Yanlızlık Sözleri ve Özgürlük Arayışı
Birinci Fasıl
Menfaat grupları içinde yaşamak, siyaset yapmak, lidere biat etmek, devlete tabi olmak ve zenginlere yalakalık yapmak benim ontolojik iklimime uygun olan işler değidir! Tek hayalim, tek isteğim günün birinde köyümün yayla arazisi içinde taştan bir ev yapmak. Bu taş evin salon duvarlarını raflarla montalamak, bu raflara on bin kitap yerleştirmek ve öldükten sonra buranın MÜZE olmasını vasiyet etmektir.
Bir gün evime yakın olan büyük bir parkta yürüyüşe çıkmıştım. Aklıma şöyle bir fikir gelmişti: “Öyle bir otobiyografi yazmalıyım ki dünyada bir ilk olmalıdır ve sosyal bilimlerde öyle güçlü eserler vermeliyim ki 2050 yılında bütün dünya dillerine çevrilmelidir! Yoksa yazar olmamın ne kıymeti ve ne anlamı olabilir ki?” dedim.
Kalemi zayıf ve fikirleri güçsüz olan yazarlar kah nikbin ve kah bedbin oluyorlar! Rahatlık, şımarıklık, görgüsüzlük ve KEŞMEKEŞ içinde felek-i alaya çıkıyorlar.
Sanırım ey iyi yazar ruhun, aklın ve kalbin ihtiyaçlarını karşılayan ve okurlarını her yazısında heyecanlandıran ve onlara harika anlar yaşatandır. Daha önemlisi kalemi güçlü olan bir yazar, herkesin korktuğu ve herkesin menfaat gruplarına sığındığı bir bir anda şimşek gibi sözlerle ortaya çıkan kimsedir.
Farkında olmayanlara şu sözlerle seslenmek istiyorum: Mal-mülk, servet, şehvet, para, iktidar, makam insani kudurtur; fakirlik köleleştirir ve felsefe özgürleştirir! Ne zaman ki filozofik bir makale, bir şiir, bir kitap okursam ve filozofik bir konuşma dinlersem kadehin içindeki mey gibi SARHOŞ oluyorum!
Yanlızlık sözlerimi, Kafka’nın sevgilisine yazdığı mektuplardan ve özgürlük arayışımı Nietzsche’nin ‘Aforizma Yazıları’ndan farklı bulduğumu belirtmek isterim. Çünkü benim yazılarımı onların yazılarından farklı kılan şey, benim Kürt kimliğim ve İslâm toplumunun bir bireyi olmamdır. Kalemi güçlü olan bir yazar, aynı zamanda güçlü bir entelektüeldir.
Doğrusu bu ruh halimi değerli okurlarıma Müslümanların dini sosyolojileriyle izah etmemin bana daha çok gerçeki geldiğini düşünüyorum. Bir belanın içindeyim ve ancak ölürsem kurtulabilirim! Çünkü kaderime öyle bir bela isabet etti ki ne İsa peygamberin çarmıhına ne Eyüp peygamberin çektiği dayanılmaz hastalığa ne de Muhammed’in peygamberin Taif’te dövülmesine benziyor.
38 yıllık fikir hayatımda, sayısız bela ve musibetle karşılaştım ve hiçbirine mağlup olduğumu düşünmüyorum. Örneğin hayatımın önemli bir bölümünü okumakla ve bir bölümünü de insanlara iyilik yapmakla geçirdim.
Bana bir bardak su ikram edenlere defalarca teşekkür etmişimdir. Benim iyilik yaptığım insanların çoğu ise ya beni unutu ya beni kullandı ya da bana ihanet etti. Hayatımın en kritik döneminde bir Türk, bana bir iyilik yapmıştı. Kendisini hiç tanımıyordum, rastgele karşılaşmıştık ve ilk kurduğumuz diyalogda beni evine davet etmişti, 20 gün evinde beni misafir etti. Şimdi bu muhterem arkadaşım Trabzon’da yaşıyor ve bir iş insanı!
Değerli okurlarım tarafından doğru anlaşılmak istiyorum. Bunun için de kimsenin kapısında havlayan bir köpek olmak istemiyorum! Çünkü size yalakalık yapanların, bugün kapınızda durup ASALETE havlayabildikleri gibi, yarın da bir başkasının kapısında bu kez size havlayıp sizi ısıracağınızı unutmayın!
Dolayısıyla düşüncelerim, konuşmalarım, yazılarım ve amellerim apaçık meydandadır ve bu hususta söylenecek tek bir sözüm kalmamıştır. Sadece şunu söyleyebilirim: Bir insan olarak bir dizi konularda hata yaptığımı ve karekter olarak bir takım kusurlarımın olduğunu düşünüyorum.
Bu anlamda kimi üzdüysem ve kime haksızlık yaptıysam özür ve bağışlama diliyorum. Yalnız bugün değil, doğrusu her gün şu duruma isyan ediyorum: Bir insan için en zor söylenmesi gereken şeyler hatalar değil, BASİT ve GÜLÜNÇ olan şeylerdir!
Ruhları zarif ve gönülleri sevgi dolu olanların gözlerinden yaşlar akar! Ya da en büyük insan ve en kibar insan gözyaşlarıyla yüzünü yıkayan insandır! Gözyaşı dökmeyen ve yüreği Yakup peygamber gibi yanmayan bir insanın sinesinde ancak kibir, bencillik, kıskançlık, nefret ve kin oluşur.
Karamsar, sevgisiz ve aceleci ruhlar asla asaletin şahikasına yükselemezler. Çünkü bu tür vasıflara sahip olan insanların tefekkür gözenekleri tıkalıdır, ruhları sislidir, kalpleri karadır ve yüreklerinde başkalarına armağan edecek tek bir demet sevgi çiçekleri yoktur.
O halde işe şöyle koyulmalıyım: İçimdeki biyokimyama yapışıp kalan tüm pislikleri temizlemeliyim ve içime sinen tüm kokuları yıkamalıyım. İçimden yeni bir ben çıkarmalıyım! Tıpkı Bağdadi’nin dediği gibi: “Nur’’a baktım; kendim de nur olana kadar otuz yıl bakmaya devam ettim!”
Kritik ve kaos dönemlerimde beynimde bir düzine düşünce ve duygu bedenimin diğer organlarına baskı sinyallerini göndererek keşfetme yeteneğimi nötralize ediyor. Bu durumu fark ettiğim andan itibaren beynimdeki trafik akışını trafik lambaları gibi yöneterek ve zihin okyanusumun hırçın dalgalarına karşı ise tıpkı cesur bir dalgıç gibi en derin noktaya dalış yaparak yeni şeyler keşfediyorum.
“Seni fark ettim” ifadesi benim düşünce fakültemde ilhama işaret zamiridir. İlham dediğim şey beynimde bir nehir gibi akan düşüncelerdir. Eğer bu ruh ve zihin halini yaşayamazsam nasıl yazabilirim ki? Bazen fikirlerin bende NEHİR gibi aktığından bahsettim, tıpkı bugünkü gibi; yani, cevherin olduğu yerde HIRSIZ vardır ve cevher hırsızın CENNETİDİR!
Farkındayım, beynimdeki bilgi çekmecelerim dolu değilse, benden istenen ihtiyaçlara karşılık veremem. Önce beynimdeki korkulara konuşma ve itiraf hakkını tanımalıyım ki onlar da beynimin işgal ettiği çekmecelerden çıkıp gitsinler.
Sevgili okurlarım! Hepimizin içinde bir zindan var. Benim de zindanım, yanlızlık ve arayıştır! Kitaplar, sevgi ve aşk yanlızlığımı gidermeme, özgürlük arayışımı sürdürmeme ve değer üretmeme yardımcı oluyorlar.
Tabii ki sevgilimle, yağmurla, kitaplarımla, kalemimle değer üretmeye devam etmemiz için bir meyhaneye, ayrıca uykumuzu kaçıracak ve bizi sarhoş edecek bir kadeh şaraba da ihtiyacımız var. İkinci fasıl da ise sevgilimin tabiriyle “Geçerli sebepler, bahaneler, güzel kokular ve iyi şarkılar ve ruhumuza iyi gelen felsefi cümleler bulmalıyız. Ve, gerisi ha var ha yok!”
Evet, değerden bahsediyorum bayım! Hakikaten değer üretmek zordur, ancak değer tüketmek çok daha kolay bir iştir. Kendine değer veren, bağımlı olmayan, sürekli üreten kişileri bir lider gibi görüyorum ve onları harika buluyorum!
Değer üretme işi için de güçlü bir zekâ, güçlü sistematik okumalar ve güçlü tecrübeler gerekiyor sanırım. Bir başkasının içine girerek, değer tüketen ve değer yaratmayan insanlardan çok rahatsız olduğumu ayrıca belirtmek istiyorum. Ve onlara şunu sormadan edemiyorum: Ne zaman değer üretmeyi düşünüyorsunuz?
İkinci Fasıl
13 yaşından bu yana işgalci devletlerle büyük sorunlar yaşıyorum. İşgalci devletin resmi kurumlarında bir saniye bile çalıştığımı hatırlamıyorum. Öyle ki ne İslâm ve ne de Kürtlük adına tek bir insanın burnunu kanatmadım. Bundan ötürü çok mutluyum! Fikir hayatım boyunca ülkeme bir saniye bile ihanet içinde olmadım. Ancak bu işlerde bela almaktan ve ilim vermekten başka bir sent bile kazancım olmadı.
Yani benim fenâfillah’ım (ontolojik varlığım) ne Muhammed peygamber, ne filozof Marks ve ne de Kürt liderlerdir. Benim fenafillahım yanlızlığımdır, özgürlüğümdür, halkımdır, bilimsel düşüncelerimdir ve insanın asaletidir!
Aslında ilk başlarda İslâm’ın dünya görüşüyle tanışma faslım, Kur’an’ın kendi özgün yorumuyla olmamıştır. İslâm’ın bu özgün dünya görüşünü kendi siyasi asabiyelerine ve ümranlarına uyarlayan ya da tahvil eden Pakistanlı Mevdudi’nin, Mısırlı Hasan El- Benna’nın, Lübnanlı Hüseyin Fadlullah’ın ve İranlı Humeyni’nin problemli olan bu siyasal İslâmi yorumlarıyla İslâmi dünya görüşümü vücuda getirecektim. Tabii ki bu İslâm biçimi hayatımda inanılmaz problemler ve zorluklar meydana getirecekti.
Yukarıda bahis konusu ettiğim İslâmcı liderlerin görüşlerinden, gerekse de bunlara yakın olan İslâmcı yazarların kaynaklarından beslendiğim için ilk başlarda ailemin, akrabalarımın, yaşadığım şehir sakinlerinin ve kavmimin Müslüman olmadıklarını düşünüyordum. Yani onların o saf ve temiz İslâmi ritüelleri benim sahip olduğum zehirli İslâm’a benzemediği için ben onlara öteki gözüyle bakıyordum. Oysaki Kur’an’da “öteki” olarak gösterilen şeytandı(!)
Çünkü henüz çok gençtim, okumalarım güçlü değildi ve dünyayı tanımıyordum. Arap, Fars, Türk, Mecusi ve Hint beslenmeli hurafe ve bidat kaynaklı adreslerden beslendiğim için dünyayı öğrendiklerimle yorumluyordum(!)
İslâmcılık düşüncesi hayatımda öyle bir şeydi ki beni aileme, akrabalarıma, komşularıma, çocukluk ve okul arkadaşlarıma, âşık olduğum kıza, hatta benim gibi inanmayan ve düşünmeyen insanlara, ülkemin özgürlüğü için mücadele eden Kürt hareketlerine ve ülkeme öteki (düşman) gözüyle bakmamı sağlayan bu inancın ve düşüncenin cehennem atmosferinden çıkmalıydım. Ama birilerinin elimden tutması ve beni bu cehennemden çıkarması gerekiyordu.
Bu benim özgürlük arayışımdı. Daha sonra İslam’ın liberal ve özgürlükçü dünya görüşüne yolculuğumu Ali Şeriati’nin kitapları sağladı. Mevlana, Sadi Şirazi, Fuzuli ve Exmedê Xanî ve benzerleri ise insana ve canlılara karşı nasıl saygılı olabileceğimi ve nasıl onları sevip âşık olabileceğimin sanatını eserleriyle bana öğretecektiler.
Zira tam bu noktada Muhammed İkbal’in söylediği gibi, “İslâmi dünya görüşümü yeniden inşa ve ıslah etmeliydim.” Yani İslâmi düşünce kozamı yenilemeliydim. Çünkü sahip olduğum bu İslâm yırtıcıydı! Bu YIRTICI İSLÂM beni yaratıcının tüm ontolojik ve sosyolojik ayetlerine karşı aline (yabancılaştırma) etmişti.
Ali Şeriati’nin eserleri, beni bu taassupçu ve YIRTICI İSLAM’DAN kurtarmakla kalmayacaktı. Aynı zamanda benim sahih Kur’an düşüncesi ve rasyonel düşünme epistemolojisiyle buluşmamı; İbn-i Rüşt, İbn-i Haldun, Farabi, Fazl û Rahman, Abdülkerim Suruş, Muhammed Arkoin, Muhammed İkbal ve Malik Bin Nebi gibi özgürlükçü ve aklı savunan bu İslam düşünürlerinin eserleri sağlamış olacaktı.
Ali Şeriati’nin eserleri, aynı zamanda bana Das Kapital’i okumamdan önce komünizmi, sosyalizmi ve Alman idealizmini okumama vesile oldu. Daha sonra anarşist düşünceye ve anarşist gruplara ilgi duymaya başladım. Beyin çekmecelerime Landuer, Bakunin, Kropotkin, Tolstoy, Godwin gibi şahsiyetleri ekledim. Gene Batı’nın tanınmış çok sayıdaki ahlakçı filozofyasından olan Pascal, Eric From, Spinoza, Stuart Miller, Alexis Carrel, Goethe ve Sartre’yi okudum.
2000’li yılların başlarında özgürlük arayışım tüm hızıyla devam ediyordu. İslâm ile aram iyice açılmaya başlamıştı. Sosyalizme ve anarşizme olan ilgim her geçen gün zayıflarken; postmodern, liberal ve realist yazarlara ilgim her geçen gün artmaya başlıyordu. En son beyin çekmecelerimin içinde duran tüm eski düşünceleri boşalttım ve çağımızın ruhuna uygun realist ve postmodern düşünceleri yerleştirdim.
İnsanlığın bütün değerlerine and olsun ki geceleri deve dikenlerinin üstünde beni yatırsalar; ellerimi, ayaklarımı zincirlere vursalar ve bedenimi yara bere içinde bıraksalar ”Demokratik Sözleşme”den başka hiçbir otoriteye itaat etmem ve ülkemin hürriyeti ve yalın ayaklı halkımın özgürlük davasından vazgeçmem!
Ey sevgili ülkem! Bugün de senin için bir şey yapamadığımı düşünüyorum ve bu durumumun seni üzdüğünü biliyorum. Doğrusu seni her üzdüğümde geceleri vicdanım kabus olup üzerime çöküyor, huzurum kaçıyor ve ter basıyor her yerimi!
