Hayatın Bulmacasını Çözmek!

                                                            Kadir Amac televizyon yayını

Sokrates’in  “Sorgulanmayan hayat yaşanmaya değmez” ve Adorno’un  “Yanlış hayat doğru yaşanmaz.” simetrik sözlerini çok önemli bulduğumu belirtmek istiyorum. Ayrıca Adorno’nun “Yanlış hayat doğru yaşanmaz” ifadesini Googleleşen Toplum kavramımızla yeni felsefik çözümleme yaparak doğru hayat modelini ortaya çıkarmaya geyret edeceğim. Örneğin, “Yanlış hayat doğru yaşanmaz.” sözünün çözümlemesine şöyle başlayabiliriz: Kim bizi yönetiyor, kim bizi denetliyor, kim bizi gözetliyor, kim bizi yargılıyor, kim bizi sansürlüyor, kim bizi ödüllendiriyor, kim bizi korkutuyor, kim bizi cezalandırıyor? Bunu yapanlar hangi kriterleri esas alıyorlar? Yahut galakside-samanyolunda iki yüz milyar yıldız varken, bu durum insanlığın dikkatini neden çekmiyor?

Fransız edebiyatçı yazar André Gide’yi Ali Şeriatî’nin kitaplarında tanımıştım. Nobel Edebiyat Ödüllü yazarın 1996 yılında “Vatikan Zindanları” adlı başyapıtını okumuştum. Hatırladığım kadarıyla romanın en etkileyici bölümü yaklaşık olarak şöyle idi: Aman Allah’ım! Ben ne yaptım? içinde birlikte yolculuk yaptığımız şu trenin kompartmanında hiç tanımadığım, hiçbir nedenini bilmediğim ve bir hiç uğruna bu adamı trenin penceresinden dışarıya neden attım.

Bir insan bir insana karşı nasıl böyle acımasız olabiliyor? Bu durum aklıma  “Leviathan” adlı eserin ünlü yazarı Hobbes’un “İnsan insanın kurdudur.” sözünü hatırlattı. Thomas Hobbes, siyaset felsefesini incelerken, “İnsan insanın kurdudur.” sözüyle insanın patolojik anatomisi üzerine kafa yoruyordu. Hobbes bu önemli sözüyle insanın doğası gereği bencil olduğunu söyleyerek bencil arzularını gerçekleştiren mutlu bir kurt metoforunu kullanıyordu. Kendisinden sonra gelen ahlakçı İngiliz filozof Mill; “ Mutlu bir domuz olmaktansa mutsuz bir Sokrates olmayı tercih ederim.” diye ahlaki uyarıda bulunuyordu.

Aslında insanın insana ve topluma karşı taşkınlık yapmasının birçok nedeninin olduğunu gözlemlemek mümkündür. Olaya sadece Hobbes’un mahfilinden bakmamız bizleri  büyük bir yanılgıya mahkum edecektir. Evet, insanın doğasında bencillik vardır, ancak insanın doğasında aynı zamanda başkaları için fedakarlık yapma dürtüsünün de olduğunu bilmemiz gerekiyor.

İslam filozofu Farabi, liberalizm filozofu Loce, demokratik toplum filozofu Rousseau’nun “insanın insanın kurdu” olmasının birçok sebepten kaynaklı olduğunu ortaya koymuşlardır. Dolayısıyla insanın doğasında hem iyilik hem kötülük kromozonlarının olduğu gerçeğini kabul etmemiz gerekiyor. Biyolojik melekelerimizi kontrol altında tutma, onları eğitme, dizginleme ve yönetme alışkanlıklarını kazanmasının tamamıyla insanın çabasına ve iradesine bağlı olduğunu rahatlıkla söylemek mümkündür. İnsan, toplum ve devlet  kendisini bu yönlü eğittiği vakit, yaşamda kötülükler tamamıyla ortadan kalkmaz; lakin yanlış yaşam kültürünün zayıflayacağı muhakaktır.

Google Toplumu’nun en büyük özelliği bireysellik kültürünün zirveye ulaşmasıdır. Özelde birey, genelde toplum kendini sorgulamıyor! Örneğin şeyler yerinde mi, ben yerinde miyim, toplum yerinde mi? Aman Allah’ım! Kitâb-ı Mukaddes, sanki bugün için konuşuyor gibi; RAB Kabil’e, “Kardeşin Habil nerede?” diye sordu. Kabil, “Bilmiyorum, ben kardeşimin bekçisi miyim?” diyordu. Yüzyılımızın en önemli felsefecilerinden biri olan Emmanuel Levinas, bencil, kıskanç ve öfkeli Kabil’in bu çirkin sorusuyla “her türlü ahlaksızlığın” başladığına dikkat çekiyordu. Bu anlamda bana göre hayatı yaşayan üç çeşit insan vardır:

Karanlıkta Yaşayan İnsanların Hayatı: Karanlık bir hayatı yaşayanların  ezici çoğunluğunu şöyle tarif etmek istiyorum: Bu insanların gözleri hiçbir şeyi görmez, beyinleri hiçbir şeyi fark etmez ve şeyleri görmedikleri ve fark etmedikleri için sorgulama melekeleri neredeyse ölü gibidir. Bunların misalini, çölde ateş yakan adamın örneğine benzetiyorum. Ateş, adamın çevresini aydınlattığı zaman, aydınlıkta kısa bir mutluluk yaşar ve ateş alevi sönünce  karanlığın içine tekrar gömülür. Veya zifiri bir karanlıkta çakan şimşeğin etkisiyle önce dehşet bir korkuya kapılır, önünü görür, yürümeye başlar ve şimşeğin etkisi bitince yoluna karanlık  çöker ve yürüyemez bir hale gelir. Kısacası burada mutlu bir hayat yoktur. Adeta burdaki hayatın her tarafında korku, hazır ve nazır bekliyordur.

Puslu Havada Yaşayan İnsanların Hayatı: Burda tam karanlık bir hayat yoktur. Burdaki hayat puslu gözlüklerle yaşıyor. Sis kütlesi içinde yaşayan burdaki insan hayatı Bauman’ın tabiriyle “biraz özerk, biraz da özgür”dür. Ancak bu özgürlük ve özerkliğin de sınırlara bağlı kalarak yaşadığını belirtmeliyiz. Bu durumu şöyle izah etmek mümkündür: Yaklaşık yüz metre mesafede olan insanları görebiliyor, inceleyebiliyor, sorgulayabiliyor. Aynı şekilde yüz metre yakınında olan her nesneyi ve her canlıyı tanıyabiliyor. Lakin görüş mesafesi uzağı göremiyor. Örneğin, iki yüz metre ilerisinde duran hiçbir nesneyi göremiyor! İlerisini görmediği için, yakın ve uzak tehlikeleri görmemiş oluyor.

Aydınlıkta Yaşayan İnsanların Hayatı: Aydınlık ikliminde  yaşayan insanların sayısı oldukça azdır. Bunlar, ışıldayan ve özgür olan insanlardır. Görüş mesafeleri her canlıyı, her nesneyi, her tehlikeyi görebiliyor ve tehlikelere anında önlem alabiliyor. Bu hayat ikliminde her şey görülüyor, her şey fark ediliyor ve her şey sorgulanıyor ve her gün yeni şeyler keşfediliyor.

