Selahattin Demirtaş’a Mektup!   

                                         

Sevgili Selahattin Demirtaş kardeşim! Ben Kadir Amaç. Gönül dünyamdan bir demet gül koparıp sevgili kardeşime armağan ediyorum. Ayrıca zindan arkadaşlarınıza Brüksel’den selamlar, sevgiler ve saygılar gönderiyorum.

Aziz kardeşim! Pakistan’ın fikir babası kabul edilen ünlü Filozof -şair Muhammed İkbal ile Pakistan’ın kuruyucusu Muhammed Ali Cinnah arasında gerçekleşen siyasi ve felsefik mektuplaşmaları okurken, benim entelektüel fakülteme bir dizi katkılar sunduğunu belirtmek istiyorum. Umarım bizden sonraki Kürt nesiller bu mektubu okuduklarında, hem beni ve hemde zatialinizi çok daha iyi anlayacaklarını düşünüyorum. Mektubuma şöyle başlamak istiyorum:

Aydının partisi, lideri ve çıkarları olmaz. Aydın toplumun vicdanı, kalemi, kitabı ve öğretmenidir. Yada, uyutulmuş ve köleleştirilmiş bir toplumun peygamberidir! Halkın bilgisizliğinden güç alanlar, halkı ”koyun sürüsü” gibi görenlerin tek korktuğu kişi gene kalemi güçlü olan aydındır. Ayrıca hiç bir siyasi ve ekonomik güçe bağımlı değilim. Bağımlı olanların yaşamına bakarak, “böyle daha mükemmel” duygusunu yaşadığımı ayrıca sizinle paylaşmak istiyorum.

Stuart Mill, “Özgürlük Üzerine” adlı kitabında; ”Yanlış olduğu iddiasıyla susturulan bir düşünce aslında doğru olabilir. Yanlış bile olsa, içinde birkaç dirhem hakikat bulunabilir.”

Sevgili Selahattin Demirtaş kardeşim! İki hırsız insan iyi arkadaş olur.  Biri hırsızlık eylemini yapar, ötekisi ona perdeyi tutar. Yada, iki erdemli insan iyi dost olur, biri diğerine filozof, ötekisi ona zahid olur. bir insan da kötülük korkusu, iyilik ve fazilet kaygısı olduğu vakit, akıl ve erdem onun tabiatı olur.

Sevgili kardeşim Demirtaş! İnsan ontolojisi, iyilik ve kötülük mayasıyla vücud bulmuştur. Kötülük yapanlar kötülükleriyle, iyilik yapanlar iyilikleriyle anılır. Dünya görüşü yamuk ve amelleri zayıf olan bir Kürd’ün adalet, demokrasi, hürriyet, bağımsızlık, erdem, merhamet ve paylaşma duyguları zayıf olur, gönül dünyası fenalık olur;  akıllı ve bilge insanlar onun  yaşam sınırlarına girmez ve uzak durur.

Evet, güzel kardeşim!  Görgüsüz, kaba ve güçlü olan biri istese de kendini gizleyemez. Çünkü ontolojik olarak, ilkel ve vahşidir. Bundan dolayı herkes bu tür bir insandan çekinir. Ancak, yumuşaklık ve mulayimlik hiç bir zaman kuşku ve korku uyandırmaz.

Çünkü yumuşak görgüsüz, kaba ve güçlü olan biri kendisini istese de gizleyemez. Nedeni ise ontolojik olarak, ilkel ve vahşi olmasıdır. İkinicisi; insanlar, yumuşak, boyun eğen, yalaka ve mulayim olan bu insanın ne kadar tehlikeli olduğunu bilmez. Sadece, filozoflar ve arifler bilir.

Görüldüğü gibi; kitap, marifet ve dava ehli olmayan insanlar hep bu noktaya olta gibi takılıp kalır. Gözü doymuş, ruhu arınmış ve gönlü genişlemiş bir mevsim olamıyorlar. Hep   başkalarını suçlar, kendilerini suçlamazlar. hep başkalarına lanet okurlar, kendilerine lanet etmezler.

Öyleki bu tür kimselerin gözlerinde, yalan ve ihtiras vardır! Gözlerinde sevgi ve merhamet yaşları inmez. kibir ve kıskançlık ikliminde yaşarlar! İlim, irfan ve şeref rahlesiyle ilgilenmezler, sömürmeye, paraya, makama ve erotik fantazilere tapacak kadar ruhsuz olurlar. Öyle ki, bazen kibirlerinden, bazen egolarından geri adım atmazlar ve mutevazi olmayı kibirlerine dinletemezler. çünkü şöyle düşünüyorlar: “Ben nasıl olur da geri çekilirim?” diyorlar.

Evet, muhterem Demirtaş kardeşim! Eskilerin tabiriyle hiçbir şey ”hüda-i nabi” değildir. Elbette ki ölüm gelip hepimizi kuşatacaktır, ölümden geriye kalan, iyilik ve kötülük olacak.  Öncelikle şunu belirtmek istiyorum: kalemle yazılmayacak, dille söylenilmeyecek, bir dizi dava insanı değerli ‘’Kürt Siyasi Hareketi’’ ve  HDP hareketi içinde, yaşamlarıyla, düşünceleriyle, vefalarıyla, arkadaşlıklarıyla, hoşgörüleriyle, dostluklarıyla, musafaha ve muhabetleriyle beni tesirleri altına aldıklarını itiraf etmek istiyorum. Beni etkileyen bu güzel insanlardan biri de hiç şüphesiz Zatialinizdir!

Bazı liderlerin, zekalarını ve enerjilerini yönetme işlerin çoğunu kontrol etmeye ayırdığını, detaylara düşkün ve her şeyle uğraşma meziyetine sahip olduklarını otobiyografilerinden biliyoruz. Lakin bazıları da tam tersine her şeyle uğraşmaz, bir dizi önemli meselelerde idare etme insiyatifini kullanır ve genellikle idare işlerinin çoğunu güvendiği ve emri altındaki görevlilere bırakır.

