir makale, bir şiir, bir kitap okursam ve filozofik bir konuşma dinlersem kadehin içindeki mey gibi SARHOŞ oluyorum!

Yanlızlık sözlerimi, Kafka’nın sevgilisine yazdığı mektuplardan ve özgürlük arayışımı Nietzsche’nin ‘Aforizma Yazıları’ndan farklı bulduğumu belirtmek isterim. Çünkü benim yazılarımı onların yazılarından farklı kılan şey, benim Kürt kimliğim ve İslâm toplumunun bir bireyi olmamdır. Kalemi güçlü olan bir yazar, aynı zamanda güçlü bir entelektüeldir.

Doğrusu bu ruh halimi değerli okurlarıma Müslümanların dini sosyolojileriyle izah etmemin bana daha çok gerçeki geldiğini düşünüyorum. Bir belanın içindeyim ve ancak ölürsem  kurtulabilirim! Çünkü kaderime öyle bir bela isabet etti ki ne İsa peygamberin çarmıhına ne Eyüp peygamberin çektiği dayanılmaz hastalığa ne de Muhammed’in peygamberin Taif’te dövülmesine benziyor.

38 yıllık fikir hayatımda, sayısız bela ve musibetle karşılaştım ve hiçbirine mağlup olduğumu düşünmüyorum. Örneğin hayatımın önemli bir bölümünü okumakla ve bir bölümünü de insanlara iyilik yapmakla geçirdim.

Bana bir bardak su ikram edenlere defalarca teşekkür etmişimdir. Benim iyilik yaptığım insanların çoğu ise ya beni unutu ya beni kullandı ya da bana ihanet etti. Hayatımın en kritik döneminde bir Türk, bana bir iyilik yapmıştı. Kendisini hiç tanımıyordum, rastgele karşılaşmıştık ve ilk kurduğumuz diyalogda beni evine davet etmişti, 20 gün evinde beni misafir etti. Şimdi bu muhterem arkadaşım Trabzon’da yaşıyor ve bir iş insanı!

Değerli okurlarım tarafından doğru anlaşılmak istiyorum. Bunun için de kimsenin kapısında havlayan bir köpek olmak istemiyorum! Çünkü size yalakalık yapanların, bugün kapınızda durup ASALETE havlayabildikleri gibi, yarın da bir başkasının kapısında bu kez size havlayıp sizi ısıracağınızı unutmayın!

Dolayısıyla düşüncelerim, konuşmalarım, yazılarım ve amellerim apaçık meydandadır ve bu hususta söylenecek tek  bir sözüm kalmamıştır. Sadece şunu söyleyebilirim: Bir insan olarak bir dizi konularda hata yaptığımı ve karekter olarak bir takım kusurlarımın olduğunu düşünüyorum.

Bu anlamda kimi üzdüysem ve kime haksızlık yaptıysam özür ve bağışlama diliyorum. Yalnız bugün değil, doğrusu her gün şu duruma isyan ediyorum: Bir insan için en zor söylenmesi gereken şeyler hatalar değil, BASİT ve GÜLÜNÇ olan şeylerdir!

Ruhları zarif ve gönülleri sevgi dolu olanların gözlerinden yaşlar akar! Ya da en büyük insan ve en kibar insan gözyaşlarıyla yüzünü yıkayan insandır! Gözyaşı dökmeyen ve yüreği Yakup peygamber gibi yanmayan bir insanın sinesinde ancak kibir, bencillik, kıskançlık, nefret ve kin oluşur.

Karamsar, sevgisiz ve aceleci ruhlar asla asaletin şahikasına yükselemezler. Çünkü bu tür vasıflara sahip olan insanların tefekkür gözenekleri tıkalıdır, ruhları sislidir, kalpleri karadır ve yüreklerinde başkalarına armağan edecek tek bir demet sevgi çiçekleri yoktur.

O halde işe şöyle koyulmalıyım: İçimdeki biyokimyama yapışıp kalan tüm pislikleri  temizlemeliyim ve içime sinen tüm kokuları yıkamalıyım. İçimden yeni bir ben çıkarmalıyım! Tıpkı Bağdadi’nin dediği gibi: “Nur’’a baktım; kendim de nur olana kadar otuz yıl bakmaya devam ettim!”

Kritik ve kaos dönemlerimde beynimde bir düzine düşünce ve duygu bedenimin diğer organlarına baskı sinyallerini göndererek keşfetme yeteneğimi nötralize ediyor. Bu durumu fark ettiğim andan itibaren beynimdeki trafik akışını trafik lambaları gibi yöneterek ve zihin okyanusumun hırçın dalgalarına karşı ise tıpkı cesur bir dalgıç gibi en derin noktaya dalış yaparak yeni şeyler keşfediyorum.

“Seni fark ettim” ifadesi benim düşünce fakültemde ilhama işaret zamiridir. İlham dediğim şey beynimde bir nehir gibi akan düşüncelerdir. Eğer bu ruh ve zihin halini yaşayamazsam nasıl yazabilirim ki? Bazen fikirlerin bende NEHİR gibi aktığından bahsettim, tıpkı bugünkü gibi; yani, cevherin olduğu yerde HIRSIZ vardır ve cevher hırsızın CENNETİDİR!

Farkındayım, beynimdeki bilgi çekmecelerim dolu değilse, benden istenen ihtiyaçlara karşılık veremem. Önce beynimdeki korkulara konuşma ve itiraf hakkını tanımalıyım ki onlar da beynimin işgal ettiği çekmecelerden çıkıp gitsinler.

Sevgili okurlarım! Hepimizin içinde bir zindan var. Benim de zindanım, yanlızlık ve arayıştır! Kitaplar, sevgi ve aşk yanlızlığımı gidermeme, özgürlük arayışımı sürdürmeme ve değer üretmeme yardımcı oluyorlar.

Tabii ki sevgilimle, yağmurla, kitaplarımla, kalemimle değer üretmeye devam etmemiz için bir meyhaneye, ayrıca uykumuzu kaçıracak ve bizi sarhoş edecek bir kadeh şaraba da ihtiyacımız var. İkinci fasıl da ise sevgilimin tabiriyle “Geçerli sebepler, bahaneler, güzel kokular ve iyi şarkılar ve ruhumuza iyi gelen felsefi cümleler bulmalıyız. Ve, gerisi ha var ha yok!”  

Evet, değerden bahsediyorum bayım! Hakikaten değer üretmek zordur, ancak değer tüketmek çok daha kolay bir iştir. Kendine değer veren, bağımlı olmayan, sürekli üreten kişileri bir lider gibi görüyorum ve onları harika buluyorum!

Değer üretme işi için de güçlü bir zekâ, güçlü sistematik okumalar ve güçlü tecrübeler gerekiyor sanırım. Bir başkasının içine girerek, değer tüketen ve değer yaratmayan insanlardan çok rahatsız olduğumu ayrıca belirtmek istiyorum. Ve onlara şunu sormadan edemiyorum: Ne zaman değer üretmeyi düşünüyorsunuz?

                                                   İkinci Fasıl

13 yaşından bu yana işgalci devletlerle büyük sorunlar yaşıyorum. İşgalci devletin resmi kurumlarında bir saniye bile çalıştığımı hatırlamıyorum. Öyle ki ne İslâm ve ne de Kürtlük adına tek bir insanın burnunu kanatmadım. Bundan ötürü çok mutluyum! Fikir hayatım boyunca ülkeme bir saniye bile ihanet içinde olmadım. Ancak bu işlerde bela almaktan ve ilim vermekten başka bir sent bile kazancım olmadı.

Yani benim fenâfillah’ım (ontolojik varlığım) ne Muhammed peygamber, ne filozof Marks ve ne de Kürt liderlerdir. Benim fenafillahım yanlızlığımdır, özgürlüğümdür, halkımdır, bilimsel düşüncelerimdir ve insanın asaletidir!

Aslında ilk başlarda İslâm’ın dünya görüşüyle tanışma faslım, Kur’an’ın kendi özgün yorumuyla olmamıştır. İslâm’ın bu özgün dünya görüşünü kendi siyasi asabiyelerine ve ümranlarına uyarlayan ya da tahvil eden Pakistanlı Mevdudi’nin, Mısırlı Hasan El- Benna’nın, Lübnanlı Hüseyin Fadlullah’ın ve İranlı Humeyni’nin problemli olan bu siyasal İslâmi yorumlarıyla İslâmi dünya görüşümü vücuda getirecektim. Tabii ki bu İslâm biçimi hayatımda inanılmaz problemler ve zorluklar meydana getirecekti.

Yukarıda bahis konusu ettiğim İslâmcı liderlerin görüşlerinden, gerekse de bunlara yakın olan İslâmcı yazarların kaynaklarından beslendiğim için ilk başlarda ailemin, akrabalarımın, yaşadığım şehir sakinlerinin ve kavmimin Müslüman olmadıklarını düşünüyordum. Yani onların o saf ve temiz İslâmi ritüelleri benim sahip olduğum zehirli İslâm’a benzemediği için ben onlara öteki gözüyle bakıyordum. Oysaki Kur’an’da “öteki” olarak gösterilen şeytandı(!)

Çünkü henüz çok gençtim, okumalarım güçlü değildi ve dünyayı tanımıyordum. Arap, Fars, Türk, Mecusi ve Hint beslenmeli hurafe ve bidat kaynaklı adreslerden beslendiğim için dünyayı öğrendiklerimle yorumluyordum(!)

İslâmcılık düşüncesi hayatımda öyle bir şeydi ki beni aileme, akrabalarıma, komşularıma, çocukluk ve okul arkadaşlarıma, âşık olduğum kıza, hatta benim gibi inanmayan ve düşünmeyen insanlara, ülkemin özgürlüğü için mücadele eden Kürt hareketlerine ve ülkeme öteki (düşman) gözüyle bakmamı sağlayan bu inancın ve düşüncenin cehennem atmosferinden çıkmalıydım. Ama birilerinin elimden tutması ve beni bu cehennemden çıkarması gerekiyordu.

Bu benim özgürlük arayışımdı. Daha sonra İslam’ın liberal ve özgürlükçü dünya görüşüne yolculuğumu Ali Şeriati’nin kitapları sağladı. Mevlana, Sadi Şirazi, Fuzuli ve Exmedê Xanî ve benzerleri ise insana ve canlılara karşı nasıl saygılı olabileceğimi ve nasıl onları sevip âşık olabileceğimin sanatını eserleriyle bana öğretecektiler.

Zira tam bu noktada Muhammed İkbal’in söylediği gibi, “İslâmi dünya görüşümü yeniden inşa ve ıslah etmeliydim.” Yani İslâmi düşünce kozamı yenilemeliydim. Çünkü sahip olduğum bu İslâm yırtıcıydı! Bu YIRTICI İSLÂM beni yaratıcının tüm ontolojik ve sosyolojik ayetlerine karşı aline (yabancılaştırma) etmişti.

Ali Şeriati’nin eserleri, beni bu taassupçu ve YIRTICI İSLAM’DAN kurtarmakla kalmayacaktı. Aynı zamanda benim sahih Kur’an düşüncesi ve rasyonel düşünme epistemolojisiyle buluşmamı; İbn-i Rüşt, İbn-i Haldun, Farabi, Fazl û Rahman, Abdülkerim Suruş, Muhammed Arkoin, Muhammed İkbal ve Malik Bin Nebi gibi özgürlükçü ve aklı savunan bu İslam düşünürlerinin eserleri sağlamış olacaktı.

Ali Şeriati’nin eserleri, aynı zamanda bana Das Kapital’i okumamdan önce komünizmi, sosyalizmi ve Alman idealizmini okumama vesile oldu. Daha sonra anarşist düşünceye ve anarşist gruplara ilgi duymaya başladım. Beyin çekmecelerime Landuer, Bakunin, Kropotkin, Tolstoy, Godwin gibi şahsiyetleri ekledim. Gene Batı’nın tanınmış çok sayıdaki ahlakçı filozofyasından olan Pascal, Eric From, Spinoza, Stuart Miller, Alexis Carrel, Goethe ve Sartre’yi okudum.

2000’li yılların başlarında özgürlük arayışım tüm hızıyla devam ediyordu. İslâm ile aram iyice açılmaya başlamıştı. Sosyalizme ve anarşizme olan ilgim her geçen gün zayıflarken; postmodern, liberal ve realist yazarlara ilgim her geçen gün artmaya başlıyordu. En son beyin çekmecelerimin içinde duran tüm eski düşünceleri boşalttım ve çağımızın ruhuna uygun realist ve postmodern düşünceleri yerleştirdim.

 

İnsanlığın bütün değerlerine and olsun ki geceleri deve dikenlerinin üstünde beni yatırsalar; ellerimi, ayaklarımı zincirlere vursalar ve bedenimi yara bere içinde bıraksalar ”Demokratik Sözleşme”den başka hiçbir otoriteye itaat etmem ve ülkemin hürriyeti ve yalın ayaklı halkımın özgürlük davasından vazgeçmem!

Ey sevgili ülkem! Bugün de senin için bir şey yapamadığımı düşünüyorum ve bu durumumun seni üzdüğünü biliyorum. Doğrusu seni her üzdüğümde geceleri vicdanım kabus olup üzerime çöküyor, huzurum kaçıyor ve ter basıyor her yerimi!

