Selahattin Demirtaş’a Mektu

                             SevgiliDemirtaş kardeşim,

Brüksel’den kucak dolusu selamlar, sevgiler ve saygılar gönderiyorum. 

Atalarımızın hatıraları, sizi seven milyonlarca Kürt halkının sevgisi, insanlığım, şerefim ve Kürtlüğümün namına bu satırları kaleme alıyorum ve üzerine gönül dünyamdan bir demet gül koparıp  zat-i alinize armağan etmek istiyorum.

                                                      Sevgili Demirtaş Kardeşim,

 “Korkak, tehlike olmadığı zaman yumruğunu havaya sallar” Sevgili  Goethe, doğru söylüyordu. İyi bir siyasetçi ya da iyi bir aydın gerçekleşen bir olay karşısında suskun durmaz, topluma peygamber olur, olayların şahitliğini yapar ve herkesin korktuğu bir anda o şimşek gibi çakar!

Zat-i alinizin bildiği üzre Türk mahkemeleri, aydınları ve siyasetçileri  değerli misyonunuzu hukuki ve entelektüel düzeyde müzakere etmesi gerekirken, diskriminasyon kavramlarla ve ırkçı saldırılarla şeytanlaştırmayı tercih ettiler ve siz bu kötülüklere karşı duygularınızla hareket etmeye tevessül etmediniz.

Türk devletinin ve Türk toplumunun PİM KODUNU DOĞRU GİRDİNİZ ve doğru çözümlemeler yaparak Kürt halkının başkenti oldunuz. Çok daha önemlisi, cesur ve erdemli bir entelektüel Kürt lideri olduğunuzu gösterdiniz.

Yani, Türk devletinin ve  siyasetinin tüm günahlarını ve kötülüklerini büyük bir erdemle ortaya serdiniz, Türkiye’de yaşayan bütün halkların tevecühünü ve güvenini kazandınız ve toplumun tüm katmanları üzerinde glokalizasyon ölçekte bir etki yarattınız.

Bu kötülük fırkasının elebaşı olan ‘’Kasrü’l-beyzâ’’ Saray’ına ve  bu Saray’ın  etrafındaki Osmanlı cülus bahşişleriyle geçimlerini yapan yeşil cübbeli belamlara ve gecekondulu kırmızı papyonlu İslamcı entellere ve ırkçı kemalist antagonizmalara karşı tarihi bir mücadele yürütünüz.

Özellikle savunmalarınızı ve siyasi münazalarınızla Farabi’nin “El-Medinetü’l-Fazıla” sı kadar entelektuel buldum. Rakibiniz Erdoğan ve İslamcı şürekasına H.Z Ali’nin “Nehсü’l Belâga”sı gibi cevaplar verdiniz.  Kobanê Kumpas Davası’nın sonuş kararına  Ehmedê Xanî gibi güçlü düşüncelerle karşılık verdiniz, dedeniz Şeyh Said Palu gibi alimce durdunuz, Seyid Rıza gibi cesaret timsali oldunuz, Qazi Muhammed gibi düşmanın hilesine galebe çaldınız, Leyla Qasım gibi dost-düşmanı büyülediniz,  Osman Sebrî gibi asalet sergilediniz, Şems gibi irfan, Fuzuli gibi dert ve İbn-i Rüşd gibi felsefe yaparak tarihe geçtiniz.

Sevgili Demirtaş Kardeşim,

Son olarak, Kürdistan’ın anlam ve mana iklimini gönüllerimize, zihinlerimize ve ruhlarımıza hulûl etmesini ve bu melekûti iklimde kavileşmesini ve Kürdistanlaşmasını daha çok muhkemleşmesini ve  yeni bir üslup, yeni bir nefes ve  yeni bir siyasi felsefe kozasını oluşturdunuz.

Duruşunuz yurtsever halkımızın zihin kodlarını, gönül deryasını, ruh haritasını yeniden Ehmedê Xanî’nin Kürdistani düşünceleriyle buluşturarak, adeta bizi Ba’sul- Ba’del Mevt  şahikasına yükseltiniz.  Hakkınızı helal edin

Saygılarımla

Kadir Amaç Brüksel.

Altan Tan’a Mektup

 

Sayın Altan Tan!

Mektubuma başlamadan önce zat-ı alinize, günah ve suçlarımla ilgili bir kaç paragraf yazmak istiyorum. 1985-1999 yılları arası; İslamcılık yaptığım yıllardır. Bu yıllarda İran, Lübnan- Hizbullah, Filistin-Hamas-Cihad, Mısır-İhvan,Urvet-ül Vuska, Selam, Girişim, Haksöz, Vahdet, Tevhid, Yeryüzü, Ehlibeyt, Zehra, Med Zehra, Nubihar, Milli Görüş, Mealciler, Medrese Meleleri, İslam’i Hareket, Menzil, İlim ve benzeri onlarca İslamcı çevre ile tanışma fırsatım oldu.

Daha doğrusu bu çevrelerden insanlarla sohbet ettim, arkadaş oldum. Sabahlara kadar Kuran, Sünnet, İcma, Kıyas, Şura,Tebliğ, Cemaat, Ümmet, İmamet, Velayet, Hilafet, saltanat, devlet, devrim, “dar’ül-harp” ve “dar’ül-İslam” kavramlarınıtartıştık.

İbn Kesir – Tefsiru’l-Kur’an, İbn Kayyim el-Cevziyye – Bedai‘u’t-tefsir’i, Elmalılı Hamdi Yazır Hak Dini Kuran Dili, Mevdudi Tefhimu’l-Kuran, Seyyid Kutup  Fî Ẓılâli’l-Ḳurʾân, Muhammed Abduh  Menar Tefsisi, Allame Muhammed Hüseyin Tabatabai – El Mizan Fi Tefsir-il Kur’an, Muhammed Hüseyin Fadlullah – Min Vahyi’l Kur’an tefsirlerini okudum, ders aldım ve ders verdim.

İslamcılık yaptığım bu süreçlerde hiçbir İslamcı lidere, devlete, gruba, cemaate, herhangi bir siyasi partiye, legal yada illegal düzeyde ne biat ettim ve ne de üye oldum. Tam da bu noktada kendim için şunu söylemek istiyorum.

Yaşamım boyunca hatta bugün de, İslam veya Kürtlük adına sevgili ülkeme ve yalın ayaklı milletime bir hardal tanesi kadar zarar verdiğimi gören ve bilen kim varsa lütfen konuşsun, lütfen yazsın beni! Beni böylesi bir durumda yazmalarının hem insani, hem İslami ve hem de Kürdistani bir görev olduğunu düşünüyorum. Beni tanımayan bir dizi cahil ve görgüsüz din adamlarına, yazar, gazeteci ve siyasetçiye de şu söylemek istiyorum: Kalemimi bir devlet kadar güçlü buluyorum.