Ey kutsal ülkem! Seni üzdüğüm için tekrar özür diliyorum! Evet, biliyorum, kendimi şekilden şekle, düşünceden düşünceye giren bir derviş gibi hissediyorum. Ne denli zahmetli olursa olsun, bir gün mutlaka ülkemi dünya düşünce liginde temsil edecek bir kaç eser yaratacağıma dair söz veriyorum!
Evet, nesihat etmenin kolay ve nesihat dinlemenin çok zor bir şey olduğunu biliyorum! Çünkü insan kibirli ve cahildir! “Tımarhane”yi işaret ederken ”tımarhane”nin içinde biri olduğunu fark edemeyecek kadar tiyatral bir varlıktır insan! Yani öğrendiklerini ve söylediklerini yaşamayan insanın SIFIR olduğunu düşünüyorum! ”SIFIR NEDİR?” Henüz hiçbir şey olmamak demektir; yani ne artı ne de eksi!..
Kendimi öncelediğimi ve çıkarlarımı ülkemin bağımsızlığı üzerinde tutuğumu iddia eden bir takım kötü niyetli yırtıcı Kürt milliyetçileri var: Hayır, öyle değil baylar! Benim kederim ve ıstırabım ülkemin esaretidir! Hiçbir şey bana kalıcı bir tat ve kalıcı bir huzur vermiyor. Çünkü ülkesizlik bana ıstırap veriyor, ülkemi özgür kılmadıkça bana mutluluk yoktur!
Sonuç olarak, biz Kürtler sömürge bir milletiz. Sömürgecilik bir kobra yılanının zehri gibidir; halkımızın kanına girmiş. O zehri nasıl Kürd’ün kanından çıkaracağız? Bunun mutlaka bir ilacı olmalıdır, diye düşünüyorum.
Albert Camus gibi itirazımızı, Sartre gibi ontolojik isyanımızı, Heidegger gibi yabancılaşmamızı ve Edward Said gibi sömürgeciliğe karşı farkındanlığımızı ışık gibi küresel dünyamızın tuvalına yansıtacak bir dizi fikir insanına ve bir dizi filozofa ihtiyaç olduğunu düşünüyorum.
Akademisyenlerle Kürtlerin hürriyet işlerini yürütülebileceğini düşünmüyorum. Çünkü onlar rahatlığa düşkündürler, ezbercidirler, birbirlerinin kopyacısıdırlar. Kitap çalışmaları, standart ve resmidir. Analatik bilgiyi öğrenirler, devletletlerin ve zenginlerin memurları olurlar. Ancak düşünürler ve filozoflar öyle değildirler! Çünkü onlar, özel yetenekleriyle ve özel zekâlarıyla düşünce ve bilgi üretirler.
Bu sebeplerden dolayı biz Kürtlerin çıkaracakları bir dizi filozof sayısıyla çağın ruhuna uygun yeni bir akıl, yeni bir tefekkür, yeni bir değerlendirme, yeni bir zaviye, yeni bir bilgi ve yepyeni bir örgütlenme ile direnişi değil, şerefi ve hürriyeti halkımıza armağan etmemiz mümkündür.
Yalın ayaklı halkımızın üzerini kaplayan kapkara örtünün şurasından burasından açılan kara delikler ve o kara deliklerden içeriye sızan filozofik ışıklar, milletimize ve gençlerimize yepyeni zaviyeler ve yepyeni ikbal kapılarını açacaktır.
Bundan dolayı, dogmatik ve metafizik düşünceden, tarih öncesi uydurulmuş masal ve hikâyelerden uzak durarak Google çağının ruhuna uygun bir dünya görüşüyle özgürlük davamıza imkânlar ölçüsünde katkı sunmak istiyorum.
Bu anlamda emek verdiğim her düşünce çalışmalarımın bazı okurlarım tarafından tartışılması, yerilmesi ve bazıları tarafından da takdir edilmesi hoşuma gidiyor, beni daha çok bilimsel düşünce üretmeye kanalize ediyor. Ayrıca kaliteli bir okur kitlesine sahip olduğum için de çok mutluyum.