Benim gibi düşünen yazarlar,  eleştirmenler ve yönetim uzmanları her iki lider profilini yanlış bulurlar ve bunun yerine vasat ve mutedil bir yol izleyen liderin çok daha başarılı olacağını tavsiye ederler. Bu mahfilde, Hobbes, Rousseau, Machiavelli ve Carl Schmitt’in eserleri  siyasi hareketleri yönetme hususunda, liderleri kurnazlığa ve manipülasyona teşfik ettiklerini hatırlatmak isterim.

Kadrişinas kardeşim Demirtaş! Ütopyacı düşünceler hayatı bulanık görür. Tıpkı Goethe’nin ”Fauts”u gibi, ”Ah şu an, o kadar güzelsin ki, ebediyen öyle kal!”  Yada şöyle de diyebiliriz: Realistler ve Post Modern Düşünürler ” bu şey berraktır” ya da ”kesin  böyledir” demiyorlar; belirsizlikle temas kurarlar, ondan bulduklarını, gördüklerini ve his ettiklerini bilim dünyasıyla paylaşırlar.

Dolayısıyla doğruluk sabit bir şey değildir; sevgili kardeşim Selahattin Demirtaş. Bugün doğrudur, yarın doğruluğu yanlışlama ihtimali yüksektir! Ama hakikat öyle değildir; çünkü hakikat ontolojik ve primordiyal yasalardır…

Kaldığımız yerden devam edecek olursak; her grubun, her çevrenin, her siyasi organizasyonun bir gazetecisi ve bir yazarının olduğunu, ancak hakikatin ve bilginin peygamberliğini yapmanın çok zorlaştığını benden çok daha iyi biliyorsunuz. İzninizle Goethe’nin şu güzel sözüyle siyaset felsefesini yapmaya devam edelim:  “Korkak, Tehlike Olmadığı Zaman Yumruğunu Havaya Sallar.’’ 

İyi bir düşünür ya da iyi bir sosyolog gerçekleşen bir  vakia karşısında duygularıyla hareket etmez, tepki göstermez ve olayla ilgili görüş beyan etmez, yani siyasi ve sosyolojik hadiseyi anlamaya, tanımlamaya ve kavramsallaştırmaya çalışır.

Toplum bilimcinin ikinci görevi ise Türkiye gibi, demokratik ve hukuk devleti olmayan ülkelerde siyasetin, ekonomi ve menfaat gruplarıyla olan ilişkilerini irdelemek ve bu ülkede devletin özünü oluşturan, bürokrasi ve yasaların nasıl işlediğini anlamaya çalışmaktır.

Bir çok seçmen blokları vardır. Genel olarak seçmenlerin büyük çoğunluğu, partilerin seçim kampanyasında vaad edilenlere ve liderlerin karizmatik yönüne bakarak oy işlemini gerçekleştirir. Postmodern olan ülkelerde siyasi partileri iktidara taşıyan, parti kimliği ve parti programı değildir. Aksine, siyasi partileri iktidara taşıyan karizmatik liderlerdir. Bu anlamda karizmatik bir lider olduğunuzu rahatlıkla söyleyebilirim.

İkinci seçmen blokları ise, hiç bir parti kimliği olmayan insanlar ilk oy verdikleri partiye karşı eğilimlerini koparabilir, bir başka partiye rahatlıkla yönelebilir ve bu tür seçmenlerin oyları her seçimde değişebilir. İnsanların belli bir siyasi parti veya bir dizi siyasi partiye oy verme eğilimlerinin sebepleri çok olmakla birlikte, aynı zamanda karmaşık bir durum da arz eder.

Özellikle, seçmen kategorilerin en çok dikkat çekeni ve en çok problemli olanı, liberal ve muhafazakar seçmendir. Diğer önemli bir nokta ise, seçmenlerin siyasi partilere oy verme davranışlarını en fazla etkileyen amillerin başında ırk, bölge, din, ekonomi ve cinsiyetçilik gibi konulardır. Yukarıda anahatlarıyla belirtiğimiz seçmen panoramasından hareket edecek olursak, iki tür seçmenin varlığından söz edebiliriz.

1- Uzun vadeli oy kullanan seçmen: Oy verdiği partiye, hem fikirde ve hemde gönülde sadakàt sahibidir.

2- Kısa vadeli düşünen seçmen: Bugün oy verdiği partiye beş yıl sonra farklı bir partiye oy verme eğilimindedir.

Tam bu noktada bir Kürt olarak, HDP’ye dört kez oy verdiğimi, dokuz köşe yazısıyla destek sunduğumu belirtmek istiyorum. Bugün de HDP’nin yanında yer aldığımı; HDP’yi zor zamanında sahiplenmenin, büyütmenin, güçlendirmenin ve yeni yüzlerin katılımını sağlamanın gerekli olduğunu düşünüyorum.

Ayrıntılara düşmeden hemen konuya girmek istiyorum: HDP projesi hedefine ulaşmadan, partinin eş genel başkanları, il-ilçe örgütlerinin eşbaşkanları, belediye eşbaşkanları ve çok sayıda milletvekili haksızca gözaltına alınıp hapishaneye mahkum edildiler. Elbettek ki, Türk Devletinden hariç, haksız olarak cezaevinde tutuklu bulunduğunuzu tüm dünya devletleri biliyor. Ayrıca, Türk Devlet geleneğinin yiğit bir karektere sahip olmadığını, Makyavelli “Prens” ve Marco Polo ‘’Geziler” adlı eserlerinde ifade etmişlerdir.

Sevgili Demirtaş kardeşim! HDP, 7 Haziran 2015’te Meclis’e 80 milletvekilini Kürt halkının oylarıyla ve özgürlük hareketinin desteğiyle elde etmişti. Kürtlerin bir asırdır, hürriyet ve şerefleri için çok büyük bedeller ödediğini hepimiz çok iyi biliyoruz. Binlerce Kürt genci şehit oldu, zindanlar dolup taştı.