Sayın Altan Tan!

İslamcılığı bıraktıktan sonra sol, liberal, demokrat

ve anarşist yazarların kitaplarını okudum. Özellikle Karl Marx, E. Durkheim ve Weber sosyolojisini iyi anlamak için sistematik ve karşılaştırmalı okumalar yaptım. Şimdi ise daha çok postmodern yazarlarla ilgileniyorum. Anthony Giddens, Andrew Heywood, Carl Schmitt, Michael Roskin, Zygmunt Bauman, Slavoj Zizek gibi postmodern filozofları okudum, okumaya da devam ediyorum.

Geriye kısa bir yolculuk yaparak bazı şeyleri zat-ı ali-nize hatırlatmak istiyorum. Bildiğiniz gibi, Türk Devletinin resmi antagonizmasını 20 yıldır temsil eden ve yöneten Erdoğan ve İslamcı-Mehmet Akif Ersoy fırkasıdır.

Ersoy ve Mustafa Kemal Atatürk çok samimi iki dosttu. Bu iki mutaassıp isim, Kürt milletini “İslam kardeşliği” mefkûresi adına aldatarak, modern Türk devletini kurdular. Sonunda Şeyh Said efendinin idam kararını Mustafa Kemal Atatürk verecekti. Dostu Mehmet Akif Ersoy’un ise editörlüğünü yaptığı Sebul – ur Reşat’ın, 15. 06. 1925 tarihli sayısında “Vatanımızı Bölen Şakiye İdam!” manşetiyle, Kürdistan ve Şeyh Said meselesini şekavet olarak haber yapmaktan imtina etmeyecekti. Bu nokta üzerinde biraz te- fekkür etmenizi tavsiye ediyorum.

Sayın Altan Tan!

Şimdi bizim döneme gelelim. Seksenli ve doksanlı yıllarda Türk devletine “Tağut” ve “dàr-ül-küfür” diyen İslamcıya da dindar fırkanın neferleri bugün “Uhud Okçuları” gibi mevzilerini terk etmiş durumdalar. “Dàr-ül-küfür” dedikleri T.C’ nın meclisinde ya da devlet bürokrasisinin farklı kademelerinde Milletvekilliği, Bakanlık, Cumhurbaşkanlığı Yardımcılığı, Özel Kalem Müdürlüğü, Mali Danışmanlık, Genel Müdürlük, Bölge Genel Müdürlüğü, Diplomatlık, Büyük Elçilik gibi makamlara gelerek ihale peşinde koşuyorlar.

Evet, dünyevi gaileler peşinde koşan ve itibar dilenciliğine avuç açan Kürt İslamcılardan biri de hiç şüphesiz de zat-ı alinizdir! Ha bu arada Yalçın Akdoğan ile beraber, hayâ ve ar damarları yırtılmış, tam bir ASALET İFLASI yaşayan Mehmet Metiner’i de unutmuyorum. Çok daha önemlisi her üçünüze de çok büyük emekleri olan sevgili İzzettin Yıldırım’a ihanetinizi ayrıca bir köşeye not

ediyorum.

İşte Kürt İslamcı-dindarların, ahval ve şeraitleri kısaca budur. Bunların en büyük alamet-i farikası Kürdistan özgürlük mücadelesine düşman, müstemleke devlete dost olmalarıdır. Bunlar kolonyalist efendilerine saygıda kusur etmezler. Koltuk ve mevki kapma hırsları yüksektir. Yarım asırdır mücadele eden Kürt özgürlük hareketinin ve yurtsever Kürt halkının verdiği ağır kayıplar ve ödediği bedeller onlar için sadece ganimettir. Rahatlarına çok düşkündürler. Mideleri başlarının başları midelerinin üzerinde olur. İblis gibi kibirleri, tilki gibi ahlakları vardır. İslam’i temayülleri ve tasavvurları Kâ’b el-Ahbâr, İslam’i cihad anlayışları İbn-i Mûlcem, hak ve batıl karşısındaki şahitlikleri Musa el-Eş’ari gibidir. İnanç dünyaları yamuk, amel kozaları çürüktür.

Sayın Altan Tan!

Dün TV’lerde ve sosyal medyada eski partiniz HDP ve eski genel başkanınız Demirtaş ile girdiğiniz çirkin polemiği görünce 37 yıllık siyasal geçmişiniz gözümün önünde canlandı bir an. Bu 37 yıllık; düşünce ve siyasi ajandanızın kısa özetini halkıma anlatmak benim için farz oldu.

23 Mart 2023 tarihinde resmi Twitter hesabınızda aşağıdaki şu sözleri sarf ederek ne kadar problemli, HUYSUZ, gerilimi seven ve hodbin bir karakter olduğunuzu fazlasıyla kanıtladınız. “Kobani davasında Selahattin Demirtaş ile birlikte ömür boyu hapisle yargılanıyorum. İki defa gözaltına alındım. Tüm ifadelerimin arkasındayım. Bazı şerefsizler her zaman yaptıkları gibi Demirtaş aleyhinde ifade verdiğimizle ilgili yalanlar uyduruyorlar. Her cümlemiz mahkeme kayıtlarında mevcut. Avukatlar satır satır servis edebilirler. Demirtaş’ın çözüm sürecindeki politikalarına katılmamama rağmen onun hukukunu korumak benim insanlık görevim gereğidir. Ey alçaklar Kürt siyaseti içinde beş tane Altan Tan olsaydı bu durumda olmazdık. Değerlerinizin kıymetini bilmiyorsunuz, bari soytarılık

yapmayın. Tekrarlıyorum: Tüm ifadeleri yayınlayın!”

Sayın Altan Tan!

Şimdi amel defterinizin sayfalarını yavaş yavaş çevirelim ve değerli halkımızla birlikte bakalım; Dediğiniz gibi kim “şerefsiz”, “alçak” ve “soytarı”dır! Biraz onu irdeleyelim. 1984-1985 yılları arasında Ankara Keçiören Belediyesi’nde ırkçı ve Kürt düşmanı Melih Gökçek’in başkan yardımcısı olarak görev yaptınız. 1987 senesinde Refah Partisi’ne girerek partinin “Güneydoğu” müfettişi oldunuz. Daha sonra değerli(siz) kadim dostunuz Mehmet Metiner ile ortaklaşa Ekim 1985 ile Eylül 1990 yılları arasında radikal İslamcı bir çizgiye sahip Girişim dergisini çıkardınız.

Bu dergi ile elde ettiğiniz popülarite ikinizi de 90’lı yılların yükselen iki yıldızı yaptı. 1991 yılında Refah Partisinden istifa ettiniz. 1993 yılında Aydın Menderes tarafından kurulan Büyük Değişim Partisi’nin genel başkan yardımcılığı makamına oturdunuz. Bu parti kendisini feshettikten sonra Menderes ile birlikte Demokrat Parti’ye geçtiniz. Daha sonra siz HADEP’ de PM üyeliğine geçerken, biricik dostunuz Mehmet Metiner ise aynı partide genel başkan yardımcılığına tıpkı bir sırtlan gibi sıçradı. Bu “SIRTLAN MESELESİ”ne de daha sonra değineceğim.

Devam edelim! Siz; HADEP’in devamı olan HDP’de iki dönem vekillik yaparken dostunuz Mehmet Metiner ise AKP’den vekil oldu. Ayrıca Yeni Zemin, Demokrasi, Yeni Gündem, Yeni Şafak, Zaman, Özgür Politika, Star gibi gazetelerde de köşe yazarlığı yaptınız.

Sayın Altan Tan!

Hâsılı kelâm her ikinizin kısaca CV’si kronolojik olarak şöyle: Birlikte Girişim ve Yeni Zemin dergilerini çıkardınız. RP`ye girerek siyaset yaptınız ve RP`den birlikte ayrıldınız. Bu süreç Menderes`in partisi Büyük Değişim Partisine aynı şekilde birlikte girip ayrılmanızla devam etti. Belediyelere girip ayrılmanızda aynı şekilde bir seyir izledi. Sen; Melik Gökçek`in yardımcısı olurken dostun Mehmet Metiner de Erdoğan`ın danışmanı oldu. Bu görevlerinizden de

birlikte ayrıldınız. Sonra birlikte Hadep’e girdiniz ve birlikte Hadep’ten koptunuz. Dostun Metiner Erdoğan’dan özür dileyerek AKP’ye dönüş yaptı sen ise HDP’ye geçtin. Bu kez tek başına HDP’den ayrılıp Saadet Partisine geçtin ve eski dava arkadaşın Metiner’le ipleri tam kopardın. Görüldüğü gibi, dindarlık muhafazakârlık ve Kürtlük maskesiyle kapısını çalmadığınız ve sinsice içine girip yuvalanarak günah işlemediğiniz yer kalmadı. Günahların ve basitliğin gün ışığı gibi ortadayken, Kürt siyasetinin sana verdiği değeri birçok gerçek Kürt yurtseveri ve aydınına vermediği bu süreçlerde sana tanıdığı bunca şansa rağmen; “Ey alçaklar Kürt siyaseti içinde beş tane Altan Tan olsaydı bu durumda olmazdık. Değerlerinizin kıymetini bilmiyorsunuz bari soy- tarılık yapmayın.” sözleriniz milyonlarca yurtsever Kürt’ün gönül dünyasına yöneltilmiş mızraklı bir suikast olmuştur.

 

Tam bu noktada siyasi atraksiyonlarınız Amr ibn al-’As’a, teolojik refleksleriniz Musa el-Eş’ari’ye ve oyalama taktiğiniz Habeş Kralı Necaşi’yi kıvrak zekâsıyla ikna eden Güney Yemen valisi Ebrehe’ye benzetsem de bu örneklerin tam olarak kişiliğinizi tasvir edemeyeceğini düşünüyorum. Daha çok kişiliğinizin testosteron hormonlarını sırtlanın hormonlarına benzetiyorum.

Bana göre bu mektubumun ana konusu, karakter ve asalet meselesidir. Farklı bir ifadeyle de aslan ve sırtlan meselesidir. Bu iki hayvan türü birbirlerinin baş düşmanlarıdırlar. Sırtlanlar gerçekten de “Afrika düzlüklerinin çöp kamyonu gibidirler. Şarbondan delik deşik olmuş, leş gibi kokan bir hayvan ölüsünü midesine indirdiği halde asla hastalanmayan” itici ve tiksindirici bir hayvandır.

Sayın Altan Tan!

Sudanlılar’ın güzel bir atasözü vardır: “Cennete giden tek yol, sırtlanın midesinden geçer.” Romalı doğa bilimci sırtlanın hermafrodit olduğunu, tıpkı sizin gibi, adamına göre, duruma göre, havaya göre, mevsime göre cinsiyet-fikir-inanç değiştirebildiğini söyler. Hermafrodit kişilikler hem doğada ve hem de siyaset arenasında çift cinsiyetli sümüklü böcek, salyangoz veya solucan olabiliyorlarmış! Oxford Üniversitesi’n de zooloji yüksek lisansı yapmış olan “Hayvanlar Âleminden Uygunsuz Gerçekler” adlı kitabın yazarı Lucy Cooke’in büyüleyici kitabında geçen şu sözler aklıma geldi. “Sırtlanlar hem leşleri hem kendini yiyen, yavrulayan ineklerin peşine düşen, arkadan ısırıp sakatlayan, gece uyurken yüzünü ısırıp parçalayabilecek, acı acı uluyan, sürüsüne hizmet eden, pis kokulu iğrenç, çenesiyle aslanın bıraktığı kemikleri kıran, göbeği yerlerde sürünen, kahverengi düzlükte uzun adım koşan, ardına baktığında yüzünden melez bir köpeğin zekâsı okunan çift kişilikli SIRTLAN.”

Tüm araştırmacı yazarlar ve benim gibi deli felsefeciler sırtlanın cesur olmadığı konusunda hemfikirdirler. Öyleki Goethe demiş ki “Korkak insanlar kendilerini güven- de hissedince etrafa tehditler savururlar.” Tıpkı National Geographic belgeselinde izlediğim sahne gibi: Zebra ölüm karşısında şerefini korurken sırtlanlar sinsi, acımasız ve korkak görünüyorlardı.

Sana söylenecek daha çok şeyler var ama ben mektubumu kısa keseceğim. Biliyorum, söyleyeceklerime mustekbirleneceksiniz, yumruğunuzu havaya sallayacaksınız, öfkeniz ve kibriniz zirve yapacak ama olsun. Bu mektup Kürt tarihe not düşücek!

Kadir Amaç

25.03.2023/Bürksel

Müfit Yüksel’in, HAMAS, IŞİD ve Türk Devlet Aşk

Sevgili okurlar!

Modernizim, felsefe, siyaset bilimi, siyaset sosyolojisi ve İslam teolojisi konularıyla yakından ilgilendiğimi bildiğinizi sanıyorum. Bugün bu çizginin dışına çıkacağım ve Müfid Yüksel’in amellerini anarşist bir yazıyla kaleme almış olacağım.