Ey kutsal ülkem! Seni üzdüğüm için tekrar özür diliyorum! Evet, biliyorum, kendimi şekilden şekle, düşünceden düşünceye giren bir derviş gibi hissediyorum. Ne denli zahmetli olursa olsun, bir gün mutlaka ülkemi dünya düşünce liginde temsil edecek bir kaç eser yaratacağıma dair söz veriyorum!

Evet, nesihat etmenin kolay ve nesihat dinlemenin çok zor bir şey olduğunu biliyorum! Çünkü insan kibirli ve cahildir! “Tımarhane”yi işaret ederken ”tımarhane”nin içinde biri olduğunu fark edemeyecek kadar tiyatral bir varlıktır insan! Yani öğrendiklerini ve söylediklerini yaşamayan insanın SIFIR olduğunu düşünüyorum! ”SIFIR NEDİR?” Henüz hiçbir şey olmamak demektir; yani ne artı ne de eksi!..

Kendimi öncelediğimi ve çıkarlarımı ülkemin bağımsızlığı üzerinde tutuğumu iddia eden bir takım kötü niyetli yırtıcı Kürt milliyetçileri var: Hayır, öyle değil baylar! Benim kederim ve ıstırabım ülkemin esaretidir! Hiçbir şey bana kalıcı bir tat ve kalıcı bir huzur vermiyor. Çünkü ülkesizlik bana ıstırap veriyor, ülkemi özgür kılmadıkça bana mutluluk yoktur!

Sonuç olarak, biz Kürtler sömürge bir milletiz. Sömürgecilik bir kobra yılanının zehri gibidir; halkımızın kanına girmiş. O zehri nasıl Kürd’ün kanından çıkaracağız? Bunun mutlaka bir ilacı olmalıdır, diye düşünüyorum.

Albert Camus gibi itirazımızı, Sartre gibi ontolojik isyanımızı, Heidegger gibi yabancılaşmamızı ve Edward Said gibi sömürgeciliğe karşı farkındanlığımızı ışık gibi  küresel dünyamızın tuvalına yansıtacak bir dizi fikir insanına ve bir dizi filozofa ihtiyaç olduğunu düşünüyorum.

Akademisyenlerle Kürtlerin hürriyet işlerini yürütülebileceğini düşünmüyorum. Çünkü onlar rahatlığa düşkündürler, ezbercidirler, birbirlerinin kopyacısıdırlar. Kitap çalışmaları, standart ve resmidir. Analatik bilgiyi öğrenirler, devletletlerin ve zenginlerin memurları olurlar. Ancak düşünürler ve filozoflar öyle değildirler! Çünkü onlar, özel yetenekleriyle ve özel zekâlarıyla düşünce ve bilgi üretirler.

Bu sebeplerden dolayı biz Kürtlerin çıkaracakları bir dizi filozof sayısıyla çağın ruhuna uygun yeni bir akıl, yeni bir tefekkür, yeni bir değerlendirme, yeni bir zaviye, yeni bir bilgi ve yepyeni bir örgütlenme ile direnişi değil, şerefi ve hürriyeti halkımıza armağan etmemiz mümkündür.

Yalın ayaklı halkımızın üzerini kaplayan kapkara örtünün şurasından burasından açılan kara delikler ve o kara deliklerden içeriye sızan filozofik ışıklar, milletimize ve gençlerimize yepyeni zaviyeler ve yepyeni ikbal kapılarını açacaktır.

Bundan dolayı, dogmatik ve metafizik düşünceden, tarih öncesi uydurulmuş masal ve hikâyelerden uzak durarak Google çağının ruhuna uygun bir dünya görüşüyle özgürlük davamıza imkânlar ölçüsünde katkı sunmak istiyorum.

Bu anlamda emek verdiğim her düşünce çalışmalarımın bazı okurlarım tarafından tartışılması, yerilmesi ve bazıları tarafından da takdir edilmesi hoşuma gidiyor, beni daha çok bilimsel düşünce üretmeye kanalize ediyor. Ayrıca kaliteli bir okur kitlesine sahip olduğum için de çok mutluyum.

Selahattin Demirtaş’a Mektup!

SevgiliDemirtaş kardeşim,

Brüksel’den kucak dolusu selamlar, sevgiler ve saygılar gönderiyorum. 

Atalarımızın hatıraları, sizi seven milyonlarca Kürt halkının sevgisi, insanlığım, şerefim ve Kürtlüğümün namına bu satırları kaleme alıyorum ve üzerine gönül dünyamdan bir demet gül koparıp  zat-i alinize armağan etmek istiyorum.

                                                      Sevgili Demirtaş Kardeşim,

 “Korkak, tehlike olmadığı zaman yumruğunu havaya sallar” Sevgili  Goethe, doğru söylüyordu. İyi bir siyasetçi ya da iyi bir aydın gerçekleşen bir olay karşısında suskun durmaz, topluma peygamber olur, olayların şahitliğini yapar ve herkesin korktuğu bir anda o şimşek gibi çakar!

Zat-i alinizin bildiği üzre Türk mahkemeleri, aydınları ve siyasetçileri  değerli misyonunuzu hukuki ve entelektüel düzeyde müzakere etmesi gerekirken, diskriminasyon kavramlarla ve ırkçı saldırılarla şeytanlaştırmayı tercih ettiler ve siz bu kötülüklere karşı duygularınızla hareket etmeye tevessül etmediniz.

Türk devletinin ve Türk toplumunun PİM KODUNU DOĞRU GİRDİNİZ ve doğru çözümlemeler yaparak Kürt halkının başkenti oldunuz. Çok daha önemlisi, cesur ve erdemli bir entelektüel Kürt lideri olduğunuzu gösterdiniz.

Yani, Türk devletinin ve  siyasetinin tüm günahlarını ve kötülüklerini büyük bir erdemle ortaya serdiniz, Türkiye’de yaşayan bütün halkların tevecühünü ve güvenini kazandınız ve toplumun tüm katmanları üzerinde glokalizasyon ölçekte bir etki yarattınız.

Bu kötülük fırkasının elebaşı olan ‘’Kasrü’l-beyzâ’’ Saray’ına ve  bu Saray’ın  etrafındaki Osmanlı cülus bahşişleriyle geçimlerini yapan yeşil cübbeli belamlara ve gecekondulu kırmızı papyonlu İslamcı entellere ve ırkçı kemalist antagonizmalara karşı tarihi bir mücadele yürütünüz.

Özellikle savunmalarınızı ve siyasi münazalarınızla Farabi’nin “El-Medinetü’l-Fazıla” sı kadar entelektuel buldum. Rakibiniz Erdoğan ve İslamcı şürekasına H.Z Ali’nin “Nehсü’l Belâga”sı gibi cevaplar verdiniz.  Kobanê Kumpas Davası’nın sonuş kararına  Ehmedê Xanî gibi güçlü düşüncelerle karşılık verdiniz, dedeniz Şeyh Said Palu gibi alimce durdunuz, Seyid Rıza gibi cesaret timsali oldunuz, Qazi Muhammed gibi düşmanın hilesine galebe çaldınız, Leyla Qasım gibi dost-düşmanı büyülediniz,  Osman Sebrî gibi asalet sergilediniz, Şems gibi irfan, Fuzuli gibi dert ve İbn-i Rüşd gibi felsefe yaparak tarihe geçtiniz.

Sevgili Demirtaş Kardeşim,

Son olarak, Kürdistan’ın anlam ve mana iklimini gönüllerimize, zihinlerimize ve ruhlarımıza hulûl etmesini ve bu melekûti iklimde kavileşmesini ve Kürdistanlaşmasını daha çok muhkemleşmesini ve  yeni bir üslup, yeni bir nefes ve  yeni bir siyasi felsefe kozasını oluşturdunuz.

Duruşunuz yurtsever halkımızın zihin kodlarını, gönül deryasını, ruh haritasını yeniden Ehmedê Xanî’nin Kürdistani düşünceleriyle buluşturarak, adeta bizi Ba’sul- Ba’del Mevt  şahikasına yükseltiniz.  Hakkınızı helal edin

Saygılarımla

Kadir Amaç Brüksel.

Kadir amac calışma ortamı

Antikapitalist İhsan Eliaçık!

Antikapitalist İhsan Eliaçık!

 

Bu yazıy Fidan Güngör’e  adıyorum!

İhsan Eliaçık Twitter resmi hesabında, Hamas ve İsrail ile ilgili attığı aşağdaki  twitlerden dolayı sosyal medya üzerinde gündem konusu olduğu için, 29-11-2013 tarihinde Kürdistan Post internet gazetesinde yayınlanan bu yazımın tek bir harfine   dokunmadan olduğu gibi kendi web sitemde yayınlama gereğini duydum. 

 

 

İnsan Eliaçık acaba Türk ordusuna ve Türk Polis Teşkilatına yazılan Türkleri Twitter sayfasında engelleme ve pratik yaşamında bu insanları siliyor mu?

Aziz milletimize, savaşçılarımıza, siyasetçilerimize, alimlerimize, düşünürlerimize, aydınlarımıza, sanatçılarımıza ve Kürdistan’ın bağımsızlık mefküresine yönelik itibarsızlaştırma muamelesi yapan; onlara İslami ve sosyalist argümanlarla galebe çalanlara karşı kimse kalemimden kibarlık göstermemi beklemesin.

Türk ilahiyatının ve Türk İslamcılığının, Kürt ve Kürdistan düşmanlığı Mehmet Akif Ersoy’la başladığını daha önceki çalşmalarımda ayrıntılarıyla yazmıştım. 1992 yılında Yeryüzü Dergisi ve Burhan Kavuncu’nun gayretleriyle Kürdistan düşmanlığı meşrulaşacak ve Kürdistan düşmanlığı İslam’ın şartlarından biri olarak Kürt haricilerine (Hizbullah-HüdaPar) empoze edilecekti.

(Bakınızhttp://www.kurdistan-post.eu/tr/toplum/burhan-kavuncu-ve-surekasina-kadir-amac)

 

Bugün ise Kürdistan düşmanlığı üç Kayserili; Mustafa İslamoğlu, Mehmet Göktaş ve son yıllarda kamuoyuna adını “Antikapitalist Müslüman”  olarak duyuran İhsan Eliaçık olacaktı. İşgalci ve müşrik Türk devletinin tedrisatı rahlesinde geçen, bu birbirinden uyanık ve sahtekar yukezzibunları otuz yıldır tanıyorum. Ayrıca Türk evangelizmini ve oryantalizmini andıran yazılarını ve kitaplarını doksanlı yıllarda okumuştum.

İşgalci Türk devletinin karanlık güçleri tarafından tebliğ ve irşad adı altında Kürdistan’da oryantalist faaliyetler yürüten  bu üç Kayserili; tıpkı Hasan Sabah, Nizamül–Mülk ve Ömer Hayyam  gibi kendilerine Mehdilik misyonunu biçecektiler.

 

Mustafa İslamoğlu politik ehlisünnet İslamını, Mehmet Göktaş Kürdistan’da ehlisünnet İslam’ın kadısı ve  ehlisünnet kontenjanları dolu olduğu için Ali Şeriati’nin ve anarşist düşünürlerin fikirlerini hırsızlayarak ortama Ebuzer misyonuyla ”Antikapitalist Müslüman” sloganıyla galebe çalacaktı. Bu piyasadan çok daha karlı çıkacağını düşünen İhsan Eliaçık’ın bu hesabını bozacağım.

 

Dolayısıyla daha önce Mustafa İslamoğlu için kaleme aldığım ”Türk Devletinin Bel’am Bin Baurası” ve Mehmet Göktaş için de  kaleme aldığım “Mehmet Göktaş Kimdir Kürdistan’da Ne İş Yapar?”  adlı yazılarıma bakıldığında bu şahısların ne kadar Kürdistan düşmanı, ne kadar İslam’ın hırsızları, ne kadar sahtekar ve günahkar şahıslar olduğu fazlasıyla anlayacaklardır.

(1)- http://www.rojevakurdistan.com/index.php/component/content/article/114-kadir-amac-/7543-tuerk-devletinin-belam-bin-bauras

(2)- http://www.rojevakurdistan.com/index.php/component/content/article/114-kadir-amac-/7399-mehmet-goekta-kimdir-ve-kuerdistanda-ne–yapar

Bu zaviyeden hareketle  üç uyanık, üç sahtekar ve üç günahkar Kayserili yazı dizimizi İhsan Eliaçık’la sonlandırmış  olacağız.

İhsan Eliaçık 1977-1984 yılına kadar  Türk- İslam menşeeli MTTB,  Akıncılar ve Ülkücü  hareket içinde aktif eylem elemanı olarak çalışmıştır. İhsan Eliaçık, kan ve vahşetle beslenen Türkçü devletinin bekası için ve Türk-İslam ülküsünün tüm milletlere galebesi için, geçmişte başta Kayseri ve Türkiye’nin farklı şehirlerinde şiddet eylemlerine başvurmuş binlerce ülkücü-akıncı militanlardan biridir.

24.08.1980 tarihli Miliyet Gazetesi Türk Güvenlik güçlerinin İhsan Eliaçık’ın da aralarında bulunduğu Türk-İslamcı kampa yaptığı operasyonu, aşağıda görünen biçimiyle manşetten okuyucularına duyurmuştur.   anlatır. 

