Sevgilim!

Biricik sevgilim,

şu an gece, sen uyuyorsun!

Ben ise melekûtî bir âlemîn içindeyim!

Kadir amac imza günü

Önce bir kalem, bir kağıtı elime aldım!

Uyuyan ay gibi parlayan yüzünü ressam dostum Haydar gibi çizmek istedim!

O an içime aşk girdi!

Bana şöyle vahiy etti:
sevgilini kalemle çizme Kadir!

Çık bu batinî araftan!

Şu kapıdan gir sevgilinin zahirî boyutuna!

O meyhanenin kapısından içeriye girdim!

Şarabımı içtim!

Ay gibi parlayan güzel yüzüne dokundum!

Saçlarını öptüm!

Gözlerini öptüm!

Yanaklarını öptüm!

Dudaklarını öptüm!

Ellerini öptüm!

En son ayaklarını öptüm!

Biricik sevgilim,

Bu gece yüreğime sürreya IŞIĞINI saçtın!

Teşekkür ediyorum!

Sağ ol!

Hep varol!

Sevgi saçan yüreğin uzun yaşasın!

Ve, IŞIK saçsın!
Kadir Amaç

20-08-2024 Brüksel
Gece: 02-02

Ben Kadir Amaç. Belçika ve Avrupa’nın başkenti Brüksel’den selamlar, sevgiler ve saygılar sunuyorum. 

Sayın Erdoğan!

Zat-ı alileriniz için bu satırları kaleme alırken masamın üzerinde İngiliz yazar Aldoux Leonard Huxley’in “Hayvanlar Çiftliği” adlı kitabın dünyaca ünlü yazarı olan George Orwell’a yazdığı bir mektup bulunuyor. Mektupta şu cümle geçiyor: “İnsanların tarihten gereken dersi çıkaramaması, tarihten çıkarmamız gereken en önemli derstir.“ Yani, roketler ve uçaklar muhteşem bir seviyeye ulaştı; keza hipersonik silahlar, saniyede yaklaşık olarak 8 kilometre hızla hareket edebilen füzeler ve mermiler çağına şahitlik yapıyoruz.

Zat-ı aliniz gibi, zeki ve akıllı gördüğüm büyük İngiliz lider Churchill, başarılı bir generaline yazdığı bir mektupta şu ifadeleri kullanıyordu; “silahlar değişse de hikaye tamamen aynıdır. Ulysses, Kiklop’un mağarasından kaçmak için nasıl koyunları kullandıysa, De Wet de Özgür Orange Devleti’nde İngiliz ikmal kolunu yok etmek için öküzleri kullanmıştı.”

Efendim! Affınıza sığınarak İslam tarihinde çok önemli bulduğum şu yaşanmış hadiseyi de hatırlatmak istiyorum. Bildiğiniz gibi kalabalık Müslüman halk kitlesi halife Hz. Osman’ın bir dizi devlet uygulamalarını protesto etmek için halifenin evini ablukaya alır. Halife Osman, kendisine muhalif olan bu sosyal adaletçi Müslümanları ikna etmesi için İmam Ali’den yardım talebinde bulunur.

İmam Ali, Osman’ın kuşatma altında tutulan evine giderek ona şöyle hitap eder: “Ant olsun Allah’a ki sana ne diyeyim, ne söyleyeyim, bilemiyorum. Bir şey bilmiyorum ki sen onu bilmeyesin; bir yol yok ki sana göstermeye kalkayım da sen onu tanımayasın; sen de bizim bildiklerimizi biliyorsun. Bir şeyde, senden ileri geçmiş değiliz ki onu sana haber verelim; bir şeyi gizlice haber almış değiliz ki onu sana tebliğ edelim. Bizim gördüğümüz gibi sen de gördün; bizim duyduğumuz gibi sen de duydun; bizim sohbet ettiğimiz gibi sen de, Allah’ın salatı O’na ve soyuna olsun, Resulullah’la sohbet ettin.” (Nehc-ül Belağa, 5. Bölüm)

 

Sayın Erdoğan!

Zat-ı alinizin de bildiği gibi, 1984 ile 2024 yılları arasında Türk Silahlı Güçleri ile PKK hareketi arasında yaşanan bu korkunç savaşta toplamda taraflar arasında hayatını kaybedenlerin sayısı yüz bini aşmış durumdadır. 40 yılını geride bırakan bu kanlı savaşın kazanan tek tarafı hiç şüphesiz Türk Devleti’nin içinde yuvalanan devlet maskeli ‘’menfaat grupları’’ ve tabirimizle yırtıcı ve yıkıcı ırkçı fırkalar olmuştur.

Bu yırtıcı fırkalar ve ‘‘menfaat grupları’’ devlet maskesiyle on binlerce yasadışı suç işlediler ve çok büyük ekonomik vurgunlar elde ettiler. Devlet maskesiyle Kürtlere karşı işledikleri suç ve kötülüklerle Türk Devleti’nin meşruiyetini, özellikle demokratik devletlerin ve uluslararası kurumların nezdinde, ciddi düzeyde tartışma konusu haline getirdiler.

Kürtlere karşı işlenen tüm kötülüklerin ve yasa dışı işlerin altında bu menfaat gruplarının imzaları vardır. Elbette ki bu savaşın acısını en çok çekenler anneler, kadınlar, gençler, çocuklar ve göçe zorlanan milyonlarca Kürt köylüleri olmuştur. Kısaca bu savaş, hem Kürt şehirlerinde hem de Türk şehirlerinde suhuletin yerine şekavet iklimini yaratmıştır. Hâlâ sürmekte olan bu savaş, hem Türk ve hem de Kürtleri son derece huzursuz etmektedir. Yani her iki halk artık savaşın sona ermesini istiyor; eşit şartlarda ve koşullarda ikballerini barış, sevgi, kardeşlik, adalet, hukuk ve demokrasi mefküreleriyle inşa etmek istiyorlar.

Sayın Erdoğan!

Bir Kürt yazarı olarak Kürt meselesi konusunda çabalarınızı değerli buluyorum. Aynı şekilde sayın Devlet Bahçeli’nin de gayretlerini çok sevindirici buluyorum. Ayrıca dindar Kürt halkı sizi ve bilge MHP lideri Devlet Bahçeli’yi Kürt meselesinde çok cesur buluyor, destekliyor, seviyor ve değer veriyor! Öyle ki Türk siyaset tarihinde hiçbir devlet başkanı sizin gibi, Kürt meselesinde samimi ve cesur adımlar atmamıştır. Cesaretinizle, dindarlığınızla ve samimiyetinizle Kürtlerin gönül dünyasında taht kurmuş ve Atatürk’ten sonra Türklerin en büyük lideri konumundasınız.

Sayın Erdoğan!

Yüce Rabbimiz Kur’an’da, dil ve milletlerle ilgili şöyle buyuruyor: “Biz her millete kendi dilinde bir peygamber gönderdik’’ Nehl-36

‘‘Ey insanlar! birbirinizle tanışmanız için sizi milletlere ve kavimlere ayırdık.’’ Hucurat 13

‘‘Göklerin ve yerlerin yaratılışı, dillerinizin ve renklerinizin farklılığı Allah’ın ayetlerindendir.’’ Rum Suresi 22

Sevgili İslam peygamberi şöyle buyuruyor; “Ne Arap’ın Acem’e, ne Acem’in Arap’a üstünlüğü vardır. Kırmızının karaya, karanın da kırmızıya üstünlüğü yoktur. Hiçbir milletin diğerine üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak iyilik iledir.” Aynı şekilde Medine Sözleşmesi’ni de unutmamak ve yararlanmak lazım diye düşünüyorum. Sevgili Rabbimizin yukarıdaki ayetlerini ve peygamberimiz Hz. Muhammed’in sözünü zat-ı alinize hatırlatarak sizden şunu istirham ediyorum: Bir Türk’ün ne kadar hakkı varsa, bir Kürt’ün de aynı hakları olsun istiyoruz. Değerli Türk milletinin hangi hakları varsa, mazlum Kürt halkının da aynı haklara sahip olmasını istiyoruz.

Sayın Erdoğan!

Kürtlerin hak arama mücadelesini bu saatten sonra hiçbir güç zayıflatamaz ve engelleyemez. Çünkü dijital bir çağda yaşıyoruz. Bu dijital çağ Kürt meselesini küresel boyutlara taşıdı. Artık Kürt meselesi uluslararası bir mesele haline geldi ve öyle ki Üçüncü Dünya Savaşı’nın koşulları Türkiye ve Kürt coğrafyasının sınırlarına dayandı. Belirttiğim bu gerçeğe özellikle dikkat etmek lazım!

Bunun için de Türk devlet işleyişini değişime zorlamamız gerekiyor. Bildiğiniz gibi, bütün devletler aynı şekilde işlemezler. Hele Türkiye gibi ulusalcı ve üniter devletler hiç işlemezler. Çünkü demokratik ve Anglosaksoncu bir karaktere sahip değildirler. Üniter devletler faşisttirler; ırkçı polis-güvenlik-şiddet gücüne ve milliyetçi mahkemelere sıkı sıkıya bağlıdırlar.

Çünkü ırkçı politikacıların zihinsel olarak siyasete dengesiz başladıklarını, gücü ve egemenliği hiçbir millet ve hiçbir devletle paylaşmamak için bu amaçla siyasete atıldıklarını söyleyebilirim. Platon, “Devlet” adlı eserinde; ” bu tür siyasi insanlar çılgınlaşmak zorundadırlar, çılgınlaşmak doğalarında vardır, hiçbir kimseye güvenmezler, hayali düşman üretirler, bütün devletleri ve milletleri düşman görürler ve bu psikolojiyle daha çok güç toplarlar.” ifadelerini kullanır.

Primordial kökleri, dilleri ve kültürleri farklı olan milletler egemen kültür tarafından yönetilmeyi asla hiçbir zaman sevmemişlerdir. Örneğin, diller ve kültürler arasındaki bu gerilimi ve çatışmayı yaşayan demokratik Kanada devleti Quebek-Fransız İngilizlerin, İspanya devleti İspanyol ve Baskların, İngiltere Krallığı, İskoç ve Gallilerin, Belçika devleti ise Fransızlar ile Hollandalıların dillerini devletlerinin resmi dilleri yaparak etnik farklılıkları eşitleyerek sorunu çözmüşlerdir.