Zengin Kürtler, İslamcı Kürtler, AKP ve Erdoğan yanlısı oldu. Oylarını AKP’ye verdiler ve karşılığında büyük ihaleler aldılar. AKP’li zengin ve ”İslamcı Kürtler” bayrakları Kur-an olan ”Şam Ordusu”nu ve Kur-an’ın hepsini ezberleyen ”Nihrevan Ordusu”nu tanımış olsaydı, oylarını HDP’ye verirdi ve HDP saflarında Kürtlerin özgürlüğü için mücadele ederdi. Fakir Kürtler ise, Kürt siyasi hareketinin ve HDP’nin yanında bir duvarın taşları gibi kenetlendi, saf tuttu. Şerefleri ve özgürlükleri için bedel ödedi.

Ancak partinizin içindeki bir grup, entegrasyoncu ve menfaat grupları Kürtlerin hürriyet ışıklarını söndürdü. Şöhret ve şımarıklık onları sarhoş etti, bütün emekler havaya savruldu. Kürdistan davası magazinleşti, ‘’selocan’’ laştı ve HDP projesi kemalist bir çizgiye çekildi.

Yani babalarınızın, çocuklarınızın, kardeşlerinizin, eşlerinizin şöhret olma arzusu, kazandığınız mallarınız, kötüye gitmesinden korktuğunuz ekonomik gaileleriniz, sizi şımartan  lüks ev ve arabalarınızın sevgisi; Kürdistan ve şehitlerin sevgisinin önüne geçti ve başarısız oldunuz!

Sevgili Selahattin Demirtaş kardeşim! ’’Sabır insanı insan belki de sultan eder, sabırdan yoksun olan her şeyini kaybeder’’ ifadesi doğru bir manevi tanımlamadır. Biz Kürtler çok sabr ettik. Lakin biz Kürtlerin gözünde diken, boğazımızda kemik var. Bedenimiz yara-bere içinde ve halkımız yalın ayak!

HDP’nin içinde Kürtlerin realitesine yabancı, Türk ve Kürt sosyalizasyonuna aykırı duran bir grup marjinal Türk Solu, görüş, tavır ve eylemleriyle adeta her şeyi alt üst ettiler! Daha önceden Kazanılan mevziler ve Öcalan’ın müzakere görüşmeleri ‘’Gezi Olayları’’na tahvil edildi!

’Gezi Olaylar’’ın baş aktörü, bir sinema yönetmeni  Kemalist Sırrı olacaktı. Öcalan, bu olup bitenleri endişeyle izliyordu! Çünkü bir planı vardı. Planının tehlikeye gireceğinden korkuyordu. Oysaki Türk devletini birinci müzakerelerde ikna etmeyi başarmıştı. Hedefine de adım adım ilerlemek istiyordu!

Sevgili Selahattin Demirtaş kardeşim! Öcalan gibi, tecrübeli ve uyanık davranamadınız! Oysaki iyi bir lider; ne okuyacağını ne konuşacağını, nerede duracağını ve nereye kadar gideceğini iyi hesaplayandır. İlim ve İrfan sahibi  bir danışmanınız olmuş olsaydı, kesinlikle durum çok daha farklı bir sonuç alacaktı. Yani, Sırrı Sürreye Önder’i kendinize danışman yapmanız ve onun TİYATROCU laflarıyla siyaset yürütmeniz ‘’Seni başkan yapmayacağız’’ sloganıyla hareket etmeniz, gerçektende Kürtlere çok pahalıya mal oldu.

Sırrı gibileri; Kürt siyasetine ve halkına büyük kayıplar verdiklerini düşünüyorum. Eğer Türk solcuların gazına gelmeseydiniz, Erdoğan’a karşı realist bir politika yürütseydiniz çok güzel şeylerin başarılacağını düşünüyorum. Ama öyle yapmadınız, Erdoğan’ın hilesine yenildiniz ve  Erdoğan ve İslamcı şürekası İspanyol falanşistleri gibi, “Vivala Muerte”! “yaşasın Ölüm!” kahr olsun Kürtler! kahr olsun zeka! Fırsatını verdiniz.

Sevgili Selahattin Demirtaş kardeşim! Erdoğan ile ‘’Seni başkan yapmayacağız.’’ münazarasına, tenezzül ve tevessül etmeyecektiniz! Tam aksine, zaman zaman Erdoğan’ı cesaretlendirecek ve onure edecek ifadeler kullanmalıydınız! Saray’da Erdoğan’ı, HDP ve Kürtler adına ziyaret edip onunla şöyle bir diyalog içine girip çok etkili sonuçlar alabilirdiniz:

-Sayın Cumhurbaşkanım! HDP olarak sizi Kürt meselesinde çok cesur buluyoruz, destekliyoruz, seviyoruz, değer veriyoruz! Öyle ki Türk siyaset tarihinde hiçbir devlet başkanı sizin gibi, Kürt meselesinde samimi ve cesur adımlar atmamıştır. Cesaretinizle, dindarlığınızla ve samimiyetinizle Kürtlerin gönül dünyasında taht kurmuş durumdasınız.

– Sevgili Cumhurbaşkanım! Yüce Rabbimiz Kuran’da, dil ve milletlerle ilgili şöyle buyuruyor: “Biz her millete kendi dilinde bir peygamber gönderdik’’ Nehl-36

‘’Ey insanlar! birbirinizle tanışmanız için sizi milletlere kavimlere ayırdık.’’Hucurat 13

‘’Göklerin ve yerlerin yaratılışı, dillerinizin ve renklerinizin farklılığı Allah’ın ayetlerindendir’’ Rum Süresi 22

Erdoğan’a bu ayetleri okuduktan sonra aranızdaki diyaloga şöyle devam edebilirdiniz:

-Sayın Cumhurbaşkanım! Sevgili Rabbimizin bu ayetlerini zat-i alinize hatırlatarak, Müslüman Kürt kardeşlerinizin kendi anadillerinde eğitim ve öğretim görmelerini ve bu kadim Kürtçe dilinin devletimizin ikinci resmi dili olmasını talep ediyoruz!

Eğer Kürtlerin bu sorununu çözerseniz, başta Kürt halkı, devletler, milletler ve Müslüman halklar sizi taktirle karşılayacak, isminiz Kürtlerin ve insanlığın tarihinde hep iyilikle anılacak! Bunu gerçekleştirdiğiniz taktirde, elbetteki HDP ve Kürtler sizi Türk ve Kürt halkının başkanı yapmaya söz veriyor ve Kuran’a yemin ediyoruz!

Sevgili Selahattin kardeşim! Bu önerdiğim diyaloğu denemiş olsaydınız, belki başaracaktınız ve belki de Kürtler başta olmak üzere, Türklerin ve  Kürtlerin  ahvali bugünkünden hayal edemeyeceğin kadar farklı bir  iklime evrilecekti.

Heyhat! Artık geriye dönemeyiz ve olanlar geçmişte kaldı. Geçmişten ders çıkarmanız, siyaset bilimi eserler okumanız gerekirken, cezaevinde daha çok kendinizi roman yazma işine adadınız, avukatlarınız aracılığıyla popülist twitler paylaştınız!

Sevgili Demirtaş kardeşim! Kürtlerin ikbalini ve kaderini belirleyen meselelerde realist ve rasyonel mesajlar veremediniz! Cezaevinde avukatınızın aracılığıyla verdiğiniz her mesajınız suyun üzerinde yazı yazma denemesine  benzetiyorum. İkincisi, onbinlerce Kürt mahkumu içinde, twit atma, İnternet Gazetede makale yazma, roportaj verme ve bir dizi CHP’lí siyasetçi ile görüş yapma neden yanlız zatialinize  serbest? Yada şöyle sorayım: Sizin gibi değerli tutsak Kürt siyasetçileri olan Selçuk Mızraklıoğlu, İdris Baluken ve Bekir Kaya neden aynı hukuki haklara sahip olamıyorlar? Örneğin, Öcalan ile devlet arasında neler yaşandı, devlet Öcalan’la değil de sizinle yeni bir süreç başlatmak için, neden teklifte bulunuyor? Yada Türk Devleti Öcalan’a  twit atma, avukat ve ailesiyle  neden görüşme hakkını tanımıyor?

Benim kafam iyice karıştı! Felsefe yapmayı seviyorsanız sizin de kafanızın karışacağını düşünüyorum. Bence Türk Devleti, bilinçli ve planlı olarak, Kürt siyasetini kontrolde tutmak ve  farklı bir mecraya doğru kaydırarak yönetmek istiyor. Bu durumu netleştiren iki şey daha var: Erdoğan, Bakanlık  düzeyinde HDP’nin  ziyaret edilmesini emir etmişti ve hemen ardından muhterem babanızın geçirdiği kalp rahatsızlığı nedeniyle, Çorlu’ya helikopterle getirilmenizi ve ordanda bir jet uçakla Amed’e babanızla buluşturmanızı sağladı.

Bu durumu çok büyük bir ayrıcalık ve Türk devletinin yasalarını şirke düşürecek bir pratik olarak değerlendiriyorum. Ben, Selahattin Demirtaş olsaydım, asla böyle bir şeye tevesül ve tenezül etmezdim. Neden mi? Çünkü dava arkadaşlarım ve bana oy veren milyonlarca Kürt seçmenin bu durumdan rahatsız olma ihtimaline karşı ihtiyatlı davranırdım. Çünkü, Erdoğan ve Türk mahkemeleri zatialinizi ‘’katil’’ ve ‘’terörist’’ olmakla suçluyordu!

Sevgili Demirtaş kardeşim! HDP’nin eş genel başkanları yok mu? Cezaevinden Kürtlerin kaderini ve ikbalini belirleyen meselelerde bir lider gibi kordinatlar vermeniz  ve Kemalistlere entegre mesajlarını yayınlamanız demokratik bir hak mı acaba? Örneğin,  “Yeteri derecede Türkiyeleşemedik” ifadeniz  mutualizime işaret ediyordu. Bu tür ifadeler bir milletin sömürge bilincini köreltir ve o milleti kolanyalizme entegresini sağlar. Daha net söylemek isersem; doksanlı yıllarda, Carl Schsmitt’ın “dost ve düşman” diyalektiği Kürtlerin düşman bilincine tekabül ediyordu ve yurtsever Kürtlerin düşman bilinci netti!

Evet, söylediklerimin nefsinize ağır geldiğini biliyorum ve alınganlık göstermeyeceğinize inanmak istiyorum. Biz Kürtler, ne entegre olmak, nede diskiriminasyona uğramak istemiyoruz! Biz Kürt ve Kürdistan’ız. Primordiyal köklerimiz üzerinde her millet gibi, HÜKÜMDAR olmak istiyoruz.

Kaldığımız yerden devam edelim: Şimdi, HDP diye bir parti var mı? Elbette ki var. Bu partinin, mimarı ve teorisyeni de belli mi? O da belli. Şimdi zat-i alinize soruyorum: HDP demokratik bir parti değil mi?  HDP’nin eş genel başkanları yok mu? Elbetteki, HDP’nin iki eş genel başkanı var! O halde cezaevinden HDP’le ilgili  bir dizi açıklamalar yapmanızı, demokratik  ve doğru bulmadığımı belirtmek istiyorum.

Çünkü şuan da HDP’nin resmi bir üyesi, bir vekili ve yöneticisi konumunda değilsiniz! Kısacası, hatalar yaptınız. Kürt mücadelesini geriletiniz; hata yapmaya ısrarla devam ediyorsunuz! Önerim şudur: Bir mola vermenizi, derin düşünmenizi, nefsinize uymamanızı ve halkınıza öz eleştiri vermenizi tavsiye ediyor ve özgür olduğunuzda HDP’nin başına geçmeye tekrar talip olma hakınızın olduğunu düşünüyorum.