Ayrıca Oda TV davası kapsamında 14 Şubat 2011 tarihinde tutuklanıp serbest bırakılan Soner Yalçın; 02.09.2007 tarihli Hürriyet Gazetesi’nin köşe yaazısında bu karanlık ve katil Türk İslamcı kampında yakalanan tüm isimler ve  tüm gelişen olaylar hakkında detaylı bilgi verirken İhsan Eliaçık’ın ismini neden ıskaladığı konusu aşağıdaki link okunduğunda pekala anlaşılacaktır. http://arama.hurriyet.com.tr/arsivnews.aspx?id=7203252

Daha sonra Eliaçık 1980-1981 yıllarında Ankara Mamak Cezaevi’nde tutuklu kaldı. 1984 yılında işgalci Türk devletine gönüllü askerlik yaptı. 1985-1988 yılları arasında Kayseri İlahiyat Fakültesi’ni okurken, siyasal İslamcı hareketlerle ve düşüncelerle tanıştı. 1985-1990 yılının başlarına kadar Nurettin Topçu, Necip Fazıl, Sezai Karakoç, Erbakancı ve Türkçü düşüncelerle beslenip düşünsel bir arayış içindeyken; onun o yıllarda isimlerini bilmediği ve eserlerini okumadığı liberal ve yenilikçi İslam düşünürleri olan Muhammed Abduh, Cemaleddin Afgani, Muhammed İkbal, Seyyid Kutup, Fazlurrahman ve Ali Şeriati’nin düşünce sistematiklerini ben ondan önce okumuş olan biriydim.

1990-1993 yılları arasında İstanbul’da inşaat işçiliği yaptığım dönemde, İhsan Eliaçık’ı Yeryüzü Dergisi’nde yayınlanan yazılarıyla Türkçü bir gelenekten,  devrimci  ve tevhidi bir çizgiye geçiş yaptığını  anlamış oldum. İhsan Eliaçık’la ilk ve son karşılaşmam 1993’ün Mart ayında Beyazıt meydanında “Tevhidi ve Devrimci İslami Hareket Engellenemez!” pangartı altında birlikte slogan atmıştık.

Tam bu yıllarda “Değişim” adlı bir dergiyi, bir grup eski ülkücü ve akıncı arkadaşıyla çıkaracaktı. Bu derginin yayın politikası, Ülkücü ve Türkçü gelenekten devrimci İslami çizgiye  yönelişin macerası, İran Devrimi, Müslüman dünyasında gelişen siyasal  İslami hareketler, düzen partilerine oy verme, Türk devleti darül harp mi  yoksa darül İslam mı, PKK’nin “kominist”, “kafir” bir örgüt olduğu ve  İlimci grubun (hizbulvahşet) ise; Kürt-Müslüman kardeşleri olduğu ekseninde tartışmalar yürütülüyordu.

2000’li yılların başlarında ise kendisi gibi Türk devletinin tedrisatı rahlesinden geçen inancı bozuk, amelleri yamuk, Kürdistan düşmanı Hak Söz, Özgür-Der ve benzeri Türk siyasal İslamcı çevrelerle ilişkisi bozulur.  Bu kirli ve necis politik ortamda, patolojik ve psikolojik nevrozlar geçiren İhsan Eliaçık; Kürt gençlerini “Antikapitalist Müslüman” ayak oyunlarıyla devletleşme ve millileşme ülküsünden uzaklaştırma gayreti içinde olduğunu, 1980-1990 yıllarına tanıklık etmiş Kürdistanlı yurtsever dindarlar pekala bilirler ama Özgür Gündem bilmiyor!

Ayrıca Özgür Gündem Gazetesi’nin imkanı varsa, Kayseri Cumhuriyet  Savcılığı’na başvurarak İhsan Eliaçık’ın, yetmişli ve seksenli yıllarda kaç insan katlettiğini veya kaç mazlum insanı Allahu Ekber sloganıyla recm ettiğini öğrenebilir. Hakeza 13 Nisan 2012 yılında “Kürt Sorunu ve İslami Çözüm” adlı panele konuşmacı olarak katılan  Kürdistan Azadi İnsiyatifi’nin değerli  kurucu üyelerinden Yavuz Delal, Kürdistani düşüncelerini beyan ettiği için aynı panelde konuşmacı olarak bulunan İhsan Eliaçık, birden o eski ülkücü alışkanlığıyla refleks gösterip; değerli Kürt aydını Yavuz Delal’a “faşist” diyerek Kürdistan’ın siyasal egemenliğine ne kadar düşman olduğunu şu sözleriyle beyan etmekten imtina etmeyecekti: “Türk egemenliğinden kurtulalım derken Kürt egemenliğini yaratmayalım. Yeni sınırlar yaratmayalım, yeryüzündeki tüm sınırları kaldıralım.”

Bu sözleriyle Kürtlere, domuz etini deve eti niyetine satacak kadar uyanık bir Kayserili olmaktan imtina etmeyecekti. Sofistike kafalı Türk İslamcı İhsan Eliaçık; Türk devletinin putperest  ve terörist bir devlet olduğunu, Tanrıyı meteoroloji işlerine tahvil ettiğini, bin yıldır Kürdistanı işgal altında tuttuğunu, Kürtlerin ontolojik varlığını inkar ettiğini ve fizyolojik varlığına alçakça tecavüz ettiğini, işgalci Türk generallerin ve sömürgeci Türk valilerin Kürdistanı derhal  terk etmeleri gerektiğini, her millet gibi Kürt halkının da kendi öz toprakları üzerinde devlet olması gerektiğini söylemesi gerekirken; “fukara”, “guraba” ve kurabiye edebiyatıyla Musa El Eşari gibi, sahtekarlık yaptığını pekâlâ biliyorum.

Kürdistanlı fakir  ve  emekçi bir ailenin çocuğu olarak  yıllarca inşaat ustası, şu anda ise  yaşadığım şehirde  yaşlılar evinde çalıştığımı siz değerli okurlarımla paylaşmak istiyorum. Ayrıyetten yurseverlik kimliğimi ve ilmi çalışmalarımı  bu zor şartlar altında ilmik ilmik örerek bugünlere geldiğimi belirtmek istiyorum.

Şimdi  İhsan Eliaçık’a şunu söylemek istiyorum: “ antikapitalist” oyununu “Shakespeare” gibi sahneye koyabilirsin, Türk gençlerini ve Türk halkını örgütleyip  tam da bu minvalde Türk devletini alaşağı edip, sınırları olmayan “Dünya Adalet Devletini” kurabilirsin!

Eyvallah! Öyleki  bu, onurlu ve soylu eyleminden dolayı bütün dünya halkları seni ayakta alkışlasın! Ama sen gelir dindar  Kürt halkının ve  dindar Kürt gençlerimizi “antikapitalist Müslüman” ayak oyunlarıyla Türk devlet iktidarı için kullanmaya tenezül edersen bende sana böyle haddini bildirmek zorunda kalırım.

Ey İhsan Eliaçık! Sizin ülkesi işgal edilmiş, dili yasaklanmış, ontolojik varlığı inkar edilmiş ve dünyada Müslümanların tanrısına ve emekçi sınıfına en az saygısızlık yapmış bir halka, antikapitalist ayetler ve antikapitalist tefsirler okuman büyük bir saygısızlıktır.

Eğer “antikapitalist “davanda çok samimiysen bundan sonra, Türk devletinin ve Türkçülüğün  kabesi olan Anıtkabir’in karşısına dikilirsin; milletinin abdestlilerine ve abdestsizlerine İbrahim gibi Musa gibi, Muhammed gibi, Ebuzer gibi, Abdullah Bin Mesut gibi şöyle seslenirsin: “Ey milletimin ileri gelen mele ve mutref sınıfı; Türk devletine, Türk ırkçılığına ve Atatürk felsefesine tapmak büyük bir zulüm ve şirktir!”demelisiniz. Hemen ardından da “antikapitalist manifesto”nun ikinci ayetini  Lut,  Eyke, Ad ve Semud kavimleri gibi, yeryüzünde bolluk ve iktidar hırsından  şımarıp ve sapkınlık yapan Türk milletine okuyup, onları işgal edilmiş Kürdistan topraklarının kurtuluşu ve Kürt halkının özgürlüğü için isyana davet etmelisiniz Heyhat! Siz bunların hiçbirini yapmıyorsunuz? Sadece “fukara”, “guraba” ve kurabiye edebiyatıyla midemizi bulandırıyorsunuz!

kadiramac @hotmail.com

İran İslam Cumhuriyeti İsrail’in Eliyle mi Yıkılacak?

”İran İslam Cumhuriyeti İsrail’in Eliyle mi Yıkılacak?

Kadir Amaç                                                                                               

 

Üç gün önce, İran, tarihin en kapsamlı füze saldırısını İsrail’e yönelik gerçekleştirdi ve bu saldırıdan duyduğu büyük gururu dünya kamuoyuna duyurmakta tereddüt etmedi. Gece geç saatlerde bu makaleyi kaleme aldığım sırada, kim bilir belki bu gece veya başka bir gece, İsrail ansızın İran’a karşı çok etkili bir misilleme operasyonu gerçekleştirerek bölgeyi etkisi altına alacak şekilde büyük bir savaşın başlamasına ve İran İslam Cumhuriyeti’nin çöküşüne neden olabilir.

 

Devletin çökmesinden bahsederken aklıma Harvard’lı siyaset bilimci Grane Brinton geldi. Brinton, bütün siyasi devrimleri, insan vücudunun bir hastalığın safhalarından geçmesine benzetiyordu. Bu benzetme, “safhalardan geçme Teorisi’ni 1640 İngiliz, 1776 Amerikan, 1789 Fransız, 1917 Rus devrimlerini çözümleyerek izah ediyordu.

 

Grane Brinton, 1979 İran İslam Devrimi gerçekleşmeden önce vefat etmiş olsaydı, devrim teorisi listesinin başına İran Devrimini koyacağı kesindi. Çünkü doğrusunu söylemek gerekirse, 1979’da İran İslam Devrimi, insanlık tarihinin en büyük halk devrimi ünvanını çoktan kazanmıştı.

 

Yakın tarihte 1789 Fransız İhtilali ve 1917 Bolşevik İhtilali ile İran İslam Devrimi’ni mukayese etmek mümkün değildir. Çünkü İslam Devrimi, 1979’da halk tarafından gerçekleştirilen gerçek bir devrimdir. Devrimin lideri olan 78 yaşındaki bir molla, milyonlarca insanın önünde binlerce yıllık bir monarşiyi tek bir kurşun sıkmadan devirmiştir.

 

Humeyni, İran halkını her türlü şiddetten uzak tutmayı ve özellikle şu mesajı vermek istemiştir: “Sizi öldürmeye gelen polis ve askerlerin göğsüne kurşun değil, çiçek atın.” Evet, aynen öyle oldu ve bağımsız kaynakların kabul ettiği üzere, 60 bin insanın hayatına mal olan protesto ve direnişler devrimle sonuçlandı; devrimin lideri Humeyni, Paris Havaalanından Tahran Havaalanına indiğinde tam 12 milyon insan tarafından karşılanmıştı.

 

Devrimin birinci yıldönümü kutlamalarında hazır bulunan ünlü Türk gazeteci ve şu anki Diyarbakır Demokrat Parti Milletvekili Cengiz Çandar’ın “Dünden Yarına İran” adlı kitabını 1989 yılında okuma imkânım olmuştu. Yazar, kitabında İran İslam Devrimini akıcı bir dille anlatıyordu ve kitabın her sayfasını okuduğumda, olayların içindeymiş gibi hissettim.

 

Cengiz Çandar’ın “Devrimler içinde devrim, İslam içinde devrim ve mezhep içinde devrimdir.” tespitleri adeta altın vuruş niteliğindeydi. Öyle ki İslamcı mahalle arasında Cengiz Çandar’ın namaz kılmaya başladığı ve İmam Humeyni’ye itaat ettiği söylentileri kulaktan kulağa yayılıyordu. Çünkü o dönemlerde bu devrimden herkes bir şekilde etkilenmişti. Etkilenen isimlerden biri de “İslam Devriminin Kökleri” adlı ünlü kitabın yazarı İngiliz akademisyen Hamit Algar’dı.

 

Devrimin birinci yıldönümünde gösterileri izlemeye giden Fukuyama’nın arkadaşı kendisine şöyle bir not düşmüştü: “Milyonlarca insan Azadi Meydanı’nda ‘Merg berg Amrika (Amerika’ya ölüm!)’ diye bağırıyor.” Dünyaca ünlü siyaset bilimci Francis Fukuyama, arkadaşına şöyle yanıt veriyordu: “Korkma! Shell, Sony, Peugeot vb. şirketlerin tabelaları yerinde duruyor.” sözleriyle İslam devrimin trajikomik boyutuna dikkat çekmeyi başardı.

 

İslamcılık düşüncemin hatıra ajandasından bir dizi küçük alıntı yaparak, makaleme farklı bir bakış açısı kazandırmaya gayret göstereceğim. İslamcılık yaptığım (1985-1999) dönemlerinde İran devriminin fikir adamlarından biri olan Asaf Hüseyin’in, “İran’da Devrim ve Karşı Devrim” adlı eseri, kitapçılarda o dönemlerde kapış kapış satılıyordu ve gençler arasında elden ele dolaşıyordu. Asaf Hüseyin, Batı paradigmasına ve kapitalist Amerika devletine karşı “İran İslam Devrimi’ni alternatif olarak gösteriyordu.