Elbette ki yaşamın güzergahları üzerinde bir dizi tümsekler ve tırmanışı zor olan kayalıklar hep var olurlar. Birey ve toplumun yaşam mücadelesi önündeki bu tümsekler ve kaya tırmanışları elbette ki farklılıklar arz ederler. Örneğin, akıntısı güçlü olan bir nehirde  bir ağaç kütüğünün üzerinde sal yapan biri, açık denizlerde yol alan bir gemi kaptanı gibi pusulaya ihtiyaç duymaz. Çünkü o, nehrin akıntısını pusula olarak takip eder. Elbette ki saldaki nehrin akışını takip ederken, engelleri kürek çekerek aşacaktır. Fakat bu durum, deniz üzerinde gemi yürüten  kaptanlar için geçerli değildir. Çünkü gemi kaptanları gelgeç  rüzgarlarda, değişken ve güçlü dalgaların arasında yönlerini kaybetmemek için, önceden ROTALARINI belirlerler.

Erdem sahibi insanların hayatı, bela ve musibetlerle doludur. Hayat onlara karşı çok acımasızdır.  İşkenceler, zindanlar, sürgünler  ve ölüm korkusu onları erdemli yaşam çizgisinden koparmaz. Tıpkı çarmıha gerilen Mesih gibi, mahkum edilen Sokrates gibi, işkenceye boyun eğmeyen Ebu Hanife gibi! Dolayısıyla sorumluluktan kaçmak, asaletin önüne bahaneler koymak, doğru yaşamdan uzaklaşmak, AHLAKA ve FELSEFEYE karşı çevrimdışı olmak için, orada burada GOYGOY yapmak sadece zihinleri dağıtmak içindir. Goygoy kültürü Google üzerinde gerçekleşiyor. Google bize GOYGOY KÜLTÜRÜNÜ benimsetmiş, beynimizi ele geçirmiş ve kendisinin kontrolünde bir algoritma yaratmıştır!

Dijital çağın insanları olarak hayatımızla ilgili kararları biz  alamıyoruz. Yaklaşık olarak hayatımızla  ilgili en önemli kararları  Google’un beyinlerimiz üzerinde yaratığı algoritmanın verdiğini görüyoruz. Dijital  devletlerle birlikte  çalışan GOOGLE; alkol, sigara ve uyuşturucu maddelerinin insan bedenine büyük zararlar verdiğini ileriye sürerken, Bauman’ın da belirtiği gibi; insanın zihin sağlığını  daha yüksek düzeyde tehdit eden kötü filmler, kötü kitaplar, kötü reklamlar, kötü ideolojiler ve kötü dinler hakkında neden tek bir yasal düzenleme yapmıyor? Değerli dostum Kürt yazar Şefik Peşeng’in bu hususta çok önemli bulduğum bir değerlendirmesi var: “Google Çağı’’ ya da “Yeni Teknoliji Çağı’’ bize bir yandan  muhteşem bilgi kanalları açıyorken, bilime ve bilgiye ulaşmayı oldukça kolaylaştırıyorken; öte yandan bizi tembelleştiriyor. İnsan, ama daha çok genç insan bu çağa daha çabuk uyum sağlıyor. Ya da uyum, işine daha çok geliyor. Beyin tembelleşiyor. Düşünme süreci disiplinden kopup reflekslere dönüşüyor. Uzun olan yorucu, kısa olan sonuc alıcı oluyor. Bu nedenle sloganlar, başlıklar, podcastler, TikToklar daha çok öne çıkıyor. Okumanın yerini seyretme alıyor. Beyin küçülüyor. Beyin, üretme yerine dışarıdan gelen kıvılcımlarla yetiniyor.

Google Çağı’nın en önemli postmodern sosyologlarından biri olarak gösterilen Polonya asıllı Yahudi Zygmunt Bauman, çağın bireyselleşme krizini Orwell’ın “Bin Dokuz Yüz Seksen Dört” adlı  ünlü eseri üzerinde durumu harika bir şekilde özetliyor. İngiliz yazar George Orwell tarafından kaleme alınmış olan bu eserin politik, alegorik ve distopik bir roman olduğunu değerli okurlarıma hatırlatmam gerekiyor.

Bauman’ın, Orwell’ın başyapıtının toplum tarafından hızlı bir şekilde unutulması üzerine ciddi zihinsel bir emek sarf ettiğini görmek mümkündür. Çünkü eser ilk çıktığında toplum müthiş bir ilgi göstermiştir. Ancak Bauman, zaman içinde Orwell’ın eserinin toplumun gözünde bir saman alevi gibi sönmesinin sebebini toplumun (1984 adlı kitabı tartışanların) kendi utançlarını ve acılarını Orwell’in kaleme aldığı distopyasında görmediklerinden ötürü artık kitaba ilgisiz kaldığı biçiminde açıklıyor.  Bu yeni sosyolojiyi şu cümleyle özetlemek mümkündür: Haydi Beni Yakala GOYGOY! Evet, ben GOYGOYUN tutkuları peşine takılıp gidemem. Çünkü bu tutkular üzerinde doğru hayatın yaşanamayacağını görebiliyorum. Dolayısıyla doğru bir hayatı tutkular üzerinde kuramayız. Tutkuların peşine takılanlar doğru bir hayatı kaybederler. Aklın peşinden gidenler ise, felsefe MENZİLİNE varırlar ve oradan da erdemli yaşamın kapılarına ulaşırlar.

En yüksek düzeyde ZEVK almamızı sağlayan; ancak MANA ve UHUVVET dünyamızı ifade etmeyen ne kadar basit, ruhsuz, geçici şeyler varsa bir nehir gibi sürüklenip gidiyorlar hayatımızdan. Hayatın nehrinde geriye sadece kum ve kumun içinde gizlenen küçük elmas parçaları ve o elmas parçalarını bulan ve ona zarafet kazandıran estetik akıl kalıyor geride.

Mutluluk ve kötülük kavramları o kadar belirsizler ki her iki kavram hakkında kesin bir felsefi yargıya ve tutarlılığa sahip bir açıklama yapmam neredeyse mümkün gözükmüyor. Örneğin, benim mutluluk durumum, asaletimin ve FELSEFEMİN olaylara tanıklık ettiği an iken, Polonyalı düşünür Zgymunt Bauman, “Mutluluğun nesi kötü?” sorusuyla güneş ile buz, gül ile leş metaforlarını ve  Albert Einstein ise “dünyanın en ünlü denklemini (E = mc²) önüme koydular.

Önce Bauman’ın önüme koyduğu GÜNEŞ ile BUZ, GÜL ile MURDAR’ın diyalektik felsefesini aklımın erdiği kadarıyla tasvir etmeye çalışacağım: Güneşin olduğu yerde buz erimeye başlar ve suya dönüşür. Buz güneşi görmediğinde, buzun sıcak olduğunu söyleyebilir miyiz? Elbette ki hayır, o halde buz ile güneş nasıl bağdaşmıyorlarsa, GÜL ile LEŞ kokuları da aynı şekilde birbirleriyle bağdaşmıyor diyebiliriz.