Eğer bu eleştirilerime ‘’halk beni seviyor’’ karşılığında yanıt verirseniz şayet, bu ifadenizin felsefik bir karşılığının olmadığını belirtmek isterim. Çünkü Türk halkının ezici çoğunluğu, Erdoğan’ı ve Rus toplumunun büyük bir yüzdesi Putin’ı sevdiğini hatırlatmak isterim. Yok eğer ‘’ben sadece fikirlerimi beyan ediyorum’’ diyorsanız, o halde Kadir Amaç’ta kendi fikirlerini en az zatialiniz kadar söylemekte hür olduğunu düşünüyorum.

Sevgili Selahattin Demirtaş kardeşim! Şimdi birinin evinize izinsiz girdiğini düşünün! Evet, evinize isinsiz giren bu hırsızı hangi yöntemle evden çıkarmayı düşünürdünüz? Yoksa hırsızın hangi metodla olursa olsun mutlaka dışarıya atılması gerektiğini mi düşünüyorsunuz?

Mahatma Gandhi, ‘’her türlü yöntem kullanılarak’’ hırsızın evden çıkarılmasına itiraz edenlerden biridir. Gandi diyor ki; ‘’ Eğer çalmaya gelen babamsa farklı bir metod kullanabilirim. Eğer bir tanıdıksa başka bir metod kullanılır; ve eğer tamamen bilinmeyen bir şahıssa başka bir metod kullanırım. Eğer BEYAZ BİR ADAMSA belkide bir Hintli hırsıza uygulanan metodlardan farklı bir metod uygulanır.’’ Umarım, Mahatma Gandhi’nin bu değerli önermesi üzerinde yoğunlaşırsınız ve hırsızla mücadele konusunda tercihinizi önününe koyarsınız.

Son olarak, HDP’ye şu yol haritasını öneriyorum: HDP, dünyayı ve Kürdistan meselesini iyi bilen yeni kadrolarla, yeni bir nefes, yeni bir siyaset ve yeni bir mücadele yöntemiyle sahaya çıkmalıdır.

Şu gerçeği de  söylemekte büyük bir yarar görüyorum: PKK ve HDP hareketinin tabanını milliyetçi, muhafazakar, dindar ve demokrat aileler oluşturuyor! Aynı şekilde, Maddi ve manevi yükünü de onlar omuzlarında taşıyor! Lider, yöneten kadrolar sosyalist ideolojiyi benimsiyor.

HDP, parlamento seçimlerine Kuzey Kürdistan’daki Kürt siyasi partilerle güç birliğini sağlayabilirse, Kürt halkının sosyolojisine uygun ve Kürt halkının sevip değer verdiği yetenekli, bilgili ve cesur adaylarla seçime girerse, % 13-14 bandında  büyük bir başarı elde etmesi mümkündür. Çünkü HDP’nin %13-14 oranında oy alma koşulları fazlasıyla mevcuttur.

Dolayısıyla Kürt meselesinin başarısı, Kürtlerin göstereceği güce bağlıdır. Önümüzdeki bir parlamento seçiminde eğer Kürtler oyların %13-14 aldıkları taktirde, dünya siyasetinden de güç kazanmış olacaklardır. Yani Kürtler, seçimlerde elde ettiği gücü dünya siyasetinden kazandığı güçle birleştirerek, egemen devletin gücünü dengelemiş olacak ve Türk devleti HDP ile Kürt meselesini konuşmak için masaya davet etmek zorunda kalacağını düşünüyorum.

Saygılarımla

Kadir Amaç

Brüksel-Belçika

12.12.2022

Selahattin Demirtaş’a Mektu

                             SevgiliDemirtaş kardeşim,

Brüksel’den kucak dolusu selamlar, sevgiler ve saygılar gönderiyorum. 

Atalarımızın hatıraları, sizi seven milyonlarca Kürt halkının sevgisi, insanlığım, şerefim ve Kürtlüğümün namına bu satırları kaleme alıyorum ve üzerine gönül dünyamdan bir demet gül koparıp  zat-i alinize armağan etmek istiyorum.

                                                      Sevgili Demirtaş Kardeşim,

 “Korkak, tehlike olmadığı zaman yumruğunu havaya sallar” Sevgili  Goethe, doğru söylüyordu. İyi bir siyasetçi ya da iyi bir aydın gerçekleşen bir olay karşısında suskun durmaz, topluma peygamber olur, olayların şahitliğini yapar ve herkesin korktuğu bir anda o şimşek gibi çakar!

Zat-i alinizin bildiği üzre Türk mahkemeleri, aydınları ve siyasetçileri  değerli misyonunuzu hukuki ve entelektüel düzeyde müzakere etmesi gerekirken, diskriminasyon kavramlarla ve ırkçı saldırılarla şeytanlaştırmayı tercih ettiler ve siz bu kötülüklere karşı duygularınızla hareket etmeye tevessül etmediniz.

Türk devletinin ve Türk toplumunun PİM KODUNU DOĞRU GİRDİNİZ ve doğru çözümlemeler yaparak Kürt halkının başkenti oldunuz. Çok daha önemlisi, cesur ve erdemli bir entelektüel Kürt lideri olduğunuzu gösterdiniz.

Yani, Türk devletinin ve  siyasetinin tüm günahlarını ve kötülüklerini büyük bir erdemle ortaya serdiniz, Türkiye’de yaşayan bütün halkların tevecühünü ve güvenini kazandınız ve toplumun tüm katmanları üzerinde glokalizasyon ölçekte bir etki yarattınız.

Bu kötülük fırkasının elebaşı olan ‘’Kasrü’l-beyzâ’’ Saray’ına ve  bu Saray’ın  etrafındaki Osmanlı cülus bahşişleriyle geçimlerini yapan yeşil cübbeli belamlara ve gecekondulu kırmızı papyonlu İslamcı entellere ve ırkçı kemalist antagonizmalara karşı tarihi bir mücadele yürütünüz.

Özellikle savunmalarınızı ve siyasi münazalarınızla Farabi’nin “El-Medinetü’l-Fazıla” sı kadar entelektuel buldum. Rakibiniz Erdoğan ve İslamcı şürekasına H.Z Ali’nin “Nehсü’l Belâga”sı gibi cevaplar verdiniz.  Kobanê Kumpas Davası’nın sonuş kararına  Ehmedê Xanî gibi güçlü düşüncelerle karşılık verdiniz, dedeniz Şeyh Said Palu gibi alimce durdunuz, Seyid Rıza gibi cesaret timsali oldunuz, Qazi Muhammed gibi düşmanın hilesine galebe çaldınız, Leyla Qasım gibi dost-düşmanı büyülediniz,  Osman Sebrî gibi asalet sergilediniz, Şems gibi irfan, Fuzuli gibi dert ve İbn-i Rüşd gibi felsefe yaparak tarihe geçtiniz.

Sevgili Demirtaş Kardeşim,

Son olarak, Kürdistan’ın anlam ve mana iklimini gönüllerimize, zihinlerimize ve ruhlarımıza hulûl etmesini ve bu melekûti iklimde kavileşmesini ve Kürdistanlaşmasını daha çok muhkemleşmesini ve  yeni bir üslup, yeni bir nefes ve  yeni bir siyasi felsefe kozasını oluşturdunuz.

Duruşunuz yurtsever halkımızın zihin kodlarını, gönül deryasını, ruh haritasını yeniden Ehmedê Xanî’nin Kürdistani düşünceleriyle buluşturarak, adeta bizi Ba’sul- Ba’del Mevt  şahikasına yükseltiniz.  Hakkınızı helal edin

Saygılarımla

Kadir Amaç Brüksel.

“Brief aan de heer Premier Alexander De Croo

‘Mijnheer de Premier Alexander De Croo,               

 

Meneer! Ik ben Kadir Amaç, ik bied de groeten, liefde en respect aan vanuit het schattige en mooie stadje Brasschaat in België. 17 jaar geleden kwam ik als Koerdische schrijver als vluchteling naar uw land vanwege mijn ideeën en geschriften. Ik heb asiel aangevraagd bij de Belgische Staat en mijn asielaanvraag werd binnen korte tijd door uw democratische staat aanvaard. Nu draag ik het staatsburgerschapspaspoort dat uw land mij heeft gegeven en ik ben buitengewoon trots op deze situatie en ik wil via u mijn dankbaarheid uiten namens de Belgische staat en het Belgische volk.

 

‘Mijnheer de Premier Alexander De Croo,

Om uw vergeving te vragen, een korte reis te maken door de geschiedenis van de strijd voor gerechtigheid van de Vlaamse natie, waartoe u behoort, en vervolgens te verklaren dat het Koerdische volk zich in geen enkel stadium van zijn strijd voor zijn eigen land heeft beperkt tot daden van terrorisme en terreur. rechten, en dat hun doel alleen is om hun taal te spreken, die verboden is in hun thuisland, waar ze al vijfduizend jaar wonen. Ik zou aan uw vergelijkende en wetenschappelijke opvattingen willen presenteren dat het ons doel is om de politieke soevereiniteitsrechten die een eeuw geleden verloren zijn gegaan.

 

‘Mijnheer de Premier Alexander De Croo,

Als we kort kijken naar de geschiedenis van België van de afgelopen 90 jaar, kunnen we zeggen dat het de geschiedenis is van het politieke conflict tussen de Vlaamse en Waalse naties, waarin het voornaamste probleem gebaseerd is op de kwesties van de moedertaal, territoriale en politieke kwesties. soevereiniteit. Zoals u weet werden de regio’s die België vormden na de “Slag bij Waterloo” van 1815 bij Nederland gevoegd. Als resultaat van de pogingen van de protestantse Nederlanders om de Nederlandse taal met geweld en assimilatie aan de Franstalige Walen op te leggen, werd in 1830 de Belgische Staat opgericht als gevolg van de ‘Schone Revolutie’, als resultaat van de samenwerking tussen Waalse en Vlaamse intellectuelen en de ontwikkelde klasse van de burgerlijke aristocratie, die zich tegen de Nederlandse soevereiniteit verzetten.

 

Onmiddellijk nadat de Belgische landen waren bevrijd van de Nederlandse overheersing, kwam de politieke soevereiniteit onder de controle van de Walen. De Vlaamse natie, die samen met de Walen tegen het Nederlandse kolonialisme vocht, werd deze keer blootgesteld aan het kwaad van de Walen, hun taal werd vernederd en verboden. Om deze reden openbaarde de Vlaamse natie voor het eerst haar eisen voor de strijd voor moedertaalrechten in de 19e en het begin van de 20e eeuw.

 

Je weet beter dat het grootste deel van het Belgische leger, vooral tijdens de Eerste Wereldoorlog, uit Vlaamse soldaten bestond. Als Koerdische schrijver bied ik mijn excuses aan omdat ik u aan deze pijn herinner, als Koerdische schrijver, dat Vlaamse soldaten vernederd en beledigd werden door Franstalige officieren, en dat ze hun dood tegemoet gingen zonder de Franse bevelen te begrijpen die aan de Vlaamse soldaten waren gegeven.

 

‘Mijnheer de Premier Alexander De Croo,

We zien dat in de jaren waarin dit ongelooflijke kwaad tegen het Vlaamse volk werd begaan, een groep Vlaamse intellectuelen zich organiseerde en een aantal basisrechten met betrekking tot de taal opeiste. Deze vastberaden strijd van de Vlaamse intellectuelen op het gebied van de taal wierp in korte tijd geleidelijk vruchten af, en voor het eerst in de jaren twintig leidde dit tot de inzet van vertalers bij de rechtbanken en het geven van enkele cursussen Vlaams aan de Universiteit Gent. De Vlaams Nationale Beweging stelde deze eisen niet alleen, maar slaagde er ook in om op basis van taal en territoriale soevereiniteit de onderste en bovenste voorwaarden van scheiding op te bouwen om vanaf 1920 stap voor stap het ideaal van federalisering te verwezenlijken. Dit bouwproces II. Na de Tweede Wereldoorlog werd er snel vooruitgang geboekt en werd het gewenste stadium bereikt.