 

Haşim’i Rafsancani ise bu duruma post modern “İslam’ın yeni dalgası’’ ismini veriyordu. İslam Devriminin önemli mimarlarından biri olan Ayetullah Haşim’i Rafsancani, “İslam’ın Dalgası” adlı kitabında, pek yakın bir zamanda İran İslam Devriminin öğretilerinin dalga dalga yayılacağını, “Amerika emperyalizmini” ve “İsrail Siyonizm’ini” bu İslam dalgası karşısında yerle yeksan edeceğini iddia ediyordu.

 

Geçmişte Rafsancani, Cumhurbaşkanlığı görevini yaptığı her iki dönemde, kendisi ve çocuğu devletin parasını çalmakla isimleri anıldı ve ayrıca baba ve oğul yargılandı ve hüküm aldılar. Rafsancani’nin yukarıdaki iddialı sözleri 45 yıl içinde hiçbir karşılık bulmamakla birlikte ve öyle ki sergilediği pratikleriyle hem kendisinin hem de Devrimin itibarına suikast yapıyordu.

 

İran İslam Devrimi’nin bir başka önemli isimlerinden biri de Dr. Mustafa Çamran’dır. Çamran’ı 1994 yılında ‘Kürdistan Hainleri” adlı eseriyle hem kendisinin hem de İran Devletinin Kürtlere karşı resmi fikirlerini tanıma fırsatı elde ettim. Kendisi Rojhılatlı bir Kürt olup, siyasal İslam ile ontolojik varlığına savaş açmış ve İslam adına kendi halkını vahşice katletmeyi cihad saymış ve Humeyni bu vesileyle kendisine “Mustafa Çamran, Kürdistan Demokrat Partisi’ne karşı verdiği cihad ile Cennetin Sigortasını Garanti altına almıştır” sözleriyle ödüllendirmekte geri durmuyordu.

 

Ve aynı yılda Ayetullah Humeyni’nin, ‘İmam’dan Mesajlar’ adlı kitabını okumuştum. Kitabın bir bölümünde Humeyni; “Kürdistan Demokrat Partisi” İslam düşmanı ve kafir bir teşkilat” olduğunu ve ayrıca Kürtlerin kurtuluş yolunun sadece “İslam devletine itaat” etmekten geçtiğini iddia ediyordu.

 

Kısacası İslam Devrimi, İran halklarına özgürlüğü, demokrasiyi, ekonomik zenginliği, eşitliği ve adalet mefkûresini vaat etmişti. Ancak aradan tam 45 yıl geçmesine rağmen halka, kötülükten ve cehaletten başka hiçbir şey bırakmadığını bugün daha net olarak görebiliyoruz.

 

Şeriatçı devletin bu çağ dışı antagonizması dijital gezegenimizi, tedirgin ve huzursuz ettiğini anlayabiliyorum. Çünkü İran İslam Cumhuriyeti post Modern medeniyetle diyalog köprüleri kurmak istemiyor; çözüm yerine kaosu, suhuleti yerine şekavetti, demokrasi yerine Şia şeriatını ikame etmek istiyor. Değişimi, demokratikleşmeyi ve uygarlaşmayı ise kafirlik olarak tasavvur ediyor, agresifleşiyor. İran Ayetullah rejimi ülkedeki adaletsizliği, fakirliği, sefaleti, geri kalmışlığı, İran milletinin aç kediler gibi duvarlara tırmanmayı, Kürt gençlerini vahşice vinçlerde sallandırmayı ve zindanlarda vahşice katletmeyi; emperyalizmi, İsrail’i, Amerika’yı ve Batı Avrupa ülkelerini suçlayarak ÇÖKÜŞÜN en büyük sebeplerini yarattığını hâlâ fark etmiş değildir.

Oysa ki Batı’da demokrasi, adalet, eşitlik, kadın, emek, özgürlük, etnik ve dini grupların akültürasyon haklarını parlamenter sistem veriyordu. Örneğin ABD’de “Temsilciler Meclisi” (Senato), İngiltere’de “Lordlar Meclisi”, Fransa’da “Milli Senato” meclisi, Almanya’da “Bundestag” meclisi canla başla kendi milletlerine hizmet ediyor.

Oysaki Ayetullah Humeyni, Ayetullah Mutahhari, Ayetullah Beheşti, Ayetullah Burucerdi, Ayetullah Muntezeri ve büyük düşünür Ali Şeriati gibi isimlerin örgütlediği kurum olan “Hüseyniye-i İrşad”, toplumun tüm muhalif kesimlerini ve Kürtleri bir araya getirerek, güç birliğini ve ittifak bloğunu sağlayarak ve onlara liderlik yaparak Pehlevi diktatörlüğünü alaşağı etmişti. Devrimin lideri İmam Humeyni, Kürt halkına, tüm ittifak güçlerine ve İran halklarına demokrasi, parlamentarizm, huzur, adalet ve özgürlük sözünü vaat etmişti. Ancak, Humeyni ve şürekası ilk iş olarak kendisine itaat etmeyen herkesi tasfiye ettiler. Özellikle HALK DEVRİMİNİN ortakları olan Kürtleri, vahşice katletmeyi cihat gördüler ve solcu fırkalar için idam mangalarını kurdular.

 

Ayrıca 45 yıldır dış politikasını, Filistin ve İsrail meselesi üzerinde yürüterek ve bu hassas alanı istismar ederek, Yahudi düşmanlığını körüklüyor ve İsrail’deki askeri hedeflere misilleme amaçlı saldırıları “stratejik sabır” kavramını kullanarak belki sonu getiriyor. Bu kavramın bana hiç de yabancı gelmediğini siz değerli okurlarımla paylaşmak isterim. Çünkü bu kavramı her ne kadar İran Cumhurbaşkanlığı Siyasi İşler İdaresi Başkan Yardımcısı Muhammed Cemşidi tarafından belirtilse de, 1992 yılında Farsçadan Türkçe ’ye çevrilen ve benim de dikkatle okuduğum Seyit Ali Hamaney’in “SABIR” adlı kitabında “stratejik sabır” kavramının aynı şekilde geçtiğini açıklığa kavuşturmak istiyorum.

 

Bana göre, İran’ın İsrail’e 13.4.2024 tarihinde yaptığı İHA saldırısından sonra İran İslam Devrimi adım adım kendisini ÇÖKÜŞE doğru hazırladığını düşünüyorum. Bu yıkım sürecinin etap etap, palet palet nasıl ÇÖKÜŞE doğru gittiğini kavramamızı kolaylaştıracak geçmişe kısa bir yolculuk yapalım:

 

28 Aralık 2017 ile 16 Eylül 2022 tarihleri arasında Meşhet, Kum ve Tahran’da başlayan ve hemen ardından İran’ın diğer şehirlerine dalga dalga yayılan protesto gösterileri, ülke içinde ve dışında büyük bir destek gördüğünü takip edenler hatırlayacaktır. Gösteriler heyecanla tartışılıyor ve yapılan bu tartışmaların heyecanı her geçen gün giderek artıyordu ve haber ajansları çıkan olaylarda yüzlerce insanın hayatını kaybettiğini, yüzlerce yaralı ve binlerce tutuklunun olduğunu dünyanın bilgisine sunuyordu.

 

Yedi yıl önce İran İslam Cumhuriyetinde yaşanan o protesto eylemlerini o dönemin Meşhet Cuma İmamı Ahmet Alemulhud’un; “Devrim kırk yıldır hiçbir sorunumuzu çözmedi ve ülkemizi her yönüyle geriletti” sözleri Ayetullah rejiminin her geçen gün saldırganlaşarak adım adım kendisini krize sokarak TÜKENİŞE doğru gittiğinin güçlü işaretlerini veriyordu.

 

Meşhet Cuma İmamı Ahmet Alemulhud, Ali Hamaney’e biatlı olduğu halde, haklı ve cesur çıkışlar yaparken; İran Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani, “ABD ve İsrail halkımızı kışkırtıyor ve fitnecileri sahaya sürüyor”, Tahran Cuma İmamı, “Halkın zihninin zehirli düşüncelerle bulanmaması için sosyal alanı serbest bırakmamalıyız.” Keyhan gazetesi müdürü Hüseyin Şeriatmedari, “Halkın geçim konusundaki rahatsızlığı, fitnecilerin yeni fitnesi.” Devrim Muhafızları Ordusu da olayları, “Birtakım gruplar yeni fitne peşindeler.” sözleriyle 2017’de yaşanan hadiselerin uygulamalarına sahip çıkıyordu.

 

Ayrıca Meclis Başkanı Laricani’nin 350 milyar dolar civarına kadar gerileyen milli gelirle ülkenin yönetilmesinin mümkün olmadığını söylemesi ve dini lider Hamaney’in protesto olaylarından hükümeti ve resmi kurumların yöneticilerini sorumlu tutarken ve onları hesap vermeye çağırırken; halk, Hamaney’in bu açıklamalarına öfkeyle karşılık veriyor ve sarf ettiği sözleri münafıklık olarak değerlendiriyordu.

 

”Çünkü İran halkı Hamaney’i münafıklıkla itham etmekte haklıydı. Hamaney, 30 yıllık görevi boyunca kimseye hesap vermek bir yana, bir kez dahi basın toplantısı düzenlediğine kimse şahit olmamıştı, gazetecilerin ve televizyonların karşısına çıkıp, halkına ve Müslüman dünyasına hesap vermeyi tek bir kereliğine olsa bile gerekli görmemişti.

 

Kısaca, 2017 ve 2022’de meydanlara çıkan göstericilerin ana hedefini şöyle özetleyebiliriz: Ülkedeki hayat şartları, yoksulluk, faiz, dış politika, rüşvet, idam, işsizlik, Kürtlere uygulanan zulüm politikaları, yolsuzluk, fuhuş, kadının kara çarşafa hapsedilmesi, sınıf farkına yönelik atılan somut sloganlardan, İslam Devriminin ÇÖKÜŞ temellerinin atıldığı dönem olarak okumak lazım.

 

Örneğin İran halklarının İran Devleti gibi, İsrail ve Filistin meselesiyle ilgilenmediklerini meydanlarda attıkları şu sloganlardan anlamak mümkündür: “Ne Gazze ne Lübnan canım feda İran’a”, “İslam’ı basamak yaptınız bizi zelil ettiniz”, ‘Biz devrim yaptık ne büyük hata yaptık.’’, “Kahrolsun Ruhani”, “Paralarımızı Suriye, Gazze ve Lübnan’da harcamayın”, “Halk dilenecek duruma düştü”, “Kahrolsun Hizbullah”, “İslam Cumhuriyeti istemiyoruz”, “İstiklal, özgürlük, İran Demokrasi Cumhuriyeti”, “Halk dilenciliğe başladı”, “Top Tüfek Fişek MOLALAR Kesinlikle Yok Olacak”, “Jin, jiyan, azadi” ve ‘’Merg merg Hamaney’’.

 

Yukarıda Ayetullah rejimine karşı atılan sloganların anlamı bana göre şudur: İran halkının büyük bir bölümünün “İran Şeriat Devleti’ni istemediğinin mesajını veriyor. İran halkı uyduruk şeriat yasalarıyla, hayatlarını ve ikballerini daha fazla karartmak istemiyor. İkincisi; İran halkları, seküler ve demokratik bir devlete özlem duyduklarını, uygar devletlere ve uygar milletlere bir kez daha devrim içinde devrim yapmaya hazır olduklarını ve demokratik devletlerin kendilerine yardım etmelerini talep ettiklerini net anlayabiliyoruz.

 

Şahlık rejimini gene alaşağı eden ve mollaları iktidara taşıyan gene aynı İran halkları değil mi? Peki, İran Şahlık düzeni nasıl yıkıldı ve Şah’ın ülkeyi terk etmesine hangi siyasi ve sosyolojik olaylar neden oldu? Sorularına analitik bilgiyle cevap vermeye devam ederek analizimizi daha sağlam bir zemine inşa edelim.

 

İran Şahı’nın sonunu getiren 1964 yılında başlayan “15 Hordat olayları”dır. İkincisi, 1973’te petrol fiyatlarının üçe katlanmasıyla birlikte İran ekonomisi büyük bir inişe geçti ve halk her geçen gün fakirleşti, bazı imtiyazlı insanlar hızla zenginleşti, kıskançlık, yolsuzluk, rüşvet, enflasyon ve her türlü yozlaşma İran toplumunun tüm katmanlarını Şah Pehlevi’ye karşı harekete geçirdi ve Şah Pehlevi İran’i terk etmek zorunda kaldı.

 

Peki, 2017 ve 2022 yılları arasında İranlı göstericilerin devrim karşıtı attığı bu sloganlara özellikle ABD ve İsrail devleti tarafından nasıl karşılık bulduğuna bir de bakalım.

 

ABD Başkanı Donald Trump, Twitter hesabından göstericilere anında şu yanıtı verdi: “ABD haklı mücadelenizi destekliyor”.

 

ABD’nin BM Daimi Temsilcisi Nikki Haley, “İran halkının bu büyük cesaretini alkışlıyoruz.” Beyaz Saray Sözcüsü Sanders, “ABD, İran halkını desteklemektedir; rejime, kendi vatandaşlarının barışçıl yollarla değişim arzusunu dile getirme temel hakkına saygı duyması çağrısında bulunuyoruz”.