Sayın Erdoğan!

‘‘Başkanlık Sistemi’ kavramını ilk olarak Türkiye siyasetinde zat-ı aliniz ve AKP kullanmıştır. Kürt meselesini tedrici olarak etap etap bahis konusu ettiğiniz ”Başkanlık Sistemi’’ içinde veya sayın Öcalan’ın önerdiği demokratik konfederalizm sistemi içinde tartışarak nihai çözüme kavuşturabilirsiniz. Ya da bugünkü post-modern devletlerde ‘‘iki meclisli’’ örneğin Amerika’da bir ‘‘ÜST MECLİS’’ ABD Senatosu, İngiltere’de Lordlar Meclisi, Fransa’da Fransız Senatosu, Almanya’da Bundestrat Meclisi vardı. Bir “ALT MECLİS’’ ise Amerika’da ABD Temsilciler Meclisi, İngiltere’de Avam Kamarası, Fransa’da Fransa Milli Meclisi, Almanya’da Bundestag Meclisi modelleri vardır.

Yukarıda isimlerini zikrettiğim post-modern devletlerin parlamenter meclisleri bugün dünyanın en güçlü demokratik yasalarını çıkarıyorlar. İleriki zamanlarda, Kürtlerin ve Türklerin ortak olacakları böyle bir meclisleri neden olmasın ki! Umarım, üst ve alt parlamenter meclisli yeni bir “Demokratik Türkiye” kurmak zat-ı alinize nasip olur.

Sonuç olarak, Kürt meselesinin çözümüne katkı sunacağına inandığım için, hem İslam’ın ve hem de bugünkü post modern devletlerin demokratik çözüm önerilerini değerli ilmi görüşlerinize sunmak istedim. Kısacası sayın Öcalan’ın İmralı Adası’ndan normal bir eve naklinin koşulları yaratılırsa, bu ev ortamında Öcalan muhatap alınırsa ve Kürt meselesi için TBMM, nihai çözümün adresi olarak belirlenirse, muhteşem bir tarih yazılacaktır.

Öyle ki kısa bir süre içinde İslam dünyasının örnek bir devlet ve Avrupa’nın en güçlü ekonomik ve demokratik devleti olmaya vesile olmuş olursunuz. Ayrıca, Kürt ve Türk milletinin gönül dünyasında taht kuracaksınız; dünya tarihine geçeceksiniz. Dünya devletleri, uluslararası kurumlar ve dünya halkları sizi ayakta alkışlayacaktır.

Saygılarımla…

 Bir Okuruma Mektup!

Sevgili Okurum!                                                                             

Brüksel’den bir demet prıl prıl  selam ve sevgi gönderiyorum. Yüzünüzü görmemiş, elinize bir demet papatya çiçeği vermemiş, birlikte Brüksel’in en güzel Fransız kafelerinde oturup karşılıklı birer cappuccino kahve içme şansına sahip olmamış olsam da fikir hayatımda tanıdığım en sıcak, en dürüst, en güzel, en yürekli ve kendi kişiliği  içinde en tutarlı gördüğüm yurtsever bir Kürt kadınısınız.

 

Sevgili Okurum!

GOOGLE henüz dünyamızı bir Küre Evi’ne çevirmeden önce, yani geçmiş yıllarda, insanların sinelerinde dile getirdiklerini, uzak mesafelere özlemlerini ulaştıran aracılar mektuplardı.

 

Sevgili Okurum!

Umarım sağlıklı, özgür ve mutlu yaşıyorsunuz? Biliyorum, hep mutlu ve sağlıklı olamıyoruz. Galiba, mutluluk ve özgürlük aynı şeyler değil gibi geliyor bana! Yaklaşık olarak, mutluluğu uçucu ve acıyı da aynı biçimde uçucu bir madde olarak tarif ediyorum! Ama özgürlük duygusu öyle değildir; hep kalıcıdır ve içinde sürekli bir devinim ve arayış içindedir. Yani özgürlüğün içinde sürekli bir anlam arayışı var…

 

Sevgili Okurum!

2025 yılının Nisan ayında 52 yaşına giriyorum, Kendimi çok yorgun hissediyorum. Evet, temelde sağlığım gayet iyidir. Ancak her şeye üzülme alışkanlığımı bir an önce terk etme vaktimin geldiğini düşünüyorum.

 

Ah Sevgili Okurum Ah!

Gece olunca beynimde bu tür fikirlerin bir nehir gibi akmaya başladığını bir görseniz.  Bir bilseniz ki, kendi kendime kaç kez şunları  söylüyorum: “Her  şeyin canı cehenneme, ben kendi payıma düşeni yaptım, şimdi artık başkaları da kendi üzerlerine düşeni yapsınlar. Yeter, yeter, yeter!” 

 

Sevgili Okurum!

Bavulumu toplayıp etrafımdakilere ve kendime hiçbir şey söylemeden çekip uzaklaşmak, hiç kimsenin bilmediği bir adada veya dünyanın en güzel şelalesinin aktığı bir  vadide sakince yaşamak istiyorum. Belki bu yer, Bingöl dağları, yaylaları ve vadileri olabilir. Pekala! Biraz daha daralan duygularımın cibarlarından bahsetmeyi deneyeyim.

 

 

Sevgili Okurum!  

Olağanüstü insanları severim. Ailesiyle, eviyle, çocuklarıyla, akrabalarıyla, toplumuyla, müziğiyle, sanatıyla, kültürüyle, kitaplarıyla ilgilenen yazarları çok severim. Hele konuşma sanatı zayıf, pasif, tembel, kaba, görgüsüz, uyuşuk, suskun, çıkarcı, iki yüzlü ve sistematik bilgisi olmayan siyasetçilerden ve yazarlardan aşırı derecede RAHATSIZ olan biriyim.

Benim beğendiğim kişiler mükemmelliyetçilik felsefesine sahip olan, kadın ve erkek insanlardır. Bu insanlar cesur, ahlâklı, ilkeli, entelektüel birikim sahibi ve çirkin insanlara karşı bilgiyle tavır alan insanlardır. Onları çok önemsiyorum ve seviyorum. Yani, ben mükemmelliyetçilik felsefesini ve sanatını benimseyen insanları model alıyorum ve onlar benim beynimin ışıklarıdır.  Onlarsız kendimi karanlıkta hissediyorum.

 

Sevgili Okurum!

               İnsan ilişkilerinde, insan sorunlarında katı biri olduğumu söylersem, kendime ve beynimi aydınlatan ahlakçı filozoflara büyük bir haksızlık yapmış olurum. Kesinlikle karşılaşabileceğiniz en duygusal insanlardan biriyim! Hakeza kesinlikle en hızlı sevmesini bilen, en hızlı iyilik yapmayı isteyen, en hızlı ağlayan, en hızlı pişmanlık duyan, en hızlı fikirlerini gözden geçiren ve insanların kötülüklerini en hızlı şekilde bağışlayanlardan biriyim.

 

Sevgili Okurum!

               38 yıllık fikir hayatımda çok sayıda insan tanıdım. Bu insanların önemli bir bölümünden saygı ve sevgi gördüm, ancak beni sevmeyen ve saygı duymayan insanların sayısı da az değildir. Bu anlamda, kadınların erkeklere oranla insanları daha çok sevdiğini ve saygı duyduklarını düşünüyorum.

               Kesinlikle aileyi,  devleti ve toplumu  daha iyi yönetebileceklerini düşünüyorum. Çünkü kadınlar sorunların cevherine iniyorlar ve o sorunları yakuta çevirme kabiliyetine sahiptirler. Yani kadınlar daha gerçekçi ve daha pratik özelliklere sahiptirler. Erkekler gibi dolambaçlı yollardan gidip kendilerini dağıtmıyorlar, öfkelerine yenilmiyorlar, öfkelerini yönetiyorlar ve yutuyorlar.

 

Sevgili Okurum!

               Elbette ki şu sütyenlerini yakan ve saçını, başını bir silah gibi kullanan ve erkeklerden nefret eden veya erkekleri kalçalarıyla zıvanadan çıkaran ÇILGIN kadınlardan bahset- miyorum. Bunlar ÇILGIN! Çılgın kadınlar gebe kalmak istemezler, kadın olmak istemezler, anne olmak istemezler, aileyi kamusal alana hazırlamak için ailede öğretmen olmak istemezler. Çünkü bu ÇILGIN kadınlar hamile kalmanın bir ŞANSSIZLIK, dünyaya bir çocuk getirmenin FELAKET ve aile kurumunun bir TABU olduğunu düşünürler.

 

 

 

Sevgili Okurum!

Salise salise, saniye saniye Welat’ı özlüyorum!

Dakika dakika, saat saat Çewlik’i özlüyorum!

Dört mevsim, 12 ay sevgilimi özlüyorum!

Onlar için, fenafillah oluyorum sende ve sende arıyorum SENİ!

 

Kadir Amaç

7-12-2024

Gece, Saat: 02: 34 

 1 MAYIS 

Not: Bu makale ilk olarak 2014 tarihinde Özgür Politika gazetesinde yayınlanmıştır.  Kadir amac imza günü
  1. yüzyılın sonlarına doğru endüstri sınıfının gelişip serpilmesiyle birlikte, emek sınıfının örgütlenmesi ve 1848 işçi ayaklanmasını beraberinde doğuracaktı. İnsanın canavarlaşmasını ve timsahlaşmasını sağlayacak bu yeni iş gücünün efendileri, merkantilistler ve onların uzantıları olan komprador sınıfı olacaktı. Bu açgözlü canavar sınıfın, ilk hesap defterini “gizli el” yöntemi ile tutan, formüle eden, açgözlülük, hırsızlık kültürünün meşrulaşmasını ve yaygınlaşmasını sağlayan kişi Adam Smith olacaktı.