Çünkü Kürdistan ülkesinin hürriyet mefküresine ihanet ve düşmanlık yapan içimizdeki mezellet unsurları entelektüel zaviyemde kötü amellerini teşhir etmek insani, İslam’i ve Kürdistan’i bir görevim biliyorum.

Beni Müfid Yüksel’i yazmaya sevk eden sebebin, 25 Ekim 2023 tarihinde ‘’Twitter Sosyal Medya’’ hesabımda yaptığım aşağdaki paylaşımda rahatsız olup, şahsıma yönelik sarf ettiği cahil sözlerine bilmukabelede bulunma hakkını vermiştir.

 

 

                                                  Hazreti Müfid Yüksel!

Saygı değer  babanız olan molla Sadrettin Yüksel’i 1991 yılında  Fatih’teki evinizde iki arkadaşımla birlikte ziyaret etmiştim. Hal-hatır faslından hemen sonra sevgili Sadrettin hocaya şöyle  sormuştum: ‘’Seyda, biliyorsunuz  seçimler yaklaştı, bazı kardeşlerimiz Refah partisine oy vermemizi tavsiye ediyor; ancak  henüz bu  konuda karar almış değiliz. Refah Partisine oy vermemiz İslam’i kurallara göre caiz mi?

Seyda: “ Hayır oğlum, kesinlikle caiz değildir. Çünkü Türk devleti ‘’darü’l-küfr’’ devletidir ve Refah Partisi de küfr devletinin  bir parçasıdır. Dolayısıyla düzen partilerine oy vermek caiz değildir ve kim oy verirse, otomotikmen müşrik olur ” demişti.

                 Sayın Hazreti Müfid Yüksel!

80 ve 90’lı yıllarda Türk Devletine “TÂĞUT” ya da “darül küfür” diyordunuz! Öyle değil mi? Hayrola! Bugün de ‘’Tağut’’ dediğiniz ‘’Çankaya Puthanesi’’ne tilavetler eşliğinde secdeye durmuş ve ona yemin ediyorsunuz! Bu durumda müşrik olmuyor musunuz?

Acaba sevgili Seyda hayata  olmuş olsaydı, oğlu Müfit Yüksel’in TC, IŞİD, HAMAS, Hud-Par-Hizbullah-kontra, AKP ve Saadet Partisi unsurlarını kendine dost ve Kürdistan siyasetçilerini, yurtseverlerini, aydınlarını ve  savaşçılarını kendine düşman seçmesine karşı nasıl bir tepki vereceğini doğrusu ben de  merak ediyorum!

Ey hayatını Türk ve Arap İslamcıların osuruklarını koklamakla geçiren Müflis adam! Sevgili Muhammed’in düşmanları Sıffın’da Kur’an’ı kuşatma altına aldılar. Sıffın’da, Kuran’ın gerçek temsilcileri olan ehlibeyt, Kuran’ı katillerin, günahkarların ve hırsızların eline kaptırdı. Suikastçi Kays oğlu Eş’as’ın  elinde bir Kuran, hayatı günahlarla geçiren  Musa el- Eşari’nin elinde bir Kuran,  hayatı tilkice yaşayan Amr Bin el-As’ın elinde bir kuran,  aklını ekmek peynirle yiyen katil  İb-ni Mùlcem’ in elinde bir Kuran, Tevrat’ın tüccarı  Kâ’b el-Ahbâr’in elinde bir Kuran.

 

Ey! Müflis adam!

Özellikle bu iki yıldır sizi yakından takip ediyorum. Bakıyorum, siz de Kuran’ı vesayetinize geçirmişsiniz, onunla geçimini sağlıyorsunuz, küfür ve cehalet üreten dilinize dolanıyorsunuz, Kendini Müslümanlığın  kabesi ve İslam’ın hamisi görüyorsunuz. Sizin  gibi, yamuk ve arızalı Müslüman olmak istemeyen Kürt siyasetçilerini, kürt savaşçılarını ve Kürdistan ülkesini İslam’ın düşmanları  olarak tekfir ediyorsunuz.

Tağuti ve  mustekbir Türk devletinin sarayında, yeşil cübbeli belamlar ve gecekondulu kırmızı papyonlu İslamcı entellerle birlikte Türk sultanına  tilavetler eşliğinde bazen ayet, bazen hadis, bazen  şiir okuyorsunuz. Bazende Türk Sultanları için, Allah’ın helal kıldığını haram ve haram kıldığını helal yapıyorsunuz. Kürt olduğun için, senden emin olmaları için ekranlarda ve TWİTTER ODALARINDA mübarek Kürdistan  ülkesine ve Muhavvid  Kürt gerilasın- savaşçılarına  ‘kafir’’ diyorsunuz.

Kürt savaşçılarına olan bu düşmanlığından dolayı, IŞİD ve AKP bağilerin gönlünde  taht kuruyorsun ve bunun karşılığında tağuti Türk devletinin sultanından bir Osmanlı Cülus bahşişi  alıyorsunuz. Ve, bu Osmanlı Cülus bahşişi  midene  indiriyorsunuz, miden baş  üstünde, başın mide üstünde ve bu midenin  üstünde Türk bayrağını dalgalandırıyorsunuz.

Sonra, plastik beyninle ve sentetik fikirlerinle, günah ve cehalet üretiyorsunuz ve bu  üretiklerinden kendine  cehennemde küfürden bir ev inşa ediyorsunuz. Ve, en  önemlisi İslam adına başkalarını seküler yaşamla itham ediyorsunuz, diğer taraftan “İstanbul Büyükşehir Belediyesi  Harita ve Kadostro Müdürlüğü”nde milyarlık ihaleler kovalıyorsunuz. Bravo! müflis adam sana(!)

                                                  Ey!Müflis adam!

Kürdistan ülkesinin, bağımsızlık ve hürriyet davası karşısında  gözlerin Abdullah Bin Selül gibi oportonist, İslam’i ahlakın ve tanıklığın kabül ahbar  gibi provakatif, hukuk ve adalet anlayışın Musa el eşar gibi konformist, Siyasi ahlakın, amr bin el as gibi dezenformasyon, ahiret bilincin  Abdurahman bin Avf gibi secularist, inanç iklimin İbnül Mülcem gibi enfeksiyonal, zihin dünyan  mezhepler gibi antagonizmal ve cesaterin  hizbuldomuz fırkası gibi korkak!

 

                                       Ey Müflis İnsan! 

Değersizliğin adresi ve kıyametin alâmet-i fârikasisiniz. 

 Çünkü; Ocak 09, 2016 tarihli  Yeni Şafak  köşe yazınızda şöyle diyorsunuz:“Kürtlerin ümmet ile yollarını ayırmaya, İslam’dan kovmaya yönelik çaba ve tutumların günümüzde ciddi boyutlar kazandığını esefle gözlemlemekteyiz. Bir yandan, Kürtler içindeki seküler/din karşıtı ulusalcı çevrelerin, PKK ve uzantılarının, Kürtleri Müslümanlıktan, ümmetten koparmaya yönelik çabaları yoğunluk kazanmıştır.”

Ey!Müflis adam!

 ‘’Ümmet” diye bir kurum mu var? Bütün Müslüman milletler bu  kurum etrafında birleşti de bir Kürtler mi ayrı düştü? Bu kurum nerdedir, ne iş yapıyor, bize söyle de bizde gidip Arapların 22 devlet,  Türklerin  11 devlet ve Farsların  4 devlet sahibi olduğunu ve Kürtlerin de  bunlara kölelik yaptığını şikayet edelim.

Ülkesi işgal, ontolojik varlığı inkar, fizyolojik varlığı din kardeşleri tarafından çarmıha gerilen ve siyasal egemenliği elinden alınan, Müslüman bir milletin siyasetçilerine ve savaşçılarına utanmadan “Kürtleri İslam’dan uzaklaştırıyorlar” idiasını ileriye sürüyorsunuz! Verdiğin bu kötü hükümden dolayı, Allah seni kahr etsin ve cehennemde  odun taşıyan hamal yapsın! Çok daha kötüsü, Erdoğan, hizbul-kontra ve Hamas’ın elebaşlarıyla seni haşr etsin!

Çünkü yükezibunsunuz, Kürt siyasetçileri ve Kürt savaşçıları asla ve asla idia ettiğiniz  o zelil  iftiradan ırak ve firaktırlar. Kürt siyaseti ve Kürt savaşçıları Kürdistan ülkesinin bağımsızlık  ve hürriyet davasıyla iştigal etmektedirler ve siz onların yaratığı değerler ve emekler karşısında  bir hardal tanesi kadar değerli değilsiniz!

 

                                                                 Ey! Müflis adam!

 Kürt milleti, Kürt siyasetçileri ve savaşçıları bin dört yüz yıldır yeryüzünde hiç bir Müslüman milletin ve sapık İslamcı fırkaların yapmadığı kadar, Allah’a  huşu  ve takva içinde secde ediyorlar. Oysaki  İslam toplumlarını, seküler,  mataryalist,  hedonist ve paganist  bir  inancın  iklimine transformasyona tabi tutan, eteklerine tutuştuğun ve  biat ettiğin mustekbir Türk, Arap, Fars devletleridir.

 Kerhane  ve meyhaneler eşliğinde ‘’Çankaya  Puthanesi’’ne secdeye duran  senin Yeni Şafak gazetendir. Sevgili dostum İzzetin  Yıldırım hocamı ve yüzlerce dindar insanlarımızı domuzbağı yöntemiyle katl  eden hizbuldomuz fırkasıyla oturup kalkan siz değil misin?

Kürdistan ülkesi  İslam ülkeleri içinde, kerhanenin,  mayhanenin, eğlencenin, fuhuşun, alkolin,  uyuşturucunun lüx yaşamın, ateistliğin, kapitalist yaşamın ve Dubai gökdelenlerin en  az olduğu ülke olduğunu bilmiyecek kadar handikap mısınız?

 İslam ülkeleri  içinde camilerin, mescidlerin, medreselerin ve tessetürün  en fazla olduğu  ülkenin gene  Kürdistan olduğunu bilmeyecek kadar kırsal mısınız?

 Ve, en önemlisi; Kürt halkı ve siyaseti zerre miskal kadar İslam’ın, ulvi ve muşeref değerlerini,  milletleşme ve devletleşme temayüllerine  alet etmemişlerdir. Mamafih, milletleşme ve devletleşme temayülüne tenezzül ve tefessül etmiş olsaydılar; bugün bahs konusu ettiğin o, uyduruk ümmetin sömürgesi olmazdılar değil mi bay MUFLİS ADAM?

                                                           Ey! Müflis adam!

15- Şubat, 2016 tarihli Twitter hesabınızda şöyle diyorsunuz:

Önce bu çirkin sözlerinize hokkalı bir tokat indirmek istiyorum: Yalınayaklı Kürt milletinin ve  sevgili PYD’li siyasetçilerin ve sevgili YPG’li savaşçıların ayaklarının altındaki mikrop kadar bile kıymetinin olmadığını bilmeni isterim.

 

                                                                  Ey Müflis adam!

Twitter üzerinde sarf ettiğiniz bu sözlerinle İŞİD,  Hamas, T.C ve AKP bağilerine dost, Müslüman Kürt savaşçılarına ve siyasetçilerine  düşman olduğunu net bir şekilde  ilan etmiş oluyorsunuz! Şimdi siz kendi öz toprakları üzerinde yaşayan, kendi öz vatanını savunan, halkını IŞİD kafirlerinden-teröristlerinden koruyan, PYD ve YPG’nin derhal  Rojava Kürdistan’dan çıkarılmasına hüküm veriyorsunuz(!) Batı  Kürdistan  ülkesini işgal eden, Kürt milletinin siyasal egemenliğini elinden alan, binlerce Kürt kadınını demir kafeslerde cariye  olarak satan, Kürt savaşçıların kafasını odun  hızarlarıyla vahşice bedeninden ayıran IŞİD  kafirlerin, Rojava  Kürdistan’ı işgal etmesini can-i gönülden arzu ettiğinizi çok iyi biliyorum.

İkincisi, Kürdistan’ı yakıp yıkan ateistler mi, Yahudiler mi, İsrail Devleti mi,  Hiristiyanlar devletler mi Hiristiyan milletler mi? Elbetteki onların olmadığını pekiâlâ benden çok daha iyi biliyorsunuz. Oysa ki, Kürdistan ülkesini  yakıp yıkanlar ve yalın ayaklı halkını çarmıha gerenler tedrisati rahlesinden geçtiğiniz modern çağın Emevi, Sefavi ve  Osmanlı  Cihatcılarıdırlar.

Bu cihatçıların  fihristi  işgal, ganimet, tecavüz, bağilik, haydutluk, barbarlık, hırsızlık, cahillik, mustekbirlik, bencillik,  görgüsüzlük, kültürsüzlük,  insanları  diri diri kesme,  hak-hukuk ihlali, kalpazanlık, dört eşlilik, işkence, sürgün, köleleştirme, eşekleştirme, eğitimsizlik, ufurukçuluk, putperestlik, mezara tapma, Peygambere tapma, dört halifeye tapma, mezhebe  tapma, lidere tapma, sekse tapma, paraya tapma, makama tapma, otoriteye tapma ve İslam’ı İslam’la dolandırmak  kadar, baş döndürücü ve sınır bozucudur!

 

                                                      Ey Müflis adam!

Biz Kürtlerin ülkesini işgal eden İsrail mi?

Biz Kürtlerin dilini yasaklayan İsrail mi ?

Biz Kürtlerin nazik civan bedenlerini çarmıha geren İsrail mi?

                                          Ey! Müflis adam,  

demir kafaslerde canlı canlı insan yakan IŞİD kafirlerine söyleyecek bir sözünüz  yokmu? Rojava Kürdistan’i bombalarla döven, sivil halkını vahşice katl eden ve Afrini işgal eden  T.C’nin  Kasrü’l-Beyza Sarayında oturan münafık Erdoğan ve onun tetikçisi olan Hakan Fidana söyleyecek bir sözün yok mu?

Değerli dostlarım ve öğretmenlerim olan Fidan  Güngör, İzzetin Yıldırım ve Ubeydullah Dalar’ı tekbirler eşliğinde alçakça katl eden hizbuldomuz fırkasına söyleyecek tek bir sözünüz yok mu?

 Kürt gençlerini vinçlerde vahşice sallayan Muaviye  kafalı ayetullah rejimine söyleyeceğin bir sözün yok mu?

Biat ettiğiniz ve İslam’ın hamisi gördüğünüz ‘’Yahudi Cesaret Ödülü’’ alan ve TEK Müslüman olma ünvanını elinde buklunduran Recep Tayyip Erdoğan’a ‘’ALÇAK’’ demeyecek misiniz?

T.C’nin 23 yıl içerisinde vahşice katl ettiği dört yüz Kürt çocuğu için bir demet sözün yok mu? Bodrumlarda Müslüman milletimizi canlı canlı yakan, Kürt  çocuklarına yaşlarından fazla kursun sıkan, Kürt gençlerini katl edip panzerlerin arkasına bağlayıp yerden sürükleyerek teşhir eden, savaşçı Kürt kadınları öldürdükten sonra çırıl çıplak soyup, kahramanlık bozunu veren, camiilerimizi, Aziz Kuran’ı Kerimi ve şehirlerimizi delik deşik eden, terörist Türk askerlerine ve işkenceci Türk  polisine  söyleyeceğin bir sözün, tek bir ayetin ve tek bir hadisiniz yok mu?

 

                                                 Ey Müflis adam!

03 Ara 2015  tarihli başka bir Twitinizde  şöyle diyorsunuz: “Latince  Kürtlere Latin harfi dayatmak, Kürtleri İslam’dan koparıp, ateistleştirme, Kürdistan’ı tümü ile Endülüsleştirme projesidir.” Pekiâlâ, bay Müflis! Aşağdakilerden hangisi Allah’ın resmi dilidir sizce? (!) (A) Arapça B) Latince.  

Arap  ilahiyatıyla eşekleştirildiğin için mühtemelen A) şıkkı diyeceksiniz. Çünkü sana göre, Allah’ın ve Kürt’ün dili Arapçadır. Ancak Kuran senin gibi hüküm vermiyor ve  senin kösele suratına şu iki ayeti çarpıyor: “Göklerin ve yerin yaratılmasıyla dillerinizin ve renklerinizin farklı olması da O’nun ayetlerindendir.” (Rum,22),  

“Birbirinizle tanışasınız diye sizi milletlere ve kabilelere ayırdık. (Hucurat,13)

                                                               Ey Müflis, 

Sen kim islam olmak kim! Sen kim Müslüman  olmak kim! Sen kim insan olmak kim! Sen kim Kürt olmak kim! Hayatını tağuti Türk devletine hizmet ve Türk İslamcıların KICINA NUSKA yazmakla  geçirmişsiniz. Artık İslam’ın silahıyla milletimize ve ülkemize suikast yapmanıza asla izin vermeyeceğim ve yükezibun suratlarınıza GÜÇLÜ KALEMİMLE, GÜÇLÜ KONUŞMA SANATIMLA VE GÜÇLÜ SİSTEMATİK DÜŞÜNCE FAKÜLTEMLE silleler indireceğim ey Muflis Adam!

 

Kadiramac@hotmail.com, https://twitter.com/KADIRAMAC

“Brief aan de heer Premier Alexander De Croo

‘Mijnheer de Premier Alexander De Croo,               

 

Meneer! Ik ben Kadir Amaç, ik bied de groeten, liefde en respect aan vanuit het schattige en mooie stadje Brasschaat in België. 17 jaar geleden kwam ik als Koerdische schrijver als vluchteling naar uw land vanwege mijn ideeën en geschriften. Ik heb asiel aangevraagd bij de Belgische Staat en mijn asielaanvraag werd binnen korte tijd door uw democratische staat aanvaard. Nu draag ik het staatsburgerschapspaspoort dat uw land mij heeft gegeven en ik ben buitengewoon trots op deze situatie en ik wil via u mijn dankbaarheid uiten namens de Belgische staat en het Belgische volk.

 

‘Mijnheer de Premier Alexander De Croo,

Om uw vergeving te vragen, een korte reis te maken door de geschiedenis van de strijd voor gerechtigheid van de Vlaamse natie, waartoe u behoort, en vervolgens te verklaren dat het Koerdische volk zich in geen enkel stadium van zijn strijd voor zijn eigen land heeft beperkt tot daden van terrorisme en terreur. rechten, en dat hun doel alleen is om hun taal te spreken, die verboden is in hun thuisland, waar ze al vijfduizend jaar wonen. Ik zou aan uw vergelijkende en wetenschappelijke opvattingen willen presenteren dat het ons doel is om de politieke soevereiniteitsrechten die een eeuw geleden verloren zijn gegaan.

 

‘Mijnheer de Premier Alexander De Croo,

Als we kort kijken naar de geschiedenis van België van de afgelopen 90 jaar, kunnen we zeggen dat het de geschiedenis is van het politieke conflict tussen de Vlaamse en Waalse naties, waarin het voornaamste probleem gebaseerd is op de kwesties van de moedertaal, territoriale en politieke kwesties. soevereiniteit. Zoals u weet werden de regio’s die België vormden na de “Slag bij Waterloo” van 1815 bij Nederland gevoegd. Als resultaat van de pogingen van de protestantse Nederlanders om de Nederlandse taal met geweld en assimilatie aan de Franstalige Walen op te leggen, werd in 1830 de Belgische Staat opgericht als gevolg van de ‘Schone Revolutie’, als resultaat van de samenwerking tussen Waalse en Vlaamse intellectuelen en de ontwikkelde klasse van de burgerlijke aristocratie, die zich tegen de Nederlandse soevereiniteit verzetten.

 

Onmiddellijk nadat de Belgische landen waren bevrijd van de Nederlandse overheersing, kwam de politieke soevereiniteit onder de controle van de Walen. De Vlaamse natie, die samen met de Walen tegen het Nederlandse kolonialisme vocht, werd deze keer blootgesteld aan het kwaad van de Walen, hun taal werd vernederd en verboden. Om deze reden openbaarde de Vlaamse natie voor het eerst haar eisen voor de strijd voor moedertaalrechten in de 19e en het begin van de 20e eeuw.

 

Je weet beter dat het grootste deel van het Belgische leger, vooral tijdens de Eerste Wereldoorlog, uit Vlaamse soldaten bestond. Als Koerdische schrijver bied ik mijn excuses aan omdat ik u aan deze pijn herinner, als Koerdische schrijver, dat Vlaamse soldaten vernederd en beledigd werden door Franstalige officieren, en dat ze hun dood tegemoet gingen zonder de Franse bevelen te begrijpen die aan de Vlaamse soldaten waren gegeven.

 

‘Mijnheer de Premier Alexander De Croo,

We zien dat in de jaren waarin dit ongelooflijke kwaad tegen het Vlaamse volk werd begaan, een groep Vlaamse intellectuelen zich organiseerde en een aantal basisrechten met betrekking tot de taal opeiste. Deze vastberaden strijd van de Vlaamse intellectuelen op het gebied van de taal wierp in korte tijd geleidelijk vruchten af, en voor het eerst in de jaren twintig leidde dit tot de inzet van vertalers bij de rechtbanken en het geven van enkele cursussen Vlaams aan de Universiteit Gent. De Vlaams Nationale Beweging stelde deze eisen niet alleen, maar slaagde er ook in om op basis van taal en territoriale soevereiniteit de onderste en bovenste voorwaarden van scheiding op te bouwen om vanaf 1920 stap voor stap het ideaal van federalisering te verwezenlijken. Dit bouwproces II. Na de Tweede Wereldoorlog werd er snel vooruitgang geboekt en werd het gewenste stadium bereikt.

 

‘Mijnheer de Premier Alexander De Croo,

Ik zou graag het volgende voorbeeld uit uw geschiedenis willen geven, zodat u de strijd van de Koerden voor het recht op hun moedertaal en politieke soevereiniteit beter kunt begrijpen: II. We kunnen niet ontkennen dat de bezettende Duitsers tijdens de Tweede Wereldoorlog de Vlamingen die een Duitse taal spraken tot nationalisme aanmoedigden, zozeer zelfs dat ze hen provoceerden. Een andere historische strijd van de Vlaamse natie om haar rechten op te eisen zijn de trieste gebeurtenissen die begin jaren zestig plaatsvonden aan de Katholieke Universiteit Leuven. Na deze gebeurtenissen werd de moedertaalgrens getrokken en bleef de stad Leuven op Vlaams grondgebied. Onmiddellijk na deze trieste gebeurtenissen verwierf de Vlaams-nationalistische Beweging het recht om alle onderwijs- en opleidingscursussen in het Vlaams te geven.

 

‘Mijnheer de Premier Alexander De Croo,

Bij deze trieste gebeurtenissen hebben de partijen er niet van afgezien de term ‘TERRORIST’ tegen elkaar te gebruiken. Met andere woorden: de Vlaams-nationalistische Beweging werd door zowel de Nederlanders als de Fransen als een TERRORISTISCHE Beweging beschouwd. Uit deze pogingen van de Vlamingen om hun rechten op te eisen ontstond ook de Waalse Nationalistische Beweging, en beide partijen lieten zich er niet van weerhouden gewelddadige middelen tegen elkaar te gebruiken op straat en op de pleinen. Ook de Vlaamse en Waalse volksliederen en nationale dagen zijn verschillend. In het bijzonder bent u van plan om elk jaar namens de nationale feestdag de “Slag om de Gouden Preserves” te vieren, waarin zij de Fransen in de 14e eeuw versloegen! Hoe zou u bijvoorbeeld reageren als u zulke nationale feestdagen met uw volk zou vieren en iemand zou komen en de mensen zou aanvallen die aan de feestvieringen deelnamen?

 

Als we ons onderwerp voortzetten waar we gebleven waren, hebben de twee samenlevingen na al deze ontwikkelingen zeer ernstige crises en conflicten meegemaakt. Dit proces kwam onder een juridische paraplu te staan toen België in 1996 een federale structuur kreeg en de moedertalen en fundamentele rechten en vrijheden van beide volkeren grondwettelijk werden gegarandeerd. Als de Vlamingen 90 jaar geleden niet voor hun rechten hadden gevochten, zou jij dan als Vlaming vandaag de president van België zijn, of zouden IJsland en Wallonië vandaag federale regio’s zijn?

 

‘Mijnheer de Premier Alexander De Croo,

Vandaag is Brussel de hoofdstad van Europa, maar ook de hoofdstad van onze digitale planeet. Omdat België en Brussel landen zijn waar de belangrijkste politieke beslissingen ter wereld worden genomen. Ooit werd in deze oude stad overwegend de Vlaamse taal gesproken, maar vandaag spreekt ongeveer 90% van de Brusselse bevolking Frans! Desondanks wil de Vlaamse politiek Brussel in het Vlaamse gewest opnemen. De meerderheid van de Brusselaars wil echter niet bestuurlijk verbonden zijn met de Vlaamse gewesten. Om deze reden heeft Brussel, om conflicten te voorkomen, grondwettelijk de status gekregen van een neutraal tweetalig orgaan, en tegelijkertijd is deze situatie een voorbeeldig oplossingsmodel. Bovendien kennen de Vlaamse intellectuelen het Frans meestal goed, en ondanks al deze feiten wordt vastgesteld dat beide gemeenschappen de laatste jaren veel meer bereid zijn elkaars taal te spreken.

 

‘Mijnheer de Premier Alexander De Croo,

Je kunt niet trots genoeg zijn om een voorbeeldig modelland te zijn in de mondiale statenbond, door de territoriale en politieke soevereiniteitsrechten van de twee volkeren in België gelijkelijk te delen. Hoewel Walen en Wimpels christenen en katholieken zijn, spreken de Walen (Fransen) in het Zuiden en de Wimpels Nederlands in het Noorden, en is het land verdeeld in drie federale regio’s. Het is de moeite waard om te onthouden dat 1. regio Vallon (Wallonië), 2. regio Vlaams (Vlaanderen), 3. regio Brussel, waar voornamelijk Frans wordt gesproken, en de regio waar een Duitstalige gemeenschap van 1000.000 mensen woont. Er zijn ook in totaal 5 parlementen en regeringen in België. “We kunnen zeggen dat het misschien wel het meest democratische land ter wereld is, bestaande uit de federale regering, de Vlaamse regering, de regering van het Waalse Gewest, de Brusselse centrale regering en de Franstalige regeringen van Brussel-Waals.”