 

Eski bir ABD Merkezi İstihbarat Teşkilatı (CIA) ve Ulusal Güvenlik Dairesi (NSA) çalışanı olan Edward Snowden, İran’daki gösterileri uzaktan söylemleriyle destekleyen ABD’li politikacılara şunları söyledi: “Eğer ciddiyseniz Google’a bir telefon açıp göstericilere gerçekten destek olabilirsiniz.” ABD Başkanı Joe Biden, “İran’ı özgürleştireceğiz”.

 

İsrail Ulaştırma ve İstihbarat Bakanı Yisrael Katz, “İran halkının özgürlük ve demokrasi mücadelesini” kazanmasını gönülden temenni ediyorum. İsrail’li Bakan, İran halkının özgürlük ve “demokrasi mücadelesini” kazanması halinde İsrail ve Ortadoğu’da tüm tehditlerin ortadan kalkacağını söylemişti.

 

“İran İslam Devleti” ve onun siyasal İslamcı yandaşları, yaşanan bu siyasal ve gerçek olayların hakikatini, bilimsel argümanlarla ve ilmi basiretle okuma, anlama, doğru teşhis koyma ve çözüm üretme yöntemi yerine, meydana gelen halk gösterilerini, ABD ve İsrail’in kışkırtması olarak propaganda ederek gerçeğe kurşun sıkıyordu.

 

Son olarak, sosyolog ve siyaset bilimci Ibn Haldun, “Mukaddime” adlı eserinde devletlerin yıkılışını; adaletsizlik, fakirlik ve milletlerin asabiye duygusunun zayıflaması ve halkın yoksulluktan dolayı devlete karşı güçlü bir güvensizliği doğurmasıyla birlikte devletin yıkılmasına vesile olduğunu söyler. Ona göre; insanın doğup, büyüyüp ölmesi gibi devletlerin kurulup, gelişmesi ve yıkılması ve yıkılan devletin yerine başka bir devletin doğması, Tanrı’nın koyduğu sünnetullah yasasıdır diyor.

 

İran’ı görmüş ve İran Devrimi üzerine sistematik okumalar yapmış biri olarak şimdilik için ancak şunları söyleyebilirim: İran’daki halklar, akıl dışı ve çağ dışı molla rejiminin hayatlarından çıkıp gitmesi için dışarıdan bir müdahalenin yardımına ihtiyaç duyduğu bir gerçek.

 

Büyük bir ihtimalle İran İslam Cumhuriyeti’nin çökmesini sağlayacak en büyük saldırıyı İsrail gerçekleştirecek. İsrail henüz İran’a yönelik misilleme hakkını kullanmamasına rağmen, dünya devletler liginin ve uluslararası kurumların neredeyse ezici çoğunluğunun desteğini almış durumda gözüküyor. İsrail’in İran’a yönelik büyük bir saldırı yapması halinde, İran halkları bu saldırıları fırsat bilecek ve dünya devletlerin desteğini alarak bu kez POSTMODERN BİR DEVRİME İMZA atacağını düşünüyorum.

 

Kadir Amaç

Brüksel

 

Kürdistan Nurculuğu ve İslam

Not: Bu çalışma 2020 yılında ayayınlanan ”Kürdistan’da Hizbullah’ın Anatomisi” adlı eserin yazarı olan Kadir Amaç’a aittir.       

Kadim Kürdistan coğrafyasının yetiştirdiği en büyük Kürt mütefekkirlerinden biri hiç kuşkusuz Said-i Kurdî’dir. Son zamanlarda Fethullah Gülen ve adamlarının, Kürdistan halkının her milletin sahip olduğu özgür vatan sevgisini ve hasretini engellemek için sömürgeci Türk devleti ve uluslararası güç şebekeleriyle ortak hareket ettiklerine şahit olmaktayız.

Gülen Hareketi ve şürekası Kürtlerin özgür vatan ülkülerini, ideallerini boşa çıkarmak ve modern Türk kolonyalizmini Kürdistan coğrafyasında en yüksek düzeyde temsil etmek için Said-i Kurdî’nin eserleri üzerinde en az beş yüz nokta da tahrifat gerçekleştirmişlerdir.

Nurcu cemaatlerin ezici çoğunluğu, Said-i Kurdî’nin eserlerini Türkçü ve Ehl-i sünnet(!) esaslar üzerinden yeniden yorumlayarak ve tahrif ederek, “Dinlerarası hoşgörü” parolasıyla, Türk-İslam evangelizmi ülküsü adına, küresel ölçekte hiçbir Türk devletinin ve hiçbir Türkçü akımın başaramadığını başarmıstır. Kürtlerin özgür vatan sevdasını Said-i Kurdî adına zehirlemeye ve yok etmeye kararlı olan Gülen ve adamlarının, Said-i Kurdî’nin benimseyip, amel ettiği inanç ve düşünce iklimiyle hiçbir biçimde benzeşmediğini bu çalışmada ortaya koymaya çalışacağım. Bu vesileyle Said-i Kurdî’nin Kürt ve Kürdistan meselesi hakkında vaaz ettiği görüşlerini ana hatlarıyla ilmi zaviyede sistematize etmeye çalışacağım.

İbn-u Tufeyl ve Gazali’den etkilenir

Öncelikle Said-i Kurdî’nin özgür vatan bilincini ve bu bilincin yüklediği sorumluluğu kavrayıp çözümleyebilmemiz için; o günün siyasi, sosyal, psikolojik, ekonomik ve uluslararası konjonktürel şartlarına egemen olan faktörleri bütün veçheleriyle bilmemiz gerekmektedir. Kürdistan’ın çeşitli medreselerinde kısa süren bir eğitim hayatı olan Said-i Kurdî, bu kısa süreli medrese eğitiminden sonra kendi imkanlarıyla yoğun bir okuma seferberliğini başlatır.

Kardeşi Abdurrahman Nursi, kitabında yirmi dört saat içinde Cem’ül Cevam-i, Şerhül Mevakıf ve İbni Hacerin kitaplarını okuyup anladığını yazar. İşrakiye felsefesinin kurucusu İbn-u Tufeyl ve Gazali’den etkilenir. Büyük Kürt Şairi ve filozofu Ehmedê Xanî’nin türbesinde ibadete kapanır ve bu sıralar 13-14 yaşlarındadır. Mardin’e gittiğinde o sıralar islam dünyasını baştan aşağıya kuşatan batı emperyalizmine karşı mücadele veren Cemalettin Afgani ve Şeyh Sennüsi hareketinin üyeleriyle yolda karşılaşıp, tanışma fırsatını bulur. (1)

Bundan sonra Said-i Kurdî’nin düşünce ve mücadele kulvarında Van şehri çok önemli bir yer kaplar. Vanlı Hasan Paşa’nın daveti üzerine uzun süre Van’da kalır. Said-i Kurdî, Van ile Kürdistan’ın diğer şehirleri arasında sürekli hareket halinde olur. İnşa ettiği bu hat üzerinde, sömürgeci Osmanlı İstibdadı’nın Valilerine, Paşalarına, işbirlikçileri Hamidiye Alaylarına, Ağalara ve Şeyhlere karşı aktif bir mücadele örneği sergiler.

‘Artık uyanınız, sabahtır’

Said-i Kurdî, Kürt halkının içinde bulunduğu bu menfi koşulları ortadan kaldırmak için beş yüzyıl boyunca, Osmanlı müslümanlığıyla dövülerek sersemleştirilen Kürt milletinin ontolojik hafızasını tekrar ayağı kaldırmak için Kürt halkına şu tarihi çağrıda bulur; “Ey aslan Kürtler! Beş yüz senedir yattığınız yeter. Artık uyanınız, sabahtır. Yoksa sahra-i vahşette vahşet ve gaflet sizi yağmalayacaktır. Hem milliyet denilen Rüstem-i Zâl ve Selahaddin-i Eyyubi gibi Kürt dahi kahramanlarıyla bir çadırda oturan her biriniz milliyet fikriyle umum milletin bir somut örneği olunuz. Varlığınızı birliğinizle gösteriniz. Yoksa sıfır çekecek, hürriyet diplomasını elinize vermeyecektir.” (2)

“E
y aslan Kürtler! Beş yüz senedir yattığınız yeter. Artık uyanınız, sabahtır. Yoksa sahra-i vahşette vahşet ve gaflet sizi yağmalayacaktır.”

______________________________________________________________

Said-i Kurdî 1893 ile 1908 yıllarını ve Kürt halkının içinde bulunduğu keşmekeşliğin en büyük düşmanını cehalet olarak tespit eder. Dolayısıyla Kürdistan halkına bu rönesansı yaşatmak için Van, Bitlis ve Amed hattında kafasında projelendirdiği “Medresetüzehra” adında bir üniversite kurmak için 1908 yılında İstanbul’a gider. İstanbul’da Abdulhamid’e Kürdistan coğrafyasında Kürtlerin kendi anadillerinde eğitim ve öğretimlerini yapacakları “Medresetüzzehra” adında kurumların açılmasını konu alan bir dilekçeyle isteklerini sunar.

O sıralar Kürt aydınların çıkardığı Şark ve Kürdistan gazetesinin birinci sayfasında bu dilekçe yayınlanır. Yayınlanan dilekçenin bir bölümü şöyledir: “Kürdistan’ın kasaba ve köylerindeki mekteplerin kurulmuş olması memnuniyetle görülmekte ise de bu mekteplerden Türkçeyi az da olsa öğrenmiş olan çocuklar ancak yararlanabilmektedir. Türkçeyi bilmeyen Kürt çocukları ise medreselerde okutulan ilimleri terakki etmenin biricik kaynağı olarak bilmektedirler. Yeni açılan bu mekteplerdeki öğretmenlerin mahalli dili (Kürtçe) bilmemeleri dolayısıyla bu çocukları eğitim ve öğretimden mahrum bırakmaktadır. Bu ise vahşete, karışıklığa, dolayısıyla batının gürültülü ve patırtı çıkarmasına sebep oluyor…” (3)

Devlete eklemleme çabası

Bundan sonra Said-i Kurdî İstanbul’da Kürt ve Kürdistan davasını yürüten Kürt aydınlarını, alimlerini, Kürt siyasetini yürüten örgütleri ve Kürt yayın organları ile yurtseverlik temelinde, hepsiyle eşit mesafede ilişkiler içinde olur. Ve yürütülen bu yurtseverlik faaliyetler içinde yerini alır. Özellikle o dönemlerde Kürt ve Kürdistan davası için mücadele eden, Kürt Teavün ve Terakki Cemiyeti (1908), Kürd Teali Cemiyeti (1918), Azadi Cemiyeti (1923) içinde yurtseverlik faaliyetlerini sürdürür.

Aynı şekilde İstanbul’da kaldığı süre içinde o dönemin en büyük Kürt düşünce ve dava adamlarından olan Bedirhaniler ailesi, Cemil Paşa ailesi, Seyyid Abdülkadir, Abdullah Cevdet, Ahmed Arif, Mehmet Sıdık, Babanzade Naim Bey, Cibranlı Halid Bey ve Şeyh Said gibi yüzlerce şahsiyetle Kürdistan davası üzerine münazaralar yapmıştır. Mamafih o dönemlerde Said-i Kurdî Kürt aydınların çıkardığı Şark ve Kürdistan Gazetesi, Kürt Teavün, Terakki Gazetesi ve Volkan Gazetesi gibi yayın organlarında Kürdistan davasıyla ilgili pek çok yazılar kaleme almıştır. (4)

Said-i Kurdî yukarıda anlattığımız ilişkileriyle ve faaliyetleriyle yaşamı boyunca milliyetine, diline ve kültürel değerlerine karşı oldukça güçlü bir bağ içinde olduğunu göstermektedir. Dolayısıyla Türk ve Kürdistan halkları arasında Nurcu cemaat olarak bilinen Fethullah Gülen ve benzeri parti, cemaat ve örgütlerin zalim Türk devletine eklemlenerek, Kürt halkını kimliklerinden ve özgür vatan sevdalarından mahrum bırakmak için Said-i Kurdî’yi; ‘ama islam ümmetinin birliği için Kürtlüğünden vazgeçmiştir, o bir islam alimiydi, onu Kürt meselesine bulaştırmayın, asil önemli olan islam davasıdır, islam ümmetidir, kardeşliktir, bugün Kürt kavmiyetçiliği adına ülkemizi ve devletimizi bölmeye çalışan bu zavallı Ermeni uşaklarına karşı kayıtsız kalmayınız… Tabiri caizse haydi bakalım atalarınız gibi siz de Kürt kimliğinizden ve özgür vatan sevgisinden vaaz geçin!’ Biçiminde sömürgeci Türk devleti ile iş birliği yaparak Kürt halkı üzerinde yoğun bir propagandanın yürütüldüğünü görmekteyiz.

‘Ey Kürt halkı!’