 

‘Mijnheer de Premier Alexander De Croo,

Ik zou graag het volgende voorbeeld uit uw geschiedenis willen geven, zodat u de strijd van de Koerden voor het recht op hun moedertaal en politieke soevereiniteit beter kunt begrijpen: II. We kunnen niet ontkennen dat de bezettende Duitsers tijdens de Tweede Wereldoorlog de Vlamingen die een Duitse taal spraken tot nationalisme aanmoedigden, zozeer zelfs dat ze hen provoceerden. Een andere historische strijd van de Vlaamse natie om haar rechten op te eisen zijn de trieste gebeurtenissen die begin jaren zestig plaatsvonden aan de Katholieke Universiteit Leuven. Na deze gebeurtenissen werd de moedertaalgrens getrokken en bleef de stad Leuven op Vlaams grondgebied. Onmiddellijk na deze trieste gebeurtenissen verwierf de Vlaams-nationalistische Beweging het recht om alle onderwijs- en opleidingscursussen in het Vlaams te geven.

 

‘Mijnheer de Premier Alexander De Croo,

Bij deze trieste gebeurtenissen hebben de partijen er niet van afgezien de term ‘TERRORIST’ tegen elkaar te gebruiken. Met andere woorden: de Vlaams-nationalistische Beweging werd door zowel de Nederlanders als de Fransen als een TERRORISTISCHE Beweging beschouwd. Uit deze pogingen van de Vlamingen om hun rechten op te eisen ontstond ook de Waalse Nationalistische Beweging, en beide partijen lieten zich er niet van weerhouden gewelddadige middelen tegen elkaar te gebruiken op straat en op de pleinen. Ook de Vlaamse en Waalse volksliederen en nationale dagen zijn verschillend. In het bijzonder bent u van plan om elk jaar namens de nationale feestdag de “Slag om de Gouden Preserves” te vieren, waarin zij de Fransen in de 14e eeuw versloegen! Hoe zou u bijvoorbeeld reageren als u zulke nationale feestdagen met uw volk zou vieren en iemand zou komen en de mensen zou aanvallen die aan de feestvieringen deelnamen?

 

Als we ons onderwerp voortzetten waar we gebleven waren, hebben de twee samenlevingen na al deze ontwikkelingen zeer ernstige crises en conflicten meegemaakt. Dit proces kwam onder een juridische paraplu te staan toen België in 1996 een federale structuur kreeg en de moedertalen en fundamentele rechten en vrijheden van beide volkeren grondwettelijk werden gegarandeerd. Als de Vlamingen 90 jaar geleden niet voor hun rechten hadden gevochten, zou jij dan als Vlaming vandaag de president van België zijn, of zouden IJsland en Wallonië vandaag federale regio’s zijn?

 

‘Mijnheer de Premier Alexander De Croo,

Vandaag is Brussel de hoofdstad van Europa, maar ook de hoofdstad van onze digitale planeet. Omdat België en Brussel landen zijn waar de belangrijkste politieke beslissingen ter wereld worden genomen. Ooit werd in deze oude stad overwegend de Vlaamse taal gesproken, maar vandaag spreekt ongeveer 90% van de Brusselse bevolking Frans! Desondanks wil de Vlaamse politiek Brussel in het Vlaamse gewest opnemen. De meerderheid van de Brusselaars wil echter niet bestuurlijk verbonden zijn met de Vlaamse gewesten. Om deze reden heeft Brussel, om conflicten te voorkomen, grondwettelijk de status gekregen van een neutraal tweetalig orgaan, en tegelijkertijd is deze situatie een voorbeeldig oplossingsmodel. Bovendien kennen de Vlaamse intellectuelen het Frans meestal goed, en ondanks al deze feiten wordt vastgesteld dat beide gemeenschappen de laatste jaren veel meer bereid zijn elkaars taal te spreken.

 

‘Mijnheer de Premier Alexander De Croo,

Je kunt niet trots genoeg zijn om een voorbeeldig modelland te zijn in de mondiale statenbond, door de territoriale en politieke soevereiniteitsrechten van de twee volkeren in België gelijkelijk te delen. Hoewel Walen en Wimpels christenen en katholieken zijn, spreken de Walen (Fransen) in het Zuiden en de Wimpels Nederlands in het Noorden, en is het land verdeeld in drie federale regio’s. Het is de moeite waard om te onthouden dat 1. regio Vallon (Wallonië), 2. regio Vlaams (Vlaanderen), 3. regio Brussel, waar voornamelijk Frans wordt gesproken, en de regio waar een Duitstalige gemeenschap van 1000.000 mensen woont. Er zijn ook in totaal 5 parlementen en regeringen in België. “We kunnen zeggen dat het misschien wel het meest democratische land ter wereld is, bestaande uit de federale regering, de Vlaamse regering, de regering van het Waalse Gewest, de Brusselse centrale regering en de Franstalige regeringen van Brussel-Waals.”