Şimdi sevgili Albert Einstein’ın çok değerli bulduğum ‘izafiyet teorisi’nin, insanların ezici çoğunluğu tarafından anlaşılmadığı bilinen bir gerçeğin anlaşılmasına yardımcı olmak istiyorum. Bakınız. Sevgili Albert, izafiyet teorisini her insanın anlaması için AŞKI anlatır gibi şöyle  anlatır. “Parktaki bankta güzel bir kızla bir saat oturmak bir dakika gibi gelir ama yanan kızgın bir sobanın üzerinde oturmak bir saat gibi gelir. İşte benim izafiyet teorim budur.” diyor.

            Biliyorum, insanların ezici çoğunluğu maslahatçı konuşmalardan hoşlanıyorlar. Maslahatçı toplumlar faziletli bireyler  yetiştiremezler. Çünkü gerçekle ve acıyla yüzleşmek istemiyorlar. Bu durum onların morallerini bozuyor, haz alarak morallerini güçlü tutmak ve onları düşündürecek her şeye yabancı kalmak istiyorlar  ve sonunda hazlar hayatlarını acıya dönüştürdüğünde hiçbir şey yapamıyorlar. Siz acı sahibi olan kişinin acı noktasını uyuşturursanız ve hastalığının varlığını gizlerseniz hastayı sakinleştirmiş olursunuz! Ancak bu yöntem acıları ve hastalığı tedavi etmiyor! O halde biz, hasta realitesi ile karşı karşıyayız ve acı da olsa şu gerçeği açık ve net bir şekilde ona söylememiz gerekiyor.

            Yaradılışlarını beğenmeyen dijital çağın insanlarına GOOGLE yeni imkanlar ve yeni avantajlar sunuyor. Bu durum dijital çağın çirkin insanlarını baştan çıkarıyor ve sonu gelmez değişimlerin çılgınlığı onları bir türlü mutlu sonla buluşturamıyor. Evet, dalga dalga büyüyen manikür-pedikür salonları, yüzü germe, burun, dudak, yanak, göğüs, kalça, karın estetik ameliyatları kompülsif sapkınlıklar gezegeninin her noktasına ulaşmış durumdadır.

            Mutluluk hormonlarımız eskisi gibi çalışmıyor. Yeni postmodern mutluluk hormonlarımız, gerilim ve kriz üzerine çalışıyor artık! Bu yeni mutluluk hormonlarımızın bir saniyelik dalgınlığı, telafisi olmayan bir yenilgi ve dışlanmayla insanı karşı karşıya bırakıyor. Büyük hayaller ve büyük beklentilerimizin hormonları varlıklarını başkalarının acıları ve başkalarının mutsuzlukları üzerinde kendini var ediyor! Ne kadar korkunç değil mi? İşte zamanın mutluluk tasavvuru böyle bir şey!

Aman Allah’ım! Cennet ile cehennem, ütopya ile distopya arasında mutluluk kovalayan o kadar çok insan var ki! Lakin mutluluğun uçucu bir madde olduğunu ne kadar biliyorlar bu GOYGOYCU insanlar? Elbette ki bu beklentiler hep var olacaktır. Barış-huzur, savaş-hile arasındaki bu diyalektik mücadele bitmek bilmez gerilimlere, krizlere ve kaçınılmaz  Toplumsal Google Değişimleri’nin tehdidine hep uğrayacaktır.

Duygularımız karmaşık olur, düşüncelerimiz  periyodik aralıklarla derin bir kaos ve derin bir boşluk yaşarlar. Yani, bazen sükûneti ve bazen  fırtınalı anları yaşarlar. Duygularımızın bu elektromanyetik dalgalarını önleyemeyiz! İtiraf etmeliyim ki öyle anlar gelir ki belirli kişilerden hoşlanmadığımı rahatlıkla söyleyebilirim. Filozof John Locke’un “İnsanın Anlama Yetisi Üzerine Bir Deneme” adlı kitabında geçen şu güzel ifadeyi çok değerli buluyorum: “Tutarlılık, yalnızca küçük beyinlerin erdemidir.”

Yukardaki anlamlı sözü şöyle tefsir etmek istiyorum: İyi bir yazar ve iyi bir düşünür bir gezegenden diğer bir gezegene gidip gelmesini bilen kişidir. İyi bir yazar, hiçbir zaman tek ve kesin bir düşünceye bağlı kalmayan ve fikirlerini gözden geçiren kişidir. Bunu yapamayan bir yazar, monolog olur, otoriteye takılır ve düşünceleri akıntısı olmayan bir gölete dönüşür! İlk önce, ben  bir babayım. Yani, bir tüccar, bir din adamı, bir siyasetçi değilim. Her şeyden önce ve her şeyin ötesinde bir yazarım! Görevim insanları sevmek, insanları aydınlatmaktır. Yani, gerçek yazarlar özgür ve dürüst olurlar! Bu anlamda “en iyi yazar kim?” diye sorsalar teredütsüz şöyle derim: Ruhun, aklın ve kalbin ihtiyaçlarını karşılayan ve okurlarını her yazısında heyecanlandıran ve onlara harika anlar  yaşatan bir kimse en iyi yazardır. Politikacıların, din adamlarının ve tüccarların ezici çoğunluğunun dürüst insanlar olmadıklarını  düşünenlerdenim. Görüntü ve görünüşlerini sihirbazlara benzetiyorum. Çünkü görünüş kendi içinde çifte bir düalizmi ve çifte bir aldatmacayı barındırıyor. Tıpkı Ficte’nin “ben ile ben olmayan” arasındaki görüntü ve görünüş kavramları gibi. Örneğin, Gandi, “fiziki olarak Hintli görünebilirim; ama beynim bir İngiliz!” demişti. Yaklaşık 25 yıl önce, görüntü ve görünüş olarak ben bir Kürt görünüyordum; ancak  beynim ben değildi! Beynim ben gibi görünüyordu, ama beynimin içinde benimle ben gibi duran bir Türk de vardı ve ben beni fark edememiştim. İşte tam da bu noktada “ben” gibi duran bu ben, kayboluyor. Kaybolan bu ben, eski primordiyal köklerine  dönüş yapıyor, kaybolan kendini özüyle buluşturuyor ve yeniden beni yaratıyor.

Sevgili Zizek’in  en son yayınlanan “Kendini Tutamayan Boşluk” adlı felsefik eserini okudum. Eserin özne, nesne, zaman, mekan, yahut tümel, tikel ve tekil gibi çözümleme konfigürasyonlarının beni etkilediğini söyleyemem; ancak kitapta ilginç bulduğum bir dizi şeyler de vardı. Zizek’in kaleme aldığı eser Platon, İbni Arabi, İbni Farabi, İbni Rüşt, Kant, Hegel’in görüşlerinin tekrarını yapmaktan ileriye gidememiştir.

Fikir hayatımda beni en çok düşündüren ve etkileyen, Albert Einstein ve Stephen Hawking olmuştur. Bu anlamda kaos anlarımda ontolojik varlığımı epistemoloji üzerinde çözümlemeye çalışıyorum. Ancak klasik felsefecilerin  sözkonusu ettiği “madum” (boşluk) veya Albert Einstein’in “hiçlik” yani “kuantum boşluğu”na düştüğümü fark ediyorum.

Her  bir şeyin içinde var olmak ve hiçbir şeyin içinde hiçbir şey olmamak duygusu, bazen bana heyecan ve bazen de  kaos yaşatıyor. Kendi kendime şöyle diyorum: Kaosta denge ve huzur olur mu? Gene kendim yanıtlıyorum. Sanmıyorum diyorum. Ya da şu an için bilmiyorum.