Son olarak, sermaye ve emek ilişkisine ”makro ekonomi”  yöntemiyle balans ayarını verecek kişi ise John Maynard Keynes olacaktı. Keynes’in ekonomi modeli,  Richard Falk’ın “Yırtıcı Küreselleşme” kavramsallaşmasını doğuracaktı. Dolayısıyla Richard Falk’ın kavramsallaştırdığı bu “Yırtıcı Küreselleşme” emekçi sınıfın yeni canavarı olarak karşımıza dikilecekti.

Bundan yüzyıl önce, Amerika ve Avrupa kıtasında emekçiler günde en az 14-15 saat çalıştırılıyor ve  tüm sosyal haklardan mahrum bırakılıyordu. 19. yüzyılın başlarında kapitalist sınıf, Amerika ve Avrupa’da zirve noktaya ulaşarak, sömürülen emeğin üzerinde koca bir cennet inşa edecekti. İnşa edilen bu koca cennetin bedeli olarak yerküre ölçeğinde milyonlarca emekçi, açlık ve sefaletle baş başa bırakılacaktı.

İşte tam böylesi bir ortamda Amerika emekçi sınıfı, 1 Mayıs 1886’da  350 bin işçinin katıldığı Mayıs grevlerini başlatacaktı. On binlerce Amerikalı emekçi Şikago sokaklarını inim inim inleterek, kapitalist sınıfla hesaplaşacaktı. Ancak vahşi kapitalizm’’ emekçilerin bu hesap sorma girişimlerini bedenlerine kurşun yağdırarak karşılık vermiştir: Emekçilerin bu hak arama girişimleri sonucunda fabrika işçileri öldürülecek; sendika yöneticileri, yazarlar ve demokratik çevreler gözaltına alınacak ve 11 Kasım tarihinde idam edilecekti. Bu vesileyle Amerika işçi federasyonu 1888 yılında öldürülenlerin anısına 1 Mayıs gününü İşçi Bayramı olarak ilan edecekti. ,

Kürdistan tarihinde ise;  Kürdistan işçi hareketi 12 Temmuz 1946’da Kerkük şehrinde ilk başkaldırısını yapmıştır ve her yıl Kürdistan’lı işçiler bu tarihi günü anmaktadırlar.

Modern Türkiye tarihinde işçi hareketi ise çok zorlu badirelerden geçmiş ve  ta günümüze kadar gelmiştir.Türkiye’deki örgütlü emekçi sınıfın her hak arama girişimi, Kemalist rejim ve yaratılan sermaye sınıfı tarafından şiddet, ihlal ve mağduriyet yaratmakla engellenmiştir. Türkiye’de emekçi sınıf ilk 1 Mayıs kutlamasını 1909 yılında Üsküp’te yapmıştır. Daha sonra 1976 yılında T.C’nin kolluk güçleri, İstanbul Taksim meydanında 1 Mayıs kutlamasını yapmak isteyen kalabalığın üzerine, kurşun yağdıracak ve 37 işçinin hayatına son verecekti.

Son olarak 2009 yılında TBMM’de görüşülen 1 Mayıs İşçi Bayramı, TC’nin resmi bayramı olarak yasallaşacaktı.  Türk devleti 1 Mayıs işçi bayramını  resmi gün belirlemesine rağmen, emekçilerin her yıl işçi bayramını  taksim meydanında özgürce kutlamasına engel olmaktan ayrıca imtina  etmeyecekti.

Yalnız, sermaye ve emek sınıfının bu zıtlık mücadelesini, 200 ya da 500 yıllık zamana sığdırmanın bilimsel olmadığı gerçeğini ayrıca hatırlatmakta yarar var.  Çünkü kadim insanlık tarihinde emek, hak, adalet ve özgürlükten yana olan bir çok büyük sosyal adaletçi şahsiyet; emek adına sermaye sınıfıyla mücadele etmiştir.

Örneğin, sosyalist Zerdüşt Kürt peygamber Mazdek, Marx’dan 1400 yıl önce; sanayi, toplumsal üretim ve buhar makinası ortaya çıkmadan, yaşamın tüm nimetlerini tekelinde toplayan (altın ve iktidar) sınıfın dar bireysel mülkiyetine karşı örgütlenerek galebe çalmıştır. Mazdek’in talebelerinden olan Husrev-Mubad, sosyal adalet için, altın ve iktidar sınıfına karşı geldiği için kellesinden olmuştur. Öyle ki, emek ve sermaye sınıfının bu zıtlık mücadelesini Ali Şeriati Kuran’da tespit edecek, Habil’i emeğin, Kabil’i ise sermayenin temsilcisi olarak “İslam ve Bilim” kitabında formüle edecekti.

Sonuç olarak, bu iki zıt kutup insanlık ailesinin beş binyıllık tarihinde şu misyonu oynamıştır: Emek aydınlığın,  sermaye karanlığın temsilcisi olmuştur. Dolayısıyla iyilik, kötülük, temizlik, kirlilik, doğruluk, yalan, emek, sömürü, adalet, zülum, özgürlük, esaret gibi kavramlar, bu iki zıt kutbun sembolleri olmuştur.

“Ekmeği elinden alınıp,  Muaviye sermayesine karşı gelmeyene şaşar kalırım.” diyen Ebuzer’in sözüyle makalemi sonlandırıyorum ve Ez roşanê xebatkarê Kurdistonon û xebarkar ê dînya bımbarek û piroz kena!

kadiramac@hotmail.com

 

KÜRT HALKI ABDULLAH ÖCALAN HAKKINDA NE DÜŞÜNÜYOR!

Bazı liderler, zekalarını ve enerjilerini yönetme işlerinin çoğunu kontrol etmeye ayırır; detaylara düşkün ve her şeyle uğraşma meziyetine sahiptirler. Ancak bazıları da tam tersine her şeyle uğraşmaz, bir dizi önemli meselelerde idare etme insiyatifini kullanır ve genellikle idare işlerinin çoğunu güvendiği ve emri altındaki görevlilere bırakır.  

Eleştirmenler ve yönetim uzmanları her iki lider profilini yanlış bulur ve bunun yerine vasat ve mutedil bir yol izleyen liderin çok daha başarılı olacağını önerir.  Bu mahfilde, Hobbes ve Machiavelli, siyasi hareketleri yönetme hususunda, liderleri kurnazlığa ve manipülasyona teşfik eder.  

Eleştiri sanatı, kültürü ve teorisi üzerine sanırsam  en kapsamlı çalışmalar yürüten ”Frankfurt Ekolü”dür. Bu ekolün üyeleri olan yüzlerce düşünür, ”eleştiri teorileri”ni bilimsel ve entelektüel zaviyede gerçekleştirmiştir. 

Gerçekçi düşünmeyenler zalim ile mazlum, yöneten ile yönetilen, hak ile batıl arasındaki farkı, geometrik ve aritmetrik bir hesapla ortaya koyamazlar.  Çünkü ütopyacı düşünceler hayatı bulanık görür. Tıpkı Goethe’nin ”Fauts”u gibi, ”Ah şu an, o kadar güzelsin ki, ebediyen öyle kal!”  

Realistler ve Post Modern Düşünürler ”bu şey berraktır” ya da ”kesin  böyledir” demiyorlar; belirsizlikle temas kurarlar, ondan bulduklarını, gördüklerini ve his ettiklerini bilim dünyasıyla paylaşırlar.

Dolayısıyla doğruluk sabit bir şey değildir; bugün doğrudur, yarın doğruluğu yanlışlama ihtimali yüksektir! Ama hakikat öyle değildir; çünkü hakikat ontolojik ve primordiyal yasalardır. Kişinin bir ”şeyin” farkında olmaması, mekan ve zamanı geometrik ve aritmetik hesaplayamaması demektir! Sanırsam şunu demek istiyorum:  

 Ahmaklara her gün gülüyorum (!) Çünkü olmayan bir şeyi olmuş gibi gösterirler. Eleştiriyi ve sevgiyi birbirine karıştırarlar ve aynı klasmanda görürler. Yapamadıkları bir şeyi başkasına söylerler, iyilikten çok bahs ederler; ama kalplerinde sadece kötülük barındırırlar! 

Hiç bir şey olmayıp (sıfır)  kendini bir şey zan eden ve suyun üzerinde yürümeye cesaret eden bu sarhoşların sayısı bir hayli fazlayken; Kürt düşünce dünyasında eleştirel teorisyenlik yapabilen bir yazarın hala içimizden  çıkmamış olması düşündürücüdür! Oysa ki bilinmsel değerlendirmeler ve eleştirel teoriler özgürleştirir. 

Lider ve liderin misyonuna yönelik yapılan ”eleştiri teorileri” konusunu Kürt lider Abdullah Öcalan üzerinde somutlaştırmak istiyorum. Kürt yazarlar liginde şimdiye kadar Abdullah Öcalan’ın liderlik performansıyla ilgili tek bir eleştirel makale ve tek bir eser yazılmadı. 

Bunun yerine Abdullah Öcalan’ın şahsını hedef alan Küfür, aşağlama ve iftira içerikli yazılar yazılmakla yetinildi. Öyle ki bu fırka her fırsat bulduğunda Abdullah Öcalan’a ağza alınmayacak çirkin sözler savururken, benim de bu küfür orkestrasına katılmam için özel bir çaba harcandığını söyleyebilirim!

 Diğeri ise PKK içinde  Abdullah Öcalan’ı ilk putlaştıran, marjinal ve radikal gruptur. Öcalan’dan çok daha Öcalancı olan, onun isimiyle isim yapan, düzen kuran ve  kendine rakip gördüklerini Öcalan ismiyle dışlayan, hedef gösteren ve tasviye eden bu tür Apocuları Abdullah Öcalandan dinleyelim: 

”Benden daha muthiş bir Apocu ortaya çıkıyor, ”en doğru apocu benim diyor” ”Nasil Kürt olduğunu ispatla” diyorum. Eylemde, anlamada, okumada ve örgütlemede hizmet yok; ama isim yapmada da üstüne yok. Önünü bıraksam hepsi beni kat be kat aştığını söyleyecek. Hepsi astığı astık kestiği kestik” SERXWEBUN, Şubat 1993

Bu ‘‘çok bilmişler” fırkası Öcalan’ın liderlik misyonuyla ilgili bilimsel bir çalışma ortaya koymaları gerekirken, Küfür, iftira, manipülasyon ve PUTLAŞTIRMAYI tercih ettiler. Bu duruma bilimsel şahitlik yapmam gerektiğini fark ettim ve 25 Şubat. 2020 tarihinde ”PKK lideri Abdullah Öcalan’a Mektup” başlıklı bir yazı kaleme alarak mütefekkir olma sorumluluğumu yerine getirdiğimi sanıyorum. 

Doğrusu Abdullah Öcalan’ın hayatı, elem ve kederden başka bir şey değildir! Çok büyük bir sorumluluk altında olduğunu, koşulların kendisini çok zorladığını, müzakere edecek bir kaç Kürt fikir insanına ihtiyaç duyduğunu, halkına ÖZGÜRLÜK  SÖZÜNÜ verdiğini ve halkın ona sonsuz güvendiğini his edebiliyorum. 

Evet, bazıları Öcalan’ı sevse de sevmese de  Kürt halkının ezici çoğunluğu onu  kurtarıcı bir lider, işgalçi devletlerle müzakere masasına oturması gösterilen bir lider, tüm dünya’da tanınan bir lider ve yüreklerinin başkenti gördükleri bir lider görüyorlar. 

Yeri gelmişken değerli okurlarıma Öcalan hakkında ne düşündüğümü paylaşmak istiyorum: Bir dizi  konularda onun gibi düşünmesem de  şu gerçeği söylememe engel değildir: Abdullah Öcalan’ı felsefe, sosyoloji, modernizim ve siyaset bilimi konularında yetkin bir müteffekir ve hatalarıyla birlikte genel anlamda başarılı bir lider görüyorum! 

Evet, Kürtler içlerinde dünyaca ünlü, akıllı ve barışsever bir lider çıkarmayı başardılar! İkincisi, içlerinde çıkardıkları bu lidere bağlılar; ona güveniyorlar, onu seviyorlar, değer veriyorlar, büyükleri ve öğretmenleri görüyorlar! 

 Bu liderin ”barış süreci”ni, realist ve paragmatist bir epistomoloji izleyerek, başarıya tam imza atmışken; tercübesiz ve marjinal bir kaç HDP’li yöneticinin  herşeyi alt üst ettiğini düşünüyor. 

Ancak Türkler henüz Kürtler gibi içlerinde  akıllı ve barışsever bir lider çıkaramadılar! Türkler aralarında akıllı ve barışsever bir lider çıkarmayı başarabilirlerse, çıkaracakları bu lider Abdullah Öcalan ile el sıkacaklarını düşünüyorlar! 

Dolayısıyla 50 yıllık savaşı engelleyen tek şeyin, akıllı ve barışsever liderlerin politik stratejileri ve şansına ortaya çıkacak GÜÇ DENGESİDİR! Siyaset bilimcilere  göre,  güçlü değilseniz egemen olan güç sizi, rüzgarın yaprağı savurduğu gibi savurur. Hiç şüphesiz güç askeri, siyasi, ekonomik, medya ve psikolojik amilleri kapsar. İkincisi, güçler birbirlerini dengelemediği zaman, kaos ve tedhiş iklimi hüküm sürer. Ama güçler birbirlerini dengelediği vakit, şekavetin yerine  suhulet geçer. Gene de siyaset bilimciler en iyi güç türünü rasyonel ikna yöntemini referans gösterirler. 

Bu zaviyede Kürtlerin, geometrik ve aritmetrik gücünü hesaplayarak HDP’yi teorileştiren PKK lideri Abdullah Öcalan, HDP‘yi pratik alana kanalize eden  ve milyonlara mal eden gene PKK’ nin real gücü bir gerçek!

Son olarak şunu söylemek istiyorum:Türkler, Araplar ve Farisiler biz Kürtlerin öğretmenleri değildir! Biz Kürtlerin öğretmeni  Kawayê Hesinker, Ehmedê Xanî, Qazî Mihemed, Cigerxwîn, şehidlerimiz ve Abdullah Öcalan’dır. 

          Kürdistan Kamuoyuna!

                                     
09.09.2023 akşamı Frankfurt Kürt Kültür Festivalinden dönerken Almanya Krefeld kenti civarında Motosikletli 2 kişinin saldırısına uğradım. 2 gün hastanede kaldım, dün akşam saatlerinde taburcu oldum ve şu an evimde istirahat ediyorum. Sağlık durumum iyi.
Yaşadığım saldırıyı sosyal medya üzerinde herhangi bir biçimde speküle edilmesini doğru bulmuyorum. Yetkili mercilerden herhangi bir bilgi alındığımda kamuoyuyla paylaşacağım.
Bu süre içinde beni arayan, soran ve ziyaret eden herkese teşekkür ediyorum; selam, sevgi ve saygılarımı sunuyorum. Son söz; özgürlüğün iki düşmanı var: korku ve korkaklık. Korku ve korkaklık ne bana ne de Kürtlere yarıyor.
Kadir Amaç

Bangawaziya Li Rewşenbîrên Kurd!

Bangawaziya Li Rewşenbîrên Kurd!

Rewşenbîrên hêja yên ku welatê wan di bin dagirkeriyê de ye û mafên wan ên jidayîkbûnê bigire heya mafê perwerdehiya bi zimanê dayikê jî tê înkarkirin û qedexe kirin!

Li ruyê cîhanê bi temamî, 56 dewletên misilman hene. Tenê 22 ji wan dewletên Ereban in. Baş e, ma em ronakbîrên Kurd ne sûcdar in ku Kurdên bi nifûsa xwe ya 50 milyonî û rûbera erdnîgariya 530 hezar metreçargoşe hê jî li ser gerstêrka me bêdewlet in? Dema ku li dijî çar parçeyên welatê me şerekî hovane diqewime, welatê me tê wêrankirin û hewl tê dayîn pêşeroja me were tarîkirin, em nikarin li hember tiştên ku diqewimin ji ber berpirsyariya rewşenbîrên rasteqîn xemsar bimînin. Di vê wateyê de pêwîstiyeke dîrokî ye ku rewşenbîrên Kurd li cîhanê, li çar parçeyên Kurdistanê û bi taybetî jî li Ewropayê hewldaneke sazîbûnê bidin meşandin.

Pêwîstiya me bi lezgînî bi yekîtiyek heye ku pişta xwe bi tu pêkhateyên leşkerî û siyasî ve girê nede li dijî jenosîda berdewam a li ser gelê me, li ser bingehê azadî û rizgariya me be, berjewendiyên me yên netewî di ser partiyan re bigire û xizmeta serxwebûna welatê Kurdistanê bike. Di bin statûya kolonyal û rizgariya neteweya Kurdistanê de ye.

Bi vê boneyê em bi berpirsyariya ku dawî li hebûna siyasî û leşkerî ya dagirkerên Tirk-Ereb-Fars li welatê xwe bînin, bêrêxistinbûna xwe veguherînin yekitiya neteweyî û bi hişmendiya zanistî, demokrasî û edaletê bi armanca netewetiya xwe tevbigerin.

Ji bo ku rewşa heyî bi awayekî realîst binirxînin, ji bo ku fikrên stratejîk ên bikêrhatî derxînin holê û ji bo pêkhateyên siyasî piştgirîya rewşenbîrî bê kirin, ez pêşniyar dikim ku bi navê “TEVGERA AZADÎYA KURDÎ ya AZAD” konferanseke berfireh bê lidarxistkin û li seranserê Kurdistanê zemîneke guftûgoyê ya berfireh bê çêkirin.

Karên partî, rêxistin û dezgehên siyasî cuda ne; lê ew dikarin nûnerên xwe bişînin konferansa ku em pêşniyar dikin. Li gel berjewendiyên neteweyî, saziyên siyasî jî ji bo hebûna xwe ya rêxistinî nîşan bidin, li berjewendiyên xwe yên rêxistinî-partî difikirin û temaşe dikin. Li aliyê din rewşenbîr di vê pêvajoya dijwar de nirxên netewî, rizgariya netewî, yekîtiya netewî û ronakbîriya civakî esas digirin.

Weke ku tê zanîn ronakbîr ew kes e ku azadiya gelê xwe an jî civaka ku tê de ye diparêze, hawîrdora dîrokî-civakî bi awayekî kur analîz dike, pirsgirêkan derdixe pêş û ji bo pêkanîna rewşek çêtir têdikoşe. Bi hişmendiya berpirsiyariyê jîngehek xweşiktir û xweştir. Bi kurtî, rewşenbîr ne xwedî partî, ne serok û ne jî berjewendî ye. Ronakbîr wijdan, pênûs, pirtûk û mamosteyê civakê ye. Yan jî pêxemberê civakeke ku hatiye tevizandin û bûye kole ye.

Di encama perçebûna Kurdistanê de şert û mercên kolonyalîzmê û belavbûna Kurdan li seranserê cîhanê, li Ewropayê dîasporayeke Kurd derket holê. Îro ji her demê zêdetir mecbûrî ye ku rewşenbîrên Kurd bibin yek. Pêdiviya lezgîn bi pêkhateyek rêxistinkirî heye ku bi berpirsyariya rewşenbîran li hemberî têkoşîna azadiyê ya her çar parçeyên Kurdistanê, di ronakbîriya civakî ya gelê me de bibe alîkar û mafên wî yên netewî biparêze.

Rewşenbîrên Kurd di demeke kurt de dikarin çi bikin? Bi zanîna wê yekê ku gelê Kurd rastî asîmîlasyoneke giran û heta qetlîameke giran tê, dikare rola pirekê di navbera partî û sazîyan de bilîze, her wiha bi parastinê re piştgirî û perspektîfek manewî bide doza neteweyî ya ku li her parçeyekî Kurdistanê pêş dikeve. Yekîtiya neteweyî ya di navbera partiyan de. Pêşxistina dostanî û peywendiyên dîplomatîk bi Dewletên Yekbûyî yên Amerîkayê, dewletên Ewropaya Rojava, welatên Îslamî, Neteweyên Yekbûyî, Parlamentoya Ewropayê û saziyên navneteweyî yên mîna wê re û globalîzekirina doza serxwebûna Kurdistanê dikare pêşengiyê bike.

Ji bo van pêşniyarên li jor û hîn girîngtir û lezgîntir pêwîstî bi konferans û rêze konferansan heye. Ji ber vê yekê ez pêşniyar dikim ku beriya niha di nav me de “Komîteya Amadekar” bê hilbijartin û heta niha rewşenbîrên ku ev deklerasyon îmze kirine bên cem hev û piştî rêze konferansên li pêş me bibin sazî.

 

Ligel rêz û silavan.

 

Kadîr Amaç

Belçîka-Brûksel

 

Têbînî: Hevalên rewşenbîr, ên ku danezanê dixwînin û dixwazin îmze bikin, dikarin nav, paşnav, şax û navê welatê ku lê dijîn binivîsin û ji navnîşana jêrîn re bişînin:

Kadiramac@hotmail.com

 

Bangawaziya Li Rewşenbîrên Kurd!

Bangawaziya Li Rewşenbîrên Kurd!

 

Rewşenbîrên hêja yên ku welatê wan di bin dagirkeriyê de ye û mafên wan ên jidayîkbûnê bigire heya mafê perwerdehiya bi zimanê dayikê jî tê înkarkirin û qedexe kirin!

Li ruyê cîhanê bi temamî, 56 dewletên misilman hene. Tenê 22 ji wan dewletên Ereban in. Baş e, ma em ronakbîrên Kurd ne sûcdar in ku Kurdên bi nifûsa xwe ya 50 milyonî û rûbera erdnîgariya 530 hezar metreçargoşe hê jî li ser gerstêrka me bêdewlet in? Dema ku li dijî çar parçeyên welatê me şerekî hovane diqewime, welatê me tê wêrankirin û hewl tê dayîn pêşeroja me were tarîkirin, em nikarin li hember tiştên ku diqewimin ji ber berpirsyariya rewşenbîrên rasteqîn xemsar bimînin. Di vê wateyê de pêwîstiyeke dîrokî ye ku rewşenbîrên Kurd li cîhanê, li çar parçeyên Kurdistanê û bi taybetî jî li Ewropayê hewldaneke sazîbûnê bidin meşandin.

Pêwîstiya me bi lezgînî bi yekîtiyek heye ku pişta xwe bi tu pêkhateyên leşkerî û siyasî ve girê nede li dijî jenosîda berdewam a li ser gelê me, li ser bingehê azadî û rizgariya me be, berjewendiyên me yên netewî di ser partiyan re bigire û xizmeta serxwebûna welatê Kurdistanê bike. Di bin statûya kolonyal û rizgariya neteweya Kurdistanê de ye.

Bi vê boneyê em bi berpirsyariya ku dawî li hebûna siyasî û leşkerî ya dagirkerên Tirk-Ereb-Fars li welatê xwe bînin, bêrêxistinbûna xwe veguherînin yekitiya neteweyî û bi hişmendiya zanistî, demokrasî û edaletê bi armanca netewetiya xwe tevbigerin.

Ji bo ku rewşa heyî bi awayekî realîst binirxînin, ji bo ku fikrên stratejîk ên bikêrhatî derxînin holê û ji bo pêkhateyên siyasî piştgirîya rewşenbîrî bê kirin, ez pêşniyar dikim ku bi navê “TEVGERA AZADÎYA KURDÎ ya AZAD” konferanseke berfireh bê lidarxistkin û li seranserê Kurdistanê zemîneke guftûgoyê ya berfireh bê çêkirin.

Karên partî, rêxistin û dezgehên siyasî cuda ne; lê ew dikarin nûnerên xwe bişînin konferansa ku em pêşniyar dikin. Li gel berjewendiyên neteweyî, saziyên siyasî jî ji bo hebûna xwe ya rêxistinî nîşan bidin, li berjewendiyên xwe yên rêxistinî-partî difikirin û temaşe dikin. Li aliyê din rewşenbîr di vê pêvajoya dijwar de nirxên netewî, rizgariya netewî, yekîtiya netewî û ronakbîriya civakî esas digirin.

Weke ku tê zanîn ronakbîr ew kes e ku azadiya gelê xwe an jî civaka ku tê de ye diparêze, hawîrdora dîrokî-civakî bi awayekî kur analîz dike, pirsgirêkan derdixe pêş û ji bo pêkanîna rewşek çêtir têdikoşe. Bi hişmendiya berpirsiyariyê jîngehek xweşiktir û xweştir. Bi kurtî, rewşenbîr ne xwedî partî, ne serok û ne jî berjewendî ye. Ronakbîr wijdan, pênûs, pirtûk û mamosteyê civakê ye. Yan jî pêxemberê civakeke ku hatiye tevizandin û bûye kole ye.

Di encama perçebûna Kurdistanê de şert û mercên kolonyalîzmê û belavbûna Kurdan li seranserê cîhanê, li Ewropayê dîasporayeke Kurd derket holê. Îro ji her demê zêdetir mecbûrî ye ku rewşenbîrên Kurd bibin yek. Pêdiviya lezgîn bi pêkhateyek rêxistinkirî heye ku bi berpirsyariya rewşenbîran li hemberî têkoşîna azadiyê ya her çar parçeyên Kurdistanê, di ronakbîriya civakî ya gelê me de bibe alîkar û mafên wî yên netewî biparêze.

Rewşenbîrên Kurd di demeke kurt de dikarin çi bikin? Bi zanîna wê yekê ku gelê Kurd rastî asîmîlasyoneke giran û heta qetlîameke giran tê, dikare rola pirekê di navbera partî û sazîyan de bilîze, her wiha bi parastinê re piştgirî û perspektîfek manewî bide doza neteweyî ya ku li her parçeyekî Kurdistanê pêş dikeve. Yekîtiya neteweyî ya di navbera partiyan de. Pêşxistina dostanî û peywendiyên dîplomatîk bi Dewletên Yekbûyî yên Amerîkayê, dewletên Ewropaya Rojava, welatên Îslamî, Neteweyên Yekbûyî, Parlamentoya Ewropayê û saziyên navneteweyî yên mîna wê re û globalîzekirina doza serxwebûna Kurdistanê dikare pêşengiyê bike.

Ji bo van pêşniyarên li jor û hîn girîngtir û lezgîntir pêwîstî bi konferans û rêze konferansan heye. Ji ber vê yekê ez pêşniyar dikim ku beriya niha di nav me de “Komîteya Amadekar” bê hilbijartin û heta niha rewşenbîrên ku ev deklerasyon îmze kirine bên cem hev û piştî rêze konferansên li pêş me bibin sazî.

 

Ligel rêz û silavan.

 

Kadîr Amaç

Belçîka-Brûksel

 

Têbînî: Hevalên rewşenbîr, ên ku danezanê dixwînin û dixwazin îmze bikin, dikarin nav, paşnav, şax û navê welatê ku lê dijîn binivîsin û ji navnîşana jêrîn re bişînin:

Kadiramac@hotmail.com

Bangawaziya Li Rewşenbîrên Kurd!

Bangawaziya Li Rewşenbîrên Kurd!

 

Rewşenbîrên hêja yên ku welatê wan di bin dagirkeriyê de ye û mafên wan ên jidayîkbûnê bigire heya mafê perwerdehiya bi zimanê dayikê jî tê înkarkirin û qedexe kirin!

Li ruyê cîhanê bi temamî, 56 dewletên misilman hene. Tenê 22 ji wan dewletên Ereban in. Baş e, ma em ronakbîrên Kurd ne sûcdar in ku Kurdên bi nifûsa xwe ya 50 milyonî û rûbera erdnîgariya 530 hezar metreçargoşe hê jî li ser gerstêrka me bêdewlet in? Dema ku li dijî çar parçeyên welatê me şerekî hovane diqewime, welatê me tê wêrankirin û hewl tê dayîn pêşeroja me were tarîkirin, em nikarin li hember tiştên ku diqewimin ji ber berpirsyariya rewşenbîrên rasteqîn xemsar bimînin. Di vê wateyê de pêwîstiyeke dîrokî ye ku rewşenbîrên Kurd li cîhanê, li çar parçeyên Kurdistanê û bi taybetî jî li Ewropayê hewldaneke sazîbûnê bidin meşandin.

Pêwîstiya me bi lezgînî bi yekîtiyek heye ku pişta xwe bi tu pêkhateyên leşkerî û siyasî ve girê nede li dijî jenosîda berdewam a li ser gelê me, li ser bingehê azadî û rizgariya me be, berjewendiyên me yên netewî di ser partiyan re bigire û xizmeta serxwebûna welatê Kurdistanê bike. Di bin statûya kolonyal û rizgariya neteweya Kurdistanê de ye.

Bi vê boneyê em bi berpirsyariya ku dawî li hebûna siyasî û leşkerî ya dagirkerên Tirk-Ereb-Fars li welatê xwe bînin, bêrêxistinbûna xwe veguherînin yekitiya neteweyî û bi hişmendiya zanistî, demokrasî û edaletê bi armanca netewetiya xwe tevbigerin.

Ji bo ku rewşa heyî bi awayekî realîst binirxînin, ji bo ku fikrên stratejîk ên bikêrhatî derxînin holê û ji bo pêkhateyên siyasî piştgirîya rewşenbîrî bê kirin, ez pêşniyar dikim ku bi navê “TEVGERA AZADÎYA KURDÎ ya AZAD” konferanseke berfireh bê lidarxistkin û li seranserê Kurdistanê zemîneke guftûgoyê ya berfireh bê çêkirin.

Karên partî, rêxistin û dezgehên siyasî cuda ne; lê ew dikarin nûnerên xwe bişînin konferansa ku em pêşniyar dikin. Li gel berjewendiyên neteweyî, saziyên siyasî jî ji bo hebûna xwe ya rêxistinî nîşan bidin, li berjewendiyên xwe yên rêxistinî-partî difikirin û temaşe dikin. Li aliyê din rewşenbîr di vê pêvajoya dijwar de nirxên netewî, rizgariya netewî, yekîtiya netewî û ronakbîriya civakî esas digirin.

Weke ku tê zanîn ronakbîr ew kes e ku azadiya gelê xwe an jî civaka ku tê de ye diparêze, hawîrdora dîrokî-civakî bi awayekî kur analîz dike, pirsgirêkan derdixe pêş û ji bo pêkanîna rewşek çêtir têdikoşe. Bi hişmendiya berpirsiyariyê jîngehek xweşiktir û xweştir. Bi kurtî, rewşenbîr ne xwedî partî, ne serok û ne jî berjewendî ye. Ronakbîr wijdan, pênûs, pirtûk û mamosteyê civakê ye. Yan jî pêxemberê civakeke ku hatiye tevizandin û bûye kole ye.

Di encama perçebûna Kurdistanê de şert û mercên kolonyalîzmê û belavbûna Kurdan li seranserê cîhanê, li Ewropayê dîasporayeke Kurd derket holê. Îro ji her demê zêdetir mecbûrî ye ku rewşenbîrên Kurd bibin yek. Pêdiviya lezgîn bi pêkhateyek rêxistinkirî heye ku bi berpirsyariya rewşenbîran li hemberî têkoşîna azadiyê ya her çar parçeyên Kurdistanê, di ronakbîriya civakî ya gelê me de bibe alîkar û mafên wî yên netewî biparêze.

Rewşenbîrên Kurd di demeke kurt de dikarin çi bikin? Bi zanîna wê yekê ku gelê Kurd rastî asîmîlasyoneke giran û heta qetlîameke giran tê, dikare rola pirekê di navbera partî û sazîyan de bilîze, her wiha bi parastinê re piştgirî û perspektîfek manewî bide doza neteweyî ya ku li her parçeyekî Kurdistanê pêş dikeve. Yekîtiya neteweyî ya di navbera partiyan de. Pêşxistina dostanî û peywendiyên dîplomatîk bi Dewletên Yekbûyî yên Amerîkayê, dewletên Ewropaya Rojava, welatên Îslamî, Neteweyên Yekbûyî, Parlamentoya Ewropayê û saziyên navneteweyî yên mîna wê re û globalîzekirina doza serxwebûna Kurdistanê dikare pêşengiyê bike.

Ji bo van pêşniyarên li jor û hîn girîngtir û lezgîntir pêwîstî bi konferans û rêze konferansan heye. Ji ber vê yekê ez pêşniyar dikim ku beriya niha di nav me de “Komîteya Amadekar” bê hilbijartin û heta niha rewşenbîrên ku ev deklerasyon îmze kirine bên cem hev û piştî rêze konferansên li pêş me bibin sazî.

 

Ligel rêz û silavan.

 

Kadîr Amaç

Belçîka-Brûksel

 

Têbînî: Hevalên rewşenbîr, ên ku danezanê dixwînin û dixwazin îmze bikin, dikarin nav, paşnav, şax û navê welatê ku lê dijîn binivîsin û ji navnîşana jêrîn re bişînin:

Kadiramac@hotmail.com

 

 

Selahattin Demirtaş’a Mektup!

                                                                                                                     

 

       

 

 

 

                                                                                                                                       

                                     Sevgili Selahattin Demirtaş kardeşim!

Ben Kadir Amaç. Gönül dünyamdan bir demet gül koparıp sevgili kardeşime armağan ediyorum. Ayrıca zindan arkadaşlarınıza Brüksel’den selamlar, sevgiler ve saygılar gönderiyorum.

Aziz kardeşim! Pakistan’ın fikir babası kabul edilen ünlü Filozof -Şair Muhammed İkbal ile Pakistan’ın kuruyucusu Muhammed Ali Cinnah arasında gerçekleşen siyasi ve felsefik mektuplaşmaları okurken, benim entelektüel fakülteme bir dizi katkılar sunduğunu belirtmek istiyorum. Umarım bizden sonraki Kürt nesiller bu mektubu okuduklarında, hem beni ve hemde zatialinizi çok daha iyi anlayacaklarını düşünüyorum. Mektubuma şöyle başlamak istiyorum:

Aydının partisi, lideri ve çıkarları olmaz. Aydın toplumun vicdanı, kalemi, kitabı ve öğretmenidir. Yada, uyutulmuş ve köleleştirilmiş bir toplumun peygamberidir! Halkın bilgisizliğinden güç alanlar, halkı ”koyun sürüsü” gibi görenlerin tek korktuğu kişi gene kalemi güçlü olan aydındır. Ayrıca hiç bir siyasi ve ekonomik güçe bağımlı değilim. Bağımlı olanların yaşamına bakarak, “böyle daha mükemmel” duygusunu yaşadığımı ayrıca sizinle paylaşmak istiyorum.

Stuart Mill, “Özgürlük Üzerine” adlı kitabında; ”Yanlış olduğu iddiasıyla susturulan bir düşünce aslında doğru olabilir. Yanlış bile olsa, içinde birkaç dirhem hakikat bulunabilir.”

Sevgili Selahattin Demirtaş kardeşim! İki hırsız insan iyi arkadaş olur.  Biri hırsızlık eylemini yapar, ötekisi ona perdeyi tutar. Yada, iki erdemli insan iyi dost olur, biri diğerine filozof, ötekisi ona zahid olur. Bir insan da kötülük korkusu, iyilik ve fazilet kaygısı olduğu vakit, akıl ve erdem onun tabiatı olur.

İnsan ontolojisi, iyilik ve kötülük mayasıyla vücud bulmuştur. Kötülük yapanlar kötülükleriyle, iyilik yapanlar iyilikleriyle anılır. Dünya görüşü yamuk ve amelleri zayıf olan bir Kürd’ün adalet, demokrasi, hürriyet, bağımsızlık, erdem, merhamet ve paylaşma duyguları zayıf olur, gönül dünyası fenalık olur;  akıllı ve bilge insanlar onun  yaşam sınırlarına girmez ve uzak durur.    Görgüsüz, kaba ve güçlü olan biri istese de kendini gizleyemez. Çünkü ontolojik olarak, ilkel ve vahşidir.

Bundan dolayı herkes bu tür bir insandan çekinir. Ancak, yumuşaklık ve mulayimlik hiç bir zaman kuşku ve korku uyandırmaz. Çünkü yumuşak görgüsüz, kaba ve güçlü olan biri kendisini istese de gizleyemez. Nedeni ise ontolojik olarak, ilkel ve vahşi olmasıdır. İkinicisi; insanlar, yumuşak, boyun eğen, yalaka ve mulayim olan bu insanın ne kadar tehlikeli olduğunu bilmez. Sadece, filozoflar ve arifler bilir.

Görüldüğü gibi; kitap, marifet ve dava ehli olmayan insanlar hep bu noktaya olta gibi takılıp kalır. Gözü doymuş, ruhu arınmış ve gönlü genişlemiş bir mevsim olamıyorlar. Hep   başkalarını suçlar, kendilerini suçlamazlar. hep başkalarına lanet okurlar, kendilerine lanet etmezler. Öyleki bu tür kimselerin gözlerinde, yalan ve ihtiras vardır! Gözlerinde sevgi ve merhamet yaşları inmez. kibir ve kıskançlık ikliminde yaşarlar! İlim, irfan ve şeref rahlesiyle ilgilenmezler, sömürmeye, paraya, makama ve erotik fantazilere tapacak kadar ruhsuz olurlar. Öyle ki, bazen kibirlerinden, bazen egolarından geri adım atmazlar ve mutevazi olmayı kibirlerine dinletemezler. Çünkü şöyle düşünüyorlar: “Ben nasıl olur da geri çekilirim?” diyorlar.

Muhterem Selahattin Demirtaş kardeşim! Eskilerin tabiriyle hiçbir şey ”hüda-i nabi” değildir. Elbette ki ölüm gelip hepimizi kuşatacaktır, ölümden geriye kalan, iyilik ve kötülük olacak.  Öncelikle şunu belirtmek istiyorum: kalemle yazılmayacak, dille söylenilmeyecek, bir dizi dava insanı değerli ‘’Kürt Siyasi Hareketi’’ ve  HDP hareketi içinde, yaşamlarıyla, düşünceleriyle, vefalarıyla, arkadaşlıklarıyla, hoşgörüleriyle, dostluklarıyla, musafaha ve muhabetleriyle beni tesirleri altına aldıklarını itiraf etmek istiyorum. Beni etkileyen bu güzel insanlardan biri de hiç şüphesiz Zatialinizdir!

Bazı liderlerin, zekalarını ve enerjilerini yönetme işlerin çoğunu kontrol etmeye ayırdığını, detaylara düşkün ve her şeyle uğraşma meziyetine sahip olduklarını otobiyografilerinden biliyoruz. Lakin bazıları da tam tersine her şeyle uğraşmaz, bir dizi önemli meselelerde idare etme insiyatifini kullanır ve genellikle idare işlerinin çoğunu güvendiği ve emri altındaki görevlilere bırakır.

Düşünürler, yazarlar, eleştirmenler ve yönetim uzmanları her iki lider profilini yanlış bulurlar ve bunun yerine vasat ve mutedil bir yol izleyen liderin çok daha başarılı olacağını tavsiye ederler. Bu mahfilde, Hobbes, Rousseau, Machiavelli ve Carl Schmitt’in eserleri  siyasi hareketleri yönetme hususunda, liderleri kurnazlığa ve manipülasyona teşfik ettiklerini hatırlatmak isterim.

Kadrişinas kardeşim Selahattin Demirtaş! Ütopyacı düşünceler hayatı bulanık görür. Tıpkı Goethe’nin ”Fauts”u gibi, ”Ah şu an, o kadar güzelsin ki, ebediyen öyle kal!”  Yada şöyle de diyebiliriz: Realistler ve Post Modern Düşünürler ” bu şey berraktır” ya da ”kesin  böyledir” demiyorlar; belirsizlikle temas kurarlar, ondan bulduklarını, gördüklerini ve his ettiklerini bilim dünyasıyla paylaşırlar. Dolayısıyla doğruluk sabit bir şey değildir. Bugün doğrudur, yarın doğruluğu yanlışlama ihtimali yüksektir! Ama hakikat öyle değildir; çünkü hakikat ontolojik ve primordiyal yasalardır.

Kaldığımız yerden devam edecek olursak; her grubun, her çevrenin, her siyasi organizasyonun bir gazetecisi ve bir yazarının olduğunu, ancak hakikatin ve bilginin peygamberliğini yapmanın çok zorlaştığını benden çok daha iyi biliyorsunuz. İzninizle Goethe’nin şu güzel sözüyle siyaset felsefesini yapmaya devam edelim:  “Korkak, Tehlike Olmadığı Zaman Yumruğunu Havaya Sallar.’’ 

 İyi bir düşünür ya da iyi bir sosyolog gerçekleşen bir  vakia karşısında duygularıyla hareket etmez, tepki göstermez ve olayla ilgili görüş beyan etmez, yani siyasi ve sosyolojik hadiseyi anlamaya, tanımlamaya ve kavramsallaştırmaya çalışır. Toplum bilimcinin ikinci görevi ise Türkiye gibi, demokratik ve hukuk devleti olmayan ülkelerde siyasetin, ekonomi ve menfaat gruplarıyla olan ilişkilerini irdelemek ve bu ülkede devletin özünü oluşturan, bürokrasi ve yasaların nasıl işlediğini anlamaya çalışmaktır.

Bir çok seçmen blokları vardır. Genel olarak seçmenlerin büyük çoğunluğu, partilerin seçim kampanyasında vaad edilenlere ve liderlerin karizmatik yönüne bakarak oy işlemini gerçekleştirir. Postmodern olan ülkelerde siyasi partileri iktidara taşıyan, parti kimliği ve parti programı değildir. Aksine, siyasi partileri iktidara taşıyan karizmatik liderlerdir. Bu anlamda karizmatik bir lider olduğunuzu rahatlıkla söyleyebilirim.

İkinci seçmen blokları ise, hiç bir parti kimliği olmayan insanlar ilk oy verdikleri partiye karşı eğilimlerini koparabilir, bir başka partiye rahatlıkla yönelebilir ve bu tür seçmenlerin oyları her seçimde değişebilir. İnsanların belli bir siyasi parti veya bir dizi siyasi partiye oy verme eğilimlerinin sebepleri çok olmakla birlikte, aynı zamanda karmaşık bir durum da arz eder.

Özellikle, seçmen kategorilerin en çok dikkat çekeni ve en çok problemli olanı, liberal ve muhafazakar seçmendir. Diğer önemli bir nokta ise, seçmenlerin siyasi partilere oy verme davranışlarını en fazla etkileyen amillerin başında ırk, bölge, din, ekonomi ve cinsiyetçilik gibi konulardır. Yukarıda anahatlarıyla belirtiğimiz seçmen panoramasından hareket edecek olursak, iki tür seçmenin varlığından söz edebiliriz.

1- Uzun vadeli oy kullanan seçmen: Oy verdiği partiye, hem fikirde ve hemde gönülde sadakàt sahibidir.

2- Kısa vadeli düşünen seçmen: Bugün oy verdiği partiye beş yıl sonra farklı bir partiye oy verme eğilimindedir.

Tam bu noktada bir Kürt olarak, HDP’ye dört kez oy verdiğimi, dokuz köşe yazısıyla destek sunduğumu belirtmek istiyorum. Bugün de HDP’nin yanında yer aldığımı; HDP’yi zor zamanında sahiplenmenin, büyütmenin, güçlendirmenin ve yeni yüzlerin katılımını sağlamanın gerekli olduğunu düşünüyorum.

Ayrıntılara düşmeden hemen konuya girmek istiyorum: HDP projesi hedefine ulaşmadan, partinin eş genel başkanları, il-ilçe örgütlerinin eşbaşkanları, belediye eşbaşkanları ve çok sayıda milletvekili haksızca gözaltına alınıp hapishaneye mahkum edildiler. Elbettek ki, Türk Devletinden hariç, haksız olarak cezaevinde tutuklu bulunduğunuzu tüm dünya devletleri biliyor. Ayrıca, Türk Devlet geleneğinin yiğit bir karektere sahip olmadığını, Makyavelli “Prens” ve Marco Polo ‘’Geziler” adlı eserlerinde ifade etmişlerdir.

                             Sevgili Selahattin Demirtaş kardeşim!

HDP, 7 Haziran 2015’te Meclis’e 80 milletvekilini Kürt halkının oylarıyla ve özgürlük hareketinin desteğiyle elde etmişti. Kürtlerin bir asırdır, hürriyet ve şerefleri için çok büyük bedeller ödediğini hepimiz çok iyi biliyoruz. Binlerce Kürt genci şehit oldu, zindanlar dolup taştı.

Zengin Kürtler, İslamcı Kürtler, AKP ve Erdoğan yanlısı oldu. Oylarını AKP’ye verdiler ve karşılığında büyük ihaleler aldılar. AKP’li zengin ve ”İslamcı Kürtler” bayrakları Kur-an olan ”Şam Ordusu”nu ve Kur-an’ın hepsini ezberleyen ”Nihrevan Ordusu”nu tanımış olsaydı, oylarını HDP’ye verirdi ve HDP saflarında Kürtlerin özgürlüğü için mücadele ederdi. Fakir Kürtler ise, Kürt siyasi hareketinin ve HDP’in yanında bir duvarın taşları gibi kenetlendi, saf tuttu. Şerefleri ve özgürlükleri için bedel ödediler.

Ancak partinizin içindeki bir grup, entegrasyoncu ve menfaat grupları Kürtlerin hürriyet ışıklarını söndürdü. Şöhret ve şımarıklık onları sarhoş etti, bütün emekler havaya savruldu. Kürdistan davası magazinleşti, ‘’selocan’’ laştı ve HDP projesi kemalist bir çizgiye çekildi.

Yani babalarınızın, çocuklarınızın, kardeşlerinizin, eşlerinizin şöhret olma arzusu, kazandığınız mallarınız, kötüye gitmesinden korktuğunuz ekonomik gaileleriniz, sizi şımartan  lüks ev ve arabalarınızın sevgisi; Kürdistan ve şehitlerin sevgisinin önüne geçti ve başarısız oldunuz!

Bu tür olumsuzluklar, mücadele içindeki sınavlar ve deneyimlerimizdir. Bu anlamda ’’Sabır insanı insan belki de sultan eder, sabırdan yoksun olan her şeyini kaybeder’’ ifadesi doğru bir manevi tanımlamadır. Biz Kürtler çok sabır ettik. Lakin biz Kürtlerin gözünde diken, boğazımızda kemik var. Bedenimiz yara-bere içinde ve halkımız yalın ayak!

HDP’nin içinde Kürtlerin realitesine yabancı, Türk ve Kürt sosyalizasyonuna aykırı duran bir grup marjinal Türk Solu, görüş, tavır ve eylemleriyle adeta her şeyi alt üst ettiler! Daha önceden Kazanılan mevziler ve Öcalan’ın müzakere görüşmeleri ‘’Gezi Olayları’’na tahvil edildi!

’Gezi Olaylar’’ın baş aktörü, bir sinema yönetmeni  Kemalist Sırrı olacaktı. Öcalan, bu olup bitenleri endişeyle izliyordu! Çünkü bir planı vardı. Planının tehlikeye gireceğinden korkuyordu. Oysaki Türk devletini birinci müzakerelerde ikna etmeyi başarmıştı. Hedefine de adım adım ilerlemek istiyordu! Öcalan gibi, tecrübeli ve uyanık davranamadınız! Oysaki iyi bir lider; ne okuyacağını ne konuşacağını, nerede duracağını ve nereye kadar gideceğini iyi hesaplayandır. İlim ve İrfan sahibi  bir danışmanınız olmuş olsaydı, kesinlikle durum çok daha farklı bir sonuç alacaktı. Yani, Sırrı Sürreye Önder’i kendinize danışman yapmanız ve onun TİYATROCU laflarıyla siyaset yürütmeniz ‘’Seni başkan yapmayacağız’’ sloganıyla hareket etmeniz, gerçektende Kürtlere ve zatıalinize çok pahalıya mal oldu.

Sırrı gibileri; Kürt siyasetine ve halkına büyük kayıplar verdiklerini düşünüyorum. Eğer Türk solcuların gazına gelmeseydiniz, Erdoğan’a karşı realist bir politika yürütseydiniz, çok güzel şeylerin başarılması kanaatimce mümkündü. Ama öyle yapmadınız, Erdoğan’ın hilesine yenildiniz. Erdoğan ve İslamcı şürekası İspanyol falanşistleri gibi, “Vivala Muerte”! “yaşasın Ölüm!” kahr olsun Kürtler! kahr olsun zeka!, sloganlarını atmalarının fırsatını verdiniz. Halbuki Erdoğan ile ‘’Seni başkan yapmayacağız.’’ münazarasına, tenezzül ve tevessül etmeyecektiniz! Tam aksine, zaman zaman Erdoğan’ı cesaretlendirecek ve onure edecek ifadeler kullanmalıydınız! Saray’da Erdoğan’ı, HDP ve Kürtler adına ziyaret edip onunla şöyle bir diyalog içine girip çok etkili sonuçlar alabilirdiniz:

Sayın Cumhurbaşkanım! HDP olarak sizi Kürt meselesinde çok cesur buluyoruz, destekliyoruz, seviyoruz, değer veriyoruz! Öyle ki Türk siyaset tarihinde hiçbir devlet başkanı sizin gibi, Kürt meselesinde samimi ve cesur adımlar atmamıştır. Cesaretinizle, dindarlığınızla ve samimiyetinizle Kürtlerin gönül dünyasında taht kurmuş durumdasınız.

– Sevgili Cumhurbaşkanım! Yüce Rabbimiz Kuran’da, dil ve milletlerle ilgili şöyle buyuruyor: “Biz her millete kendi dilinde bir peygamber gönderdik’’ Nehl-36

‘’Ey insanlar! birbirinizle tanışmanız için sizi milletlere kavimlere ayırdık.’’Hucurat 13

‘’Göklerin ve yerlerin yaratılışı, dillerinizin ve renklerinizin farklılığı Allah’ın ayetlerindendir’’ Rum Süresi 22

Erdoğan’a bu ayetleri okuduktan sonra aranızdaki diyaloga şöyle devam edebilirdiniz:

-Sayın Cumhurbaşkanım! Sevgili Rabbimizin bu ayetlerini zat-i alinize hatırlatarak, Müslüman Kürt kardeşlerinizin kendi anadillerinde eğitim ve öğretim görmelerini ve bu kadim Kürtçe dilinin devletimizin ikinci resmi dili olmasını talep ediyoruz!

Eğer Kürtlerin bu sorununu çözerseniz, başta Kürt halkı, devletler, milletler ve Müslüman halklar sizi taktirle karşılayacak, isminiz Kürtlerin ve insanlığın tarihinde hep iyilikle anılacak! Bunu gerçekleştirdiğiniz taktirde, elbetteki HDP ve Kürtler sizi Türk ve Kürt halkının başkanı yapmaya söz veriyor ve Kuran’a yemin ediyoruz!

Sevgili Selahattin Demirtaş kardeşim!

Bu önerdiğim diyaloğu denemiş olsaydınız, belki başaracaktınız ve belki de Kürtler başta olmak üzere, Türklerin ve  Kürtlerin  ahvali bugünkünden hayal edemeyeceğiniz kadar farklı bir  iklime evrilecekti.

Heyhat! Artık geriye dönemeyiz ve olanlar geçmişte kaldı. Geçmişten ders çıkarmanız, siyaset bilimi eserlerini okumanız gerekirken, cezaevinde daha çok kendinizi roman yazma işine adadınız, avukatlarınız aracılığıyla popülist twitler paylaştınız! Kürtlerin ikbalini ve kaderini belirleyen meselelerde realist ve rasyonel mesajlar veremediniz! Cezaevinde avukatınızın aracılığıyla verdiğiniz her mesajınızı suyun üzerinde yazı yazma denemesine  benzetiyorum. İkincisi, onbinlerce Kürt mahkumu içinde, twit atma, İnternet Gazetede makale yazma, roportaj verme ve bir dizi CHP’lí siyasetçi ile görüş yapma neden yanlız zatialinize  serbest?

Yada şöyle sorayım: Sizin gibi değerli tutsak Kürt siyasetçileri olan Selçuk Mızraklıoğlu, İdris Baluken ve Bekir Kaya neden aynı hukuki haklara sahip olamıyorlar? Örneğin, Öcalan ile devlet arasında neler yaşandı, devlet Öcalan’la değil de sizinle yeni bir süreç başlatmak için, neden teklifte bulunuyor? Yada Türk Devleti Öcalan’a  twit atma, avukat ve ailesiyle  neden görüşme hakkını tanımıyor?

Kafam iyice karıştı! Felsefe yapmayı seviyorsanız sizin de kafanızın karışacağını düşünüyorum. Kannatimce Türk Devleti, bilinçli ve planlı olarak, Kürt siyasetini kontrolde tutmak ve  farklı bir mecraya doğru kaydırarak yönetmek istiyor. Bu durumu netleştiren iki şey daha var: Erdoğan, Bakanlık  düzeyinde HDP’nin  ziyaret edilmesini emir etmişti ve hemen ardından muhterem babanızın geçirdiği kalp rahatsızlığı nedeniyle, Çorlu’ya helikopterle getirilmenizi ve ordanda bir jet uçakla Amed’e getirerek babanızla buluşturulmanızı sağladılar.

Bu durumu çok büyük bir ayrıcalık ve Türk devletinin yasalarını şirke düşürecek bir pratik olarak değerlendiriyorum. Eğer siz olsaydım, asla böyle bir şeye tevesül ve tenezül etmezdim. Neden mi? Çünkü dava arkadaşlarım ve bana oy veren milyonlarca Kürt seçmenin bu durumdan rahatsız olma ihtimaline karşı ihtiyatlı davranırdım. Çünkü, Erdoğan ve Türk mahkemeleri zatialinizi ‘’katil’’ ve ‘’terörist’’ olmakla suçluyordu!

                                            Sevgili Selahattin Demirtaş kardeşim!

HDP’nin eş genel başkanları yok mu? Cezaevinden Kürtlerin kaderini ve ikbalini belirleyen meselelerde bir lider gibi kordinatlar vermeniz  ve Kemalistlere entegre mesajlarını yayınlamanız demokratik bir hak mı acaba? Örneğin,  “Yeteri derecede Türkiyeleşemedik” ifadeniz  mutualizime işaret ediyordu. Bu tür ifadeler bir milletin sömürge bilincini köreltir ve o milletin kolanyalizme entegresini sağlar. Daha net söylemek isersem; doksanlı yıllarda, Carl Schsmitt’ın “dost ve düşman” diyalektiği Kürtlerin düşman bilincine tekabül ediyordu ve yurtsever Kürtlerin düşman bilinci netti!

Evet, söylediklerimin nefsinize ağır geldiğini biliyorum ve alınganlık göstermeyeceğinize inanmak istiyorum. Biz Kürtler, ne entegre olmak, nede diskiriminasyona uğramak istemiyoruz! Biz Kürt ve Kürdistan’ız. Primordiyal köklerimiz üzerinde her millet gibi, HÜKÜMDAR olmak istiyoruz.

Kaldığımız yerden devam edelim: Şimdi, HDP diye bir parti var mı? Elbette ki var. Bu partinin, mimarı ve teorisyeni de belli mi? O da belli. Şimdi zat-i alinize soruyorum: HDP demokratik bir parti değil mi?  HDP’nin eş genel başkanları yok mu? Elbetteki, HDP’nin iki eş genel başkanı var! O halde cezaevinden HDP’le ilgili  bir dizi açıklamalar yapmanızı, demokratik  ve doğru bulmadığımı belirtmek istiyorum.

Çünkü şuan da HDP’nin resmi bir üyesi, bir vekili ve yöneticisi konumunda değilsiniz! Kısacası, hatalar yaptınız. Kürt mücadelesini geriletiniz; hata yapmaya ısrarla devam ediyorsunuz! Önerim şudur: Bir mola vermenizi, derin düşünmenizi, nefsinize uymamanızı ve halkınıza öz eleştiri vermenizi tavsiye ediyor ve özgür olduğunuzda HDP’nin başına geçmeye tekrar talip olma hakkınızın olduğunu düşünüyorum.

Eğer bu eleştirilerime ‘’halk beni seviyor’’ karşılığında yanıt verirseniz şayet, bu ifadenizin felsefik bir karşılığının olmadığını belirtmek isterim. Çünkü Türk halkının ezici çoğunluğu, Erdoğan’ı ve Rus toplumunun büyük bir yüzdesi Putin’ı sevdiğini hatırlatmak isterim. Yok eğer ‘’ben sadece fikirlerimi beyan ediyorum’’ diyorsanız, o halde Kadir Amaç’ta kendi fikirlerini en az zatialiniz kadar söylemekte hür olduğunu düşünüyorum.

                                      Sevgili Selahattin Demirtaş kardeşim!

Şimdi birinin evinize izinsiz girdiğini düşünün! Evet, evinize izinsiz giren bu hırsızı hangi yöntemle evden çıkarmayı düşünürdünüz? Yoksa hırsızın hangi metodla olursa olsun mutlaka dışarıya atılması gerektiğini mi düşünüyorsunuz?

Mahatma Gandhi, ‘’her türlü yöntem kullanılarak’’ hırsızın evden çıkarılmasına itiraz edenlerden biridir. Gandi diyor ki; ‘’ Eğer çalmaya gelen babamsa farklı bir metod kullanabilirim. Eğer bir tanıdıksa başka bir metod kullanılır; ve eğer tamamen bilinmeyen bir şahıssa başka bir metod kullanırım. Eğer BEYAZ BİR ADAMSA belkide bir Hintli hırsıza uygulanan metodlardan farklı bir metod uygulanır.’’ Umarım, Mahatma Gandhi’nin bu değerli önermesi üzerinde yoğunlaşırsınız ve hırsızla mücadele konusunda tercihinizi önününe koyarsınız.

Son olarak, HDP’ye şu yol haritasını öneriyorum: HDP, dünyayı ve Kürdistan meselesini iyi bilen yeni kadrolarla, yeni bir nefes, yeni bir siyaset ve yeni bir mücadele yöntemiyle sahaya çıkmalıdır. Şu gerçeği de  söylemekte büyük bir yarar görüyorum: PKK ve HDP hareketinin tabanını milliyetçi, muhafazakar, dindar ve demokrat aileler oluşturuyor! Aynı şekilde, Maddi ve manevi yükünü de onlar omuzlarında taşıyor! Lider, yöneten kadrolar sosyalist ideolojiyi benimsiyor.

HDP, parlamento seçimlerine Kuzey Kürdistan’daki Kürt siyasi partilerle güç birliğini sağlayabilirse, Kürt halkının sosyolojisine uygun ve Kürt halkının sevip değer verdiği yetenekli, bilgili ve cesur adaylarla seçime girerse, % 13-14 bandında  büyük bir başarı elde etmesi mümkündür. Çünkü HDP’nin %13-14 oranında oy alma koşulları fazlasıyla mevcuttur.

Dolayısıyla Kürt meselesinin başarısı, Kürtlerin göstereceği güce bağlıdır. Önümüzdeki bir parlamento seçiminde eğer Kürtler oyların %13-14 aldıkları taktirde, dünya siyasetinden de güç kazanmış olacaklardır. Yani Kürtler, seçimlerde elde ettiği gücü dünya siyasetinden kazandığı güçle birleştirerek, egemen devletin gücünü dengelemiş olacak ve Türk devleti HDP ile Kürt meselesini konuşmak için masaya davet etmek zorunda kalacağını düşünüyorum.

Saygılarımla

Kadir Amaç

Brüksel-Belçika

12.12.2022