 

‘Mijnheer de Premier Alexander De Croo,

Zoals u kunt zien, zijn in België, dat sinds 1996 een federaal democratisch land is, de belangrijkste criteria voor de indeling in regio’s de moedertaal en de politieke soevereiniteitsrechten. We zien dat de mensen die in België wonen hun moedertaal en politieke soevereiniteit op gelijke wijze gebruiken. In België zijn er bijvoorbeeld geen scholen die tweetaligen als moedertaalsprekers onderwijzen. Kinderen moeten naar een Franse school of naar een Vlaamse school. Dat is niet alles, er zijn alleen Vlaamse scholen in het Vlaamse Gewest en alleen Franse scholen in het Waalse Gewest. De enige regio waar twee soorten scholen te vinden zijn, is Brussel en enkele bevoorrechte gebieden eromheen. We weten dat deze politieke figuren, die uniek zijn voor België, ongeveer 300 lokale overheidseenheden in het land hebben, onder de paraplu van lokale overheden, federale en regionale overheden, en het totaal hiervan wordt commune genoemd. Gemeenten zijn in veel zaken bevoegd. Ze verkrijgen ook hun politiediensten, ziekenhuizen, scholen, paspoorten, verblijfsvergunningen en andere administratieve documenten van de gemeenten.

 

‘Mijnheer de Premier Alexander De Croo,

Mijn doel om u in hoofdlijnen te herinneren aan de strijd van de Vlaamse natie om haar rechten te verkrijgen is dat de Koerdische landen, die een geschiedenis van vijfduizend jaar hebben en waar tarwe voor het eerst werd gevonden en voor het eerst gedomesticeerd, onder bezetting zijn, en dat de Koerden, de inheemse bevolking, mensen uit deze landen spreken al een eeuw lang hun moedertaal op scholen, universiteiten, het parlement, ziekenhuizen, rechtbanken, gemeenten en in het leven. Ik wil u confronteren met het feit dat het in elk aspect verboden is en u helpen een KOERDISCH TE WORDEN EN EMPATHY voor een half uur.

 

Vanuit dit perspectief werd na de Koerdische Nationale Newroz-viering die op 24 maart 2024 in Leuven werd gehouden, gezien dat de Koerden die in konvooi door de stad Heusden-Zolder trokken, werden aangevallen door honderden racistische Turken. In de videobeelden die op sociale media zijn gepubliceerd, kunnen we duidelijk zien dat de veiligheidstroepen ontoereikend en onervaren waren en er niet in slaagden in te grijpen bij het incident. Bovendien stak de racistische groep in de beelden de nationale vlaggen van de Koerden in brand als ISIS-terroristen, probeerden ze een groep Koerden te verbranden die onderdak zochten in een huis terwijl ze takbirs reciteerden, en in een andere video het toneel van een Koerdische aanval. Jongeren die werden gelyncht deden me denken aan ISIS-terroristen.

 

‘Mijnheer de Premier Alexander De Croo,

Koerden die in België woonden, stroomden massaal naar het toneel nadat ze deze barbaarse en achterhaalde beelden op sociale media hadden gezien, en terwijl ze protesteerden tegen dit achterhaalde racisme, konden ze hun woede niet beheersen en veroorzaakten ze een reeks onaangename uitbarstingen. Hoewel van uwe Excellentie werd verwacht dat hij meer volwassen en realistische uitspraken zou doen over de gebeurtenissen, veroorzaakte hij door deze ongelukkige uitspraken een droefheid in de harten van 72 miljoen Koerdische mensen. Deze droevige uitspraken, die de Koerden letterlijk terroriseerden, gaven moed aan racistische en Islamistische terroristen en maakte hen verliefd op de anti-Koerdische dictator Erdoğan, die hij eerst wurgde.

‘Mijnheer de Premier Alexander De Croo,

Ik nodig u uit om uw excuses aan te bieden aan het onderdrukte Koerdische volk voor deze ongelukkige uitspraken die u heeft gedaan! Want zijn de Koerden, wier land al een eeuw bezet is, hun taal verboden, hun politieke soevereiniteit weggenomen en gedwongen te migreren uit hun thuisland, terroristen, of de Turkse staat die zoveel kwaad heeft gedaan aan de Koerden en de racistische Turken? die in België wonen en het kwaad van deze schurkenstaat als legitiem beschouwen? In die zin zijn Erdoğan en de overgrote meerderheid van de Turkse samenleving anti-Koerdisch. Ze zijn verre van het ideaal van waarheid en rechtvaardigheid. Goed; Ze hebben plundering, verovering en imperialistische gedachten en praktijken. Een van de mensen die deze gevaarlijke politieke gedachten heeft geanalyseerd is het werk van Harold Lasswell van de Amerikaanse Yale University, die het concept psychologie in de politieke wetenschappen introduceerde. Ik denk dat het ons zal helpen de psychologie van Erdogan te begrijpen: Lasswell stelt dat racistische politici de politiek mentaal uit balans brengen , dat macht en soevereiniteit door geen enkel land en niemand kunnen worden bereikt. Hij zegt dat ze voor dit doel de politiek zijn ingegaan om het niet met de staat te delen. Plato, in zijn werk genaamd “Staat”; “Zulke politieke mensen moeten gek worden, het zit in hun aard om gek te worden, ze vertrouwen niemand, ze creëren denkbeeldige vijanden, ze zien alle staten en naties als vijanden, en ze verzamelen meer macht met deze psychologie.” Hij gebruikt uitdrukkingen.

 

Het spijt me u deze waarheid te moeten zeggen: u verwent de Turkse racisten en de islamist Erdoğan met uw ongelukkige uitspraken! De leider van de Turkse staat, Erdoğan, en zijn islamitische volgelingen hebben het land en de natie Koerdistan allerlei kwaad aangedaan en zetten dit kwaad met alle macht voort. U bent een van de staatshoofden die deze situatie heel goed kent.

 

‘Mijnheer de Premier Alexander De Croo,

Ik wil mijn brief graag afsluiten met deze vraag: Ja, ik weet het, oorlog is iets heel lelijks! Als natie verlangen we nooit naar oorlog. Wij Koerden als natie; Wij zeggen vrede, zij zeggen nee, laten we broeders zijn, zij zeggen nee, wij willen onze rechten via democratische en parlementaire middelen, maar zij zeggen nee! Zo, wat zullen we doen?

 

Met vriendelijke groeten,

Kadir Amaç – Auteur

Brasschaat – België.

Peymanê Lozan