Çünkü sosyalizasyonun ontolojisinde, denge ve huzur yoktur. Tıpkı Ying-Yang felsefesi gibi her şey zıt, her şey kaos ve her şey gerilim doludur. Yani, ontolojik varlığımızın bazı dönemlerinde doluluk, bazı dönemlerinde boşluk ve bazı dönemlerinde  fazlalık oluşturuluyor. Bu konuda yaklaşık olarak Alman filozof Fichte’nin bahsettiği, “ben ile ben olamayan” arasındaki ayrışmayı harekete geçiren ontolojik yasaları ortaya çıkarmam gerektiğini düşünüyorum!

İdealist filozofların önemli bir bölümü herkes adına konuştukları gibi, her şeyin hakikatini  çözümlediklerini de düşünürler(!) Bu anlamda İslam mezhepleri de yaklaşık olarak öyle düşünüyorlar. Örneğin, İslam mezhepleri Kur’an’daki şu ayeti referans alırlar. “Tanrı’nın  katında tek düşünce, ancak İslam’dır”. Bir başka karşılaştırma yapmak istiyorum. İdealist filozoflar, evrendeki “her şeyi bilmemiz” gerekmiyor diyorlar. Kur’an’da benzeri bir şey diyor. “Onları O’ndan başkası bilmez.” Gene yaklaşık olarak Mutlak’ın hakikatini “O’ndan başkası” ortaya çıkaramaz  diyenlerin başında Epikuros, Spinoza, Hegel, Heidegger geliyor!  Evet, “mutlakın hakikatini” açığa çıkarmaya çalışan natüralist-materyalist Albert Einstein gibi fizikçiler ise bu iddialara şiddetle karşı çıkmışlardır! İdealistlerin zaman, mekan ve boşlukla ilgili  inşa ettikleri antagonizmayı kibirli bulduğumu belirtmek istiyorum. Yaklaşık olarak başka düşünceleri dinlememiz lazım diye düşünüyorum.

Öyle ki bazen hiç konuşmadan sadece dinlemek lazım, dinledikçe fikirlerimize, fikirlerimizin gözden geçirilmesine yardımcı olmuş oluruz. Bir bakmışsınız ki  dışarıdan-ilham gücüyle yeni fikirler bir nehir gibi akmaya başlamış, fazlalıklar gitmiş, boşluklar dolmuş ve yükünüz  hafiflemiş  hissedersiniz kendinizi.

Doğrusunu söyleyemek gerekirse, başkalarının klişeleri beni ilgilendirmiyor, beni ilgilendiren şey, “ben ile ben olmayan’’ arasındaki diyalektik yasalar arasında tümel, tikel ve tekil üçlüsünü referans alarak postmodern düşünce iklimimin konfigürasyonlarını ortaya çıkarmaktır. Bu anlamda filozofların hayatını ilginç bulduğum kadar, kendi hayatımı da oldukça ilginç buluyorum. Örneğin fikirlerimi yeniden gözden geçirmeme yardımcı olan kitaplara, olaylara, tecrübelere ve benden akıllı olan dostlarıma teşekkür ediyorum. Benim için, düşünce yolculuğumun zirveye çıkış ve zirveden iniş noktaları önemli değildir. Önemli gördüğüm şey bu 39 yıllık fikir yolculuğumun her bir noktasında tanıştığım önemli şahıslar, önemli fikirler ve  önemli olaylardır. Muhakak fikir hayatımın hiçbir menzilinde popüler olma peşinde koşmadım, popüler olmaktan kaçtım, çünkü doğru bir hayat popülarite üzerinden yaşanmaz. Bu sebeplerden ötürü devletin, siyasetin, görgüsüz zenginlerin  ilgisini yitirirmekten hiçbir zaman korkmadım; aksine aklımdan geçen her şeyi söyledim. Yani içimden geldiği gibi davrandım hep! Eğer öyle olmamış olsaydı, bugün bu kaderi yaşamayacaktım!

Sevgili dijital çağın okurları! Fikir hayatım boyunca hep şunu arzu ettmişimdir: Ahlakı sağlam iyi bir insan, iyi bir Kürt ve iyi bir yazar olmak istemişimdir. O halde iyilik nedir, kötülük nedir? Acaba, doyum ve ızdırap mıdır? Bu sorularımızın cevabını nesnelci kuramın temsilcisi Platon ve öznelci kuramın sahibi Spinoza, Farabi ve Hobbes verebilir mi? Anlamadığımız, kavramadığımız ve bilmediğimiz her şey bir anda gözümüzde kötü görünmeye başlıyor  değil mi? O halde bu durum izafi bir şey mi? Yaklaşık olarak olabilir ya da anlamı yoktur, biz korktuğumuz için anlam yüklüyoruz. Kötülük ve korku aynı amaç için bir paralellik, bir orantı ve bir simetri rotasını takip ediyor mu? Felsefi anlamda evet. Hem korku hem de kötülük iç dürtülerimizin eyleme geçme halidir. Birbirlerine yardımcı oluyorlar, birbirlerini tamamlıyorlar ve biri olmadan diğeri varlığını sürdüremiyor.

Hayata karşı duygularımız karmaşık olur, düşüncelerimiz periyodik aralıklarla derin bir kaos ve derin bir boşluk yaşarlar. Yani, bazen sükûneti ve bazen de fırtınalı anları yaşarlar. Ben istemediğim halde ve zoraki olarak GÖRÜŞ, İLGİ ve DÜŞÜNCE zaviyeme sokulan ŞEYLER o kadar çok ki; buna rağmen tek başıma hepsiyle baş edebiliyorum! Yani artık benim için, hayatım kötüye gittiği zaman bazı şeyler açığa çıkmıyor ve çünkü benim hayatımın neredeyse tamamı sıkıntı ve kötü insanlarla geçiyor!  Örneğin hayatın içinde en çok yalancının muhatabı oluyorum. Yalancılar için, filozof veya cahil olmanız  hiç önemli değildir! Çünkü YALANCININ beyni öyle çalışıyor, psikolojisini  öyle rahatlatıyor, bu durumdan mutlu oluyor ve eski yalanları sönünce, eski yalanlarını desteklemek için, daha çok IŞILDAYAN yeni yalanlarla durumu destekliyor.