 

‘Mijnheer de Premier Alexander De Croo,

Zoals u kunt zien, zijn in België, dat sinds 1996 een federaal democratisch land is, de belangrijkste criteria voor de indeling in regio’s de moedertaal en de politieke soevereiniteitsrechten. We zien dat de mensen die in België wonen hun moedertaal en politieke soevereiniteit op gelijke wijze gebruiken. In België zijn er bijvoorbeeld geen scholen die tweetaligen als moedertaalsprekers onderwijzen. Kinderen moeten naar een Franse school of naar een Vlaamse school. Dat is niet alles, er zijn alleen Vlaamse scholen in het Vlaamse Gewest en alleen Franse scholen in het Waalse Gewest. De enige regio waar twee soorten scholen te vinden zijn, is Brussel en enkele bevoorrechte gebieden eromheen. We weten dat deze politieke figuren, die uniek zijn voor België, ongeveer 300 lokale overheidseenheden in het land hebben, onder de paraplu van lokale overheden, federale en regionale overheden, en het totaal hiervan wordt commune genoemd. Gemeenten zijn in veel zaken bevoegd. Ze verkrijgen ook hun politiediensten, ziekenhuizen, scholen, paspoorten, verblijfsvergunningen en andere administratieve documenten van de gemeenten.

 

‘Mijnheer de Premier Alexander De Croo,

Mijn doel om u in hoofdlijnen te herinneren aan de strijd van de Vlaamse natie om haar rechten te verkrijgen is dat de Koerdische landen, die een geschiedenis van vijfduizend jaar hebben en waar tarwe voor het eerst werd gevonden en voor het eerst gedomesticeerd, onder bezetting zijn, en dat de Koerden, de inheemse bevolking, mensen uit deze landen spreken al een eeuw lang hun moedertaal op scholen, universiteiten, het parlement, ziekenhuizen, rechtbanken, gemeenten en in het leven. Ik wil u confronteren met het feit dat het in elk aspect verboden is en u helpen een KOERDISCH TE WORDEN EN EMPATHY voor een half uur.

 

Vanuit dit perspectief werd na de Koerdische Nationale Newroz-viering die op 24 maart 2024 in Leuven werd gehouden, gezien dat de Koerden die in konvooi door de stad Heusden-Zolder trokken, werden aangevallen door honderden racistische Turken. In de videobeelden die op sociale media zijn gepubliceerd, kunnen we duidelijk zien dat de veiligheidstroepen ontoereikend en onervaren waren en er niet in slaagden in te grijpen bij het incident. Bovendien stak de racistische groep in de beelden de nationale vlaggen van de Koerden in brand als ISIS-terroristen, probeerden ze een groep Koerden te verbranden die onderdak zochten in een huis terwijl ze takbirs reciteerden, en in een andere video het toneel van een Koerdische aanval. Jongeren die werden gelyncht deden me denken aan ISIS-terroristen.

 

‘Mijnheer de Premier Alexander De Croo,

Koerden die in België woonden, stroomden massaal naar het toneel nadat ze deze barbaarse en achterhaalde beelden op sociale media hadden gezien, en terwijl ze protesteerden tegen dit achterhaalde racisme, konden ze hun woede niet beheersen en veroorzaakten ze een reeks onaangename uitbarstingen. Hoewel van uwe Excellentie werd verwacht dat hij meer volwassen en realistische uitspraken zou doen over de gebeurtenissen, veroorzaakte hij door deze ongelukkige uitspraken een droefheid in de harten van 72 miljoen Koerdische mensen. Deze droevige uitspraken, die de Koerden letterlijk terroriseerden, gaven moed aan racistische en Islamistische terroristen en maakte hen verliefd op de anti-Koerdische dictator Erdoğan, die hij eerst wurgde.

‘Mijnheer de Premier Alexander De Croo,

Ik nodig u uit om uw excuses aan te bieden aan het onderdrukte Koerdische volk voor deze ongelukkige uitspraken die u heeft gedaan! Want zijn de Koerden, wier land al een eeuw bezet is, hun taal verboden, hun politieke soevereiniteit weggenomen en gedwongen te migreren uit hun thuisland, terroristen, of de Turkse staat die zoveel kwaad heeft gedaan aan de Koerden en de racistische Turken? die in België wonen en het kwaad van deze schurkenstaat als legitiem beschouwen? In die zin zijn Erdoğan en de overgrote meerderheid van de Turkse samenleving anti-Koerdisch. Ze zijn verre van het ideaal van waarheid en rechtvaardigheid. Goed; Ze hebben plundering, verovering en imperialistische gedachten en praktijken. Een van de mensen die deze gevaarlijke politieke gedachten heeft geanalyseerd is het werk van Harold Lasswell van de Amerikaanse Yale University, die het concept psychologie in de politieke wetenschappen introduceerde. Ik denk dat het ons zal helpen de psychologie van Erdogan te begrijpen: Lasswell stelt dat racistische politici de politiek mentaal uit balans brengen , dat macht en soevereiniteit door geen enkel land en niemand kunnen worden bereikt. Hij zegt dat ze voor dit doel de politiek zijn ingegaan om het niet met de staat te delen. Plato, in zijn werk genaamd “Staat”; “Zulke politieke mensen moeten gek worden, het zit in hun aard om gek te worden, ze vertrouwen niemand, ze creëren denkbeeldige vijanden, ze zien alle staten en naties als vijanden, en ze verzamelen meer macht met deze psychologie.” Hij gebruikt uitdrukkingen.

 

Het spijt me u deze waarheid te moeten zeggen: u verwent de Turkse racisten en de islamist Erdoğan met uw ongelukkige uitspraken! De leider van de Turkse staat, Erdoğan, en zijn islamitische volgelingen hebben het land en de natie Koerdistan allerlei kwaad aangedaan en zetten dit kwaad met alle macht voort. U bent een van de staatshoofden die deze situatie heel goed kent.

 

‘Mijnheer de Premier Alexander De Croo,

Ik wil mijn brief graag afsluiten met deze vraag: Ja, ik weet het, oorlog is iets heel lelijks! Als natie verlangen we nooit naar oorlog. Wij Koerden als natie; Wij zeggen vrede, zij zeggen nee, laten we broeders zijn, zij zeggen nee, wij willen onze rechten via democratische en parlementaire middelen, maar zij zeggen nee! Zo, wat zullen we doen?

 

Met vriendelijke groeten,

Kadir Amaç – Auteur

Brasschaat – België.

Peymanê Lozan