Özellikle son dönemlerde Türk devleti ile Fethullah Gülen Cemaati söylediğimiz yöntemlerle Kürt halkını diline, kültürüne ve vatanına karşı aline etmek için dev bütçeleri bu oryantalist faaliyetler uğruna harcadığını tüm ilgili çevreler tarafından bilinmektedir. Ehven-i şer odaklarına karşı Said-i Kurdî, Kürtlere şu tarihi uyarıyı yapmaktadır: Her tarafa şubeler salmış büyük bir çeşme başında bir bozulma olursa bu her tarafa sirayet eder. Fakat yüz pınarın ortasında büyük bir havuz olursa, o havuz pınarlara bakar ve onlara tabidir. Ey Kürtler! Görüyorum ki, bizde pınar yoktur. Onun için uzaktan gelen taafün eden bir suyu içiyoruz. Eskisi gibi istibdadi görüyoruz. Öyle ise gayret ediniz, çalışınız, Ta ki bir kemalat pınarı bizde de çıksın. Yoksa daima dilenci olacaksınız ya da susuzluktan öleceksiniz.” (5)

______________________________________________________________

“Ey
Kürt Halkı! İttifakta kuvvet, ittihatta hayat, kardeşlikte saadet, hükümette saadet vardır. İttihat bağını ve muhabbet ipini güçlü tutun. Ta ki sizi beladan kurtarsın.”

______________________________________________________________

Said-i Kurdî, Kürt halkının içinde bulunduğu korkunç köle yaşamı Kürt Teavün ve Terakki gazetesinde yazdığı Kürtçe makalelerle anlatır. Kürt Teavün ve Terakki gazetesinde yayınlanan bu makale şöyledir: Ey Kürt Halkı! İttifakta kuvvet, ittihatta hayat, kardeşlikte saadet, hükümette saadet vardır. İttihat bağını ve muhabbet ipini güçlü tutun. Ta ki sizi beladan kurtarsın. Bana iyi kulak verin, size bir şey söyleyeceğim: Biliniz ki, korumamız gereken üç cevherimiz vardır; Birincisi islamiyettir ki; binlerce şehidimizin kanı pahasına olmuştur. İkincisi insaniyettir ki; halkın nazarında akla uygun hizmetle yiğitliğimizi ve insanlığımızı bütün dünyaya göstermeliyiz. Üçüncüsü milliyetimizdir ki; bize meziyet vermiştir. Bizden öncekiler iyilikleriyle yaşıyorlar. Kendine yetebilen, milliyetini koruyup onların ruhlarını kabirlerinde şad eder… Biz üç elmas kılıcı elimize alalım ve düşmanı üstümüzden kaldıralım. Birincisi: Adalet, maarif ve okuma kılıcıdır. İkincisi: İttifak ve milli muhabbet kılıcıdır. Üçüncüsü: Kendine güven kılıcıdır. (6)

Dolayısıyla Filistin’li islam düşünürü Fehmi Şinnavi “Kürtler islam ümmetinin yetimleridir” sözünden önce Said-i Kurdî’nin Kürt halkının bu perişan ve öksüz halini en yüksek düzeyde kavramış olması çok önemlidir. Bundan dolayı mustazaf Kürdistan halkını yetim ve öksüz bırakan ve islam düşüncesinin nimetlerinden faydalanarak yeryüzünde güçlü devletler kuran Arap, Fars ve Türk miletine, Kürt halkının vatanını ve dilini kardeşlik ve ümmet adına yetim bırakanlara şu tarihi çağrıda bulunuyor: “Ey Türkler ve Araplar! Sizde olan hakkımızı dava ediyoruz. Yani Kürt gibi küçük taifelerin menfaati ve saadet-i dünyeviyeleri ve uhreviyeleri, sizin gibi büyük muazzam taife olan Arap ve Türk gibi hâkim üstadlara bağlıdır… Birbirinizin şahsi kusurlarına bakmamak gerektir.” (7)

‘Kaderin sikkesi anadildir’

Said-i Kurdî İstanbul’da bulunduğu sıralarda, Kürdistan halkının özgürlük davası için mücadele eden dönemin önemli Kürt dava adamları Emin Ali Bedirxan, Seyyid Abdulkadir, Şükrü Mehmet ile birlikte İstanbul’daki Amerikan Konsolosluğu’na giderler. Said-i Kurdî, Kürdistan davası için sert tartışmalar içine girer. Said-i Kurdî elinde taşıdığı Kürdistan haritasını Amerikalı Konsolons’a gösterdiği sırada, konsolos ona dönerek: “Bu bölgenin çoğunluğu üzerine Ermenistan devletinin kurulmasına karar verilmiştir” demesi üzerine Said-i Kurdî şöyle cevap verir: “Kürdistan eğer deniz sahilinde olsaydı, Diritnavutlarınız (savaş gemileriniz) ile belki bu kararı uygulayabilirdiniz. Fakat Kürdistan dağlarına Diritnavutlarınız çıkamaz, bu kararınız da uygulanamaz.”(8)

1923 yılına gelindiğinde kurulan Türkiye Cumhuriyeti devletinin ırkçı ve şovenist paradigması Atatürk, Yusuf Akçura, Ahmet Ağayef, Falih Rıfkı Atay, Dr.Rıza Nur, Nihal Atsız ve Esad Bozkur gibi kişiler tarafından inşa edilecekti. Türk ırkçılığı ve şovenizmi üzerine inşa edilen bu yeni Türkçü paradigma, Kürt coğrafyasını ve insanını hedef alarak, varlığını sonlandırmak için sömürgeciliğin tüm enstrümanlarını kullanmaktan imtina etmeyecekti. Bu yeni Türk devleti etnografik hudutlarını tek millet, tek devlet ve tek bayrak ekseninde amentulaştıracaktı. Kürt halkı için çok zor geçen bu dönemlerde Said-i Kurdî, Kürt dilinden, Kürt milliyetinden ve kültüründen asla taviz vermediğini şu sözleri ile bu tanıklığını ispatlayacaktı:

“İnsanda kaderin sikkesi(damgası) anadilidir.” (9)

Kürt olup, Türkçülüğün amentüsünü yazan Ziya Gökalp ile bir defasında karşılaşırken, onun içinde bulunduğu rezil ve alçak duruma işaret ederek şu tarihi sözü söylemekten geri durmamıştır: “Bir kelle soğanı bin kızılelmaya değişmem.” (10) Said-i Kurdî, sahih Kur’an-ı ve rasyonelliği benimsediği için milliyet, dil ve kültür tanımlamalarını ontoloji, anatomi ve fizyoloji yasaları ekseninde değerlendirmiştir. “Göklerin ve yerin yaratılması ile dillerinizin ve renklerinizin ayrı olması, O’nun ayetlerindendir.” (Araf/-22) (11)

‘Aldanırız fakat aldatmayız’

“Ben Kürdistan’da doğdum ve ben Kürdüm” diyen Said-i Kurdî, Divan-ı Harp’te derki: “Fahr (övünmek) olmasın biz ki Kürdüz, aldanırız fakat aldatmayız.” Ayrıca, İstanbul’da Padişah’ın ve Ankara’da ise Atatürk’ün kendisine rüşvet, maaş ve makam tekliflerine karşı tenezzül ve tevessül etme girişiminde asla bulunmadığını şu sözleri ile kanıtlamıştır: “Sultanın maaş ve ihsan denilen rüşvet ve susma payını kabul etmedim. Reddettim. Milletimin namını lekedar etmedim. Aklımı feda ettim. Hürriyetimi terk etmedim. Ona boyun eğmedim.” (12)

Said-i Kurdî’nin yurtseverlik mücadelesinde beni en fazla etkileyen şu hadise olmuştur: 1909 yılında İstanbul’da kırk bin Kürt hamalını, Kürt yurtseverliği temelinde örgütlemiş olmasıdır. Araştırmacı Kürt yazar Rohat Alakom, Said-i Kurdî’nin “umum yerleri ve kahvehaneleri” (13) dolaşarak babasının da hamal olduğunu belirtmiş olmasıdır. Bu örgütlenme yöntemiyle Kürdistan tarihinde bir ilke imza atmış oluyordu. Çünkü insanlık tarihinde farklı sınıflardaki insanları zalim otoritelere karşı örgütlenme kategorilerin olduğunu biliyoruz. Fakat hamallar sınıfını, Said-i Kurdî’nin hem ulusal hem de emek temelinde yaptığı bir örgütlenmeyi yapan birinin olduğunu da sanmıyorum.

Türkiye’nin tanınmış en önemli gazetecilerinden biri olan Uğur Mumcu, Said-i Kurdî’nin Türk devletine ve Atatürk’e karşı büyük bir düşmanlık beslediğini şu sözleriyle belirtir: “Said-i Kurdî, Atatürk’ün ve laik devletin amansız düşmanıdır.” “Bütün bunlardan anlaşılıyor ki Said-i Kurdî hem islamcı hem Kürtçü’dür.” (14)

Nihal Atsız Nurculuğu…

Hayatının büyük bir bölümünü Said-i Kurdî’nin eserlerini ve fikirlerini insanlara tanıtmakla ve anlatmakla geçiren Sıddık Şeyhanzade, Said-i Kurdî yaşamı boyunca sahih Kur’an düşüncesi, batıl inançlara galebe gelsin diye ve mazlum Kürt halkı özgür olsun diye yaşamını vakf ettiği söyler.
Said-i Kurdî’nin eserleri üzerinde yapılan bu tahrifatların gerçeği ortaya çıksın diye başta Fethullah Gülen ve önemli adamlarından olan Hekimoğlu İsmail ile farklı zamanlarda buluşup konuştuğunu söyler. Hekimoğlu İsmail’e Said-i Kurdî’nin eserleri üzerinde beş yüz nokta üzerinde tahribatın yapıldığını kendisine hatırlattığını söyleyince, şu karşılığı aldığını söyler: “Bizim nurculuğumuz Nihal Atsız nurculuğudur.” (15) H.İsmail’in bahsettiği bu şahıs yüz yılın en büyük Türkçü düşüncesini savunan adamdır. Ve Said-i Kurdî’yi Kürdistan devletini kurmakla suçlayıp, şu sözleriyle hedef göstermiştir: “Kürtlerin mevhum meziyetlerinden bahsediyor. Kısacası onlara devlet kurdurmaya şu sözüyle gösteriyor”: “Özgür bir Kürdistan tohumu ekiyorum. Onu geliştirip büyütün.” (16) H.İsmail’in Sıddık Şeyhanzade’ye yaptığı bu itirafı açıkça gösteriyor ki, Fethullah Gülen ve cemaati Nihal Atsız’ın Türkçü fikirlerini tüm dünyaya yaymak için, Nurculuk ve Islamcılık adı altında küresel ölçekte oryantalist faaliyetler yürüttüğünü fazlasıyla kanıtlamaktadır.

‘Zalimler için yaşasın cehennem!’

Son olarak 1990’lı yıllarda, benimde şahit olduğum, politik Türk islamcıların çıkardığı Tevhid ve Yeryüzü dergileri büyük Kürt düşünürü Musa Anter’i kapak konusu yapıp, Kürt halkına bu şahsin islam düşmanı ve Kürtlere Zerdüştlük propagandası yapmakla suçlayıp hedef haline getirmişlerdi. Sözde bu islam düşmanı, bakınız Said-i Kurdî ile olan anısını nasıl anlatıyor: “Şerefli yaşantısı çok renklidir. Öyle ki evlenmeye, bir ev kurmaya bile vakit bulamadı. Hele yüzyılımızın başından 1960 yılına kadar tüm hayatı Osmanlı ve Türkiye Cumhuriyeti otoriteleri ile mücadele ederek geçmiştir. Uzun ve değerli hayatının anlatılması hatıralarımın içinde yersizdir. Onun hayatı başlıbaşına ciltler dolusu ibret levhalarıyla dolacak çaptadır.”
Sonuç olarak toparlayacak olursak Said-i Kurdî Lahikalar, Asar-i Bediyyat, Hutbe-i Şamiye gibi eserlerinde Kur’an ve insan merkezli düşünceyi eksen alarak, Kürdistan halkının da diğer halklar gibi özgürce yazgılarını belirleme hakları olduğunu açıkça belirtmiş olmasıdır. Ana hatlarıyla tanıtmaya çalıştığımız Said-i Kurdî’nin yurtseverlik panoraması böyleyken, yeryüzünde üstün ırk tasavvuruna sahip, Türkçü zihniyetin mimarı Fethullah Gülen, bu büyük Kürt düşünürü için şöyle diyor: “Ben bir Kürdün huzurunda diz çöküp elini öpmeyi gururuma yedirmediğim için gitmedim.” Bu zihniyetin temsilcisi olan Sızıntı Dergisi 2011 Haziran tarihli sayısında, Said-i Kurdî’nin bir fotoğrafını kapak yaparak, bu büyük Kürt düşünürün yurtseverlik kimliğine karşı ne kadar tahammülsüz olduğunu göstermiş olacaktı. Dergi kapağında Said-i Kurdî elinde kocaman bir Türk bayrağı ile adeta tüm insanlık ailesinin asabiye şubelerini Türkleştirmek için sefere çıkmış gibi.

Durum tüm çıplaklığıyla ortadayken Türk devleti, Fethullah Gülen ve dostları, Said-i Kurdî’nin Kürt kimliğini ortadan kaldırmak için oryantalist enstrümanlar ve cerrahi yöntemler kullanarak transformasyona uğratmak istemişlerdir. Dolayısıyla Kürt halkının bu düşmanları, büyük Kürt filozofun dehasını gördükleri için tıpkı Mevlâna ve Fuzuli gibi Said-i Kurdî’yi ve düşüncelerini Türkleştirmek istemişlerdir. Dolayısıyla bu büyük yurtsever Kürt filozofu, Türk devletinin her türlü irrasyonalist, geleneğine ve sömürgeciliğe karşı tavrını söyleyeceği şu Kürtçe sloganla net ortaya koymuş olmasıdır: “Ji bo zaliman bijî cehennem” (zalimler için yaşasın cehennem). Bu zaviyede hareketle her bir Kürt bireyin özgür vatan bilincini ve düşüncesini kozalaştırıp tıpkı bir kelebek gibi özgürlüğe kanat çırpması için Said-i Kurdî, gibi Kürt filozoflarını yaşamlarında eksik etmemelidirler.