Hobbes’in “Bu, iyidir, ben bunu arzu ediyorum.” ifadesi ile Spinoza’nın “Bir şey iyi olduğu için arzu etmeyiz; o, arzu ettiğimiz için iyidir!” sözlerinde simetrik bir uyum görüyorum.  Rousseau da enteresan bir filozoftur! Ahlak üzerine çok ciddi okumalar yapmasına rağmen;  hiperaktif, günahkar ve çapkın karakterini ıslah etmeyi başaramamış biridir. İngiliz filozof David Hume’un daveti üzerine 1765-1767 yılları arasında İngiltere’ye gider, David ile kavga eder ve İngiltere’den ayrılır. Leibnitz, Kant, Descartes ve Locke’u okur ve bu yazarlar arasındaki çelişkileri ortaya çıkarır ve fikirlerini onların fikirlerine karıştırmaması için çok özel bir çaba sarf eder. Aman Allah’ım! Hollandalı ressam Gogh, resim yapmak için resim yapmamıştır. Gene dünyanın en büyük şairlerinden biri gösterilen Çinli Li, şiir yazmak için şiir yazmamıştır. Her iki isim, para kazanmak ve haz almak için bu işleri yapmadılar! Amaçları ahlak, vicdan ve adaleti ortaya çıkarmak olmuştur. İslam’ın en güçlü filozoflarından olan Nizâmülmülk, İbni Haldun, Kindî, Fârâbî, İbn Sînâ saraylarda belasız bir hayat yaşadılar. Mamafih, Ebu Hanife ve Hallâc-ı Mansûr  ise saray’ın yanlış hayatına karşı doğru bir yaşamın bedeli olarak canlarını adadılar.Rousseau, zenginlerin filozofu Voltaire ile kavga etmekten çekinmez, Voltaire konuşmalarıyla onu aşağılar ancak  Reusseau öldüğünde Voltaire onun cenazesinde bulunur ve onun için büyük sözler sarf eder! Buna rağmen o tüm zamanların en iyi 10 filozofu arasına girmeyi başarmış biridir. Örneğin ahlakçı filozof Nietzsche’ye de bir bakalım. Nietzsche’nin demokratik ahlak görüşü, filozof Mill ile karşı karşıya gelmesini sağlamıştır. Nietzshe, Mill’i “beyinsiz ve aptal” olmakla suçlamıştır. Nietzshe, bu düşüncesiyle bazı  ahlaklı ve zeki insanların başka insanlardan daha önemli ve değerli olduğunu ifade etmeye çalışmıştır.

Erdemli olmaya aday olan her insan,  kendi gerçeği ile yüzleşmelidir, kendine karşı yiğit davranmalıdır. Önce, işlediği günahları ve suçları İTİRAF etmelidir! Ardında üzerindeki tüm pislikleri yıkamalıdır, iyice temizlenmelidir, halkından özür dilemelidir! Sonra AHLAK, SEVGİ, AŞK, VİCDAN ve ASALET fakültesine öğrenci olmalıdır ve ölünceye kadar eğitimine burda devam etmelidir. Konuşan ama amel etmeyen, tembel ve üretmeyen insanların eleştirilerini büyük bir azap olarak değerlendiriyorum! Bu durum karşısında yüzleri kızarmaz, çünkü farkında değildirler ve ayrıca yüzün kızarması erdem konusudur. YALANIN karşısında hayretler  içinde kalıyorum ve YALANCILARIN yerine ben UTANIYORUM! Ancak gerçek şu ki insanlar, kandırmak ve kandırılmak istiyorlar. Çünkü bu onların çok hoşuna gidiyor.

Özellikle Googleleşen Toplum’un en büyük sorununun, ahlak ve sevgi sorunu olduğunu  belirtmeliyim. İnsanlık ailesini bu çağın  krizden kurtaracak ve doğru bir hayatın kapılarını sonuna kadar açacak gücün ahlak, sevgi, aşk, vicdan ve asalet olduğunu düşünüyorum. Bu manada Bauman, akıl ile aşkın kendi aralarında konuşmadıklarını; daha çok, bağırarak birbirlerini susturmaya çalıştıklarından bahseder. Ona göre; ”Akıl aşktan daha iyi bir konuşmacıdır.” Elbette ki aşk da konuşmak istiyor; ancak şaşkındır, heyecanlıdır ve duygularını toparlayamıyor. Bazen aşk akıla, bazen de akıl aşka galebe çalıyor. Her ikisi de birbirinden çok korkarlar ve çekinirler. Her ikisinin de başı hep bela ve musibetin içindedir! Elbette ki bunun için, ahlakçı filozoflara büyük ihtiyaç duyuluyor. Kant boş yere şu sözü söylememiştir. “Felsefe değil, felsefe yapmak öğrenilir.” Kant’ın bu enfes sözünün ahlakçı yazarların hayatla ilgili konulara kafa yormasına yardımcı olacağını düşünüyorum. O halde ahlak nedir? Ahlak nesnellik mi, yoksa öznellik midir? İstediğimi yaparım, istediğimi söylerim, istediğimi yaşarım ve kimse bana karışamaz!” Bu biçim bir ahlak anlayışı insanın ASALETİNİ elinden alır ve onu hayvan mesafesine koyar! O halde  ahlakımız kadar insanız, ahlakımız kadar iyiyiz, ahlakımız kadar şeref sahibiyiz, ahlakımız kadar demokratız ve ahlakımız kadar özgürüz diyebiliriz. Bu anlamda değerli okurlarımla şunu paylaşmak isterim: Yıldızlar birer birer gökyüzünden kopup ayaklarımın altına kaldırım taşları olsalar bile ahlakımı, vicdanımı ve asaletimi vermem hiç kimseye!

Googleleşen Toplumların yaşadığı bu değerler krizini  ilk olarak sosyal-psikolog Alfred Adle,r “kompleks” olarak adlandırmıştı. Bu manada, alınganlık ve kompleks belirtileriNİN değersizlik duygusundan kaynaklandığını söylemeliyim. Yani, kişi kendisini değerli ve önemli hissetmediği andan itibaren yabancılaşmayı seçmek zorunda kalıyor. Çağın yeni sosyologlarından Christian Heath, insanın bu karmaşık ruh haliyle alakalı insanın toplumsal etkileşimi sonucunda yaşadığı bu yeni duruma “mahcubiyet”  ismini veriyor. Gene çağın postmodern sosyologlarından biri olan Ervin Goffman, meslektaşı olan Christian’ın “etkileşim” ve “mahcubiyet” kavramlarını daha farklı ve anlaşılır bir zaviyede “odaklı etkileşim” ve “odaksız etkileşim” kavramlarıyla çözümleme önerisini sunuyor. Bu konuyu biraz detaylandırmak istiyorum: Sosyolojinin en önemli sorduğu temel sorular, insanların yaptıkları ve yapabilecekleri her eylemde başkalarına bağımlı olmalarının anlamı nedir? Sizler, ben ve başkaları, günlük yaşam deneyimlerimiz içinde hangi konularda gereksinim ve bağımlılık duyuyoruz? Sosyolojide uzman olmayan veya felsefe yapmasını bilmeyen sıradan insanlar bilim insanlarının yardımı olmadan, bir bakıma onlardan eğitim almadan hayatın içinde yaşadıkları sorunlara ilişkin fikir sahibi olabilirler mi ?

Toplumu yakından tanımamız için, yukarıda önerdiğim soruları referans alarak işe koyulabiliriz.  Yeri gelmişken sosyolojik olguları diğer bilimsel olgularla karıştırmamamız açısından şöyle bir örnek vermek istiyorum: Sosyolojik gözlemlerimizde yada sosyolojik bulguları ortaya çıkarabilmek için, dev hızlandırıcılar ya da  radyo teleskoplarına ihtiyaç duyulmaz. Çünkü radyo teleskopları görülmeyen noktalardaki gök cisimlerini algılamak için kullanılır.  O halde  felsefe yapmasını bilen  bir sosyolog, toplum içerisindeki yaşanan hadiseleri çıplak bir gözle izlemeye ve onları bir ajan gibi takibe almasını iyi bilir. Evet, ne de olsa hepimiz başka insanlarla birlikte yaşıyoruz ve birbirlerimizden etkileniyoruz değil mi?  Örneğin, bugün yerel ve bölgesel sosyolojinin küresel kültürün etkisine girmesini sağlayan devletlerin değil,  dünyadaki 150 büyük şirketin küresel kültür faaliyetleridir. Bunun da özellikle aileler üzerinde  büyük bir tesir meydana getirdiğini görüyoruz. Bu toplumsal etkileşimin, bireyler ve aileler üzerinde çok daha etkili olduğunu rahatlıkla gözlemleyebiliyoruz. Çağımızın önemli sosyologlarından biri olan Goodman, toplumsal etkileşimin temel olağanüstü karmaşık bir özelliğe sahip olduğunun altını çizer.  Gene çağımızın önemli gördüğüm sosyologlarından Christian, toplumsal etkileşim içinde mahcubiyetin önemini çok güzel bir şekilde  ele alır. Ona göre mahcubiyet, başkalarıyla karşılaşmamız bazı açılardan rahatsız edici olduğunda, özellikle bireyin kendi kimliğine ilişkin olarak “korumak istediği bir izlenim sorgulandığında’’ ortaya çıkan bir duygudur.

Sosyal bilimciler insanın bu mahcubiyet-utanma duygusunu ve şeklini  ortaya çıkarmak için, doktorlarla işbirliği yaparak mahcubiyet sosyolojisini anlamaya çalışmışlardır. Örneğin, bir doktor muayenehanesinde bir hastayı kabul eder. Doktor hastasına soyunmasını rica eder. Hasta doktorun önünde soyunma eylemini gerçekleştirirken, doktor o anda hastanın utandığını net bir biçimde görür ve  doktor hastanın bu istenmeyen mahcubiyet duygusunu en aza indirmek için özel bir çaba gösterir. Bu mahcubiyet anı tıbbi muayene sırasında duygunun patlak vermesiyle birlikte oldukça net görülen bir durum olarak ortaya çıkmış oluyor.  Elbette ki soyunma eylemi doktorun hastayı muayene etme isteğini izleyen süre içinde gerçekleşiyor.  Bu işlemin doktorun önünde yapılması pek seyrek görülen bir şey olmadığı için, hasta olan kişi bedeninin en mahrem noktalarını doktora ilk kez konsültasyon sırasında göstermiş olduğu için utanma duygusu patlamış oluyor.

Erving Goffman, toplumsal etkileşim ve günlük yaşamda yüz yüze etkileşim olgusunu, ‘‘Odaksız Etkileşim’’ ve ‘‘Odaklı Etkileşim’’ olarak tanımlar. ‘‘Odaksız Etkileşim’’in kişilerin aynı ortamda bulunması nedeniyle oluşan kişiler arası iletişimi kapsadığını söyler. Örneğin, aynı odada karşı karşıya oturan iki yabancının birbirlerinin giysilerini, duruşlarını genel davranışlarini incelerken, kendilerinin de gözlem altında bulunduklarından dolayı, kendilerine de çekidüzen vermeye çalıştıklarına işaret eder. Ayrıca bu durum, görsel dikkatin tek nokta üzerinde odaklandığı durumlarda ortaya çıkar. Dikkatini tek bir noktaya odaklamayı başaranlar elbette ki birbirlerini odaksız etkileşim içine alacaklardır. Misal, bu da bir insanın başka bir insana bakmak için, onun kendisine bakmıyor olmasından yararlanması ve daha sonra kendisine bakılan kişinin aniden dönmesi ve kendisine haksızca bakan kişiye bakarken yakalanması durumunda ortaya çıkan bir eylemdir. İşte tam bu durunmda mahcubiyeti yaşayan kişinin o anda  huzurunun bozulması, kızarma, kekeleme  ve dengesiz hareketler içine girmesi kaçınılmaz oluyor.

Üzerinde en çok yoğunlaştığım konu, küreselleşme ve postmodern sosyolojidir. Eski atalarımız paylaşıyorlardı ve paylarına düşene yeter diyebiliyorlardı. Onların ardılları olan bizler artık fazlasını istemiyorum,  aldıklarım bana yeter demiyoruz, doymuyoruz ve daha çok sahip olmak istiyoruz. Teşbihte hata olmasın, adeta her birimizin hayatı akbabaların hayatı gibi yırtıcı ve yıkıcı bir durumda. Hayatın içinde en az akbabalar kadar yırtıcı olduğumuzu kim inkar edebilir ki? Örneğin Batı Avrupa ülkelerinin insanları yabancılar konusunda, panik ve korkuya  kapılmış durumdadırlar. Çünkü yabancılarla ekmeklerini ve mutluluklarını paylaşmak istemiyorlar. Açgözlülük ve bencillik hayatlarını kuşatma altına almış durumda. Onlara göre, yabancıların sayısı her geçen gün bir çığ gibi büyüyor, beraberinde kültür çatışması ve işsizliği meydana getiriyor. Dolayısıyala bu göç dalgasının bir an önce durdurulmasını isteyip artık göçmenlere tahammüllerinin kalmadığını ve Avrupa’nın artık ağzına kadar dolu olduğunu haykırıyorlar ve bu haykırışların ileride bir krize dönüşeceğinin güçlü işaretlerini veriyorlar.

Son 30 yıl içinde, yaklaşık olarak tüm toplumsal ve siyasal katmanlar küreselleşti. Özellikle kuralsızlık, hukuksuzluk, kanunsuzluk şiddet araçları birbirine uyumlu ve birbirini karşılıklı olarak besliyor. Eski atalarımızın korku seviyesi ve türü bugünkü gibi değildir. Atalarımız doğanın gücü karşısında korkuya kapılıyordu. Aynı zamanda doğanın gücü karşısında takıntıları da vardı ve bu durum Tanrı arayışını doğuruyordu! Google Toplumu’nda  ise durum çok daha farklı olarak karşımıza dikiliyor. Tüm koruma önlemlerine rağmen Global House sakinleri,  koruma korkusunu ve koruma takıntısını tüm zamanların en üst seviyesinde yaşıyorlar.

Bu çağın sosyolojisi size yaşam güvenliğinizi yasalarla garantiye alacağının sözünü veriyor, ancak yasalar işe yaramıyor ve sonunda yasalar size tazminat ödüyor. Ben bu çağdan tazminat değil, can güvenliğimin sağlanmasını ve haklarıma dokunulmamasını arzu ediyorum. Yani aslında her şey bir RİSK SOSYOLOJİSİ yaşıyor ve hayatımızın her noktası RİSKLERLE kuşatılmış durumda! Garanti diye hiçbir şey yok, her şey simülasyon ve hayatımıza bizler değil GOOGLE karar veriyor. Global House’un kurşun geçirmez camlı duvarları ve dijital donanımlı bir salonun içinde yaşadığımız halde neden bekçiler tutuyoruz, neden  zırhlı araçlar kullanıyoruz, neden beyzbol sopası, bıçak, tabanca kullanıyoruz ve neden dövüş sanatlarını öğreniyoruz?