Kadir Amaç

KAYNAKÇA

(İctimai Receteler 1, s. 60)
2. (İctimai Dersler: Zehra Yayın,s. 94)
3. (Vefatının 50.Yılında Bediüzzaman Said Nursi, s.19)
4. (Kürt Sorunu, Altan Tan, s.162 )
5. (İctimai Receteler 1,s.193)
6. (Kürtler ve Islami kurtuluş, Sait Özbey,s.44)
7. (İctimai Dersler, Zehra Yayıncılık, s.59)
8. (Doza Kürdistan, Zinar Silopi,1969, s.54)
9. (İctimai Reçeteler 1, s.94)
10. (İctimai Reçeteler 1, s.95)
11.( Kur’an Meali, Ali Bulaç, Araf 22, Ankebut)
12. (İçtimai Receteler , s.52)
13. (Eski İstanbul Hamalları, Rohat Alakom)
14. (27 Mart 1990 Cumhuriyet gazetes, Uğur Mumcu)
15. (Gerçek Hayat Dergisi,27.11.2008)
16. (Atsız Mecbua, yıl: 1932.sayı:17)

Sayın Başkan Alexander De Croo’ya Mektup

‘Sayın Başkan Alexander De Croo,                                               

Efendim! Ben Kadir Amaç, Belçika’nın şirin ve güzel kasabası Brasschaat’tan selamlar, sevgiler ve saygılar sunuyorum. 17 yıl önce, fikirlerim ve yazılarım nedeniyle ülkenize Kürt yazar kimliğiyle sığınmacı olarak geldim. Belçika Devletine iltica başvurusu yaptım ve iltica talebim kısa bir süre içinde demokratik devletiniz tarafından kabul edildi. Şimdi ise, ülkenizin bana verdiği vatandaşlık pasaportunu taşıyorum ve bu durumdan son derece gurur duyduğumu ve Belçika Devleti ve halkı adına sizin aracılığınızla teşekkürlerimi iletmek istiyorum.

Sayın Başkan Alexander De Croo,

Zat-ı alinizin afına sığınarak kısaca mensubu olduğunuz Flaman milletinin hak arama mücadele tarihine kısa bir yolculuk yapmak ve daha sonra Kürt halkının hak arama mücadelesinin hiçbir aşamasında terör ve tedhiş eylemlerine tenezzül etmediklerini ve amaçlarının sadece ve sadece üzerinde beş bin yıldır yaşadıkları anavatanlarında yasaklanan dillerini konuşmak ve yüzyıl önce kaybedilen siyasal egemenlik haklarını yeniden kazanmak olduğu gerçeğini mukayeseli ve bilimsel görüşlerinize sunmak istiyorum.

Sayın Başkan, Alexander De Croo,

Belçika’nın son 90 yıllık tarihini kısaca ele alırsak, Flamanlar ile Valon milletleri arasındaki temel sorunun ana dil, teritorialve siyasal egemenlik konuları üzerinde temellendiği siyasi çekişmenin tarihini diyebiliriz. Bildiğiniz üzere, 1815 ‘’Waterloo Savaşı’’ndan sonra Belçika’yı oluşturan bölgeler Hollanda’ya bağlanmıştı. Protestan olan Hollandalıların Fransızca konuşan Valonlara zorla ve asimile yöntemiyle Hollanda dilini kabul ettirmeye kalkışmaları sonucu 1830 yılında Hollanda egemenliğine karşı çıkan, Valon ve Flaman entellektüellerin ve eğitimli burjuva aristokrasi sınıfının işbirliği sonucunda ‘’Temiz Devrim’’ yapılarak Belçika Devleti kurulmuştur.

Belçika toprakları Hollanda egemenliğinden kurtulduktan hemen sonra siyasal egemenlik Valonların kontrolüne geçti. Valonlarla birlikte Hollanda sömürgeciliğine karşı savaşan Flaman milleti bu kez Valonların kötülüklerine maruz kaldı, dilleri aşağılandı ve yasaklandı. Bu sebepten dolayı Flaman milleti ilk olarak anadil hak arama mücadelesi taleplerini 19. ve 20. yüzyılın başlarında ortaya çıkardılar.

Özellikle 1. Dünya Savaşı sırasında Belçika ordusunun çoğunluğunun Flaman askerlerinden oluştuğunu çok daha iyi biliyorsunuz. Flaman askerler Fransızca konuşan subaylar tarafından aşağılandığını, hakarete uğradığını ve Flaman askerlere verilen Fransızca emirleri anlamadan ölüme gittiklerini bir Kürt yazarı olarak zat-ı alinize bu acıları yeniden hatırlattığım için özür diliyorum.

Sayın Başkan, Alexander De Croo,

Flaman halkına yönelik bu akıl almaz kötülüklerin yapıldığı o yıllarda bir grup Flaman entellektüelin örgütlendiklerini ve dil konusunda bir takım temel hakları talep ettiklerini görüyoruz. Flaman entellektüellerin dil konusundaki bu azimli mücadeleleri kısa bir süre içinde meyvelerini yavaş yavaş vermiş ve ilk olarak 1920’lerde mahkemelerde tercüman bulundurma ve Gent Üniversitesi’nde bazı derslerin Flamanca olarak verilmesine sebep olmuştur. Flaman Milli Hareketi bu taleplerde kalmayıp 1920’den itibaren adım adım federalleşme idealini gerçekleştirmek için, dil ve teritorial egemenlik esasında ayrışmanın alt ve üst koşullarını inşa etmeyi başarmıştır. Bu inşa süreci II. Dünya Savaşı sonrasında hızlıca ilerleyerek istenilen merhaleye ulaşılmıştır.

Sayın Başkan Alexander De Croo,

Kürtlerin ana dil ve siyasal egemenlik hak arama mücadelesini daha iyi anlayabilmeniz için tarihinizde yaşanmış şu örneği vermek istiyorum: II. Dünya Savaşı sırasında işgalci Almanların German bir dil konuşan Flamanları milliyetçiliğe teşvik ettiklerini ve öyle ki onları kışkırttığını inkar edemeyiz. Flaman milletinin bir diğer tarihi hak arama mücadelesi ise 1960’ların başlarında Katolik Leuven Üniversitesi’nde yaşanan üzücü olaylardır. Bu olaylardan sonra anadil sınırının çizilmesi ile birlikte, Leuven şehri Flaman topraklarında kalır. Bu yaşanan üzücü olayların hemen ardından Flaman Milliyetçi Hareketi tüm eğitim ve öğretim derslerin Flamanca öğretilmesi hakkını elde eder.

Sayın Başkan Alexander De Croo,

yaşanan bu üzücü olaylarda taraflar birbirlerine ‘’TERÖRİST’’ ifadesini kullanmaktan imtina etmediler. Yani, Flaman Milliyetçi Hareketi hem Hollandalılar hem de Fransızlar tarafından TERÖR Hareketi olarak değerlendirilmiştir. Flamanların bu hak arama girişimleri aynı zamanda Valon Milliyetçi Hareketini doğurmuş ve her iki taraf da sokaklarda ve meydanlarda birbirlerine karşı şiddet araçlarını kullanmaktan geri durmamışlardır. Aynı şekilde hem Flamanların hem de Valonların ulusal marşları ve ulusal günleri farklıdır. Özellikle planlamalar 14. yüzyılda Fransızları yendikleri ‘’Altın Mahfuzlar Muharebesi’’nin her yıl ulusal gün adına kutluyorsunuz! Örneğin siz bu tür milli bayramlarınızı halkınızla kutladığınızda birileri gelip, bayram kutlamalarına katılan halka saldırdığında nasıl bir tepki verirdiniz?

Konumuza kaldığımız yerden devam edersek, tüm bu gelişmelerden sonra iki toplum çok ciddi krizler ve çatışmalar yaşamıştır. Bu süreç 1996’ya gelindiğinde Belçika’nın federal bir yapıya kavuşması ile hukuki bir şemsiye altına girerek, her iki halkın anadilleri ve temel hak ve hürriyetleri anayasal güvence altına alınmıştır. Flamanlar 90 yıl önce hak arama mücadelesini vermemiş olsaydılar acaba bir Flaman olarak bugün Belçika Devlet Başkanı olur muydunuz, ya da bugün Vlaanderen ve Valon federal bölgeler olur muydu?

Sayın Başkan Alexander De Croo,

bugün Brüksel Avrupa’nın başkenti olmakla birlikte adeta dijital gezegenimize de başkentlik yapmaktadır. Çünkü, Belçika ve Brüksel dünyadaki en önemli siyasi kararların alındığı bir ülkedir. Bir zamanlar bu kadim şehirde ağırlıklı olarak Flaman dili konuşuluyordu ama bugün Brüksel nüfusunun yaklaşık %90’ı Fransızca konuşmaktadır! Bu gerçeğe rağmen Flaman siyaseti Brüksel’i Flanderen bölgesine dahil etmek istemektedir. Ancak, Brüksel’in çoğunluktaki nüfusu idari olarak Flanderen bölgelerine bağlanmak istemez. Bu sebeple çatışmayı önlemek için Brüksel’e bir çeşit tarafsız iki dilli bir yapı statüsü anayasal olarak tanınmıştır ve aynı zamanda bu durum örnek bir çözüm modelidir. Ayrıca Flaman aydınları çoğunlukla iyi Fransızca biliyorlar ve tüm bu gerçeklere rağmen son yıllarda iki toplumun da birbirlerinin dilini konuşma yolunda çok daha istekli olduğu gözlenmektedir.

Sayın Başkan, Sayın Alexander De Croo,

Belçika’daki iki halkın teritorial ve siyasal egemenlik haklarının eşit şekilde paylaşılarak, dünya devletler liginde örnek bir model ülke olmaktan ne kadar fazla gurur duysanız azdır. Valonlar ve Flamalar, Hristiyan ve Katolik olmalarına rağmen Güney’de Valonlar (Fransızlar), Kuzey’de Flamalar Hollanda dili konuşmaktadırlar ve ülke üç federal bölgeye ayrılmış durumdadır. 1. Vallon (Wallonie) bölgesi, 2. Flamanların (Vlaanderen) bölgesi, 3. Çoğunlukla Fransızca konuşan Brüksel bölgesi ve Almanca konuşan 1000.000 kişilik bir topluluğun yaşadığı bölgeyi de hatırlatmakta yarar var. Ayrıca Belçika’da toplam 5 parlamento ve hükümet bulunmaktadır. Federal Hükümet, Flaman Bölgesel Hükümet, Walon bölgesi hükümeti, Brüksel Merkezi hükümeti, Brüksel-Walon Fransızca konuşan hükümetlerinden oluşan dünyanın belki de en demokratik ülkesi diyebiliriz.”

Sayın Başkan Alexander De Croo,

Görüldüğü gibi, 1996 yılından beri federal bir demokrasi ülkesi olan Belçika’da bölgelere ayrışmanın temel ölçüsü ana dil ve siyasal egemenlik haklarıdır. Belçika’da yaşayan halklar hem eşit düzeyde kendi anadillerini ve siyasal egemenlik haklarını eşit düzeyde kullandıklarını görüyoruz. Örneğin, Belçika’da iki dilli de ana dili gibi öğreten hiçbir okul yoktur. Çocuklar ya Fransızca okuluna ya da Flaman okuluna gitmek zorundadırlar. Bu kadar da kalmıyor, Flaman bölgesinde sadece Flaman okulları, Valon bölgesinde sadece Fransız okulları var. İki tip okulun bulunabildiği tek bölge Brüksel ve çevresindeki bazı imtiyazlı bölgelerdir. Belçika’ya özgü olan bu siyasi karakterlerin ya yerel yönetimlerin, federal ve bölgesel hükümetlerin şemsiyesi altında ülkede yaklaşık olarak 300 yerel yönetim birimine sahip olduğunu ve bunların toplamına komün adı verildiğini biliyoruz. Komünlerin birçok konuda yetkili kılınmıştır. Ayrıca kendi polis teşkilatları, hastaneleri, okulları, pasaportları, oturma izinleri ve diğer idari belgeleri komünlerden temin ediyorlar.

Sayın Başkan Alexander De Croo,

Flaman milletinin hak arama mücadelesini ana hatlarıyla size hatırlatmakdaki maksadım, 5 bin yıllık tarihe sahip olan ve buğdayın ilk bulunduğu ve ilk evcilleştirildiği Kürt toprakları işgal altında ve bu toprakların yerli halkı olan Kürtlerin yüzyıldır anadilleri okullarda, üniversitelerde, parlamentoda, hastanede, mahkemede, belediyede ve hayatın her alanında yasaklandığı gerçeğiyle yüzleştirmek ve yarım saatliğine KÜRT OLUP EMPATİ yapmanıza vesile olmak istiyorum.

Bu perspektiften hareketle 24 Mart 2024 tarihinde Leuvenkentinde düzenlenen Kürt Milli Newroz Bayramı kutlamasının ardından Heusden-Zolder kasabasından konvoy halinde geçen Kürtlere yüzlerce ırkçı Türkün saldırısına uğradığı görüldü. Sosyal medya üzerinde yayınlanan video görüntülerinde güvenlik güçlerinin yetersiz kaldığını, acemi olduklarını ve olaya müdahalede başarısız olduklarını net bir şekilde görebiliyoruz. Ayrıca görüntülerde, ırkçı grubun IŞİD teröristleri gibi Kürtlerin milli bayraklarını ateşe verdiklerini, tekbirler eşliğinde bir eve sığınan bir grup Kürtü yakmaya çalıştıklarını ve başka bir video görüntüsünde ise bir Kürt gencinin linç edilme sahnesi IŞİD teröristlerini bana hatırlattı.

Sayın Başkan Alexander De Croo,

Belçika’da yaşayan Kürtler, sosyal medya üzerinde bu barbar ve çağ dışı görüntüleri izledikten sonra olay yerine akın etmiş ve bu çağ dışı ırkçılığı protesto ederken, öfkelerini kontrol edememiş ve bir dizi hoş olmayan taşkınlıklara sebep olmuşlardır. Zat-ı aliniz olaylar karşısında daha olgun ve gerçekçi açıklamalar yapmanız beklenirken, şu talihsiz açıklamaları yaparak 72 milyon Kürt halkının gönül dünyasında bir üzüntü yaratmış adeta Kürtleri terörize eden bu kederleyici ifadeleri, ırkçı ve İslamcı teröristlere cesaret vermiş ve Kürt düşmanı Erdoğan’i sevince boğmuştur.

Sayın Başkan Alexander De Croo,

Yaptığınız bu talihsiz açıklamalarınızdan dolayı sizi mazlum Kürt halkından özür dilemeye davet ediyorum! Çünkü yüzyıldır toprakları işgal edilen, dilleri yasaklanan, siyasi egemenlikleri ellerinden alınan ve vatanlarından göçe zorlanan Kürtler mi terörist oluyor, yoksa Kürtlere bu kadar kötülük yapan Türk devleti ve bu haydut devletin kötülüklerini meşru gören Belçika’da yaşayan ırkçı Türkler mi? Bu anlamda, Erdoğan ve Türk toplumunun ezici çoğunluğu Kürt düşmanıdır. Hak ve adalet mefkûresinden uzaktırlar. Yani; ganimetçi, fetihçi ve emperyalist düşüncelere ve pratiklere sahiptirler. Bu tehlikeli siyasi düşünceleri analiz eden insanlardan biri de siyaset bilimine psikoloji kavramını kazandıran Amerikan Yale Üniversitesinden HaroldLasswell’ın çalışmaları, bize Erdoğan’ın psikolojisini anlamamıza yardımcı olacağını düşünüyorum: Lasswell, ırkçı politikacıların zihinsel olarak siyasete dengesiz başladıklarını, güç ve egemenliği hiçbir millet ve hiçbir devletle paylaşmamak için bu amaçla siyasete atıldıklarını söyler. Platon, “Devlet” adlı eserinde; “bu tür siyasi insanlar çılgınlaşmak zorundadırlar, çılgınlaşmak doğalarında vardır, hiçbir kimseye güvenmezler, hayali düşman üretirler, bütün devletleri ve milletleri düşman görürler ve bu psikolojiyle daha çok güç toplarlar.” İfadelerini kullanır.

Üzülerek şu hakikati de söylemek istiyorum: Yaptığınız talihsiz açıklamalarınızla, Türk ırkçılarını ve İslamcı Erdoğan’ı fazlasıyla şımartıyorsunuz! Türk devletinin elebaşı Erdoğan ve onun İslamcı şürekâsı Kürdistan ülkesine ve milletine her türlü kötülüğü yaptı ve bu kötülüklerine tüm gücüyle devam ediyor. Bu durumu siz de gayet çok iyi bilen devlet başkanlarındansınız.

Sayın Başkan Alexander De Croo,

Mektubuma şu soruyla son vermek istiyorum: Evet, biliyorum, savaş çok çirkin bir şey! Millet olarak asla biz savaşı arzu etmiyoruz. Biz Kürtler millet olarak; barış diyoruz, yok diyorlar, kardeş olalım, yok diyorlar, demokratik ve parlamenter yollardan hakkımızı istiyoruz ona da yok diyorlar! Peki, ne yapalım?

Saygılarımla,

Kadir Amaç – Yazar

Brasschaat – Belçika.

KÜRT HALKI ABDULLAH ÖCALAN HAKKINDA NE DÜŞÜNÜYOR!

Bazı liderler, zekalarını ve enerjilerini yönetme işlerinin çoğunu kontrol etmeye ayırır; detaylara düşkün ve her şeyle uğraşma meziyetine sahiptirler. Ancak bazıları da tam tersine her şeyle uğraşmaz, bir dizi önemli meselelerde idare etme insiyatifini kullanır ve genellikle idare işlerinin çoğunu güvendiği ve emri altındaki görevlilere bırakır.  

Eleştirmenler ve yönetim uzmanları her iki lider profilini yanlış bulur ve bunun yerine vasat ve mutedil bir yol izleyen liderin çok daha başarılı olacağını önerir.  Bu mahfilde, Hobbes ve Machiavelli, siyasi hareketleri yönetme hususunda, liderleri kurnazlığa ve manipülasyona teşfik eder.  

Eleştiri sanatı, kültürü ve teorisi üzerine sanırsam  en kapsamlı çalışmalar yürüten ”Frankfurt Ekolü”dür. Bu ekolün üyeleri olan yüzlerce düşünür, ”eleştiri teorileri”ni bilimsel ve entelektüel zaviyede gerçekleştirmiştir. 

Gerçekçi düşünmeyenler zalim ile mazlum, yöneten ile yönetilen, hak ile batıl arasındaki farkı, geometrik ve aritmetrik bir hesapla ortaya koyamazlar.  Çünkü ütopyacı düşünceler hayatı bulanık görür. Tıpkı Goethe’nin ”Fauts”u gibi, ”Ah şu an, o kadar güzelsin ki, ebediyen öyle kal!”  

Realistler ve Post Modern Düşünürler ”bu şey berraktır” ya da ”kesin  böyledir” demiyorlar; belirsizlikle temas kurarlar, ondan bulduklarını, gördüklerini ve his ettiklerini bilim dünyasıyla paylaşırlar.

Dolayısıyla doğruluk sabit bir şey değildir; bugün doğrudur, yarın doğruluğu yanlışlama ihtimali yüksektir! Ama hakikat öyle değildir; çünkü hakikat ontolojik ve primordiyal yasalardır. Kişinin bir ”şeyin” farkında olmaması, mekan ve zamanı geometrik ve aritmetik hesaplayamaması demektir! Sanırsam şunu demek istiyorum:  

 Ahmaklara her gün gülüyorum (!) Çünkü olmayan bir şeyi olmuş gibi gösterirler. Eleştiriyi ve sevgiyi birbirine karıştırarlar ve aynı klasmanda görürler. Yapamadıkları bir şeyi başkasına söylerler, iyilikten çok bahs ederler; ama kalplerinde sadece kötülük barındırırlar! 

Hiç bir şey olmayıp (sıfır)  kendini bir şey zan eden ve suyun üzerinde yürümeye cesaret eden bu sarhoşların sayısı bir hayli fazlayken; Kürt düşünce dünyasında eleştirel teorisyenlik yapabilen bir yazarın hala içimizden  çıkmamış olması düşündürücüdür! Oysa ki bilinmsel değerlendirmeler ve eleştirel teoriler özgürleştirir. 

Lider ve liderin misyonuna yönelik yapılan ”eleştiri teorileri” konusunu Kürt lider Abdullah Öcalan üzerinde somutlaştırmak istiyorum. Kürt yazarlar liginde şimdiye kadar Abdullah Öcalan’ın liderlik performansıyla ilgili tek bir eleştirel makale ve tek bir eser yazılmadı. 

Bunun yerine Abdullah Öcalan’ın şahsını hedef alan Küfür, aşağlama ve iftira içerikli yazılar yazılmakla yetinildi. Öyle ki bu fırka her fırsat bulduğunda Abdullah Öcalan’a ağza alınmayacak çirkin sözler savururken, benim de bu küfür orkestrasına katılmam için özel bir çaba harcandığını söyleyebilirim!

 Diğeri ise PKK içinde  Abdullah Öcalan’ı ilk putlaştıran, marjinal ve radikal gruptur. Öcalan’dan çok daha Öcalancı olan, onun isimiyle isim yapan, düzen kuran ve  kendine rakip gördüklerini Öcalan ismiyle dışlayan, hedef gösteren ve tasviye eden bu tür Apocuları Abdullah Öcalandan dinleyelim: 

”Benden daha muthiş bir Apocu ortaya çıkıyor, ”en doğru apocu benim diyor” ”Nasil Kürt olduğunu ispatla” diyorum. Eylemde, anlamada, okumada ve örgütlemede hizmet yok; ama isim yapmada da üstüne yok. Önünü bıraksam hepsi beni kat be kat aştığını söyleyecek. Hepsi astığı astık kestiği kestik” SERXWEBUN, Şubat 1993

Bu ‘‘çok bilmişler” fırkası Öcalan’ın liderlik misyonuyla ilgili bilimsel bir çalışma ortaya koymaları gerekirken, Küfür, iftira, manipülasyon ve PUTLAŞTIRMAYI tercih ettiler. Bu duruma bilimsel şahitlik yapmam gerektiğini fark ettim ve 25 Şubat. 2020 tarihinde ”PKK lideri Abdullah Öcalan’a Mektup” başlıklı bir yazı kaleme alarak mütefekkir olma sorumluluğumu yerine getirdiğimi sanıyorum. 

Doğrusu Abdullah Öcalan’ın hayatı, elem ve kederden başka bir şey değildir! Çok büyük bir sorumluluk altında olduğunu, koşulların kendisini çok zorladığını, müzakere edecek bir kaç Kürt fikir insanına ihtiyaç duyduğunu, halkına ÖZGÜRLÜK  SÖZÜNÜ verdiğini ve halkın ona sonsuz güvendiğini his edebiliyorum. 

Evet, bazıları Öcalan’ı sevse de sevmese de  Kürt halkının ezici çoğunluğu onu  kurtarıcı bir lider, işgalçi devletlerle müzakere masasına oturması gösterilen bir lider, tüm dünya’da tanınan bir lider ve yüreklerinin başkenti gördükleri bir lider görüyorlar. 

Yeri gelmişken değerli okurlarıma Öcalan hakkında ne düşündüğümü paylaşmak istiyorum: Bir dizi  konularda onun gibi düşünmesem de  şu gerçeği söylememe engel değildir: Abdullah Öcalan’ı felsefe, sosyoloji, modernizim ve siyaset bilimi konularında yetkin bir müteffekir ve hatalarıyla birlikte genel anlamda başarılı bir lider görüyorum! 

Evet, Kürtler içlerinde dünyaca ünlü, akıllı ve barışsever bir lider çıkarmayı başardılar! İkincisi, içlerinde çıkardıkları bu lidere bağlılar; ona güveniyorlar, onu seviyorlar, değer veriyorlar, büyükleri ve öğretmenleri görüyorlar! 

 Bu liderin ”barış süreci”ni, realist ve paragmatist bir epistomoloji izleyerek, başarıya tam imza atmışken; tercübesiz ve marjinal bir kaç HDP’li yöneticinin  herşeyi alt üst ettiğini düşünüyor. 

Ancak Türkler henüz Kürtler gibi içlerinde  akıllı ve barışsever bir lider çıkaramadılar! Türkler aralarında akıllı ve barışsever bir lider çıkarmayı başarabilirlerse, çıkaracakları bu lider Abdullah Öcalan ile el sıkacaklarını düşünüyorlar! 

Dolayısıyla 50 yıllık savaşı engelleyen tek şeyin, akıllı ve barışsever liderlerin politik stratejileri ve şansına ortaya çıkacak GÜÇ DENGESİDİR! Siyaset bilimcilere  göre,  güçlü değilseniz egemen olan güç sizi, rüzgarın yaprağı savurduğu gibi savurur. Hiç şüphesiz güç askeri, siyasi, ekonomik, medya ve psikolojik amilleri kapsar. İkincisi, güçler birbirlerini dengelemediği zaman, kaos ve tedhiş iklimi hüküm sürer. Ama güçler birbirlerini dengelediği vakit, şekavetin yerine  suhulet geçer. Gene de siyaset bilimciler en iyi güç türünü rasyonel ikna yöntemini referans gösterirler. 

Bu zaviyede Kürtlerin, geometrik ve aritmetrik gücünü hesaplayarak HDP’yi teorileştiren PKK lideri Abdullah Öcalan, HDP‘yi pratik alana kanalize eden  ve milyonlara mal eden gene PKK’ nin real gücü bir gerçek!

Son olarak şunu söylemek istiyorum:Türkler, Araplar ve Farisiler biz Kürtlerin öğretmenleri değildir! Biz Kürtlerin öğretmeni  Kawayê Hesinker, Ehmedê Xanî, Qazî Mihemed, Cigerxwîn, şehidlerimiz ve Abdullah Öcalan’dır.