“Sizi TEHLİKEYE karşı yasalarla koruyacağız” sözü verildiği halde, neden bir türlü hayatımız tehlikelere karşı korunamıyor, korunma korkusunu yenemiyoruz ve en sonunda neden yasalar bu güvenlik korkumuzu tazminata tahvil ediyor! İşte ben bu sosyolojiyle ilgileniyorum. Kavramsallaştırdığım, Google Toplumu ve Global House’un kısaca özeti şudur:

-Stres

-Risk

-Korku

-Boşluk

-Programlanma  

Dijital çağ her şeyi çözüyor, eritiyor ve buharlaştırarak ortadan kaldırıyor. İnsanların yanlış hayatı tercih etmeleri sonucu, yaklaşık olarak gezegenimizin her noktasında çok ciddi bir dizi hasarların meydana gelmiştir ve insanların bu yanlış hayat tarzı gezegenimize zararlar vermeye tüm hızıyla devam ediyor. Gezegen çeşitli yerlerinden ağır darbe alırken ve yırtılırken, ekoloji “yeşil felsefiyi” ortaya çıkardı. “Yeşil Felsefe” eskiye dönme, eskiyi muhafaza etme ve  muhafazakâr yaşam felsefesidir. Dikkat ederseniz, her şey birbiriyle bağlantılı gidiyor! O halde nasıl eski doğaya dönüş yapabiliriz? Eski hayatlara nasıl dönebiliriz? Sevgili okurlar! Bu mümkün gözükmüyor. Çünkü tüm teknolojinin durması ve iptal edilmesi gerekiyor.

Ürkütücü ve düşündürücü bir çağda yaşadığımızı gizleyemem ve bunu itiraf etmek zorundayım: Bilmem düşünebiliyor musunuz, Orta Çağ’da hayat kadınları erkeklerle para karşılığında yatıyorlardı ve bu para ile Katolik Kilisesi’nden cenneti satın alıyorlardı!  Bugün ise zengin Müslümanlar bir varil petrol karşılığında bir Coca-Cola satın alıyor, fakir bir  Müslüman ise yıllarca biriktirdiği parasıyla cennet emlakçılarından mütevazı bir cennet satın alıyor! Aman Allah’ım!

Bilim, sosyoloji, siyaset, düşünceler ve olaylar çok hızlı bir şekilde değişiyorlar! Toplumsal bağlar her geçen gün gevşiyor, çözülüyor, savruluyor. İnsanlar ailesinden, sevgilisinden, eşinden, komşularından, akrabalarından, köyünden, kasabasından, şehrinden ve ülkesinden kopuyorlar.  Özellikle düşüncelerin değişimi  çok daha hızlı gerçekleşiyor. İdeolojik  alışkanlığı olmayan biri için, düşünceler parmaklarımızın arasından kum taneleri gibi  akıyor ve sonra bir boşluğa dökülüyorlar! Yani değişimi takip edemeyenlerin misalini, treni kaçıran adamın misaline benzetiyorum. Bu yeni sosyolojiyi şu biçimde de tarif edebilirim: Stres ve riziko  sosyolojisi gerçeği hızlı bir şekilde akıyor. Stres ve riziko karışımı akan bu yeni  sosyoloji ince bir BUZUN üzerinde hızlı hareket ederek, başka bir sosyolojinin penceresinden hayata tutunuyor. İnce buzun üzerinde hızlı hareket  etmeyenler, ince buz tabakası üzerinde hızlı kaymadıkları için, ağırlık basıncı buzu kırıyor ve boşluğa düşerek boğuluyorlar. Aman Allah’ım!

Bir düzine şey yeterince tekrarlandığında o toplumda vazgeçilmez alışkanlıklara dönüşür. Zaman içinde eskiyen bu davranış alışkanlıkları  sorgulamanın, eleştirmenin, yeninin ve değişim cesaretine sahip olan tüm düşüncelerin en vahşi düşmanı oluverirler. Bu bağlamda sağ-gelenek-muhafazakarlık kavramları, Doğu ve Batı sosyolojilerinde aynı şeylere icbar ve tekabül etmezler. Ayrıca bu kavramların, etimolojik ve felsefik olarak anlamları birbirilerinden çok farklıdır. Kavramlara hakim olmayan bir dizi gazeteciler ve siyasetçiler bu kavramları yerli yerinde kullanamıyorlar.

Bu anlamda Ford otomobil markasının sahibi olan Henry Ford, “Tarih saçmadır.” ve “Gelenek istemiyoruz.” derken aynen şu yeni postmodern duruma işaret ediyordu: “Ölüm bizi ayırana kadar, bir yastıkta kocayıncaya kadar” sürmesi beklenen evliliklerin artık her geçen gün azaldığına şahit oluyoruz! Yaklaşık olarak bu duruma benzer Kur’an’da şöyle bir ayet geçer: “Hayır, biz atalarımızın üzerinde bulduğumuz yola uyarız” derler. Peki, ataları bir şey anlamayan, doğru yolu bulamayan kimseler olsalar da mı?”

Evet, beyler! Çağımızın önemli düşünürlerinden biri olan Anthony Giddens, “Eğer, SAĞ ve SOL kavramları bir zamanlar sahip oldukları anlama artık sahip değillerse  bunun sebebi, her türlü politik görüş ve dini inancın postmodernizm karşısında yaşadığı tükenmişlik hali ve bu yeni sosyoloji biçiminin bütün insanların- milletlerin ilişkilerini komple değiştirme kudretine  ve cazibesine sahip olmasından kaynaklıdır.’’ der.

Liberal düşünce gibi, sosyalizm düşüncesi de geleneğe ve geleneği koruyan muhafazakârlığa karşı çıkar. Özellikle sosyalistler, geçmişte “rahatlatıcı şeyler yoktur” deseler de geçmişte hem iyi ve hem de rahatsız edici şeyler olmuştur! Geçmişin bize bıraktığı çok değerli hatıralar da  vardır. Geçmiş hem bize harika duygular yaşatıyor ve hem de geleceği kavramamıza ve ona yeni bir yön vermemize yarayabilecek araçları sağladığı için elbette ki değer taşıyor. Dikkat ederseniz, bir zamanlar sosyalist mezhepler ve fırkalar eskiye dair ne varsa hedef haline getiriyor ve eskiye radikal eleştiriler yapıyorlardı. Şimdi ise, küçümsediği ve aşağıladığı eskinin içine gömülmüş ve ona teslim olmuş durumdalar(!)

O halde, SAĞ ve SOL’un Batı’da hiçbir anlamının kalmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Öyleki Solun, KIZIL İDEOLOJİDEN, YEŞİL İDEOLOJİYE tam geçiş yaptığını  söyleyebiliriz. Evet, beyler! Eskilerin tabiriyle fil-hakika şudur ki; Batı’da Keynesçilik, Doğu’da Komünizm ve Ortadoğu’da Siyasal İslam ÖLMÜŞTÜR ve GÖMÜLMÜŞTÜR! Gezegende şu an yaşamını kesintisiz sürdüren ve tüm güçlükleri yenerek atlatan ve varlığını sürdürebilme yeteneğini gösteren, REALİZM ve YENİ LiBERALİZMDİR.

            Siyaset bilimini ve felsefi bilincimi şu küçük paragraf ile izah edebilirim. Güçlü değilseniz eğer rüzgarın yaprağı savurduğu gibi savrulursunuz! Veya, Hobbes ve Carl Schmitt’in güçlü BALİNASI! OKYANUSLARIN KRALI BALİNA, güçlü kuyruğunu bir sağ ve bir sol vuruşlarla tekneleri ve gemileri kırıp parçalama kudretine sahiptir!

Dijital Çağımızın filhakikası şudur ki; dünyanın en optimal, en faşist ve en teokratik devletlerinin dilinden düşmeyen tek sihirli kelime demokrasidir! Her ne hikmetse, birden bir gezegenin sakinleri olan biz çağın dijital insanları bu sihirli kelimeyi keşfettik(!) Dinler çağı geride kaldı, faşizm gezegenin büyük bir bölümünde yaşama veda etti, komünizm tamamıyla tedavülden kalktı, geriye kapitalizm ve onun partneri olan LİBERAL DEMOKRASİ kaldı!

Yani “PROLETARYA SINIFI” artık yoktur! O da Tanrı gibi, paraya dönüştü. Şöyle ki; proletarya önce burjuvaya ve daha sonra kapitalizme evrildi! Doğrusunu söyleyecek olursak, yaşadığımız ‘‘GOOGLE TOPLUMU’’nda her insan artık bir kapitalist ve her insan artık bir emperyalist olmuştur.

Siyasal İslam da öyledir. Teokratik İslam, bilimsel düşüncelerin göndermelerine yanıt veremedi ve kapitalizmi sadece kafir olmakla suçladı ve savunmasını TANRI üzerinden yaparak çöküşünü gerçekleştirdi. Sosyalizm ise benzer bir akıbeti yaşadı! Sosyalizim Doğu’dan çıkışını gerçekleştirdi ve Batı’da onun politikalarını karşılayan ise, Keynesçi ve John Lockçu sistem oldu. Batı’nın liberal  sistemi bu yeni ideolojiyi karşıladı, karşısına aldı ve kısa bir süre içinde nakavt etmeyi başardı. Sonuç, her iki ideolojinin dilleri dışarıya sarkmış ve her iki ideolojinin gözleri havaya dikilmiş vaziyette görünüyorlar!

Postmodern ve marjinal meselelerde radikal moduna girmeme engel olan ve bir denge sağlamama her zaman yardımcı olan MUHAFAZAKARLIK olmuştur. Demokrasi ile otorite arasında sürekli yaşanan politik çatışmanın aslında kozmopolit durumdan kaynaklandığını düşünüyorum. Bahis konusu ettiğim bu kozmopolit çatışmayı bir uzlaşmaya çevirebilir miyiz? İşte tam da bu noktada sosyal demokratların sık kullandıkları ‘üçünçü yol teorisi’ aklıma geldi! Bu anlamda benim “üçüncü yol” önermem yaklaşık olarak şu şekilde olabilir: Birbirleriyle  geçinemeyen şahıslar, gruplar, toplumlar, milletler, inançlar ve devletler çiftlerin boşanmalarında olduğu gibi,  ilişkiyi kesebilir veya ayrılabilirler.

Demokrasi meselesine çok farklı bir mahfilde baktığımı ayrıca belirtmek istiyorum. Bana göre demokrasinin ilk mimarı sevgili Tanrı’dır. Tanrı’nın ilk demokratik seçimi Şeytan’la olmuştur. Tanrı, Şeytan’la girdiği  demokratik seçimde, Adem ve Hava’yı ikna edemedi; ancak Şeytan, Adem ve Hava’yı çok rahat bir şekilde ikna etmeyi başardı ve onlara ‘‘Haydi yakalayın beni’’ dedi.

Demokrasi ile otorite arasında sürekli yaşanan politik çatışmanın asıl nedeninin yaklaşık olarak kozmopolit durumdan kaynaklandığını düşünüyorum. Doğrudur, bugün ve geçmişte siyasal egemenlik otoritesine karşı duran en gözde kelime hiç şüphesiz ki demokrasidir. Demokrasi kelimesi gerçekten de otoriteryan sistemler için büyük bir tehdit oluşturuyor. Ama işin ilginç tarafı şu ki; otoriteyi alaşağı eden şu dilimize pelesenk ettğimiz demokrasi, bu kez otoritenin yerine geçiyor ve otoriteye dönüşüyor(!) Ne garip bir şey değil mi? Bugün kim demokrat değil ki, kim gerçek sosyalist değil ki, kim gerçek Müslüman değil ki? O halde nasıl bir demokrasi ya da gerçek demokrasi nasıl bir şey,  gerçek sosyalizm nasıl bir şey, gerçek Müslümanlık nasıl bir şey? Bunlar bir boşluğa mı düştü? Ya da onları bu boşlukta bulabilir miyiz,  ulaşabilir miyiz, dokunabilir miyiz?  Rus astronot Yuri Gagarin, ilk uzaya vardığında uzay içinde ve çevresinde TANRIYLA karşılaştı mı? Veya peygamberlerden ahiret gezegenini gören oldu mu? Yahudi, Hristiyan veya İslam dinine mensup olan bir insan ahitreti ziyaret etti mi? Birileri orayı görmemiş olabilir, bu ahiretin var olmadığını kanıtlamaz. Hayatın bize şu hakikati gösterdiğini zannediyorum: Teokrasiyle yönetilen toplumlar, ışıkları söndürmek ve karanlıkta yaşamak isteyen toplumlardır! Demokrasiyle yönetilen toplumlar, ışıkları yakmak ve aydınlıkta yaşamak isteyen toplumlardır.

Bu zaviyede, İNANMA ile BİLME arasında çok büyük bir farkın olduğunu düşünüyorum. Örneğin, ben namaz kılarken hangi yöne durduğumu pusulaya bakarak öğrenebiliyorum. Yahut ben yerçekimi kanununu veya suyun herhangi bir cismi kaldırma gücüne sahip olduğunu bilmiyorum.

Din, insanın dünyayı ve evreni tanımasından ziyade dünyayı kusursuz yaratan yaratıcının sanatına kilitlenmeyi, yaratıcının gücü karşısında secdeye durmasını vaaz eder. Bilim ise tam aksi yönde, dünyanın ve evrenin bilinmeyen şifrelerini çözmekle ve keşifler yapmakla meşguldür. Bu anlamda, Tanrı’nın dünya ve diğer gezegenlerle ilgilenmediğini söyleyebilirim! Yani, Tanrı insanlarla ilişkisini kesmiştir ve bilhassa Müslüman toplumlarla!

Kim bilebilir ki Tanrı, aşkın-içkin-mündemiş uzak bir noktada şimdi kafasını dinliyor ve belki de KÜRTLERİ yaratarak, nasıl böyle bir HATA yaptığını DERİN-DERİN düşünüyor! Son olarak, neden günleri, haftaları, ayları ve yılları sayıyoruz! Çünkü ölüme biçilen bir zaman dilimi var! O halde hayatımızın bulmacasını çözelim ve ölüme borçlu olduğumuzu öğrenelim. Bize tanınan sürenin adı ölümdür! O halde iyi ol, iyilik yap, hepsini kendine alma, paylaş, kendini sevdiğin kadar başkalarını da sev ve yaşamak istediğin gibi başkalarını da yaşat ve asla öldürme!

 

Kadir Amaç

Brüksel

11 cevaplar
  1. Temp Mail
    Temp Mail says:

    Your writing is a true testament to your expertise and dedication to your craft. I’m continually impressed by the depth of your knowledge and the clarity of your explanations. Keep up the phenomenal work!

    Yanıtla

Trackbacks & Pingbacks

  1. […] clomid how much […]

  2. rybelsus tablets dedi ki:

    […] rybelsus tablets […]

Cevapla

Want to join the discussion?
Feel free to contribute!

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir