Öcalan, Nöbel Barış Ödülünü Hak Ediyor mu?

Kadir Amac televizyon yayınıLiderlerin savaş ve ateşkes sırasında yaptıkları manevraların, siyaset biliminin ve siyaset felsefesinin en önemli inceleme alanı olduğunu hatırlatarak yazıma başlamak istiyorum: Örneğin; biliyorsunuz ki diktatör ve ırkçı liderler; özellikle Rus liderler, taş duvarlar gibidirler. Çünkü konuşmalarında ahlak, sevgi ve insancıl duyguları hiçbir zaman söz konusu etemezler. Şakadan kaçınırlar, suratları sevinmsizdir ve her zaman azametli bir havaya bürünürler.

Sevgili okurlar! Sizin rolünüz, benim gibi yazarların rolü, siyetçilerin rolü, iş insanların rolü Türkiye’deki iç savaşı sonlandırmak olmalıdır. Bir ülke savaş koşulları içinde kıyameti yaşarken, “savaşa son verilmelidir”, demek anlamlıdır; ancak yeterli değildir. Somut adımların etap etap atılması için tarafları sevgi diliyle barışa teşvik etmemiz lazım. Sadece eleştirmekle savaşı körükleyenler mi, yoksa iki halk arasında bu savaşın sonlandırılması için muazzam çaba sarf edenler mi haklıdır? 

Liderlerin barış çağrılarından hoşlanmayanlar için, ABD’nin eski Dışişleri Bakanı ve kendisine Nobel Barış Ödülü verilen Henry Kissinger, bir gazetecinin kendisine yöneltiği soruya şöyle yanıt veriyordu: Bir devlet başkanı için  önemli olan zekâ değildir. Bir devlet başkanında önemli olan nitelik, dayanma gücüdür! Yüreklilik, kurnazlık ve dayanıklılık…

            Yaklaşık iki aydır Türk ve Kürt kamuoyu, sayın Recep Tayyip Erdoğan, Devlet Bahçeli ve Abdullah Öcalan’ın yeni bir barış süreciyle ilgili verdikleri mesajlara kilitlenmiş durumdalar. Bazı Türk aydın ve Türk siyaset çevrelerinin her üç değerli liderin verdikleri mesajları entelektüel düzeyde müzakere etmesi gerekirken, diskriminasyon kavramlarıyla barış mesajlarına suikat yapmayı tercih etmelerini korkunç bulduğumu belirtmek istiyorum.

Elbette ki sayın Abdullah Öcalan, Recep Tayıp Erdoğan ve Devlet Bahçeli’nin yeni bir barış süreciyle ilgili verdikleri olumlu mesajlardan özellikle CHP’lilerin, farklı Kemalist fırkaların ve menfaat gruplarının hoşlanmadıklarını biliyoruz. Çünkü Kemalist fırkalar ve mezhepler Kürtlere düşmanlık yeminlerini bozmak istemiyorlar.

Pantürkizm, Panturanizm ve Kemalizm düşünceleri, Kürtlerin kendi öz topraklarında hiçbir zaman, emansipasyon ve  akültürasyon haklarını elde etmemeleri noktasında yüz yıl önce ırkçı bir anayasa yapmışlardır. Bu Kemalist yasaların Kürtlerin ontolojik varlığını internalizasyon yöntemiyle Türkleştirmeyi senbolize eden  “Kızıl Elma”yı pusula aldıklarını biliyoruz. Öyle ki Kemalist antagonizma “Kızıl Elma”nın ‘Kelimetullah’ olduğunu iddia edecek kadar ileriye gitti.

Örneğin; Kemalist yazarların kaleme aldıkları şu ifadelerine bir bakalım:

Varsın… Teksin… Yaratansın

Sana bağlanmayan utansın,

biz sana tapıyoruz…

Aka Gündüz

Çankaya yeter bize,

Kabe Arab’ın olsun…

Kemaleddin Kamu

Yoktan var ediyor Tanrı gibi her şeyi

Yusuf Ziya Ortaç

Atatürk ekber! Atatürk ekber!

Ancak o var: Atatürk!

Peygamber o’dur!

Behçet Kemal Çağlar

Yukardaki kemalist yazarların zihin kodlarıyla beslenen CNN, Sözcü ve Halk Tv gibi ırkçı ve fitneci  kanalların ekranlarını dolduran bir dizi profesör, yazar, gazeteci ve siyasetçi hep bir ağızdan Vatan (!)  Millet (!!)  Sakarya (!!!) edebiyatını yaparak ve  Atatürk’ün ”Nutuk” eserinden fasıllar okuyarak Türk toplumunu barış çağrılarına tavır almaya teşvik ediyor. Kürtlerin demokratik kanallardan hak arama mücadelesini her fırsatta sabote eden yukardaki bahsettiğim bu ırkçı fırkaların amacı, Kürt halkını, Türk devletine ve Türk milletine düşmanlaştırmak ve Türkiye’yi bölmektir.

İşte Kürtlerin varlığını ve siyasal haklarını inkâr ederek ve devlete düşman yaparak Türkiye’yi bölmeye çalışan bu ırkçı Kemalistlere karşı sayın Erdoğan, Bahçeli ve Öcalan yan yana gelerek, her iki halkın kardeş olduğunu ve her iki halkın bu devlet için koruyucu millet  olduklarını söyleyerek, kemalislerin ırkçı emellerini kursaklarında  bıraktılar. Her üç lider, Türk ve Kürt halklarının tevecüh ve güvenini kazanarak ”glokalizasyon” ölçekte bir etki yarattığına tanıklık etmemizi sağladılar. Yani her üç lider Türk devletinin ve Türk toplumunun PİM KODUNU DOĞRU GİRDİLER, DOĞRU ÇÖZÜMLEMELER YAPTILAR!

Sayın Abdullah Öcalan, Türkiye’ye Nelson Mandela gibi, barış ve kardeşlik mesajlarını gönderdi. Devlet Bahçeli, Farabi’nin “El-Medinetü’l-Fazıla”sı gibi erdemli  mesajlar verdi. Sayın Erdoğan, Kemalist yasaların günahlarını ve suçlarını  Hz. Ali’nin “Nehсü’l Belâga”sı gibi cesurca haykırmaktan geri durmadı. Her üç lider de Sadi gibi akıl, Mevlana gibi sevgi, Şems gibi irfan, Fuzuli gibi dert ve İbn-i Rüşd gibi halklarına yönetme sanatının mesajlarını vermiş oldular.

Bu irfani mahfilde İsa peygamberin çarmıha gerilmesi, Yusuf peygamberin zindana atılması, Muhammed peygamberin Taifliler tarafından taş yağmuruna tutulması ve sıkıntılardan sonra yeniden üç peygamberin doğuşları aklıma geldi. Bu her üç peygamberin hayatından çılgınca tat aldığımı itiraf etmek zorundayım!

Değerli okurlarım! Bakınız, Michael Jackson şarkı söylemek için, Jack London roman yazmak için, Lionel Messi futbol oynamak için ve Abdullah Öcalan’da Kürt halkı için lider ve Kürtleri kötü yazgıdan kurtarmak için bir lider olarak doğmuştur. Abdullah Öcalan, barış dilini kulanan, olayları entelektüel zaviyede çözümleyen, paylaşmasını bilen, tatlı dilli ve alçakgönüllü bilge bir liderdir.

Bu anlamda bana göre Öcalan, bir santranç oyuncusunun kafa ve sinir sistemine sahip bir lider. Erdoğan ise, Atatürk’ten daha ileri düzeyde büyük bir Türk lider olarak karşımıza çıkıyor. Sayın Erdoğan, Bahçeli ve Öcalan’ın bu yüz yıllık ağır sorunu çözeceklerine, el ele tutuşup Türk ve Kürt halkının huzuruna çıkıp kumrular gibi musafaha edeceklerine ve Abdullah Öcalan’a yakın bir zamanda Nobel Barış Ödülünün verileceğine inanıyorum.

Kadir Amaç

Brüksel

    İYİ Parti Genel Başkanı Müsavat Dervişoğlu’na Yanıt

                               

 

İYİ Parti Genel Başkanı Müsavat Dervişoğlu, 11.01.2025’de  Kocaeli’de yaptığı bir konuşmada Kürt halkını ve Kürt siyasetini şu faşist sözlerle tehdit ediyordu: “Kılıç hakkımızın icaplarını yerine getiririz”. Müsavat Dervişoğlu’nun yapmış olduğu bu ırkçı söylemi ve Kürt düşmanlığına dair konuşması bana eski İspanya devlet başkanı falanjist Franco’nun generali Millan Astray’ın Salamanca Üniversitesi’nde yaptığı bir konuşmayı hatırlattı. Ölümsever bir karektere sahip olan general Astray, konuşmasının hemen ardından en sevdiği sloganı olan, Viva la Muerte! “Yaşasın Ölüm!” dedi. İspanyol ırkçı general konuşmasını bitirince, üniversitenin rektörü olan düşünür Miguel de Unamuno ayağa kalkarak şu tarihi sözleri sarf etti: “Daha  demin, saçma sapan bulduğum “yaşasın ölüm” diye bağıran bir ses duydum! Bu sesin sahibini, tiksindirici ve korkutucu bulduğumu belirtmek istiyorum! Şu an İspanya’da bu general gibi, kafadan sakat olan çok sayıda insan var. Ve Tanrı yardımımıza koşmazsa eğer, kısa süre içinde bu tür yıkıcı insanların sayısı daha fazla artacaktır.”

Bunun üzerine falanjist General Millan Astray oturduğu yerinden fırlayarak, öfke ve nefretle Unamuno’ya şöyle yanıt verdi: “Abajo la inteligencia” (Kahrolsun zeka), diye bağırdı. Filozof Miguel de Unamuno konuşmasını şöyle sürdürdü: “Üniversite zekânın tapınağıdır. Ben de onun yüksek papazıyım. Siz İspanya’ya ve bu kutsal bilim tapınağına saygısızlık ediyorsunuz. Ağzınızdan ölüm ve yıkıcılık salyaları akıyor! Bu ırkçı düşüncelerinizle İspanya halkını ikna edemezsiniz. Çünkü inandırmak için inandırıcı olmanız gerekiyor. Ancak sizin niyetinizi biliyoruz, İspanya ve Katalanya halkı arasında fitne çıkarmak ve ülkeyi bir felakete sürüklemektir maksadınız”  

Siyaset bilimine psikoloji kavramını kazandıran Amerikan Yale Üniversitesi’nden Harold Lasswell‘in çalışmalarının İYİ Parti Genel Başkanı Müsavat Dervişoğlu’nun yıkıcı psikolojisini anlamamıza yardımcı olacağını düşünüyorum: Lasswell, ırkçı politikacıların zihinsel olarak “siyasete dengesiz” başladıklarını, “gücü ve egemenliği” hiçbir millet ve hiç bir devletle paylaşmamak için bu amaçla siyasete atıldıklarını söyler.

Platon, “Devlet” adlı eserinde; “Bu tür siyasi insanlar çılgınlaşmak zorundadırlar, çılgınlaşmak doğalarında vardır, hiçbir kimseye güvenmezler, hayali düşman üretirler, bütün devletleri ve milletleri düşman görürler ve bu psikolojiyle daha çok güç toplarlar.”  der.

            Müsavat Dervişoğlu,  Hitler’in generali gibi ırkçılığı, yıkıcılığı ve Kürt düşmanlığını yiğitlik olarak överken, ama kendisi korkak ve yüreksizdir. General Himmler, babasına gönderdiği bir mektubunda şöyle diyordu: Benim için hiç kaygılanma, çünkü ben TİLKİ KADAR KURNAZIM! İyi Parti’nin Türkiye’yi ve Türk halkını düşündüğünü hiç sanmıyuorum. Dervişoğlu ve şürekasının niyetlerinin ülkeyi kaosa sürüklemek, Kürt ve Türk çatışmasını yaratarak Türkiye’yi bölmek, devlet adına  yıkmak, yakmak, yırtmak ve işkence etmek olduğunu iyi biliyoruz. Çünkü onun içinde faşizm ve Kürt düşmanlığı yatıyor!

Helder Camara, Brezilya’da bir papaz olduğunda 22 yaşındaydı. Camara, “Her birimizin içinde bir faşist yatar, kimi zaman bu hiç uyanmmaz, kimi zaman da uyanır. Benim içimdeki faşist 22 yaşındayken uyandı ve bir daha uyumadı” der.

Sevgili okurlar! Birçoğumuzun düşünce atlasında faşizim uyandı! Ancak İYİ Parti Genel Başkanı Müsavat Dervişoğlu’nun içinde yatan FAŞİZM HALA uyanmadı ve umarım uyanır! Tabir-i caizse, Hun ve Cengiz’in silahı değişmiş, elbisesi değişmiş, yiyeceği değişmiş, ancak yıkıcı ve yırtıcı karekteri ve özelliği hiç değişmemiş. Müsavat Dervişoğlu’na şunları söylemek isterim:  Hiç kuşkusuz, yıkmayı, yırtmayı hoş karşılayan ve kılıçla kafa kesmenin buyruğunu veren birisiniz ve bu sözlerinizle yüreğinizin taş gibi sertleştiğini açığa vurmuş oldunuz. Ayrıca, yıkıcı ve yırtıcı karektere sahip olan insanlar sizin gibi, gülme yeteneklerini  ve sevme duygularını yitirirler. “Kılıçla kafalarını keseriz” diyen kişi, bir topluluğa seslendiğinde herkesin neşesini kaçırır; sevgi köprülerini yıkar, canlandıran her şeye düşman olur, sıkıcıdır, iticidir ve herkese bıkkınlık verir ve ölümü koklamayı ve kutsamayı çok sever.

Kadir Amaç-Brüksel

Bahçeli’nin Çağrısı ve Öcalan’ın Yanıtı Yeni Bir Umut Doğurur mu?

Evet, değerli okurlar! İstediğiniz her şeyi hayal edebilirsiniz, ancak düş kurarken uyanık değilsiniz; uyandığınız zaman düşlerinizin gerçekle çok az ortak yanlarının olduğunu fark edersiniz veya gerçekle hiçbir ortak yön bulamazsınız.

Eski fikir hayatımda, çok derin ahlar ve vahlar çekerdim. Bazen karamsarlık ve bazen de nihilizm kâbusu üzerime çökerdi. Örneğin, 35 yıl önce, gerçek bir Müslüman’ın asla yalan söylemeyeceğine ve mal-mülk biriktirmeyeceğine inanıyordum. Şimdi ise bir Müslüman’ın da herkes gibi bir insan olduğunu, herkes gibi dürüst olmayan davranışlarda bulunabileceğini, herkes gibi yalan söyleyebileceğini, herkes gibi çıkarlarını öncelediğini, herkes gibi bencil olduğunu ve mal-mülk biriktireceğini biliyorum.

Yani düşlerimi hatırlamadığım bir yere bıraktım, artık karamsar değilim, hep uyanığım ve hayatımın her saniyesini gerçekle geçiriyorum.

Artık devletlere, toplumlara ve insanlara kuşku gözüyle bakmıyorum. En kötü devlet, en kötü toplum ve en kötü insanın hiç beklemediğimiz bir anımızda bize harika bir iyilik yapabileceğini umut etmeliyiz ve iyimserliğimizi korumalıyız.

İran dini lideri Seyit Ali Hamaney’in 1991 yılında Türkçeye çevrilmiş Sabır adlı bir kitabını okumuştum. Ve uzun yıllardan sonra aynı kitabı 2021 yılında bir sebepten dolayı tekrar okuma gereği duymuştum. Kitap, sabır stratejisi’nin çözümlemesini yapıyor. Çünkü sabır stratejisi, iyimserlik ve realizmle alakalıdır. Ve artık benim stratejim budur ve bu sabır stratejisinin hayatımda bana harika bir adrenalin yaşattığını itiraf edebilirim.  Çünkü yaşamın bazı dönemlerinde uçurumun kenarına dek yaklaşıp tam da düşecekken, durmayı çok severim ve uçurumun milimetresinde adrenalin bana harika anlar yaşatır. Kur’an’dan yaklaşık olarak şöyle bir ayet aklıma geldi: “Hani, bir uçurumun kenarındaydınız; düşmandınız, uçurumdan sizi aldı ve kardeş oldunuz!” 

Tam da şimdi, Kürt lider Abdullah Öcalan, Kürtleri ve Türkleri bu uçurumun kenarından sevgi ve barış elini uzatarak kurtarmak istiyor. Yaklaşık olarak, Recep Tayip Erdoğan ve Devlet Bahçeli’de aynı eli uzatıyorlar.  Her üç lider “temelde değil, tümüyle kardeşiz” diyorlar. “İki kardeş arasına sokulan bu fitne ateşini” söndürmek için su dökmek istiyorlar. Bu iki kardeş halk bin yıldır birlikte yaşadıklarını, kanlarının birbirlerine karıştığını, iki kardeş arasında yaşanan 40 yıllık savaşın “büyük bir budalalık” ve “bizim birbirimize düşman olmamız ne saçma bir şey” diyorlar! İki halkın her konuda eşit haklara sahip olmasını ve “güçlü ve demokratik bir Türkiye” dönemini başlatmak istiyorlar. Türk ve Kürt annelerine “artık evlat acısını yaşatmamak” için el ele tutuşuyorlar, Türk ve Kürt halkına “barışın ve kardeşliğin sözünü” vermek ve ‘‘Artık yeter! Yeter! Yeter!’’ diye haykırmak istiyorlar!

Her üç lidere bu barış mesajlarından dolayı bir Kürt fikir insanı olarak teşekkür etmek istiyorum ve zat-i alilere şu ibret verici hadiseyi hatırlatarak tarihin huzurunda, her iki halkın evlatları tarafından, savaş suçlusu ve kardeş katili olmakla mahcup olmalarını arzu etmediğimi belirtmek istiyorum.

Eski Sovyet Rusya da 20. Komünist Kongresi’nde Stalin’in işlediği suçları, Kruşçev salonu hınca hınç dolduran kalabalığa açıklarken Konuşmasına şöyle başlamıştı:

“Sevgili yoldaşlar! O gün ne oldu hatırlıyor musunuz?” dedi. Salonun arkasından bir ses şöyle haykırdı “Ve o zaman siz neredeydiniz, yoldaş Kruşçev?” dedi. Kruşçev, karşısındaki yüzleri inceledi ama bu sözleri kimin söylediğini bulamadı. Salonu büyük bir sessizlik kaplamıştı ve Kruşçev salonun sessizliğini şu soruyla bozuyordu: “O soruyu soran cesur insan kimdi?” dedi. Soruyu gene korkudan kimse yanıtlamayınca, bunun üzerine Kruşçev, “şimdi senin bulunduğun yerdeyim yoldaş!” diye bağırdı.

Sevgili Türk ve Kürt halkları! SAVAŞ YIKIM, ACI, ÖLÜM ve KÖTÜLÜKTEN BAŞKA HİÇ BİR ŞEY değildir!

Sevgili Abdullah Öcalan, Recep Tayyip Erdoğan ve Devlet Bahçeli’nin yaptıkları barış, kardeşlik ve iki kardeş halk arasında yeni bir “Toplumsal Sözleşme” çağrısına GÜÇLÜ bir destek vermeliyiz.

Dilimizi ve üslubumuzu değiştirmeliyiz! Türk halkı içinde, çok değerli fikir ve bilim insanları var! Onların bu yeni paradigmaya destek çıkmaları gerekiyor. Televizyon spikerleri ve gazeteciler her üç liderin çağrılarına kulak vermeli ve yeni sürece katkı sunmalıdırlar!  Son olarak, 40 yıldır her şey denendi ve sonuç ortada.

YETER!

YETER!

YETER! 

Sütyenlerini Havaya Savuran Kadınlar!

Birinci Fasıl                           

                                                                           

            Çalışmamızın bu bölümünde Google toplumunda, kadın ve aile meselesini konu edineceğim. Elbette ki bu toplumsal olguyu akademisyen yazarlar gibi ele almayacağım. Şahsıma özgün, dijital çağın ruhuna uygun, felsefik bir yöntem izlemeye gayret edeceğim.

İnsanlık gezegeni tarihte benzeri görülmemiş bir biçimde değişime uğradı. Toplumların bu sosyolojik devinimini şöyle izah etmek mümkündür: Adeta eskiye dair ne varsa avuçlarımızın içine bırakıldı. Avuçlarımızın içine bırakılan bu eski şeyleri ufalamamızı istediler, biz de avuçlarımızın içine bırakılan bu eski şeyleri ufakladık, toz haline getirdik ve bu tozu güçlü bir nefesle üfürerek havaya savurduk. Evet, havaya savurduklarımızın yerine bu kez avuçlarımıza  yeni bir hayat tarzı, yeni bir anlatım tarzı, yeni bir inanç tarzı, yeni bir düşünce tarzı ve en önemlisi yeni bir aile tarzı bırakıldı ve bizden onları okşamamız istendi.

Bu yeni sosyolojinin iyi yanlarının bizleri sevindirirken, aynı zamanda kötü taraflarının da bizi büyük bir huzursuzluğua teslim ettiği bir gerçektir. Çağı izleyen “göz sosyolojisi” bu yeni duruma ‘‘risk sosyolojisi’’ adını verdi. Gerçekten de bu yeni  hayat tarzımız kendi içinde çok sayıda  riskler barındırıyor. Adeta sihirli bir güç tepemizde durmuş ve bizleri şöyle tehdit ediyor: Risk almadan sizi yaşatmayız; çünkü  hayatınızı risklerle  kuşatmış durumdayız. Önemli olan, bundan böyle  kendimizi ve ailemizi bu emsalsiz sosyolojinin belirsizliklerine ve tehlikelerine karşı nasıl koruyabiliriz ya da nasıl bir çözüm üretebiliriz?

Sevgili Google çağının değerli okurları, bu ambalajı çekici olan sosyolojiyi biraz tarif etmek istiyorum Çağımızın dijital devletleri ve dijital uluslararası piyasaların devasa bütçelere sahip olan firmaları Google çağının insanlarına reddedemeyecekleri bir teklifte bulundular. Dediler ki anne ve babanıza rağmen, dine rağmen, güçlü inançlara rağmen, geleneklere rağmen, ideolojilere rağmen ve toplumun sosyolojik hakikatine rağmen birey olun, anarşist olun, futurist olun, özgür takılın, ailenizden izin almadan dışarıya çıkın, sütyenlerinizi çıkarıp atın, çocuk doğurmayın, istediğiniz insanla sevişin, kiminle istiyorsanız onlarla arkadaş olun, aile kurumunun tabularını yıkın!

Bunun karşılığı için size  aile, toplum, din, kültür ve eski atalarınızın  gelenek bağımlılığından kurtaracak  bir dizi fırsatlar sunacağız. Oysaki onlara bağımlı olmadan rahat ve özgür bir şekilde yaşayabilirsiniz. O halde hazır mısınız? Size öyle fırsatlar sunacağız ki harika anlar yaşayacaksınız, çılgın kadınlar ve erkekler olacaksınız. Evet, tüm ihtiyaçlarınızı karşılayacağız. Piyasadaki ekonomik güç ve güçlü devletler olarak yeni hayatınızda hiç bir sıkıntı yaşamayacağınızın sözünü ve garantisini vereceğiz.  Özgürce yaşam alanlarınızı inşa edeceğiz, sizler için kanunlar çıkaracağız, kanunlarla sizi koruyacağız. Sınırsız banka kredileri vereceğiz, ailenize ve geleneksel değerlere bağımlı olmadan yaşamınızı sürdüreceksiniz ve bunun için yeteri miktarda maddi imkanlar sunacağız. Barınma, gıda, eğitim, sağlık, sosyal haklar ve çalışabileceğiniz iş imkânları  sunacağız ve ayrıca işsizlik maaşı ve sigorta imkanı tanıyacağız size. Evet, bahsini ettiğim bu fantastik dijital literatür bireyciliği, yıkıcılığı, yırtıcılığı ve  feminist hareketleri doğurdu! Örneğin Türkiye’deki feminist kadın hareketinin fikir kozasını inşa eden Amerikalı feminist Carolyn Merchant, Jean Elshtain, Cynthia Enloe, İngiliz feminist yazar Petronella Wyatt, Fransız feminist yazar Simone Beauvoir, Hintli feminist  yazar Vandana Shiva ve kemalist feminist Asena Duygu gibi yazarlar olmuştur. Tam da bu noktada bir sosyal bilimci olarak Kürt kadın hareketi için şunları söylemek istiyorum: Türkiye’deki feminist  kadın hareketi Avrupa’daki feminist kadın hareketinin düşüncelerini Türk aile sosyalizasyonuna tepeden giydirmeye çalıştı ve çok ciddi sorunlarla karşılaşınca dünyadaki diğer feminist hareketler gibi marjinal kaldı.

Size ait olmayan bir sosyolojiyi, size aitmiş gibi yaşayamazsınız. Evet, bu sosyoloji hoşunuza gidebilir; ancak bu sosyolojiyi herkese giydirmeye çalışırsanız kemalizmin yaratığı kadın ve aile modelini yaratmış olursunuz ancak. Toplum bu radikal arzularınıza hazırlıklı olmadığı için büyük çatışmalara yol açarbilirsiniz ve marjinal kalırsınız. Bu düzlemden hareketle makalemizin sosyolojik ve  felsefi amacına uygun kalarak feminizmin ne anlama geldiğini ve feminizm düşüncesinin neyi hedeflediğini dijital çağımızın değerli okurlarına izah etmemiz gerekecektir. Feminizmi kısaca kadınların psikolojik, siyasi ve ekonomik eşitliğini hedef alan ideolojik bir kadın  hareketi olarak tanımlıyorum.

Feminizm hareketi her ne kadar ilk olarak 19. yüzyılda İngiltere ve Amerika’da ortaya çıkmış olsa da özellikle 1960’lı yıllarda İngiltere, Amerika, Kanada, Fransa, Almanya ve benzeri ülkelerde kadın feminist yazarların öncülüğünde yeniden sahneye çıktığını görüyoruz. Feminist yazarlar, 1970 ve 1980’li yılların başında güçlü örgütlenmelerle Avrupa Kıtası’nda gündem olmayı başardılar. Feminist hareketinin beyin kadrosunu ve örgütleme profilini  feminist yazarlar oluşturuyordu. Onlara göre erkek ile kadın arasında büyük bir haksızlık  ve ayrımcılık vardı ve hedefleri bu ayrımcılığı ortadan kaldırmaktı ve  kadınların da erkeklerin sahip olduğu aynı haklara sahip olmaları için mücadele ederek amaçlarını ana hatlarıyla özetlemiş oluyorlardı.  Bu haklı  taleplerinin ayrıntılarında özellikle kadınlara seçme ve seçilme haklarının verilmediğini, kadınlara kredi verilmediğini, kadınların sigortadan mahrum bırakıldıklarını ve kadınların ikinci sınıf vatandaş muamelesine tabi tutulduğunu ileri sürüyorlardı.

Feministler bu hak arama mücadelesini  doksanlı yıllara taşıdıklarında, kendi içlerinde bir dizi fikir ve yöntem ayrılıklarına düşecektiler. Marksist ve sosyalist hareketler içinde ortaya çıkan bu feminist hareketler, zamanla kendi içinde de farklı gruplara ve formasyonlara bölündüler ve bölünmeler içinde  göze çarpan radikal feminizm ekolü olacaktı. Bu radikal feminist yazarlar, kadın ve erkekler arasındaki çatışmanın ve eşitsizliğin sebebinin biyolojik olmadığını ileri sürüyorlardı. Onlara göre din veya toplum, erkek çocuklarını katı, hükmedici ve rekabetçi olmaya şartlandırırken kızlara ise uysal ve itaatkâr olma, güvensizlik rölü ve kadınsı bir ontolojiye sahip olma öğretiliyordu. Yani toplumsal cinsiyet farklılıklarının, anne ve babadan alındığını ileri sürüyorlardı. Patriarkal, yani ataerkil toplumun koşulları ve şartları içerisinde kadının ve erkeğin eğitildiğini ve ona göre yönlendirildiğini ve bunun biyolojik nedenlere bağlanılamayacağını radikal bir biçimde ifade ediyorlardı. Özellikle doksanlı yıllarda bu radikal feminist yazar ve grupları, erkekleri “domuzlara”, ‘‘boğalara” ve benzeri hayvan figürlerine benzettiler. Ayrıca “tecavüzcü erkek” pankart, figür ve animasyonlarıyla meydanlara çıktılar ve meydanlarda sütyenlerini havaya savurdular.

Tarih boyunca toplumlarda erkekler kadınlara egemen gibi görülmüştür. Elbette ki kadın ve erkek arasındaki bu ilişkileri belirleyen güç ve etkileri ortaya çıkarmamız gerekiyor. Bu konuyla ilgilenen yazarların bir bölümü bu meseleyi cinsiyetler arasındaki farklı biyolojik nedenlere bağlamışlardır. Toplumsal yaşamın biyolojik köklerini araştıran bilim insanlarının oluşturduğu bu ana bilim dalına “sosyobiyoloji’’ denilmiştir. Sosyobiyolog yazarlar erkeklerin oynadığı liderlik rolünü uzun yıllar süren evrimin bir sonucu olarak değerlendirirken, ancak çağımızın sosyologların bir bölümü de  bu açıklamalara itiraz eder veya kuşkuyla bakarlar. Hem biyososyologların ve hem de kültürel sosyologların, kadın ve erkek ilişkilerini değerlendirirken kullandıkları anahtar kelimenin partiyarkal (ataerkillik) olduğu görüyoruz. Elbetteki her iki akımın da fikirlerini değerli bulmakla birlikte, her iki akımın, kadın ve erkek ilişkilerinde ileri sürdükleri sistematiği doyurucu bulduğumu söyleyemem. Sanırım bu meseleyi biraz daha postmodern düzeyde tartışmamız gerekecektir. Muhakak, kadının sosyo-biyolojik boyutunda da çok önemli olan noktalar da vardır.  Aynı zamanda kültürel sosyologlar, bu meselenin biyososyolojik bir meseleden ziyade sosyo-kültürel bir mesele olduğunu ifade etmişlerdir. Evet doğrdur, ataerkil kültürün kadın ve erkek ilişkileri üzerindeki etkileri bu savı doğrulamaktadır. Yani  birinin tam yanlış, diğer birinin tam doğru olduğunu söylersem bilimsel eksenden çıkmış olacağımı düşünüyorum. Şimdi bu meseleyi etap etap ileriye taşıyarak çözümlemeye çalışacağım. İklimin, dinin, kültür ve toplumsal öğelerin kadının sosyalizasyonu üzerinde olumsuz bir etki yarattığını göz ardı edemeyiz. Geçmişte kadının sosyalizasyon içindeki konumuyla ilgili yapılan tanım ve rölünün, bugün yaşadığımız çağda eski tanımlamanın ve biçilen rölün  çok dışına çıktığını net olarak görebiliyoruz. Özellikle son 50 yıl içerisinde Avrupa’da kadınların yaşamın her alanında yer alması bu gerçeği fazlasıyla doğrulamaktadır. Bu durumun, sosyokültürel yazarları %100 haklı çıkardığını ve kadının biyolojik bir boyutunun olmadığının ispatı olmaya yeterli olduğunu düşünmüyorum. Sanırım bu durumu biraz izah etmem gerekecektir: Kültürel, dinsel ve bazı toplumsal dinamiklerden dolayı kadının haksızlığa uğradığını ve erkekle aynı eşit haklara sahip olmadığını ileri süren bu görüşün tespitlerinin önemli oranda doğru olduğunu söyleyebiliriz; ama bu yazarlar, bu işin biyolojik boyutunu ihmal ediyorlar ve yazarların çoğu ideolojik saiklerle hareket ediyorlar. Sosyobiyolog bilim insanlarının, insan biyolojisinin hangi yönünün (hormonlar mı, genetik mi, kromozomlar mı, beynin boyutları ve  devreleri mi?) doğal olarak cinsiyet eşitliğini geliştirdiği konusunda farklı farklı görüşlere sahip olduğunu biliyoruz. Nörologların ortak görüşü ise şudur: Sinir sisteminin hormon sistemiyle etkileşiminin eril egemenin biyolojik temelini oluşturduğunu söylerler. Biyolojiye dayanan kuramlar erkek ve kadın arasındaki bu biyolojik yasaların veya bu  fizyolojik doğal faktörlerin eşit bir topluma ulaşmanın pratikte mümkün olmadığını ileri sürerler. Yani kadın ile erkek arasındaki bu biyolojik dengeyi ihmal etmenin doğa yasalarıyla, kadın ve erkeğin yaradılış yasalarıyla savaşmak anlamına geldiğini düşünürler. Çünkü haklıdırlar, kadının ve erkeğin yaratılış yasaları birbirinden farklıdır. Bu şu demek olmuyor: Erkek kadından daha değerlidir veya  erkek kadından daha değersizdir anlamı çıkmaz. Ya da erkek kadından daha üstündür veya kadın erkekten daha  üstündür durumunu yaratmaz. Aksine erkek ve kadın birbirini tamamlar. Her ikisi de değerlidir, birini ortadan kaldırırsak diğerinin hiçbir değeri kalmaz. Her ikisini bir araya getirdiğimizde bir değer ortaya çıkmış olur.

Tek yönlü okumalar  ve tek yönlü eğitimler bize bir ideoloji veya dini bir bakış açısı kazandırıyor. Bu bakış açısı meseleye puslu gözlüklerle bakmamıza nedem oluyor. Örneğin hem kadınların hem de erkeklerin sosyalizasyonlarını belirleyen, egemen yaşam tarzı ve egemen inançtır. Toplum sadece kadınları şekillendirmiyor. Kadının ve erkeğin  toplum içindeki mevkilerinin ve oynadıkları rollerinin zaman ve mekana bağlı olarak görülen çeşitliliğini bir dizi bulgularla ortaya çıkarıyor.

Modern çağ öncesi, kadın ve erkek rollerinin ve misyonlarının bebeklik ve çocukluk yıllarında anne ve babalar tarafından belirlendiklerinden söz etmiştim; ancak bugün ise, erkek ve kadın rollerini reklam şirketleri ve dijital piyasalar belirliyor.  Bu yeni durumu yukarı  bölümde ana hatlarıyla açıkladığımı düşünüyorum. Bu yeni durum, anne ve babayı kız ve erkek çocukların rollerini belirlemede etkisiz bırakıyor. Çünkü, anne ve babanın aile içindeki yetkisi ve otoritesi şirketlerle ve Gooogle ile paylaşıldı. Ailenin bulunduğu mekân değişti, bu yeni mekana başkaları taşındı. Apple cep telefonu ve Google bu mekânın yeni ortakları oldular. İşte bu mekân, anne ve babanın çocuklarıyla iletişim kurmasını böylece zorlaştırdı ve çocukları anne ve babaya karşı çevrimdışı moduna sokmayı başardı. Çocuklar  artık anne ve babalarını görmüyorlar, duymuyorlar ve onlardan roller almıyorlar. Bu yeni durum onların hoşuna gidiyor. Çünkü yanlarından bir saniye bile ayırmadıkları akıllı cep telefonları, onlara annelik  ve babalık rolünü oynuyor ve onları GOOGLE ile buluşturuyor, çocuklara çılgın roller ve çılgın anlar yaşatıyor. Dolayısıyla bugün, erkek ve kız çocuklarımızın rollerini belirleyen bu yeni dijital sosyolojiyi eski atalarımızın kız ve erkek çocuklarına biçtiği rollerle karşılaştırmamız gerekecektir. Eski atalarımızın umranlarında, kadın ve erkeğin yaşam tarzları bu kadar risklerle kuşatılmamıştı.

İstatistik bilimi bugün, kız ve erkek çocuklara biçilen rollerin eskiye oranla kıyaslandığında, çok daha kötü ve ürkütücü bir tabloyu  önümüze  koyuyor. Ancak feminist yazarlar ve marjinal kadın hareketleri kadın ve erkeğin ontolojik ve biyolojik varlığına ilişkin şimdilik çevrimdışı görünüyorlar. Dolayısıyla, feminist yazarlar ve marjinal sol gruplar  kadını değerlendirirken kadının biyolojik boyutunu ihmal ediyorlar. Örneğin, kadın doğa şartlarına karşı bir erkek gibi dayanıklı durabilir mi? Karanlıkta tek başına yürüyebilir mi? Bir dağ evinde yanlız başına hayatını sürdürebilir mi? Bu riski göze alabilecek kadar biyokimyası buna uygun mu? Ya da bir erkek gibi açlık ve susuzluğa ne kadar dayanabilir?  Feminist yazarlar ve özellikle radikal feminist gruplar kadın bedeninin erkek tarafından denetim altına alındığını düşünüyorlar. Erkeklerin, cinsellik ve  üreme arzusunu gerçekleştirmek için, kadına annelik rolünü biçtiğini ve  sonra ona tecavüz ettiğini ve kadın buna karşı koyduğunda erkeğin kadına  şiddet uygulayan “tecavüzcü bir hayvan” olduğunu ileri sürüyorlar. Feministler, bu sapkın düşünceleriyle ve biyolojik yasalara karşı isyankâr tavırlarıyla karşımıza çıkıyorlar. Bu da muhtemelen feminist kadınların kadınlık hormanlarında veya biyokimyalarında bir dizi problemlerin olduğuna işaret ediyor. Erkekleşen ve erkeğe düşman olan bu tür kadınların, sonradan lezbiyenliği tercih ettiklerini ve bu yeni cinsellik türüyle kendilerini çok daha mutlu ve özgür hissettiklerini araştırmacı sosyologlar ortaya koymuşlardır. Örneğin feminist bir kadın, “erkek biriyle seviştiğinde” eşit sevişmediğini, ancak “kadın kadına seviştiğimde daha eşit seviştiğini” düşünüyor. Değerli kadın ve erkek okuyucularıma bu konuyu biraz daha detaylandırmam ve  çözümlemem gerektiğini düşünüyorum. Bu çalışmamda, erkek ve kadının biyolojik yaratılış yasasını referans aldığımı belirtmiştim. Elbetteki  ataerkil sosyolojinin momentlerini de göz önünde bulunduruyorum ve bu momentlerden yararlanıyorum. Çünkü orada da bir gerçeklik ve bilimsellik vardır.

  1. yüzyıldan sonra insanın yaratılışla ilgili büyük sırları ortaya çıkarıldı. Özellikle, cinsellik ve dürtüler konusunda Darwin ve bugünkü biyolog ve nörolog yazarlar en güçlü gücün cinsellik ve dürtüler olduğunu ortaya koydular. Biyologların yanında seksologların da kadın ve erkeğin içgüdülerinin ve dürtülerinin onlara harika anlar yaşatığını söylediğini biliyoruz.  Bana göre cinsellik, yeme ve içme gibi biyolojik bir durumdur. Ayrıca, kadın ve erkeğin yanyana gelmesini bir yanardağa benzetiyorum. Adeta  bir atom bombası gibi! Nasıl mı? Kadın ile erkeğin birbirlerine dokunuşları elektriği meydana getirir. Bu erotik dokunuşların testosteron hormonunu ateşlemesiyle birlikte, yatak bir anda yanardağa dönüşür! Evet, bu biyolojik yasaları ne devletin kanunlarıyla ne dinle ne kültürle ne ahlâkla ve ne de feminist düşüncelerle ortadan kaldırabiliriz. Erkek ve kadının birbirlerine dokunuşlarından meydana gelen bu yanardağ, ne kadını ve ne de erkeği değersiz ve eşitsiz kılmıyor, aksine her iki cinse muhteşem anlar yaşatıyor. Erkek ve kadına en fazla haz veren, en fazla mutluluk hormonu  salgılayan ve her kötü duyguyu bir süreliğine ortadan kaldıran şeyin cinsellik hormonları olduğu gerçeği  apaçık ortadayken, cinselliği erkeğin tecavüzcülüğüne tahvil etmeyi biyolojiye savaş açmak olarak yorumluyorum. Dolayısıyla feminist yazarların ve marjinal sol grupların görüşlerini çılgınlık ve taşkınlık  olarak görmek mümkündür. Çünkü bu durum doğal yasalara, insanın biyolojisine ve ontolojisine direkt olarak yapılan bir savaş olarak karşımıza çıkıyor. Bu mahfilde, kadın ve erkek  rollerinin birbirinden farklı olduğunu gözden kaçırmamamız gerekiyor. Her biri kendi ontolojik rolünü oynuyor. İfade ettiğimiz gibi, kadın ve erkek birbirlerine dokunma rollerini oynamadıkları durumda, aralarında bir  yanardağın meydana gelmesi ve patlaması  mümkün olmayacaktır. O halde şöyle çapraz bir sorgulama yapabilir miyiz? Erkeklerle kadınlar arasındaki anatomik farklılıklara ve kesinlikle farklılaşmış bedenlere, bizi birleştiren şeyler yerine aksine bizi ayıran şeylere değinilmektedir diyebilir miyiz? Elbette ki diyebiliriz. Çünkü bu değişimler rastlantısal değildir, elbette ki bunlar cinsel farklılığın erillik-dişilik, homoseksüellik-heteroseksüellik cinsel eylemliliğin sosyalizasyon süreci içindeki karmaşık bir tarihsel geçmişe ve bugünkü postmodern duruma da işaret ediyor. Örneğin, bu biyolojik durumla ilgili transseksüellerin durumunu göz önünde bulundurabiliriz. Bu konuyla ilgili ünlü sosyologların dünya genelinde yaptıkları istatistik çalışmalarına baktığımızda ilginç sonuçlarla karşılaşırız. Yani, erkeğe dönen kadın sosyolojisine  zamanımızı ayırdığımızda, kadından erkeğe dönüşen bu insanların “göğüslerinde göğüslerinin olabileceklerini ancak onlar yokmuş gibi” davrandıklarını görürüz. Çünkü kendilerini erkek gibi hissediyorlar. İsmini unutuğum bir yazarın dediği gibi “kendilerini Sylvester Stallone kadar erkek hissediyorlar.” Ve kendilerini erkek hissettikleri için sütyenlerini havaya savuruyorlar.

Eril Dodo isminde bir yazar, The Economist’te fareler üzerinde yapılan bir deneyle ilgili şu bilgileri paylaşıyordu. “Bilim insanları iki sperm çekirdeğinden yapılmış bir çekirdeği bulunan bir embriyo ürettiler. Ayrıca bir de iki yumurta çekirdeğinden yapılmış bir çekirdeği bulunan başka bir embriyo ürettiler. Çok önemli bir fark ortaya çıkmıştı. Spermden elde edilen embriyo büyük ve sağlıklı bir plasenta geliştirdi, ancak cenin hafifçe deforme olmuştu ve daha küçüktü. Yumurtadan elde edilmiş embriyo ise iyi durumda, sağlıklı bir cenin, fakat küçük ve kötü şekilli plasenta geliştirmişti. Plasenta iyi durumda olmadığından cenin kısa bir süre sonra öldü.” 

            Biyolog yazarlara göre, plasenta daha çok babadan gelen genlerden oluşuyor. Bu plasenta genleri çok etkileyici, çok aktif olurlar. Ayrıca annenin bedenini sömüren babalık genleri ile doludurlar. Erkeğin plasenta genlerinin bencil olduğuna ve annenin plasenta genlerine baskı kurduğuna değinirler. Ayrıca bilim insanları bugün erkeğin plasenta genleri üzerinde yaptıkları araştırmalarda ilginç sonuçlarla karşılaştılar. Özellikle İngiltere, Fransa, Almanya, Amerika ve benzeri gelişmiş batı ülkelerinde her yıl yapılan araştırmalarda erkeğin plasenta genlerinin her geçen gün azaldığını ortaya çıkardılar.  Bilim insanları her yıl plasenta  hormonun azalmasında teknolojik gelişmeleri, kimyasal maddeleri, çevre kirliliğini sebep olarak gösterirler. Ayrıca bu durumun tükettiğimiz  yiyecekler ve içeçeklerin ve giydiğimiz ve kulandığımız araç ve gereçlerin içine karıştırılan kimyasal maddelerin insan biyolojisi üzerinde yarattığı yan etkilerden kaynaklı olduğunu ortaya koydular. Yukarıda tarif etmeye çalıştığım durum, bize şunu göstermektedir ki kadın ile erkeğin yaratılış yasalalarının farklı olduğu gerçeğini bilim insanları bize fazlasıyla kanıtlıyorlar. Erkeğin buradaki kromozomlarının daha aktif ve güçlü olmasının ve kadında da aynı ve eşit horman sayısına fırsat tanımamış olmamasının sebebini yaradılış kanunu olarak tarif ediyorlar.  Yani buradaki ayrımcılığı erkeğin kendisinin yapmadığını, erkeğin biyokimyasından kaynaklı 1.01 olduğunu ortaya koymuşlardır. Bilim insanlarına göre biyolojik olarak insanlar, erkekler ve kadınlar olarak yaratılmışlardır. Bir erkekte X, 1 de Y kromozomu, testosteron vardır. Kadında ise 2 X kromozomu, rahmi ve  östrojen vardır. Tüm bu anlatığımız bilimsel hakikatlere rağmen, feminist  yazarlar ve marjinal sol gruplar kadın ve erkek ilişkilerini ideolojik bir ütopya üzerinde inşa etmekte ısrarlı görünüyorlar.

Sonuç olarak, erkeğin kadına karşı olan duygularını tamamıyla bir cinsellik üzerinde yorumlayamayız. En az cinsellik kadar etkili olan bazı duyguların ve davranışların da cinselliği ifade ettiği bir gerçektir. Çünkü cinsellik fiziksel bedene ilişkin bir şey olduğu kadar, inançlarımız, ideolojimiz, imgelerimiz ve davranış kalıplarımızın da benzeri bir dizi cinsellikleri bedenimiz üzerinde yarattığını görmezlikten gelemeyiz. Feminist ve marjinal sol  yazarların patriyarkal literetürlerine tezatlık teşkil eden şu örnekleri de verebiliriz. Örneğin MÖ 51ʼde Mısır’da Kleopatra, 700’de Çin’de  İmparatoriçe Wu ZetianKur’an’da Neml Sûresi 22-44’te Saba Melikesi Kraliçe Belkıs, 1533’de İngiltere’de 1. Elizabeth ve 1651 Osmanlı İmparatorluğu’nda Kösem Sultan.  Dolayısıyla kadının da biyokimyasında erkek gibi  iktidar olma arzusu vardır. Kadında ve erkekte iktidar arzusunu harekete geçiren tek neden ne biyoloji ve ne de mitlerdir. Yaklaşık olarak diyorum ki, kadın ve erkeğin iktidar algoritmasını hem biyoloji ve hem de mitlerin belirlediğini söyleyebiliriz. Ayrıca erkeğin ve kadının bu evrimsel macerasının devam ettiğini söylmekle birlikte bu maceanun ileride nasıl bir sosyoloji yaratacağı merak konusu.

İkinci Fasıl

Demokratik Aile Modeli Nasıl Olmalı?

            AHLÂK, evimizin açık duran kapısından içeriye giren Google’u görünce ceylanın aslanı fark ettiği gibi evin kapısından dışarıya kaçtı. Evin sahipleri olan anne ve baba çifti  kapıya kilit vursalar da AHLÂK evin dışında, GOOGLE da evin içinde  kaldı.

Google Toplumunda aile, akraba, komşu, spor kulüpleri, yardımlaşma dernekleri, eğitim vakıfları, düşünce kulüpleri, siyasi parti ve benzeri örgütler etrafında bir araya geliriz ve buralara  üye oluruz. Saydığım tüm bu toplumsal katmanlarda yer almamızın ve üye olmamızın acaba sebepleri nedir? Bu sebepeleri, elbette ki problemlere karşı toplumsal sorumluluk almak, problemlerin çözümü için görev dağılımında bulunmak, kolektif  yardımlaşma ve dayanışma örneğini sergilemek ve toplumda yaşanan krizlerin yönetiminde yer almak olarak sıralayabiliriz. Oysaki bireysel meseleler yukarıda belirttiğim toplumsal meseleler gibi değildir. Bireysel meseleler tamamıyla kişiyi ilgilendiren durumlar ve kişiyi ilgililendiren kararlardır. Yani bireysel kararlar aile, mahalle, şehir, belediye hizmetleri, parti, örgüt, devlet ve benzeri toplumsal ve kolektif meseleleri  kapsamıyor. Dolayısıyla bir aileyi, bir mahalleyi, bir şehri, bir ülkeyi, bir partiyi ve bir milleti ilgilendiren konularda kolektif bir düşüncenin, kolektif bir kararın ve kolektif bir mücadelenin ortaya çıkması için demokrasinin prensiplerinin olması gerekiyor. Tam da bu noktada aklıma İngilizlerin eski bir atasözü geldi: “Ayakkabıyı ayakkabı tamircisi yapar ama ayakabının neresinin vurduğunu ancak giyen kişi söyleyebilir.” Aileyi, anne ve baba yönetirken yönetimden en çok etkilenenler çocuklardır. Devleti yöneten hükümetin uygulamalarından ise en fazla etkilenen toplumun tüm katmanlarıdır. Dolayısıyla aileyi yöneten anne ve baba ve devleti yöneten siyasi irade-hükümet, siyasi hareketler ne kadar iyi niyetli olurlarsa olsunlar, onları denetleyen mekanizmadan ve bu mekanizmanın etkisinden uzaktaysalar en iyi olasılık da aileler çocuklarının ve hükümet de insanların ihtiyacına karşılık veremez. Bu durumda hem devleti yöneten politikacılar ve hem de aileyi yöneten anne ve baba en kötü olasılıkla kendi bencil çıkarlarına hizmet ederler ve sonunda yozlaşma başlar.

            Ahlâkın evden kaçması ve Gooogle’un ev içindeki hakimiyet hikâyesini biraz detaylandırmak istiyorum. Yunanlı düşünür Sokrates demiş ki “Hayatınızda bir kez evlenin, eşiniz iyi çıkarsa mutlu olursunuz; iyi çıkmazsa FİLOZOF olursunuz.”  Benim için, insanın ahlâkı kaçmamış bir ailesi olursa, yaşamın bir anlamı olur. Çünkü neden var olduğunuzu anlarsınız, niçin çalıştığınızı anlarsınız, niçin sevdiğinizi anlarsınız, benim için aile her şey demektir. Çünkü her şeyden vazgeçebilirim ama ben ailemden vazgeçemem, aile ve çocuk sahibi olmak en önemli esastır ve en önemli değerdir. Bana göre hem anne hem baban aileyi dağıtmadan, boşanmaları gerçekleştirmeden önce bu gerçeği görmek zorundadırlar. Çünkü hem kendi dünyalarını ve hem de çocuklarının dünyalarını büyük bir zindana çevirmiş olurlar. Ailelerin boşanma bunalımı sırasında çocuklar hem anne hem de baba için ikinci plana düşerler.

İnsanın doğası bencildir. Devletin doğası bencildir. Boşanan erkek ve kadınlar kendi sorunlarına öncelik tanırlar. Boşanma işlemleri son bulurken, ebeveynler hemen her bakımdan çocuklarını ARZULARI için ihmal etmiş olurlar. Evet, ev düzeni bozulur, çocuklar kendi hallerine bırakılır, ayrı yaşayan ebeveynler çocuklarına daha az zaman ayırır ve onların yüzüne daha az bakarlar ve onlara daha az önem verirler. Bu karmaşanın içinde en kazançlı çıkansa sadece ÇIPLAK BENCİLLİK olur. İşte tam da bu aile sosyolojisini, saç ve sakalın birbirine karışması durumuna benzetiyorum. Her geçen gün geleneksel aileler küçülüyor, aile otoritesi azalıyor, hiyerarşik tabaka zayıflıyor ve bunun yerine daha çok fazla hoşgörü, esnek roller ve kibar davranış modelleri çeşitlilik kazanıyor ve özellikle baba otoritesine boyun eğen aile toplumun geri kalanı için tabakalaşma modeli olma özelliğini her geçen gün kaybediyor. Bu yeni aile sosyolojisinin en kötü tarafları ise şu gerçeklerdir: Bu yeni aile sosyolojisinde daha az sayıda genç evleniyor, kadın daha çok ev dışında çalışıyor, boşanma oranları her geçen gün çığ gibi büyüyor. Aman Allah’ım!  Ayrıca, evlilik ve aile kurumu şimdiye kadar hiç bu denli soyut ve kısa ömürlü temeller üzerine kurulmamıştı. Eski sağlam temelli ve düzenli olan her aile dağılıyor, giderek kayboluyor. Adeta erkek ve kadın, makro ve mikro hedonizmin kozmosunun arafında bulunuyor. Bu yeni aile sosyolojisini, makro ve mikro kozmosta bir araya gelen çılgın bir erkek ve çılgın bir kadının dünyası olarak tarif ediyorum. Bu korkunç sosyoloji her geçen gün gittikçe yaygınlaşıyor, geleneksel aile değerleriyle olan bağlarımızın neredeyse bir kopuşu yaşanmak üzere. Devletler, uluslararası kurumlar, sosyologlar, yazarlar ve psikologlar  bu konuda oldukça endişeli ve kaygılı görünüyorlar. Özellikle Amerika, Batı Avrupa Devletleri ve bu konuya kafa yoran ünlü yazarların adeta aile içindeki bu çöküşü durdurmak, kadın ve erkek arasında açılan bu mesafeyi kapatmak ve kadın ve erkeğin kendi biyolojik kodlarına geri dönüşleri için büyük bir seferberlik başlattıklarına  biz sosyologlar şahitlik ediyoruz.

Özellikle Google ve Apple, anne ve babanın  çocuklarını kamusal alana hazırlamalarına büyük bir engel çıkarıyor. Silikon Vadisi, Feminist hareketler, marjinal sosyalist gruplar, menfaat grupları, pezevenkler ve reklam şirketlerinin de aile düzeni üzerinde büyük gedikler meydana getirdiğini göz ardı edemeyiz. Tüm bunları ifade ettikten sonra eski otoriter aileye ya da ataerkil aileye geri dönüş olsun demiyorum. Elbette ki ataerkil toplumdan, eski otoriteden ve aile otoritesinden kalma güzel olan yönleri yaşatmalıyız. Çağın ruhuna uymayan, kadının ve erkeğin yaradılış asaletini ortadan kaldıran mitlere yeni bir format atmamız gerekecektir. Ayrıca realistlerin ve liberallerin aileye, kadına ve erkeğe biçtiği rolleri yeniden tefsir etmemiz  ve aynı şekilde bu postmodern algoritmaya da yeni bir format kazandırmamız kaçınılmaz olmuştur. Dolayısıyla hem erkeğin ve hem de kadının doğalarında şiddetin var olmadığını kim söyleyebilir ki? Bana göre kapitalizim, sosyalizim, İslam, Yahudilik, Hıristiyanlık ve diğer dinlerin hem erkeğe ve hem de kadına çok büyük iyilikler ve hem de çok büyük kötülükler  yaptığını düşünüyorum. O halde çağın ruhuna ve insan fıtratına uygun, SEVGİ, AHLAK, VİCDAN ve DEMOKRASİYİ referans alan ÜÇÜNCÜ BİR YOLU ÖNERİYORUM! Yani demokratik bir aileden bahsediyorum: Demokratik bir ailenin kozasını sevgi, ahlak, akıl, vicdan, rollerin taksimatı ve eylem inşa eder. Aileyi bir eğitim fakültesi olarak düşünelim. Bunun için de düzen, kaide ve kuralın olması gerekiyor. Sorumluların ve yöneticilerin  olması gerekiyor. Elbetteki toplumun en güçlü halkasını AİLE oluşturuyor!

Birey aileyi, aile toplumu ve toplum da devleti oluşturur. Ailede baba değerlidir, anne değerlidir ve her ikisi de çocukların eğitilmesinden sorumludurlar. Baba ve anne aile içinde öğretmen, mühendis ve otorite görevlerini icra ederler. Yani aile, anne ve babayı, çocuklarını kamusal veya sivil alana hazırlayan ilk eğitim fakültesi olarak tarif edebiliriz.  Bu demokratik ailenin fakültesinden mezun olan kız ve erkek çocuklarını kamusal alana hazırlayacağız. Demokratik ailelerin yetiştirdiği erkek ve kadın rolleri topluma karışacak, topluma egemen olan kötülük odaklarına karşı sevgileriyle, ahlâklarıyla ve akıllarıyla savaşacaklardır.

Yukarı bölümde ifade ettiğimiz gibi, hem kadın hem de erkek değerlidir. Değer parametrelerini kendi biyolojik hakikati içinde değerlendirmemiz gerekecektir. Biyolojik olarak birinin diğerine üstünlük sağlaması çiftleri değersiz yapmaz. Bilakis biyolojik olarak her iki insan türü kendi rollerini oynamış oluyorlar. Örneğin aile içerisinde kadın şiddete maruz kalıyorsa, demokratik devletin hemen harakete geçmesi gerekiyor ve ailenin demokratik teamüllerle buluşmasında arabuluculuk görevini üstlenmesi gerekiyor. Demokratik devlet, kadına şiddet uygulayan bu erkeği hapishaneye tıkmamalıdır. Çünkü hapishanede bu erkeğin şiddet alışkanlıklarını terk etmediği gerçeğini sosyal bilimciler yaptığı bilimsel araştırmalarda yüzlerce kez ortaya koydular. Kadına şiddet uygulayan bu erkeğin bir rehabilitasyon merkezinde gözaltında tutulmasını öneriyorum. Rehabilitasyon merkezinde görevli olan psikologlar,  sosyologlar ve ahlâkçılar her gün düzenli olarak bu kişiye eğitim vermelidir ve kişi şiddet alışkanlıklarını terk edecek bilince ulaşıncaya kadar eğitimlere devam edilmeliidr.

Demokratik devletin görevi çiftleri hemen boşamak olmamalıdır. Elbette ki devletin mahkemelerinden  boşanma kararları da çıkacaktır. Modernitenin mahkemelerinin aileyi boşaması yerine çözüm üretmesi gerektiğini düşünenlerdenim. Postmodern devletler çözüm üretme yerine boşanmaları tercih etti ve bugün bir çığ gibi büyüyen bu boşanma hadiseleri hem optimal devleti ve hem de toplumu büyük bir krizle karşı karşıya getirdi.  Özellikle batıdaki demokratik devletler son 20 yıl içerisinde aileyle çok daha yakın bir ilişkiye girmiş ve devletlerin önemli imkanlarını ailelerin korunmasına seferber ettiği tespit edilmiştir. Çünkü hızla artan boşanma oranları çocuk suçluların çoğalmasına, ebeveynlerin otoritesinin gözle görülür biçimde azalmasına, ailelerin devlete olan güven duygusunun azalmasına ve toplumsal gerilim ve gerilemeye neden olmutşur. Amerika’daki bu felaketleri gören Demokrat Parti senatörlerinden Daniel Patrick, babaların olmadığı bir topluluk karmaşayı arar  ve sonunda da belasını bulur” der. Bugün yaklaşık olarak her yıl iki milyona yakın babasız ve annesiz çocuğun dünyaya geldiğini değerli okurlarımla özellikle paylaşmak istediğimi belirtmek istiyorum.    Özellikle İngiltere’de de araştırmacıların ortaya koyduğu verilere göre, ailelerin üçte ikisinde çocukların babaları yoktur. Paris’in vahşi banliyölerinden bazıları da pek farklı sayılmaz. Postmodern sosyologlara göre  “kadınlar devletin daha iyi bir ekmek kapısı olduğu fikrine kapılırlarsa, boşanmalar çok daha hızlı gercekleşir, babalık kurumunun değerinin daha düşük olduğu kanısına varırlar.’’

Yukarıda belirtiğimiz sebeplerden dolayı Amerika, İngiltere, Almanya, Belçika, Fransa, İspanya, İtalya ve benzeri ülkelerde aile kurumuna geçmişe oranla çok büyük bir değer verildiğini ve bu devletlerin aile kurumunu ayakta tutmak için büyük bütçeler harcadığını araştırmacılar ortaya koymuşlardır. 2020 ile 2004 yılları arasında yapılan araştırmalarda eskilere oranla aile üzerinde çok büyük sorunların ve yıkımların olduğu ortaya çıkmıştır. Özellikle İzlanda, Belçika, İsveç, Danimarka, Fransa, İngiltere, ABD, Kanada, Avustralya, Almanya, Hollanda, İspanya İtalya, İsviçre ve Japonya gibi ülkelerde ailelerde bir çözülmenin olduğu net olarak ortaya çıkmıştır.  Özellikle Amerika’nın pekçok eyaletinde aile kurumu büyük bir yara almıştır ve çökmeler gerçekleşmiştir. Yoksul kent merkezlerinde çocuklu evlerin ancak onda birden daha azında, baba evde ailesiyle birlikte yaşamaktadır. Bu korkunç deneyimlerden özellikle Kürt siyasetinin dersler çıkarması gerektiğini düşünüyorum.

O halde konunun bütünlüğü içerisinde demokrasi için şöyle diyebiliriz: Medeni ve uygarca tartışma, ikna etmeye ve uzlaşmaya dayanır. Aynı biçimde demokrasi, demokratik tartışmanın temel özellikleri arasında farklı fikirlerin hepsine eşit ilgi ve eşit değer ile yaklaşır ve bunun yanı sıra her fikrin açıklanma, dinlenme hakkının olmasını koşulsuz şart koşar. İngiliz hukuk teorisyeni Jeremy Bentham’ın, aristokratların ve bazı insanların doğuştan ayrıcalıklı olduğu inancına ve düşüncesine şu sözleriyle karşı çıkması oldukça anlamlıdır: “Herkes bir kişi olarak sayılır, kimse daha fazlası olamaz” diyordu.

Bu zaviyede en kötü demokrasinin “temsili demokrasi” olduğunu düşünüyorum. Çünkü temsili demokrasilerde insanlar-toplumlar sadece bir kaç yılda bir kez olmak üzere, seçim zamanında özgürdürler. Seçimden sonra özgürlükleri bitiyor, seçtikleri insanlar kurallar koyuyorlar, temsili demokrasiyle yönetilen toplumlar da seçtiklerinin kurallarına tabi oluyorlar, onların reâyası oluyorlar ve bu klasik kölelikten çok daha kötü bir kölelik sistemi ortaya çıkıyor! “Pim Kodu” kitabımızda bu durumla ilgili olarak  postmodern çağa “demokratik sözleşme”yi  öneriyoruz.

Son olarak, bahettiğimiz  toplumsal konularda, demokrasi devreye giriyor ve demokrasi sadece devletle alakalı bir durum değildir. Elbette ki demokrasinin başat rol oynadığı mekânlar aile, mahalle, belediye, parti ve benzeri sosyalizasyonlarda karşımıza çıkıyor.

Demokratik bir toplumun ve demokratik bir devletinin alt ve üst koşulları aile temeli üzerinde yükseliyor. Demokratik bir aile kurduğumuzda, demokratik bir mahalle kurma planımız çok daha kolay gerçekleşecektir. Demokratik bir aile kurmadan önce fizibilite çalışmalarını yapmamız gerekecektir. Örneğin, eski geleneksel aile sosyolojisi ile modern aile sosyolojisi arasındaki çelişkilerin, demokratik farkın ve değişkenlik momentlerinin net bir şekilde ortaya çıkarılması gerekiyor. Eski geleneksel ailelerde baba mutlak otorite olduğu için, aile içinde demokrasi olmazdı; ancak Google toplumunda aile sosyolojisinde babanın otoritesini eşiyle ve çocuklarıyla paylaştığını görüyoruz.

Benim demokratik aile tanımım şudur: Demokratik aile önce bilgiyi, sonra bilinci ve daha sonra eylem ve  tutumu inşa ederek, çocuğun bireyselliğini ve ifade özgürlüğünü koruyan, ancak aynı zamanda gerekli sınırları da belirleyen kollektif iradenin adıdır.

Kadir Amaç 

 

Recep Tayyip Erdoğan’a Mektup!

Ben Kadir Amaç. Belçika ve Avrupa’nın başkenti Brüksel’den selamlar, sevgiler ve saygılar sunuyorum.

Sayın Erdoğan!

Zat-ı alileriniz için bu satırları kaleme alırken masamın üzerinde İngiliz yazar Aldoux Leonard Huxley’in “Hayvanlar Çiftliği” adlı kitabın dünyaca ünlü yazarı olan George Orwell’a yazdığı bir mektup bulunuyor. Mektupta şu cümle geçiyor: “İnsanların tarihten gereken dersi çıkaramaması, tarihten çıkarmamız gereken en önemli derstir.“ Yani, roketler ve uçaklar muhteşem bir seviyeye ulaştı; keza hipersonik silahlar, saniyede yaklaşık olarak 8 kilometre hızla hareket edebilen füzeler ve mermiler çağına şahitlik yapıyoruz.

Zat-ı aliniz gibi, zeki ve akıllı gördüğüm büyük İngiliz lider Churchill, başarılı bir generaline yazdığı bir mektupta şu ifadeleri kullanıyordu; “silahlar değişse de hikaye tamamen aynıdır. Ulysses, Kiklop’un mağarasından kaçmak için nasıl koyunları kullandıysa, De Wet de Özgür Orange Devleti’nde İngiliz ikmal kolunu yok etmek için öküzleri kullanmıştı.”

Efendim! Affınıza sığınarak İslam tarihinde çok önemli bulduğum şu yaşanmış hadiseyi de hatırlatmak istiyorum. Bildiğiniz gibi kalabalık Müslüman halk kitlesi halife Hz. Osman’ın bir dizi devlet uygulamalarını protesto etmek için halifenin evini ablukaya alır. Halife Osman, kendisine muhalif olan bu sosyal adaletçi Müslümanları ikna etmesi için İmam Ali’den yardım talebinde bulunur.

İmam Ali, Osman’ın kuşatma altında tutulan evine giderek ona şöyle hitap eder: “Ant olsun Allah’a ki sana ne diyeyim, ne söyleyeyim, bilemiyorum. Bir şey bilmiyorum ki sen onu bilmeyesin; bir yol yok ki sana göstermeye kalkayım da sen onu tanımayasın; sen de bizim bildiklerimizi biliyorsun. Bir şeyde, senden ileri geçmiş değiliz ki onu sana haber verelim; bir şeyi gizlice haber almış değiliz ki onu sana tebliğ edelim. Bizim gördüğümüz gibi sen de gördün; bizim duyduğumuz gibi sen de duydun; bizim sohbet ettiğimiz gibi sen de, Allah’ın salatı O’na ve soyuna olsun, Resulullah’la sohbet ettin.” (Nehc-ül Belağa, 5. Bölüm)

 

Sayın Erdoğan!

Zat-ı alinizin de bildiği gibi, 1984 ile 2024 yılları arasında Türk Silahlı Güçleri ile PKK hareketi arasında yaşanan bu korkunç savaşta toplamda taraflar arasında hayatını kaybedenlerin sayısı yüz bini aşmış durumdadır. 40 yılını geride bırakan bu kanlı savaşın kazanan tek tarafı hiç şüphesiz Türk Devleti’nin içinde yuvalanan devlet maskeli ‘’menfaat grupları’’ ve tabirimizle yırtıcı ve yıkıcı ırkçı fırkalar olmuştur.

Bu yırtıcı fırkalar ve ‘‘menfaat grupları’’ devlet maskesiyle on binlerce yasadışı suç işlediler ve çok büyük ekonomik vurgunlar elde ettiler. Devlet maskesiyle Kürtlere karşı işledikleri suç ve kötülüklerle Türk Devleti’nin meşruiyetini, özellikle demokratik devletlerin ve uluslararası kurumların nezdinde, ciddi düzeyde tartışma konusu haline getirdiler.

Kürtlere karşı işlenen tüm kötülüklerin ve yasa dışı işlerin altında bu menfaat gruplarının imzaları vardır. Elbette ki bu savaşın acısını en çok çekenler anneler, kadınlar, gençler, çocuklar ve göçe zorlanan milyonlarca Kürt köylüleri olmuştur. Kısaca bu savaş, hem Kürt şehirlerinde hem de Türk şehirlerinde suhuletin yerine şekavet iklimini yaratmıştır. Hâlâ sürmekte olan bu savaş, hem Türk ve hem de Kürtleri son derece huzursuz etmektedir. Yani her iki halk artık savaşın sona ermesini istiyor; eşit şartlarda ve koşullarda ikballerini barış, sevgi, kardeşlik, adalet, hukuk ve demokrasi mefküreleriyle inşa etmek istiyorlar.

Sayın Erdoğan!

Bir Kürt yazarı olarak Kürt meselesi konusunda çabalarınızı değerli buluyorum. Aynı şekilde sayın Devlet Bahçeli’nin de gayretlerini çok sevindirici buluyorum. Ayrıca dindar Kürt halkı sizi Kürt meselesinde çok cesur buluyor, destekliyor, seviyor ve değer veriyor! Öyle ki Türk siyaset tarihinde hiçbir devlet başkanı sizin gibi, Kürt meselesinde samimi ve cesur adımlar atmamıştır. Cesaretinizle, dindarlığınızla ve samimiyetinizle Kürtlerin gönül dünyasında taht kurmuş ve Atatürk’ten sonra Türklerin en büyük lideri konumundasınız.

Sayın Erdoğan!

Yüce Rabbimiz Kur’an’da, dil ve milletlerle ilgili şöyle buyuruyor: “Biz her millete kendi dilinde bir peygamber gönderdik’’ Nehl-36

‘‘Ey insanlar! birbirinizle tanışmanız için sizi milletlere ve kavimlere ayırdık.’’ Hucurat 13

‘‘Göklerin ve yerlerin yaratılışı, dillerinizin ve renklerinizin farklılığı Allah’ın ayetlerindendir.’’ Rum Suresi 22

Sevgili İslam peygamberi şöyle buyuruyor; “Ne Arap’ın Acem’e, ne Acem’in Arap’a üstünlüğü vardır. Kırmızının karaya, karanın da kırmızıya üstünlüğü yoktur. Hiçbir milletin diğerine üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak iyilik iledir.” Aynı şekilde Medine Sözleşmesi’ni de unutmamak ve yararlanmak lazım diye düşünüyorum. Sevgili Rabbimizin yukarıdaki ayetlerini ve peygamberimiz Hz. Muhammed’in sözünü zat-ı alinize hatırlatarak sizden şunu istirham ediyorum: Bir Türk’ün ne kadar hakkı varsa, bir Kürt’ün de aynı hakları olsun istiyoruz. Değerli Türk milletinin hangi hakları varsa, mazlum Kürt halkının da aynı haklara sahip olmasını istiyoruz.

Sayın Erdoğan!

Kürtlerin hak arama mücadelesini bu saatten sonra hiçbir güç zayıflatamaz ve engelleyemez. Çünkü dijital bir çağda yaşıyoruz. Bu dijital çağ Kürt meselesini küresel boyutlara taşıdı. Artık Kürt meselesi uluslararası bir mesele haline geldi ve öyle ki Üçüncü Dünya Savaşı’nın koşulları Türkiye ve Kürt coğrafyasının sınırlarına dayandı. Belirttiğim bu gerçeğe özellikle dikkat etmek lazım!

Bunun için de Türk devlet işleyişini değişime zorlamamız gerekiyor. Bildiğiniz gibi, bütün devletler aynı şekilde işlemezler. Hele Türkiye gibi ulusalcı ve üniter devletler hiç işlemezler. Çünkü demokratik ve Anglosaksoncu bir karaktere sahip değildirler. Üniter devletler faşisttirler; ırkçı polis-güvenlik-şiddet gücüne ve milliyetçi mahkemelere sıkı sıkıya bağlıdırlar.

Çünkü ırkçı politikacıların zihinsel olarak siyasete dengesiz başladıklarını, gücü ve egemenliği hiçbir millet ve hiçbir devletle paylaşmamak için bu amaçla siyasete atıldıklarını söyleyebilirim. Platon, “Devlet” adlı eserinde; ” bu tür siyasi insanlar çılgınlaşmak zorundadırlar, çılgınlaşmak doğalarında vardır, hiçbir kimseye güvenmezler, hayali düşman üretirler, bütün devletleri ve milletleri düşman görürler ve bu psikolojiyle daha çok güç toplarlar.” ifadelerini kullanır.

Primordial kökleri, dilleri ve kültürleri farklı olan milletler egemen kültür tarafından yönetilmeyi asla hiçbir zaman sevmemişlerdir. Örneğin, diller ve kültürler arasındaki bu gerilimi ve çatışmayı yaşayan demokratik Kanada devleti Quebek-Fransız İngilizlerin, İspanya devleti İspanyol ve Baskların, İngiltere Krallığı, İskoç ve Gallilerin, Belçika devleti ise Fransızlar ile Hollandalıların dillerini devletlerinin resmi dilleri yaparak etnik farklılıkları eşitleyerek sorunu çözmüşlerdir.

Sayın Erdoğan!

‘‘Başkanlık Sistemi’ kavramını ilk olarak Türkiye siyasetinde zat-ı aliniz ve AKP kullanmıştır. Kürt meselesini tedrici olarak etap etap bahis konusu ettiğiniz ”Başkanlık Sistemi’’ içinde veya sayın Öcalan’ın önerdiği demokratik konfederalizm sistemi içinde tartışarak nihai çözüme kavuşturabilirsiniz. Ya da bugünkü post-modern devletlerde ‘‘iki meclisli’’ örneğin Amerika’da bir ‘‘ÜST MECLİS’’ ABD Senatosu, İngiltere’de Lordlar Meclisi, Fransa’da Fransız Senatosu, Almanya’da Bundestrat Meclisi vardı. Bir “ALT MECLİS’’ ise Amerika’da ABD Temsilciler Meclisi, İngiltere’de Avam Kamarası, Fransa’da Fransa Milli Meclisi, Almanya’da Bundestag Meclisi modelleri vardır.

Yukarıda isimlerini zikrettiğim post-modern devletlerin parlamenter meclisleri bugün dünyanın en güçlü demokratik yasalarını çıkarıyorlar. İleriki zamanlarda, Kürtlerin ve Türklerin ortak olacakları böyle bir meclisleri neden olmasın ki! Umarım, üst ve alt parlamenter meclisli yeni bir “Demokratik Türkiye” kurmak zat-ı alinize nasip olur.

Sonuç olarak, Kürt meselesinin çözümüne katkı sunacağına inandığım için, hem İslam’ın ve hem de bugünkü post modern devletlerin demokratik çözüm önerilerini değerli ilmi görüşlerinize sunmak istedim. Kısacası sayın Öcalan’ın İmralı Adası’ndan normal bir eve naklinin koşulları yaratılırsa, bu ev ortamında Öcalan muhatap alınırsa ve Kürt meselesi için TBMM, nihai çözümün adresi olarak belirlenirse, muhteşem bir tarih yazılacaktır.

Öyle ki kısa bir süre içinde İslam dünyasının örnek bir devlet ve Avrupa’nın en güçlü ekonomik ve demokratik devleti olmaya vesile olmuş olursunuz. Ayrıca, Kürt ve Türk milletinin gönül dünyasında taht kuracaksınız; dünya tarihine geçeceksiniz. Dünya devletleri, uluslararası kurumlar ve dünya halkları sizi ayakta alkışlayacaktır.

Saygılarımla…

Bahçeli’nin Çağrısı ve Öcalan’ın Yanıtı Yeni Bir Umut Doğurur mu?

Evet, değerli okurlar! İstediğiniz her şeyi hayal edebilirsiniz, ancak düş kurarken uyanık değilsiniz; uyandığınız zaman düşlerinizin gerçekle çok az ortak yanlarının olduğunu fark edersiniz veya gerçekle hiçbir ortak yön bulamazsınız.

Eski fikir hayatımda, çok derin ahlar ve vahlar çekerdim. Bazen karamsarlık ve bazen de nihilizm kâbusu üzerime çökerdi. Örneğin, 35 yıl önce, gerçek bir Müslüman’ın asla yalan söylemeyeceğine ve mal-mülk biriktirmeyeceğine inanıyordum. Şimdi ise bir Müslüman’ın da herkes gibi bir insan olduğunu, herkes gibi dürüst olmayan davranışlarda bulunabileceğini, herkes gibi yalan söyleyebileceğini, herkes gibi çıkarlarını öncelediğini, herkes gibi bencil olduğunu ve mal-mülk biriktireceğini biliyorum.

Yani düşlerimi hatırlamadığım bir yere bıraktım, artık karamsar değilim, hep uyanığım ve hayatımın her saniyesini gerçekle geçiriyorum.

Artık devletlere, toplumlara ve insanlara kuşku gözüyle bakmıyorum. En kötü devlet, en kötü toplum ve en kötü insanın hiç beklemediğimiz bir anımızda bize harika bir iyilik yapabileceğini umut etmeliyiz ve iyimserliğimizi korumalıyız.

İran dini lideri Seyit Ali Hamaney’in 1991 yılında Türkçeye çevrilmiş Sabır adlı bir kitabını okumuştum. Ve uzun yıllardan sonra aynı kitabı 2021 yılında bir sebepten dolayı tekrar okuma gereği duymuştum. Kitap, sabır stratejisi’nin çözümlemesini yapıyor. Çünkü sabır stratejisi, iyimserlik ve realizmle alakalıdır. Ve artık benim stratejim budur ve bu sabır stratejisinin hayatımda bana harika bir adrenalin yaşattığını itiraf edebilirim.  Çünkü yaşamın bazı dönemlerinde uçurumun kenarına dek yaklaşıp tam da düşecekken, durmayı çok severim ve uçurumun milimetresinde adrenalin bana harika anlar yaşatır. Kur’an’dan yaklaşık olarak şöyle bir ayet aklıma geldi: “Hani, bir uçurumun kenarındaydınız; düşmandınız, uçurumdan sizi aldı ve kardeş oldunuz!” 

Tam da şimdi, Kürt lider Abdullah Öcalan, Kürtleri ve Türkleri bu uçurumun kenarından sevgi ve barış elini uzatarak kurtarmak istiyor. Yaklaşık olarak, Recep Tayip Erdoğan ve Devlet Bahçeli’de aynı eli uzatıyorlar.  Her üç lider “temelde değil, tümüyle kardeşiz” diyorlar. “İki kardeş arasına sokulan bu fitne ateşini” söndürmek için su dökmek istiyorlar. Bu iki kardeş halk bin yıldır birlikte yaşadıklarını, kanlarının birbirlerine karıştığını, iki kardeş arasında yaşanan 40 yıllık savaşın “büyük bir budalalık” ve “bizim birbirimize düşman olmamız ne saçma bir şey” diyorlar! İki halkın her konuda eşit haklara sahip olmasını ve “güçlü ve demokratik bir Türkiye” dönemini başlatmak istiyorlar. Türk ve Kürt annelerine “artık evlat acısını yaşatmamak” için el ele tutuşuyorlar, Türk ve Kürt halkına “barışın ve kardeşliğin sözünü” vermek ve ‘‘Artık yeter! Yeter! Yeter!’’ diye haykırmak istiyorlar!

Her üç lidere bu barış mesajlarından dolayı bir Kürt fikir insanı olarak teşekkür etmek istiyorum ve zat-i alilere şu ibret verici hadiseyi hatırlatarak tarihin huzurunda, her iki halkın evlatları tarafından, savaş suçlusu ve kardeş katili olmakla mahcup olmalarını arzu etmediğimi belirtmek istiyorum.

Eski Sovyet Rusya da 20. Komünist Kongresi’nde Stalin’in işlediği suçları, Kruşçev salonu hınca hınç dolduran kalabalığa açıklarken Konuşmasına şöyle başlamıştı:

“Sevgili yoldaşlar! O gün ne oldu hatırlıyor musunuz?” dedi. Salonun arkasından bir ses şöyle haykırdı “Ve o zaman siz neredeydiniz, yoldaş Kruşçev?” dedi. Kruşçev, karşısındaki yüzleri inceledi ama bu sözleri kimin söylediğini bulamadı. Salonu büyük bir sessizlik kaplamıştı ve Kruşçev salonun sessizliğini şu soruyla bozuyordu: “O soruyu soran cesur insan kimdi?” dedi. Soruyu gene korkudan kimse yanıtlamayınca, bunun üzerine Kruşçev, “şimdi senin bulunduğun yerdeyim yoldaş!” diye bağırdı.

Sevgili Türk ve Kürt halkları! SAVAŞ YIKIM, ACI, ÖLÜM ve KÖTÜLÜKTEN BAŞKA HİÇ BİR ŞEY değildir!

Sevgili Abdullah Öcalan, Recep Tayyip Erdoğan ve Devlet Bahçeli’nin yaptıkları barış, kardeşlik ve iki kardeş halk arasında yeni bir “Toplumsal Sözleşme” çağrısına GÜÇLÜ bir destek vermeliyiz.

Dilimizi ve üslubumuzu değiştirmeliyiz! Türk halkı içinde, çok değerli fikir ve bilim insanları var! Onların bu yeni paradigmaya destek çıkmaları gerekiyor. Televizyon spikerleri ve gazeteciler her üç liderin çağrılarına kulak vermeli ve yeni sürece katkı sunmalıdırlar!  Son olarak, 40 yıldır her şey denendi ve sonuç ortada.

YETER!

YETER!

YETER! 

Kadir Amaç- Brüksel

Neçirvan Barzani’ye Açık Mektup!

               Birinci Fasıl 

Kadir Amac televizyon yayını

 

Doğrusu, size nasıl hitap edeceğimi bilmiyorum! Karakterinizin hiçbir belâgat sanatını hak ettiğini düşünmüyorum! Birincisi, değeri hak edenlere değer veririm! O halde bana değer vermeyen birine bilmukabelede bulunma hakkımı kullanıyorum. Kendinize tapmaktan fırsat bulup sanatla ilgilenmiyorsunuz! Sanat diyorum, çünkü sanat, sevgi ve estetik demektir. Bir yöneticide sevgi ve estetik yoksa ülkesini de sevmez, halkına da iyi hizmet edemez.

Kötü yöneticiliğinizi, ülkeme ve halkıma layık görmesem de, size isminizle hitap edeceğim: Sayın Neçirvan, Einstein’in kızına yazdığı mektupta bilim insanlarının evrendeki ”dört temel kuvvetin birleşik teorisi”ni ilan ettiğini, ancak  ”beşinci kuvvet” ve “en güçlü kuvvet” olan sevgiyi unutuğunu söyler! Evet, işte o sevgisiz ve sevimsiz insanlardan biri de hiç şüphesiz zat-ı alinizdir!

Doğrusunu söylemek gerekirse; rahle-i tedrisatınızda ne sanat var ne irfan var, ne sevgi var ve ne de estetik var! Para, iktidar, şan, şöhret, şımarıklık, görgüsüzlük ve yalan zat-ı alinizi ontolojik ve primordiyal yörüngesinden çıkarmış, körlük ve basiretsizliği başınıza musallat etmiş, sevgiye ve estetiğe düşman yapmıştır.

Kürtlük ve insanlık kütüphanenizde ise; Ehmedê Xanî’nin zâhirî ve bâtınî ilimlerini, Qazî Muhammed’in vatanseverliğini, Sartre’ın ”egzistansiyalizmi”, Albert Camus’un “boşluk”, Andre Gide’nin “abes fiiler” ve Heidegger’in “alinasyonalizm” felsefesini göremiyorum! Sizde görebildiğim tek şey; görgüsüzlük, şımarıklık ve haramzadelik!

Sayın Neçirvan, biliyor musunuz? İki hırsız insan iyi arkadaş olur. Biri hırsızlık eylemini yapar, ötekisi ona perdeyi tutar. İkincisi, iki erdemli insan iyi dost olur, biri diğerine filozof, ötekisi ona zahid olur. Bir insanda kötülük korkusu, iyilik ve fazilet kaygısı olduğu vakit, sevgi ve erdem onun tabiatı olur.

Evet, Sayın Neçirvan, zat-ı alinizin ve etrafınıza toplanmış dalkavukların mektubumu ciddiye almayacağınıı tahmin edebiliyorum. Bilmem, helenistik toplumdan modern topluma kadar toplumların filozofları korumadığını, siyasi otoritenin onları hapsettiğini ve din adamlarının onları cehennem azabıyla tehdit ettiğini biliyor musunuz?

İnsan ontolojisi, iyilik ve kötülük mayasıyla vücut bulmuştur. Dolayısıyla, kötülük yapanlar kötülükleriyle, iyilik yapanlar iyilikleriyle anılırlar. Kıyamet borusunun çalacağı güne kadar bu mektup, Kürt halkının elinde dolaşacak, günahlarını ve suçlarını torunlarına okuyacak ve ismin hep kötülükle anılacak! 

Ey Neçirvan! Sizin paraya ve makama taptığınız kadar, benim de ülkeme ve milletime taptığımı bilmenizi isterim! Sahip olduğunuz serveti kendi alın terinizle kazanmış olsanız bile; onu halkımızla paylaşmıyorsanız, bencilsiniz ve eğer halkımızın parasını mülkiyetinize geçirmişseniz, bu da bir ihanettir! 

Ayrıca sizin gibi, parayı seven ve kendine tapan hedonist Kürtleri görünce, Kürdistan ülkesine olan bağlılığım ve sevgim daha bir mazbutlaşıyor. Ülkemin bağımsızlığı için elimde avucumda neyim varsa vermek, Hacer gibi kendimi, İbrahim gibi çocuklarımı adamak aşkı yüreğimde bir mahşer yaratıyor! Keşke ülkem özgür olsaydı ve ben de bu özgür ülkede gecelerimi Mem û Zîn’den fasıllar ve Cegerxwîn’den dörtlükler okuyarak geçirseydim!

Ey 50 bin dolarlık Brioni marka takım elbiseli ve Fransız marka kırmızı papyonlu aşiret çocuğu Neçirvan! Ben ”Kürt Aşiret Sosyolojisi’‘ni severim, yurtsever ”Aşiret Ağaları”nı daha çok severim ve bu noktada bir rahatsızlık da duymuyorum! Şimdi asıl konumuza dönelim:

Efendim, kötü yöneticiliğinizi konu yapmayacağım, ancak şu kadarını söylemek istiyorum: Aile olarak Kürtlerin her şeyini ellerinden aldınız! Bilim, demokrasi ve Kürtlerin birliği meselesi önünde büyük bir engel teşkil ediyorsunuz! Türk ordusunu Güney Kürdistan topraklarına davet ettiniz, Türk devletinden izin almadan hareket etmiyorsunuz, zihniyetiniz TALİBAN, pratikleriniz TÜRK ve ARAP!

Aziz Kürt milletini REÂYANIZ görüyorsunuz! Eğer öyle olmamış olsaydı şatafatlı hayatlarınız olmazdı, kardeşlerinizden biri şehit olurdu, kuzenlerinizden biri şehit olurdu, amcalarınızdan biri şehit olurdu, kuzenlerinizi ve torunlarınızı yönetimin en üst kademelerine yerleştirmezdiniz, para biriktirmez ve paralarınızı ülkenin terakkisi için harcardınız. Bu durum utanç verici ve insanın ASALETİNİ ortadan kaldırıyor.

Türk devletinin Kuzey Kürdistan’da şehirlerimize, dağlarımıza, halkımıza, siyasetçilerimize yaptığı akıl almaz kötülükler karşısında zillet içindeki körlüğünüze ve korkaklığınıza değinmeyeceğimÖzellikle Şengal, Kerkük ve Heftanîn’de düşmanlarımızı sevindiren ve halkımıza acı veren uygulamalarınızdan hiç bahsetmeyeceğim. Mektubumda hiçbir emek sarf etmeden dünyanın en zengin iki yüz milyarderi arasında nasıl yer aldığınızı KONU edineceğim.

Örneğin; serveti 100 milyar dolar olan Bill Gates’le başlayalım: Bill Gates, yirmi bir yıl boyunca evinin garajında, uzun günlerini ve uykusuz gecelerini vererek Microsoft’un temellerini attı. Sıradan insanlar gibi, bir hamburger almak için sırasını bekledi, kendi öz emeğiyle kazandığı servetinin bir bölümünü eğitime, bir bölümünü hastalara ve bir bölümünü de açlıkla boğuşan Afrika Kıtası’na armağan etmekten zerre miskal kadar tereddüt etmedi.

Şimdi ikinci örneği amcanız olan Sayın Mesut Barzani’den verelim: 2018 ‘de Güney Kürdistan’ın Duhok şehrinde amcanız şöyle diyordu: “Ben kendimi dünyanın en zengini olarak görüyorum. Benim servetim 48 milyon Kürd’ün desteğidir.”(!)

Ama Heyhat! Amcanız doğru söylemiyorduhalkını aldatıyordu, onların vatanseverlik ve bağımsızlık ideallerini sömürüyordu! Amcanız da tıpkı sizin gibi hiç bir emek vermeden dünyanın en zengin insanları sıralamasına girmişti.

2022′ de Amerikalı gazeteci Zack Kopplin, amcanızın mal varlığının bilinmeyen yönlerine ilişkin önemli bilgileri kamuoyuyla paylaşmıştı. Kopplin, “Ailenin ne kadar bir parayı yönettiğini tam olarak bilmek zor ama kamuya açık kaynaklardan edinilen bilgiler baz alındığında milyarlarca dolar olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Yazdığım her şey teyitli veri ve dokümanlara dayanıyor. Açık kaynaklarda bulunan bilgiler Kürdistan’daki gayrimenkul ve şirketlerle alakalı” şeklinde konuşmuştu. Ayrıca Kopplin, “Amerikan yasaları gayrimenkullerin ve şirketlerin sahiplerinin anonim (gizli) kalmasına izin veriyor. Bundan dolayı kara para saklamak ABD’de aslında kolaydır” diyordu.

Kopplin, ulaştığı verilerin gerçek servetin çok az kısmı olduğuna dikkat çekerek bunların “budağının görünen yüzü” olduğunu söylüyordu. Örneğin spesifik bir rakamın olmadığını ancak tespit ettikleri mülkleri olduğunu Kopplin, şöyle sıralıyordu:

  1. Yüzlerce milyon dolar değerinde Dubai’da gayrimenkuller.
  2. 1,27 milyar dolar Zaitoon City projesi (KRG yatırım fonunun yaptığı bir değerlendirme)
  3. 300 milyon dolar Lanaz rafinerisi (KRG yatırım fonunun yaptığı bir değerlendirme)
  4. 100 milyon dolara yakın ABD’deki gayrimenkuller
  5. Ster ve Kar gibi şirketlerin değerleri

Ayrıca Dünya Ekonomi Dergisi Forbes ve eski Kürdistan Maliye Bakanı Rebaz Hamlan, amcanızın 50 milyar dolar ve zat-ı alinizin de 20 milyar dolardan fazla bir servete sahip olduğunu iddia ediyordu! 

Pekâlâ, amcanız servetini halkıyla paylaştı mı, ya da ülkesinin terakkisi için bağışta bulundu mu? Doğrusu, ülkesini ve halkını seven bir lider asla ve asla para biriktirmez! Onun serveti, örnek yaşamı ve aydınlatıcı fikirleri olur. Vatanını ve halkını sevdiğini iddia eden ve bağımsızlık ideali olan amcanızın ve ailenizin ahval-ü şeraiti bu mu olmalıydı?

Ey Neçirvan! Ben Kürdistan ülkesinin çocuğuyum! Beni o doğurdu, o büyütü ve o eğitti! Elli ikinci yaşıma girdim, çeşitli emek işlerinde çalıştım, kenarda biriktirdiğim ve bir ev satın alabilecek kadar bile param yoktur! Yanlış anlaşılmasın; zenginlere ve zenginliğe ASLA karşı değilim! Kimsenin malında, mülkünde de gözüm yoktur!

Şimdi amcanız Mesut Barzani, Talabani’nin iki görgüsüz çocuğu ve zat-ı aliniz hiç çalışmadan nasıl böyle MİLYAR DOLAR sahibi oldu? Afedersiniz, izninizle bir de sizin ajandanızı açalım; bakalım ajandanızda ne var ne yok birlikte görelim.

Birincisi, şu Abor Group Şirketi kimindir? Ne iş yapıyor? Bu paralar kimin eline geçiyor?  İkincisi, Kısa adı: AIE olan ”American Institution Enterprise”ın ünlü danışmanlarından Michael Rubin, bir yazısında; şahsi servetinizin milyar dolarlara ulaştığını söylüyordu. Bazı özel kaynaklara göre, bu servetinizin bir bölümü de Türkiye’deki PARAVAN şirketlerinizde bulunuyor.

Örneğin: Bir vakit çocukların ”hayal dünyası” olan İstanbul’daki Tatilya’yı zat-ı aliniz (DARİN ŞİRKETLER GRUBU) 1.1 milyon dolara satın aldığınız iddia edildi! O dönemler Türk gazeteleri Türkiye’nin ilk ‘Mini Disneylandı’ının sahiplerinin Barzani ailesi olduğunu manşetlerine taşıdılar ve bu haberler insanlarda büyük tepkilere yol açıyordu.

Türk Dış Ticaret Müsteşarlığı”nın verdiği bilgilere göre, Güney Kürdistan’daki tüm ithal içki, sigara, şeker ve kuru gıda pazarının zat-ı alinize ait şirketlerin elinde olduğu iddia ediliyordu! Evet, burada biraz duralım. ”Mersin Serbest Bölgesi”ne gidelim. Takdir edersiniz ki zat-ı alinizin kendi adınızla Türkiye’de şirket kurmanız veya hisse sahibi olmanız mümkün değildir. Ancak iddialara göre, ”Mersin Serbest Bölgesi”nde faaliyet gösteren dört büyük şirketin ve Antep’te bir dizi şirketin arkasındaki gerçek ismin siz olduğu söyleniyor.

Şahsınıza ve ailenize ait 150 civarında olduğu öne sürülen şirketlerinizden sadece yeri gelmişken, bir dizi şirket ismini sıralamak istiyorum: AL-BARZANJİ, HÜDA Dış Ticaret Ltd, Hardi Ltd,  DİLSHAT Dış Ticaret AŞ, Emin Dış Ticaret Petrol Ve Tarım Ürünleri Ticaret Ltd, Nasri Şirketler Grubu ve ZAGROS İnşaat ve Dış Ticaret Şirketi…

Sayın Barzani, Kürdistan şahitliğimi yapmak zorundayım! Canınızı acıttığımı biliyorum! Kaldığımız yerden devam edelim: Kırk beşten fazla petrol kuyusu, Habur Sınır Kapısı, Korek, Telekom, doğalgaz-petrol gelirleri ve merkezi hükümetten aldığınız payları şahsi servete dönüştürdüğünüzü ben söylemiyorum! Bu sözlerin, bir dönem maliye bakanlığı yapan Rebaz Hamlan’a ait olduğunu biliyor olmanız lazım.

Kürdistan Federe Bölge Yönetiminin eski maliye bakanlığı görevinde bulunan Hamlan, ”hükümete gelmesi gereken tüm paraların sizin şahsi hesabınıza yatmasından’‘ dolayı ve kazanılan paranın Kürdistan’ın altyapı yatırımlarına harcanması yerine, “Barzani’nin, kendi aşiretini zenginleştirirken, Kürt halkının 1991 öncesinden çok daha fazla fakirleştiğini” iddia ediyordu!

Hamlan, ayrıca Mısır, Birleşik Arap Emirlikleri, Kıbrıs, İsveç, Hollanda, Almanya ve İngiltere gibi ülkelerde ciddi mal varlığınızın olduğunu ve “Hewler’in bir mafya düzeni kurarak tüm kazanımları bir tek kişide topladığını” iddia ediyordu!

Goran ”Değişim Hareketi” Milletvekili Ali Hama Salih’in sözlerine ve Irak Merkezi Hükümeti’nin verilerine göre, “2016’nın son 2 ayı ile Ocak 2017’yi kapsayan 3 aylık dönemde KDP gözetiminde çıkarılan petrol miktarı, personel giderleri ve diğer masrafların bilançosunu  “Bu hesaplara göre 3 ayda kaybolan para miktarının 1 milyar 266 milyon dolar” olduğu gerçeğini bilmemeniz mümkün değil!

Evet, vatanseverlik adına yalınayaklı milletimize yalnız başınıza kazık atmıyordunuz! Tabii ki bu çirkin işleri Türk dostlarınızla birlikte yapıyordunuz! Örneğin: halkımızın paralarıyla milyoner ettiğiniz yüzlerce Türk dostlarınızdan biri de İlnur Çevik’tir! Kimdir bu şahıs? Eski bir kalpazan ve Fetullah Gülen’in eski kıdemli şefi ve Türk devletinin elebaşı Erdoğan’ın eski başdanışmanıdır! Bu şahıs sizin aracılığınızla, taleplerinizle Kürdistan’da televizyonlar kurdu, parasını peşin aldı, mallar sattı ve karşılığında petrol aldı.

                                        

İkinci Fasıl

Sayın Neçirvan,

Güney Kürdistan Federe Bölge Başkanı amcanız sayın Mesut Barzani mi, oğlu Mesrur Barzani mi, yoksa yeğeni ve damadı olan zat-ı aliniz mi? Doğrusu hangi birinizin başkan olduğunu bilmiyorum! Bildiğim tek bir şey var; o da şu ki, ahvalinizin tam bir felaket ve tam bir tiyatro olmasıdır! Görebildiğim kadarıyla 50 milyon Kürt halkına değil, kendi ailenize ait ve kendi ailenizin ikbali için kurduğunuz bir devlet gerçeği var ortada!  

Hemen izah edeyim: Belçika’da yaşıyorum. Belçika federatif bir devlettir. Devlet teorisyenleri, Belçika devlet modelini beynelminel bir sistem olrak öneriyorlar. Yaşadığım Flaman federasyonunda sizin gibi bir ailede üç başbakan yok, tek bir başbakan var ve başbakan sürekli değişiyor! 

Şimdi zat-ı alinize soruyorum: Böyle bir imtiyazı, böyle bir ruhsatı ve böyle bir ayrıcalığı kimden alıyorsunuz? Ontolojik olarak kimsiniz, nöronlarınız, biyokimyanız hangi ayrıcalıklı hücrelerden oluşuyor? Acaba politik hayatınızda örnek bir fragment verebilir misiniz? Veya hayatınızı örnek alan ve hayatınızdan etkilenen bir Kürt insanı, bir Kürt ailesi ve bildiğiniz bir Kürt topluluğu var mı?

Örneğin: Kürdistan’ın bağımsızlığı ve Kürt halkının hürriyeti için işgalci devletlere karşı bugüne kadar verdiğiniz bir bedel oldu mu? Yani siz, Kürdistan’ın bağımsızlığı için mücadele ederken, düşman sizi incitti mi, bu uğurda eziyet çektiniz mi, işkence gördünüz mü? Acaba, çektiğiniz acıların ve bedellerin karşılığı olarak mı bu kadar servet zat-ı alinize armağan edildi? Hiç sanmıyorum!

Devam edelim: Halkımızı yönetmeye layık bir insan olduğunuza, dünya devletler ve dünya milletler liginde ülkemizi temsil edebilecek yeteneğe sahip olduğunuza kim karar verdi?  Sahiden, sizin böyle bir dizi özelliğiniz ve böyle bir dizi meziyetiniz var mı?  Ben sizi izliyorum, Kürtçenizi de çok iyi anlıyorum ve çok kötü bir performas gösterdiğinize şahitlik yapıyorum. Gerçekten de bu konu üzerinde hiç tefekkür ettiniz mi, vicdanınızla başbaşa kaldınız mı? Örneğin: Sistematik bilgiye, alicenap bir ahlaka ve güçlü bir konuşma sanatına sahip olup olmadığınızı hiç sorguladınız mı?

Sayın Neçirvan,

Kibir ve şımarıklık size, kendinizi muhakeme ve mürakabe etme fırsatını vermemiştir! Kürdistan ülkesine ve şehitlerin adına yemin ederim ki; sizin sosyolojik ayarlarınızda arıza var, sosyolojik görüntünüzde görgüsüzlük var, şımarıklık var, bedevi Arapların çöl kültürü var! Çünkü alâmet-i fârikanızda Kürt ruhunu, Kürt yüreğini, Kürt yiğitliğini ve Kürt sosyolojisini göremiyorum!

Bağımsız ve birleşik Kürdistan fikriyatını benimseyen bir lider; para biriktirir mi, şirketler ve holdingler sahibi olabilir mi? Kürt kazanımlarını ve Kürt halkının malını-mülkünü ailesine ve aşiretine peşkeş çeker mi? Türk devletinin, Güney topraklarımızda onlarca askeri üs kurmasına müsade eder mi? 

Ey Neçirvan, yemin ederim sizi kıskanmıyorum! Ülkemizi çok kötü yönetiyorsunuz, halkımıza çok kötülük yapıyorsunuz, halkımızı itibarsızlaştırıyorsunuz, halkımızın milli birliği için hiçbir şey yapmıyorsunuz, halkımızı fırkalara ve bölüklere ayırıyorsunuz. Lütfen bağışlayın!  Benim gibi birkaç filozofik Kürtün beyninizi GIDIKLAMASI gerektiğini düşünüyorum. Halkımızın, yeraltı ve yerüstü zenginlik kaynaklarını özel mülkiyetinize geçirmişsiniz, siz çok kötü bir insan ve çok kötü bir Kürt olarak görüyorum!   

Çünkü yaralı millet olarak, bağımsızlık ve hürriyet için ayağı kalkıp malımızı, evlerimizi, çocuklarımızı ve ikbalimizi Kürdistan ülkesinin bağımsızlığına ve hürriyetine adamışken, siz bu kızılca kıyamete UHUD OKÇULARI gibi mal çalıyorsunuz, koltuk çalıyorsunuz, servet biriktiriyorsunuz! Biliyorum, hiçbir şey ”hüda-i nabi” değildir. Gene de şunu söylemek istiyorum: Bir insan nasıl bu hale gelebiliyor, kendi ülkesine ve kendi halkına nasıl böyle kötülük yapabiliyor!

Ey Neçirvan Barzani!

Huzurumu kaçırıyorsunuz! Bağımsızlık düşüncelerime suikast düzenliyorsunuz ve yalınyaklı milletimin şerefini ailenize ve işgalci devletlere peşkeş çekiyorsunuz! Eğer yaralı-bereli halkımızın üzerinde yırtıcı, dünyevi gailelerinizi çekmezseniz, halkımızdan çaldığınız milyar dolarları Kürdistan hazinesine devretmezseniz ve halkımızın önünde eğilip bağışlama dilemezseniz Kürt halkı hakkını size helal etmez ve ben de fikir hayatım boyunca sizin kötülüklerinizle mücadele edeceğime dair halkıma söz veriyorum.

Ey Neçirvan! Size yazdıklarımın yalan ve iftiradan ibaret olduğunu düşünüyorsanız, Kürdistan mahkemelerinin veya Kürdistan parlamentosunun kuracağı tarafsız bir komisyonun, mal ve mülkünüze bir soruşturma-araştırma-inceleme başlatmasını önerirsiniz! Eğer temiz çıkarsanız, halkımızın huzurunda zat-ı alinizden bağışlama dileyeceğim ve hayatım boyunca size hizmet edeceğim! 

Kadir Amaç – Brüksel 

 

Kadir amac calışma ortamı

Yanlızlık Sözleri ve Özgürlük Arayışı

    Birinci Fasıl       

Menfaat grupları içinde yaşamak, siyaset yapmak, lidere biat etmek, devlete tabi olmak ve zenginlere yalakalık yapmak benim ontolojik iklimime uygun olan işler değidir! Tek hayalim, tek isteğim günün birinde köyümün yayla arazisi içinde taştan bir ev yapmak. Bu taş evin  salon duvarlarını raflarla montalamak, bu raflara on bin kitap yerleştirmek ve öldükten sonra buranın MÜZE olmasını vasiyet etmektir.

Bir gün evime yakın olan büyük bir parkta yürüyüşe çıkmıştım. Aklıma şöyle bir fikir gelmişti: “Öyle bir otobiyografi yazmalıyım ki dünyada bir ilk olmalıdır ve sosyal bilimlerde öyle güçlü eserler vermeliyim ki 2050 yılında bütün dünya dillerine çevrilmelidir! Yoksa yazar olmamın ne kıymeti ve ne anlamı olabilir ki?” dedim.

Kalemi zayıf ve fikirleri güçsüz olan yazarlar kah nikbin ve kah bedbin oluyorlar! Rahatlık, şımarıklık, görgüsüzlük ve KEŞMEKEŞ içinde felek-i alaya çıkıyorlar.

Sanırım ey iyi yazar ruhun, aklın ve kalbin ihtiyaçlarını karşılayan ve okurlarını her yazısında heyecanlandıran ve onlara harika anlar yaşatandır. Daha önemlisi kalemi güçlü olan bir yazar, herkesin korktuğu ve herkesin menfaat gruplarına sığındığı bir bir anda şimşek gibi sözlerle ortaya çıkan kimsedir.

Farkında olmayanlara şu sözlerle seslenmek istiyorum: Mal-mülk, servet, şehvet, para, iktidar, makam insani kudurtur; fakirlik köleleştirir ve felsefe özgürleştirir! Ne zaman ki filozofik bir makale, bir şiir, bir kitap okursam ve filozofik bir konuşma dinlersem kadehin içindeki mey gibi SARHOŞ oluyorum!

Yanlızlık sözlerimi, Kafka’nın sevgilisine yazdığı mektuplardan ve özgürlük arayışımı Nietzsche’nin ‘Aforizma Yazıları’ndan farklı bulduğumu belirtmek isterim. Çünkü benim yazılarımı onların yazılarından farklı kılan şey, benim Kürt kimliğim ve İslâm toplumunun bir bireyi olmamdır. Kalemi güçlü olan bir yazar, aynı zamanda güçlü bir entelektüeldir.

Doğrusu bu ruh halimi değerli okurlarıma Müslümanların dini sosyolojileriyle izah etmemin bana daha çok gerçeki geldiğini düşünüyorum. Bir belanın içindeyim ve ancak ölürsem  kurtulabilirim! Çünkü kaderime öyle bir bela isabet etti ki ne İsa peygamberin çarmıhına ne Eyüp peygamberin çektiği dayanılmaz hastalığa ne de Muhammed’in peygamberin Taif’te dövülmesine benziyor.

38 yıllık fikir hayatımda, sayısız bela ve musibetle karşılaştım ve hiçbirine mağlup olduğumu düşünmüyorum. Örneğin hayatımın önemli bir bölümünü okumakla ve bir bölümünü de insanlara iyilik yapmakla geçirdim.

Bana bir bardak su ikram edenlere defalarca teşekkür etmişimdir. Benim iyilik yaptığım insanların çoğu ise ya beni unutu ya beni kullandı ya da bana ihanet etti. Hayatımın en kritik döneminde bir Türk, bana bir iyilik yapmıştı. Kendisini hiç tanımıyordum, rastgele karşılaşmıştık ve ilk kurduğumuz diyalogda beni evine davet etmişti, 20 gün evinde beni misafir etti. Şimdi bu muhterem arkadaşım Trabzon’da yaşıyor ve bir iş insanı!

Değerli okurlarım tarafından doğru anlaşılmak istiyorum. Bunun için de kimsenin kapısında havlayan bir köpek olmak istemiyorum! Çünkü size yalakalık yapanların, bugün kapınızda durup ASALETE havlayabildikleri gibi, yarın da bir başkasının kapısında bu kez size havlayıp sizi ısıracağınızı unutmayın!

Dolayısıyla düşüncelerim, konuşmalarım, yazılarım ve amellerim apaçık meydandadır ve bu hususta söylenecek tek  bir sözüm kalmamıştır. Sadece şunu söyleyebilirim: Bir insan olarak bir dizi konularda hata yaptığımı ve karekter olarak bir takım kusurlarımın olduğunu düşünüyorum.

Bu anlamda kimi üzdüysem ve kime haksızlık yaptıysam özür ve bağışlama diliyorum. Yalnız bugün değil, doğrusu her gün şu duruma isyan ediyorum: Bir insan için en zor söylenmesi gereken şeyler hatalar değil, BASİT ve GÜLÜNÇ olan şeylerdir!

Ruhları zarif ve gönülleri sevgi dolu olanların gözlerinden yaşlar akar! Ya da en büyük insan ve en kibar insan gözyaşlarıyla yüzünü yıkayan insandır! Gözyaşı dökmeyen ve yüreği Yakup peygamber gibi yanmayan bir insanın sinesinde ancak kibir, bencillik, kıskançlık, nefret ve kin oluşur.

Karamsar, sevgisiz ve aceleci ruhlar asla asaletin şahikasına yükselemezler. Çünkü bu tür vasıflara sahip olan insanların tefekkür gözenekleri tıkalıdır, ruhları sislidir, kalpleri karadır ve yüreklerinde başkalarına armağan edecek tek bir demet sevgi çiçekleri yoktur.

O halde işe şöyle koyulmalıyım: İçimdeki biyokimyama yapışıp kalan tüm pislikleri  temizlemeliyim ve içime sinen tüm kokuları yıkamalıyım. İçimden yeni bir ben çıkarmalıyım! Tıpkı Bağdadi’nin dediği gibi: “Nur’’a baktım; kendim de nur olana kadar otuz yıl bakmaya devam ettim!”

Kritik ve kaos dönemlerimde beynimde bir düzine düşünce ve duygu bedenimin diğer organlarına baskı sinyallerini göndererek keşfetme yeteneğimi nötralize ediyor. Bu durumu fark ettiğim andan itibaren beynimdeki trafik akışını trafik lambaları gibi yöneterek ve zihin okyanusumun hırçın dalgalarına karşı ise tıpkı cesur bir dalgıç gibi en derin noktaya dalış yaparak yeni şeyler keşfediyorum.

“Seni fark ettim” ifadesi benim düşünce fakültemde ilhama işaret zamiridir. İlham dediğim şey beynimde bir nehir gibi akan düşüncelerdir. Eğer bu ruh ve zihin halini yaşayamazsam nasıl yazabilirim ki? Bazen fikirlerin bende NEHİR gibi aktığından bahsettim, tıpkı bugünkü gibi; yani, cevherin olduğu yerde HIRSIZ vardır ve cevher hırsızın CENNETİDİR!

Farkındayım, beynimdeki bilgi çekmecelerim dolu değilse, benden istenen ihtiyaçlara karşılık veremem. Önce beynimdeki korkulara konuşma ve itiraf hakkını tanımalıyım ki onlar da beynimin işgal ettiği çekmecelerden çıkıp gitsinler.

Sevgili okurlarım! Hepimizin içinde bir zindan var. Benim de zindanım, yanlızlık ve arayıştır! Kitaplar, sevgi ve aşk yanlızlığımı gidermeme, özgürlük arayışımı sürdürmeme ve değer üretmeme yardımcı oluyorlar.

Tabii ki sevgilimle, yağmurla, kitaplarımla, kalemimle değer üretmeye devam etmemiz için bir meyhaneye, ayrıca uykumuzu kaçıracak ve bizi sarhoş edecek bir kadeh şaraba da ihtiyacımız var. İkinci fasıl da ise sevgilimin tabiriyle “Geçerli sebepler, bahaneler, güzel kokular ve iyi şarkılar ve ruhumuza iyi gelen felsefi cümleler bulmalıyız. Ve, gerisi ha var ha yok!”  

Evet, değerden bahsediyorum bayım! Hakikaten değer üretmek zordur, ancak değer tüketmek çok daha kolay bir iştir. Kendine değer veren, bağımlı olmayan, sürekli üreten kişileri bir lider gibi görüyorum ve onları harika buluyorum!

Değer üretme işi için de güçlü bir zekâ, güçlü sistematik okumalar ve güçlü tecrübeler gerekiyor sanırım. Bir başkasının içine girerek, değer tüketen ve değer yaratmayan insanlardan çok rahatsız olduğumu ayrıca belirtmek istiyorum. Ve onlara şunu sormadan edemiyorum: Ne zaman değer üretmeyi düşünüyorsunuz?

                                                   İkinci Fasıl

13 yaşından bu yana işgalci devletlerle büyük sorunlar yaşıyorum. İşgalci devletin resmi kurumlarında bir saniye bile çalıştığımı hatırlamıyorum. Öyle ki ne İslâm ve ne de Kürtlük adına tek bir insanın burnunu kanatmadım. Bundan ötürü çok mutluyum! Fikir hayatım boyunca ülkeme bir saniye bile ihanet içinde olmadım. Ancak bu işlerde bela almaktan ve ilim vermekten başka bir sent bile kazancım olmadı.

Yani benim fenâfillah’ım (ontolojik varlığım) ne Muhammed peygamber, ne filozof Marks ve ne de Kürt liderlerdir. Benim fenafillahım yanlızlığımdır, özgürlüğümdür, halkımdır, bilimsel düşüncelerimdir ve insanın asaletidir!

Aslında ilk başlarda İslâm’ın dünya görüşüyle tanışma faslım, Kur’an’ın kendi özgün yorumuyla olmamıştır. İslâm’ın bu özgün dünya görüşünü kendi siyasi asabiyelerine ve ümranlarına uyarlayan ya da tahvil eden Pakistanlı Mevdudi’nin, Mısırlı Hasan El- Benna’nın, Lübnanlı Hüseyin Fadlullah’ın ve İranlı Humeyni’nin problemli olan bu siyasal İslâmi yorumlarıyla İslâmi dünya görüşümü vücuda getirecektim. Tabii ki bu İslâm biçimi hayatımda inanılmaz problemler ve zorluklar meydana getirecekti.

Yukarıda bahis konusu ettiğim İslâmcı liderlerin görüşlerinden, gerekse de bunlara yakın olan İslâmcı yazarların kaynaklarından beslendiğim için ilk başlarda ailemin, akrabalarımın, yaşadığım şehir sakinlerinin ve kavmimin Müslüman olmadıklarını düşünüyordum. Yani onların o saf ve temiz İslâmi ritüelleri benim sahip olduğum zehirli İslâm’a benzemediği için ben onlara öteki gözüyle bakıyordum. Oysaki Kur’an’da “öteki” olarak gösterilen şeytandı(!)

Çünkü henüz çok gençtim, okumalarım güçlü değildi ve dünyayı tanımıyordum. Arap, Fars, Türk, Mecusi ve Hint beslenmeli hurafe ve bidat kaynaklı adreslerden beslendiğim için dünyayı öğrendiklerimle yorumluyordum(!)

İslâmcılık düşüncesi hayatımda öyle bir şeydi ki beni aileme, akrabalarıma, komşularıma, çocukluk ve okul arkadaşlarıma, âşık olduğum kıza, hatta benim gibi inanmayan ve düşünmeyen insanlara, ülkemin özgürlüğü için mücadele eden Kürt hareketlerine ve ülkeme öteki (düşman) gözüyle bakmamı sağlayan bu inancın ve düşüncenin cehennem atmosferinden çıkmalıydım. Ama birilerinin elimden tutması ve beni bu cehennemden çıkarması gerekiyordu.

Bu benim özgürlük arayışımdı. Daha sonra İslam’ın liberal ve özgürlükçü dünya görüşüne yolculuğumu Ali Şeriati’nin kitapları sağladı. Mevlana, Sadi Şirazi, Fuzuli ve Exmedê Xanî ve benzerleri ise insana ve canlılara karşı nasıl saygılı olabileceğimi ve nasıl onları sevip âşık olabileceğimin sanatını eserleriyle bana öğretecektiler.

Zira tam bu noktada Muhammed İkbal’in söylediği gibi, “İslâmi dünya görüşümü yeniden inşa ve ıslah etmeliydim.” Yani İslâmi düşünce kozamı yenilemeliydim. Çünkü sahip olduğum bu İslâm yırtıcıydı! Bu YIRTICI İSLÂM beni yaratıcının tüm ontolojik ve sosyolojik ayetlerine karşı aline (yabancılaştırma) etmişti.

Ali Şeriati’nin eserleri, beni bu taassupçu ve YIRTICI İSLAM’DAN kurtarmakla kalmayacaktı. Aynı zamanda benim sahih Kur’an düşüncesi ve rasyonel düşünme epistemolojisiyle buluşmamı; İbn-i Rüşt, İbn-i Haldun, Farabi, Fazl û Rahman, Abdülkerim Suruş, Muhammed Arkoin, Muhammed İkbal ve Malik Bin Nebi gibi özgürlükçü ve aklı savunan bu İslam düşünürlerinin eserleri sağlamış olacaktı.

Ali Şeriati’nin eserleri, aynı zamanda bana Das Kapital’i okumamdan önce komünizmi, sosyalizmi ve Alman idealizmini okumama vesile oldu. Daha sonra anarşist düşünceye ve anarşist gruplara ilgi duymaya başladım. Beyin çekmecelerime Landuer, Bakunin, Kropotkin, Tolstoy, Godwin gibi şahsiyetleri ekledim. Gene Batı’nın tanınmış çok sayıdaki ahlakçı filozofyasından olan Pascal, Eric From, Spinoza, Stuart Miller, Alexis Carrel, Goethe ve Sartre’yi okudum.

2000’li yılların başlarında özgürlük arayışım tüm hızıyla devam ediyordu. İslâm ile aram iyice açılmaya başlamıştı. Sosyalizme ve anarşizme olan ilgim her geçen gün zayıflarken; postmodern, liberal ve realist yazarlara ilgim her geçen gün artmaya başlıyordu. En son beyin çekmecelerimin içinde duran tüm eski düşünceleri boşalttım ve çağımızın ruhuna uygun realist ve postmodern düşünceleri yerleştirdim.

 

İnsanlığın bütün değerlerine and olsun ki geceleri deve dikenlerinin üstünde beni yatırsalar; ellerimi, ayaklarımı zincirlere vursalar ve bedenimi yara bere içinde bıraksalar ”Demokratik Sözleşme”den başka hiçbir otoriteye itaat etmem ve ülkemin hürriyeti ve yalın ayaklı halkımın özgürlük davasından vazgeçmem!

Ey sevgili ülkem! Bugün de senin için bir şey yapamadığımı düşünüyorum ve bu durumumun seni üzdüğünü biliyorum. Doğrusu seni her üzdüğümde geceleri vicdanım kabus olup üzerime çöküyor, huzurum kaçıyor ve ter basıyor her yerimi!

Ey kutsal ülkem! Seni üzdüğüm için tekrar özür diliyorum! Evet, biliyorum, kendimi şekilden şekle, düşünceden düşünceye giren bir derviş gibi hissediyorum. Ne denli zahmetli olursa olsun, bir gün mutlaka ülkemi dünya düşünce liginde temsil edecek bir kaç eser yaratacağıma dair söz veriyorum!

Evet, nesihat etmenin kolay ve nesihat dinlemenin çok zor bir şey olduğunu biliyorum! Çünkü insan kibirli ve cahildir! “Tımarhane”yi işaret ederken ”tımarhane”nin içinde biri olduğunu fark edemeyecek kadar tiyatral bir varlıktır insan! Yani öğrendiklerini ve söylediklerini yaşamayan insanın SIFIR olduğunu düşünüyorum! ”SIFIR NEDİR?” Henüz hiçbir şey olmamak demektir; yani ne artı ne de eksi!..

Kendimi öncelediğimi ve çıkarlarımı ülkemin bağımsızlığı üzerinde tutuğumu iddia eden bir takım kötü niyetli yırtıcı Kürt milliyetçileri var: Hayır, öyle değil baylar! Benim kederim ve ıstırabım ülkemin esaretidir! Hiçbir şey bana kalıcı bir tat ve kalıcı bir huzur vermiyor. Çünkü ülkesizlik bana ıstırap veriyor, ülkemi özgür kılmadıkça bana mutluluk yoktur!

Sonuç olarak, biz Kürtler sömürge bir milletiz. Sömürgecilik bir kobra yılanının zehri gibidir; halkımızın kanına girmiş. O zehri nasıl Kürd’ün kanından çıkaracağız? Bunun mutlaka bir ilacı olmalıdır, diye düşünüyorum.

Albert Camus gibi itirazımızı, Sartre gibi ontolojik isyanımızı, Heidegger gibi yabancılaşmamızı ve Edward Said gibi sömürgeciliğe karşı farkındanlığımızı ışık gibi  küresel dünyamızın tuvalına yansıtacak bir dizi fikir insanına ve bir dizi filozofa ihtiyaç olduğunu düşünüyorum.

Akademisyenlerle Kürtlerin hürriyet işlerini yürütülebileceğini düşünmüyorum. Çünkü onlar rahatlığa düşkündürler, ezbercidirler, birbirlerinin kopyacısıdırlar. Kitap çalışmaları, standart ve resmidir. Analatik bilgiyi öğrenirler, devletletlerin ve zenginlerin memurları olurlar. Ancak düşünürler ve filozoflar öyle değildirler! Çünkü onlar, özel yetenekleriyle ve özel zekâlarıyla düşünce ve bilgi üretirler.

Bu sebeplerden dolayı biz Kürtlerin çıkaracakları bir dizi filozof sayısıyla çağın ruhuna uygun yeni bir akıl, yeni bir tefekkür, yeni bir değerlendirme, yeni bir zaviye, yeni bir bilgi ve yepyeni bir örgütlenme ile direnişi değil, şerefi ve hürriyeti halkımıza armağan etmemiz mümkündür.

Yalın ayaklı halkımızın üzerini kaplayan kapkara örtünün şurasından burasından açılan kara delikler ve o kara deliklerden içeriye sızan filozofik ışıklar, milletimize ve gençlerimize yepyeni zaviyeler ve yepyeni ikbal kapılarını açacaktır.

Bundan dolayı, dogmatik ve metafizik düşünceden, tarih öncesi uydurulmuş masal ve hikâyelerden uzak durarak Google çağının ruhuna uygun bir dünya görüşüyle özgürlük davamıza imkânlar ölçüsünde katkı sunmak istiyorum.

Bu anlamda emek verdiğim her düşünce çalışmalarımın bazı okurlarım tarafından tartışılması, yerilmesi ve bazıları tarafından da takdir edilmesi hoşuma gidiyor, beni daha çok bilimsel düşünce üretmeye kanalize ediyor. Ayrıca kaliteli bir okur kitlesine sahip olduğum için de çok mutluyum.

Yırtıcı İslam’ın Felsefes

   Birinci Fasıl                   

 İnsanlık  gezegeni her geçen gün kötülüğe doğru sürekleniyor, tüm zamanların en kuşatıcı sorunlarıyla boğuşuyor  ve belki de en kötü dönemine şahitlik yapıyor. Diğer bir taraftan yerküremizde problemlerin en fazla yaşandığı ve krizlerin en fazla patlak verdiği bölge Müslüman coğrafyasıdır. Mübalağadan kaçınarak İslam Dünyası barışa, huzura, sevgiye, kardeşliğe, demokrasiye, adalete, hukuka, eğitime ve bilime hasret kalmanın çığlıklarını atıyor, diyebilirim. Evet, Müslüman toplumların keşmekeşliklerle dolu bir hayat sürdüğünü üzülerek belirtmekle beraber bu toplumlar sefalet, açlık ve cehaletin pençelerinde can çekişmeyi kendileri için Tanrı’nın bir kaderi olarak görüyorlar.Müslüman toplumların yaşadığı bu kriz yetmezmiş gibi, Yırtıcı İslamcılar kendilerini  yeryüzünde Allah’ın uluhiyet ve rububiyet halifesi olarak görmektedirler. Daha korkunç olanı ise, Allah adına bedenlerine bombalar bağlıyorlar, toplumun en kalabalık noktalarına dalıyorlar ve üzerlerine bağladıkları bombaların pimini çekiyorlar ve en can alıcı olan ise topluma postmodern cehennemlerden en dehşet verici sahneleri yaşatıyorlar. Yırtıcı İslam’ın düşünce pratiğinde sayısızca yırtıcılık ve yıkıcılık örnekleriyle karşılaşmak mümkündür. İşin ilginç tarafı ise bu Yırtıcı İslam tüm kötü eylemlerini, Tanrı ve Muhammed peygamber adına yaptığını söylemekte hiçbir sakınca görmüyor.

 

Tabirimizle Küre Evi’nin yaşadığı bu reel-politik eksenden hareketle, Yırtıcı İslam’ın googleleşen toplumlar içinde yaratığı krizi daha doğru anlayabilmemiz için Yırtıcı İslam’ın bin dört yüz yıllık tarihi ajandasına kısa bir yolculuk yapmakta fayda gördüğümü belirtmek istiyorum.

Muhammed el Behiy, Ali Şeriati, Cemaleddin Afgani, Hasan Hanefi, Abdulkerim Suruş, Muhamed İkbal ve Fazlu Rahman gibi liberal İslam düşünürleri  Muhammed peygamberin ölümünden hemen sonra Müslüman cemaat arasında akidevi, düşünsel ve ameli konularda ciddi problemlerin ortaya çıktığını ifade ederler.

Peki, Müslüman cemaat arasında ilk problem ve ilk muhalefet nasıl ortaya çıktı? Müslümanlar arasında bu tefrikanın tezahür biçimi ilk olarak Muhammed peygamberin naaşının nereye defnedileceği konusunda ortaya çıkacaktı. İlk başlarda Muhammed peygamber Allah tarafından melek aracılığıyla kendisine vahiy geldiğini arkadaşlarına bildirdiğinde arkadaşları biz “işittik ve itaat ettik” ayetini referans alıyordular. Böylece Muhammed’in cemaati arasında hiçbir muhalefet ve hiçbir ihtilaf sorunun ortaya çıkmasına izin vermemiş oluyordular.

Muhammed peygamberin ölümünün ardından ‘‘Rey Ehli’’ ve ‘‘Hadis Ehli’’ ortaya çıktı. ‘‘Hadis Ehli’, çıkan sorunların ve ihtilafların çözümü için Muhammed peygamberin yaşadığı döneme tekrar geri dönelim ve o dönemin uygulamalarını referans alarak sorunlarımızı ve ihtilaflarımızı çözelim önerisini sunuyordu. ‘‘Rey Ehli’’ ise bu duruma itiraz ediyordu ve şu teolojik düşünceyi ileriye sürüyordu: Peygamberin yaşadığı dönemde siyasi ve sosyolojik şartların farklı olduğunu, tekrar geriye dönüp gerinin nosyonlarına göre hareket etmenin Müslüman toplumun yaşadığı krizi çözemeyeceğini, ayrıca Müslüman cemaate güzel bir yaşam sunamayacağını ve onları mutlu etmesinin mümkün olamayacağını iddia ediyordu.

Yırtıcı İslam’ın ilk olarak nasıl  başladığını ve dalga dalga nasıl yayıldığını somut bir örnek üzerinden devam ettirmek istiyorum: Muhammed peygamberin ölümünden  kısa bir süre sonra  siyasi yönetim oluşturuldu ve bu siyasi iktidarın başına Muhammed peygamberin en yakın arkadaşlarından biri olan Ebubekir getirildi. Ebubekir ilk olarak zekat vermeyen Müslüman kabilelere savaş açarak Yırtıcı İslam’ın ilk başlatıcısı olacaktı. Yani Ebubekir zekat vermeyen Müslüman kabileler üzerine askeri birliklerini göndererek onları öldürmekte hiçbir sakınca görmedi ve aksine zekat vermedikleri için onları öldürmenin İslam’ın bir emri olduğunu iddia ediyordu. Ebubekir’ın  bu yırtıcı ve yıkıcı  eylemi Müslüman sosyalizasyon içinde etap etap normalleşmeye  başladı  ve böylece Ebubekir’in bu yırtıcı ve yıkıcı eylemi siyasal İslam’ın ilk referans kaynağını oluşturacaktı.

Muhammed peygamberin kendi döneminde zekat vermeyen, namaz kılmayan, içki içen ve oruç tutmayan hiçbir müslümanı cezalandırmadığını ve aynı şekilde Kur’an’ da bu konularla ilgili tek bir cezalandırma ayetinin  yer almaması oldukça düşündürücü ve ilginçtir. Eğer Ebubekir, Müslümanlara yönelik bu yırtıcı ilahiyatı uygulamamış olsaydı, kim bilebilir ki, belki de bugün bambaşka bir İslam düşüncesi ve İslam toplumu karşımıza çıkacaktı!

İkinci halife Ömer zamanında Yırtıcı İslam, sınır ötesi yıkıcı eylemler yaparak sesini duyurmayı daha çok başarmış olacaktı. Yırtıcı İslam, üçünçü halife Osman’ın iktidarı döneminde ise hem kaosu ve hem de şatafatlı bir hayatı bir arada barındırıyordu. Bir yandan Osman’ın evinin muhalifleri tarafından kuşatılmaya alınmış olması ve diğer taraftan Osman’ın karısının boynunda taşıdığı gerdanlığının tahvil değeri, o günün aç Afrika Kıtası’nın insanlarını bir günlüğüne baştan sona kadar doyurabilecekti.

Dördüncü halife Ali döneminde Yırtıcı İslam çok daha korkunç boyutlara ulaşmıştı. Muhammed’in eşi Ayşe, Muaviye ve Ali arasında çıkan iktidar savaşında, taraflar birbirlerini Allah adına vahşice katlediyorlardı ve işte bu Yırtıcı İslam bir günde tam olarak yirmi bin insan öldürmekten tereddüt etmeyecekti.

Ebubekir’in yaratığı bu Yırtıcı İslam Ali’den ayrılan bir grup Müslüman’ın Ali’yi kafir olarak suçlayıp öldürülmesine vesile olacaktı. Aynı zamanda Ebubekir’in inşa ettiği bu Yırtıcı İslam, önce kendisini öldürecekti, sonra ikinci halife Ömer’i, sonra üçünçü halife Osman’ı, sonra dördüncü halife Ali’yi ve en son Kerbela’da Muhammed’in tüm ailesini katledecekti!

680 ile 800 yılları arasında Yırtıcı İslam bambaşka bir boyuta girecekti. Birincisi, Emevilerin beşinci halifesi Melik ve onun çok zalim olan Bağdat valisi Haccac,  Kuran’ı yeniden tashih ve redekte edecekti (hareke ve noktalama işaretleri  yapma) ve Kur’an bugünkü son şeklini alacaktı.

Ayrıca şu bilgileri de vermem gerekiyor: İslam peygamberi yaşadığında, ne Kur’an ve ne de Kur’an’ın sayfaları ortada vardı. Bugün de Müslümanların elinde Muhammed döneminde yazılmış tek bir nusha yoktur ama dördüncü halife Ali, Muhammed’e ayit söz ve konuşmaları bir nüshada bir araya topluyor, lakin Osman döneminde bu nüsha yakılıyor; ancak Osman zamanında yeniden hadis veya rivayet yoluyla yeni  bir Kur’an taslağı oluşturuluyor.

İkincisi, felsefi manifestosu ise İbn Hanbel ve Mutezile mezhebinin kurucusu olarak bilinen  Vâsıl bin Atâ tarafından yazılacaktı ve her iki İslam ilahiyatçısı arasında “Kur’an mahluktur”“Kur’an mahluk değildir” iddialarıyla kıran kırana Kur’an tartışmalarının en zirve noktaya ulaştığı bir döneme denk gelindiğini Google Çağı’nın değerli okurlarının görüşlerine sunmak istiyorum.

1300 yılına gelindiğinde Hanbel’in yırtıcı fikirlerinden etkilenen İbn Teymiye adeta Yırtıcı İslam’ın yeniden manifestosunu kaleme alıyordu. Bu dönemde İbn Teymiye’nin Yırtıcı İslam ilahiyatı kısa süre içinde, tekfir kültürünü ve Allah adına yıkıcılık ve yırtıcılık inancını en zirve noktaya taşıyordu.

On yedinci yüzyılın ortalarında, İbn Teymiye’den çok etkilenen Arabistanlı İlahiyatçı Muhammed bin Abdulvahap’ın kurduğu Vahabilik ilahiyatı yıkıcılığı ve yırtıcılığı çok daha ileri bir düzeye taşımış oluyordu. Örneğin bu dönemde Muhammed bin Abdullahvahap ve taraftarları Mekke’deki Kabe’yi yakıyorlar, Muhammed peygamberin mezarını ateşe veriyorlar ve sebep olarak bu mekanlarda Müslümanların  Allah’a şirk koştuklarını ileriye sürüyordular. Bu Yırtıcı İslam tarihte toplamda 11 kez Kabe’yi işgal etmiş ve çok sayıda insanın yaşamına son vermiştir.

En son olarak 20 Kasım 1979 sabahının erken saaatlerinde, İslam dünyasının dört bin yanından Hac vazifelerini ifa etmek için Mekke’ye gelen yaklaşık 50 bin Müslüman, İslamiyet’in en kutsal mekanı kabul edilen Kabe’nin avlusunda sabah namazı için toplanmıştılar. Bu kalabalığın içinde İhvan Hareketine mensup 200 kadar militan ve onların elebaşı olan Cuheymanel Uteybi, Kabe’yi yırtıcı fikirleriyle kana bulayacaktılar.                 

 

İkinci Fasıl

 

Bu bölümde ise Müslümanların Gooogle Çağı’nın çok gerilerinde durma sebeplerini ortaya çıkarmaya gayret edeceğim. Müslümanların bugün çağın çok gerisinde kalmasının en büyük sebebi, İslam’ın içtihat kapısının kapalı tutulması, İslam’ın çağların ve çağın şartlarına göre kendisini güncelleyememesidir.

Çağın ruhuna uyarlanmayan Kur’an’ın sözleri, başta Müslümanların karşılaştığı sorunları ve talepleri çözememiştir. Aynı biçimde Batı dünyasının göndermelerine yanıt verememiş, Batı’yı ‘‘kafir’’ olarak aforoz ederek kendisini avutmuş ve Müslümanları çok ciddi bir krizin içine sokmuştur.

Sanırım Müslümanlar içtihad kapısını kilitli tutmasaydılar, Kur’an’ı zamanın şartlarına ve  ruhuna göre uyarlayabilseydiler;  insanlığın ortak birikimlerinden, tecrübelerinden yararlanmış olsaydılar Hristisyan alemi, Yahudi dünyası, laiklik, demokrasi ve kapitalizmle bu kadar yıkıcı ve yırtıcı çatışmalar yaşamayacaktılar.

Müslüman mezhepler, meşrepler, cemaat liderleri, ilahiyatçılar ve düşünürler İslam’ın tek doğru din olduğunu  ve  Allah tarafından korunan tek din olduğunu  Kur’an’ın şu ayetleriyle delil olarak gösteriyorlar:

“Hiç şüphesiz din, Allah katında İslam’dır. Kitap verilenler, ancak kendilerine ilim geldikten sonra, aralarındaki ”kıskançlık ve hakka başkaldırma” (bağy) yüzünden ayrılığa düştüler. Kim Allah’ın ayetlerini inkâr ederse, (bilsin ki) gerçekten Allah, hesabı pek çabuk görendir.” (Âl-i İmrân Suresi 19. Ayet)

“Hiç şüphe yok ki, Kur’ân’ı biz indirdik, elbette onu yine biz koruyacağız.” (Hicr Suresi 9. Ayet)

“Gerçek şu ki, dinlerini parça parça edip kendileri de gruplaşanlar, sen hiçbir şeyde onlardan değilsin. Onların işi ancak Allah’adır. Sonra O, işlemekte olduklarını kendilerine haber verecektir.” (En’âm Suresi 159. Ayet)

“Sözlerini bozmaları sebebiyle onları lânetledik ve kalplerini katılaştırdık. Onlar kelimelerin yerlerini değiştirirler (kitaplarını tahrif ederler). Kendilerine öğretilen ahkâmın (Tevrat’ın) önemli bir bölümünü de unuttular. İçlerinden pek azı hariç, onlardan daima bir hainlik görürsün.” (Mâide Suresi 13. Ayet)

Dijital toplumun Googleleşen Beyinleri Yırtıcı İslam’a şu soruları yöneltmekte bir beis görmüyorlar: Allah, neden Tevrat ve İncil’i korumadı, neden Kuran’ı koruyor? Allah Kuran’ı koruyorsa, Kur’an Müslüman dünyasına neden bir çözüm sunamıyor ve Kur’an düşüncesi yerkürede neden örnek bir Müslüman toplum inşa edemiyor?

Ya da soruları bu kez çapraz soralım. Kur’an Allah tarafından korunmuş olsaydı, Muhammed’in ölümünden yaklaşık 50 yıl sonra neden yazıldı? Kur’an’ın Muhammed peygamberin sözleri olduğuna dair kullanılan şu ifadeler oldukça problemli değil midir?

“Hiç şüphesiz o (Kur’an), şerefli bir elçinin kesin sözüdür.”  (Hâkka Suresi 40. Ayet)

“Bu, Kur’an onurlu bir elçinin sözüdür.” (Tekvîr Suresi 19. Ayet)

İşin daha ilginç tarafı ise Müslüman din alimlerinin ve cematlerin birbirlerini Kur’an’ı anlamamakla ve gerçek Müslüman olmamakla tekfir etmeleri ve tarafların birbirlerini gene Kur’an için vahşice ve tekbirler eşliğinde öldürmeleri oldukça sıkıntılı bir durum arz etmiyor mu?

Sonuç olarak, Müslümanların geri kalmasının sebeplerini şöyle sıralamak mümkündür:

  1. İçtihad kapısının kapanması ve mezhepler arası çatışma
  2. Etnik çatışmalar
  3. Yöneten ve yönetilenler arasındaki çatışma
  4. Yoksul ile zenginler arasındaki çatışma
  5. Müslüman devletler arasındaki çatışma
  6. Cemaatler ve sivil toplum kuruluşları arasındaki çatışma
  7. Laikliği benimseyen ve benimsemeyen Müslümanlar arasındaki çatışma
  8. Kadın ve erkek çatışması
  9. Mülteciler ve yerliler (ensar ve muhacir) arasındaki çatışma
  10. Çatışan tarafların çatışma sebepleri ise, her birinin kendisini hakikat (tek haklı) olarak görmesi

Üçünçü Fasıl

 

Çalışmamızın bu  fragmentinde değerli dijital çağın okurlarına Müslüman sosyalizasyonundan bir dizi pasajlar sunmak ve Müslüman toplumların Batı medeniyeti karşısında aldığı mağlubiyetlerden kısaca söz etmek istiyorum.

İbn-i Haldun, mağlup milletlerin galip milletleri taklit ettiklerini söyler. Bu gerçeğin çözümlemesi şudur: Sosyolojik hadiseler insanlara davranış kalıplarını kazandırır, davranışlar da kuralları meydana getirir. Bu kurallar gereği mağlup olan milletler bu yeni kazandıkları refleksleri ve kompleksleri kolayca üzerlerinden atamazlar. Galiplerin yaratığı bu sosyoloji, mağlupların sosyolojileri ve psikolojileri üzerinde büyük bir hastalık meydana getirirler. Bu hastalığın tedavisi mümkün mü? Sanırım bu sosyolojik hastalığın tedavisi uzun bir süre ve süreç gerektiriyor.

Müslümanlar ilk olarak Moğollara, ardından Hristiyanlara ve en son kapitalizme yenildiler. Daha sonra Müslümanlar, Moğollara ve Hristiyanlara karşı yaşadıkları yenilgilerin rövanşını aldılar! Ancak Müslümanlar Selahaddin Eyyubi’nin ölümünden sonra Hristiyanlara karşı bir galibiyet elde edemedikleri gibi, merkantilizmin ortaya çıktığı dört asırdan bu yana kapitalizme de hep yenildiler.

Müslümanların inanç sosyolojileri üzerinde çok etkili olan “Dört Halife Dönemi” kriz, kaos, tedhiş, tekfir ve terör dönemidir! Dört halife aynen bugünkü İslam Devletleri ve İslamî Hareket gibi, siyasi ve toplumsal krizi yönetemedi. Bunun geçmişte başarıldığı dönemler Muaviye, Yezid ve Harun Reşit dönemleridir. Çünkü onlar Yunan, Roma, Çin ve Hindistan medeniyetlerinden yararlanarak krizi yönetmeyi başardılar! Tabii ki bu durum onların kötülüklerini ortadan kaldırmaz.

Diğer önemli bir sorun ise Müslüman toplumların, Yahudi ve Hristiyan toplumlarının bilimsel fikirlerine ve tecrübelerine çevrimdışı olmayı iyilik olarak saydıkları bir gerçektir. Acaba Müslümanlara göre gerçek nedir veya gerçek, din ve özgürlük diyalektiğiyle ilişkilendirilebilir mi? Ya da Müslümanlar sosyolojilerini nesnellik ve öznellik zaviyesinde çözümleme kabiliyetine sahipler mi?

Örneğin, Müslümanların iyilik ve kötülük anlayışları, nesnellik ve öznellik gibi bir şey mi? Öyle bir şey değilse, o  halde Müslümanların sosyolojilerini temelde belirleyen ana sebebin din olduğunu rahatlıkla söyleyebilir miyiz?

Şimdi ise çapraz bir sorgulama yapalım. Batı düşüncesinin de bir dizi konularda inkârcı davrandığını inkâr edemeyiz. Örneğin sosyoloji anabilim dalını ilk kuranlar, İbn-i Haldun ve İbn-i Rüşd ikilisidir. Bu gerçeğe rağmen Batılı yazarlar bu hakikati bile bile inkar ettiler. Daha sonra modern sosyoloji 19. yüzyılda ortaya çıktı, 20. yüzyılda kurumsallaştı, branşlaştı ve daha sonra sosyoloji anabilim dalı üç kategoriye bölündü:

1-Sosyoloji

2-Antropoloji

3-Siyaset Bilimi

İbni Haldun, toplumların ümran ve asabiyetlerini iklim ve doğa üzerinden yorumlarken, ne Darwin’in eseri “Türlerin Kökeni” ne Marks’’ın “Das Kapital” ve ne de Comte’un teolojik, metafizik ve pozitivist bilimsel çözümlemeleri ortalıkta yoktu! Ancak bu durum, Marks ve Comte için geçerli değildir! Çünkü hem Marks ve hem de Comte “Türlerin Kökeni” gölgesinde eserlerini kaleme alıp yazmışlardır.

Haldun, Toplumu “Bedevi” ve “Hadari” olarak ilk çözümleyen kişidir. Ondan sonra en güçlü şekilde Marks, modern sosyolojinin ilk mühendislik pratiğini ortaya koyan güçlü bir düşünür olarak karşımıza çıkıyor. Marks, iki sınıf ve iki toplum çatışmasını birçok eksikliğe rağmen enfes bir şekilde çözümlemeyi başarmış biridir.

Durkheim, Marks’ın çözümlemelerini dikkatle okuyor, çözümlüyor ve kendi sosyolojik kuramını şu kavramlar üzerine inşa ediyor: Durkheim, mekanik ve dayanışma kavramları üzerinde sosyolojiye yeni bir boyut kazandırıyor.

Weber ise, her iki toplum bilimcinin mühendisliği üzerinde durdu ve topluma yeni bir estetik kazandırma becerisini keşfetti. Weber, Durkheim’e göndermelerde bulunarak işe başladı. O toplumların  hem çatıştığına ve hem de yardımlaştığına dikkat çekiyordu.

Weber, böylece “yağmur, insana şemsiye açtırma davranışı kazandırıyor.” eylemi üzerine kendi sosyolojik mühendisliğini ve bürokrasi sosyolojisini inşa edecekti. Son olarak postmodern sosyolojinin yaşadığı krize dair bir dizi güçlü çözümlemeleri ve çözüm önerileri olan “üçünçü yol” önermesiyle Anthony Giddens ve Kadir Amaç’ın  “Pim Kodu” çalışmaları karşımıza çıkıyor.

“Üçünçü Yol” teorisiyle postmodern sosyoloji biliminde yeni bir kurama fikir babalığı yapan Giddens, Batı sosyolojisi bilim liginin çevreleri tarafından tanınan, Türk ve Kürt okurların karşısına yakın zamanlarda kazandırılan değerli bir sosyal bilimcidir. ‘‘Üçünçü Yol’’ kitabı Googleleşen Toplumlar’ın nasıl bir toplum yaratmak istediğini bilmemizin yanısıra ‘‘sosyal demokrasi’’ hedeflerine ulaşılmasında somut araç ve gereçlere sahip olmamız gerektiğine işaret ediyor. Yani yeni bir idealizim hareketini nasıl sosyalizasyona ikame edeceğimiz konusunda bir dizi  öneriler sunuyor.

Giddens, ‘‘Üçünçü Yol’’ teorisinin ana esaslarında geleneksel sosyoloji teorilerinin günümüz googleleşen toplumların sorunlarıyla başa çıkamadığına dikkat çeker.  Bu sorunun çözülmesi için liberal ve kapitalist sisteme karşı sosyal demokrat ve muhafazakarları bir araya getirerek, bu çözüm yöntemine üçünçü yol ismini vermektedir. Eser 180 sayfadan oluşuyor. Giddens, bu eserin ortaya çıkmasında tam 15 tane arkadaşından destek aldığını söyleyerek bu eserin ortaya çıkmasında arkadaşlarına borçlu olduğuna ayrıca değinir.

Kadir Amaç’ın Pim Kodu’nu kaleme alırken, hiçbir arkadaşının ve hiçbir kurumun desteğini arkasına almadan ve en zor şartlar altında bu eseri yaratığını değerli dijital çağın okurlarının bilmesini isterim. Kısacası Pim Kodu kapitalizm, liberalizm, muhafazakarlık, İslam ve  sosyalizmin haysiyetini ve vicdanını yitirdiğini ele alır ve bu yapıtın postmodern sosyolojinin tüm sorunlarına köklü ve somut çözüm önerileri sunan çağın en ideal teorik eseri olduğunu söylemekte bir sakınca görmüyorum. Bu vesileyle Pim Kodu’nun başta İngilizceye olmak üzere bütün Avrupa dillerine çevrilmesi için ilgililere burdan çağrıda bulunuyorum.

Tam da bu noktada Alman siyaset bilimci OTTO’nun “herkesi yakala” kavramsallaşmasını googleleşen sosyalizasyon için önemli bir önerme olarak buluyorum. “Herkesi yakala” demek; herkese hoş geldin diyen, herkese sevgi ve barış elini uzatan demektir. Bu slogan “Pim Kodu” adlı kitabımızın son bölümünde Yırtıcı İslam’ı ve yırtıcı düşünceleri demokratikleştirmeye dair çözüm önerileri sunuyor.

Dolayısıyla İslam dünyasının düşünce merkezinde DİN, Batı (Hristiyan) dünyasının düşünce merkezinde FELSEFE ve FİZİKİN olduğunu söylemeden geçmek istemiyorum. O halde, akıllı ve yaratıcı olan milletler, tarihte ve bugün de ÖZGÜR oldular. Bilimsel düşünceye karşı çevrimdışı olan dini toplumlar, dün ve bugün de köle olarak yaşıyorlar.

İlginç olan diğer bir nokta ise, postmodern sosyolojiyi okuyan ve bu alanda adım adım dijital toplumları gözleyen biri olarak şunu söyleyebilirim; postmodern insan ve toplumlar için özgürlük hiçbir anlam ifade etmiyor artık. Çünkü dijital çağın özgürlük anlayışı değişti. Artık dünyadaki halklar özgürlüğü yurtseverlik, küresellik, hedonizm, maddi menfaat, eğlence, rapçılık ve tamahkarlık olarak algılıyor ve arzu ediyorlar!

Evet, gezegenin sosyalizasyonuna ilk giren para birimi ve ikincisi, toplumsal otorite (imparatorluk) olmuştur. Üçüncüsü, toplumda dinlerin otoritesi meydana çıkmıştır.  Dördüncüsü, imparatorluk ve din güçlerini birleştirmiş ve egemenliği ortak kullanmışlardır. Beşincisi, din ve kralların otoritesini elinden alan bilim olmuştur. Bilimin inşa ettiği ise, milliyetçilik ideolojisidir! Şu an insanlık gezegeni referanaslarını milliyetçilik ideolojisinden alan realizm ve liberalizm sistemiyle yönetiliyor.

Sonuç olarak yırtıcı milliyetçilik ideolojisinin ve seçilmiş ırk efsanesinin ilk mucitlerinin Yahudiler olduğuna dair bir dizi belgelerle kanıtlandığı tarihçiler tarafından ortaya atılmıştır. Yahudilerden sonra, “İnsanlar içinde çıkarılmış en değerli Millet müslümanlardır” ifadesini bu kez Kur’an, Tevrat’tan araklayarak söyleyecekti! (Âl-i İmrân Suresi 110. Ayet)

Türk, Arap ve İslam dünyasının değişime kapalı olmasının en büyük sebeplerinden biri de hiç şüphesiz kültür meselesidir! Müslümanlar önce sabit kuralları ve inançları değiştirmekle işe koyulmaları gerekirken, ilk safhalarda kültürel değişimi yapmakla büyük bir hata yaptılar. Çünkü toplumsal değişimin en son etabı kültürel değişimlerdir.

Örneğin Müslüman Türk toplumunun moderleşmesine kısaca bir göz atalım. II. Abdülhamit, Turgut Özal, II.Mahmut ve Mustafa Kemal’in modernleşme modelleri birbirlerinden çok farklıdır. Çünkü II. Mahmut ve Mustafa Kemal’in moderleşme modelleri yukarıdan aşağıyadır ve emredicidir! Abdülhamit ve Özal’ın ise rızaya dayalıdırlar.

İdris Küçükömer ta 50 yıl önce, CHP ve Kemalizm’i sağcı olmakla suçluyordu, ancak onun fikirleri Türk aydınları tarafından ciddiye alınmıyordu! Gene Türk solcuları İdris Küçükömer’i dinlemedikleri gibi, Kemal Tahir’in İslam dininin sosyolojik fikirlerine de kulak asmıyorlardı! Aksine daha çok  Yalçın Küçük ve Hikmet Kıvılcımlı’ya kafa yoruyordular.

O yıllarda Yırtıcı Türk İslamcıların Yırtıcı Türk Solundan hiç farkları yoktu! Onlar da Necip Fazil gibi kibirli bir ırkçıyı dinliyordular. Bugün de Necip’in yerine yırtıcı fikirlere sahip olan İsmet Özel’i dinliyorlar. O dönemlere şahitlik yapan, Ali Bulaç ve Sedat Yenigün’ü Türkler dinlemiyordular! Bana Türkler nasıl bir millet diye sorsalar şöyle yanıt verirdim: Yırtıcı aç kurtlar gibi bozkırlardan aşağıya indiler; önlerine ne geldiyse öldürdüler, yaktılar, yıktılar, işgal ettikleri her karış toprağı mesken edindiler ve bir daha anavatanlarına dönmediler!

Şimdi işin ilginç tarafı Türkiye’deki Kemalistler, İslamcılar ve solcuların tıpkı Bolşevikler, Naziler, fütüristçiler ve YIRTICI MİLLİYETÇİLER gibi kendilerini dürüst, namuslu, ahlaklı, demokrat ve uygar görmeleridir(!)  Türklerin bu komik umranları aklıma  Meksikalı  Emiliano Zapata’yı hatırlattı. Emiliano Zapata’nın eline “Rus Devrimi”nin Manifestosu verilince şöyle dedi: “Ben Rus değilim, Meksikalıyım. Meksika’nın ikbalini ve yeni sosyolojisini belirleyen meselelerde yalnız başıma karar alamam” diyordu.

Müslümanların galip millet felsefesini ve stratejisini tıpkı satranç oyununa benzetiyorum.1886 yılından bugüne kadar yapılan DÜNYA SATRANÇ ŞAMPİYONASINDA tek bir Müslüman’ın satranç oyunu birinciliğinin olmaması sizce de fazlasıyla düşündürücü değil midir?

Düşünmemize yardımcı olacak bir misal daha vermek istiyorum. Orta Çağ’da hayat kadınları erkeklerle para karşılığında yatıyorlardı ve bu parayla Katolik Kilisesi’nden cennet satın alıyorlardı! Günümüzde ise zengin Müslümanlar bir varil petrol karşılığında bir kola satın alıyorlar, fakir bir Müslüman ise yıllarca biriktirdiği parasıyla cennet emlakçılığı yapan Müslüman din adamlarından bir cennet satın alıyor!  Tekrar üzülerek belirtmeliyim ki Müslüman toplumlar tam bir çukurun içindeler. Çukur deyince Sümer Rahip Devleti’nin kralı Hammurabi aklıma geldi! Ona göre üç insan sınıfı vardı:Üstün insanlar, sıradan insanlar, köle insanlar.

Sanırım Googleleşen Müslüman toplumlar için en enfes sıralamayı şöyle yapmak mümkündür. En üsttekiler, ortadakiler, alttakiler ve çukura düşenler! Heyhat! İslam ülkelerinde Kur’an, kötülüğün kaynağı ve camiler ise köleliğin tapınağı haline gelmiş durumdadır! Çünkü namaz tüccarları, sahabeler, mezhepler, meşrepler, tarikatlar ve Yırtıcı İslamcılar Muhammed’e ihanet ettiler, hakikatin dilini kestiler ve şu an İslam Ümmeti’nin en üst katmanını temsil ediyorlar.

 

Kadir Amaç

Rojava, Kürtler İçin Kırmızı Çizg

    Birinci Fasıl                   

Kadir Amac

Yaklaşık olarak 7 yıldır güncel yazılar yazmıyorum. Rojava’ya yönelik tehlike ve saldırı sinyallerini görünce bu yazıyı yazmak bana farz oldu.

 

Evet, Kürt düşmanlarını uyarıyoruz!

Kürtlerin kırmızı çizgisi Rojava!

Kürtlerin öfke patlaması Rojava!

Kürtlerin kıyameti Rojava!

Kürtlerin beyni, kalbi, gözü ve namus Rojava!

 

İkinci Fasıl!

Kürtler hiç kimseyle savaşmak istemiyor. Çünkü, savaş, yıkım ve acıdan başka hiçbir şey değildir!

Kürtler de her millet gibi, kendi topraklarının efendisi ve hükümdarı olmak istiyor! Kürtlere kötülük mızraklarını yöneltirseniz ve şereflerine dil uzatırsanız Kürtler de ASLANLAR gibi karşınıza dikilir!

O halde bize”terörist” diyenlere asıl terörist sizlersiniz deriz!

Bize “kafir” diyenlere asıl kafir sizlersiniz deriz!

Bize hakaret edenlere, iki misliyle karşılık veririz!

Bizi öldürenlerden misliyle intikam alırız!

 

Üçüncü Fasıl

Kürt düşmanı Türk devletini ve dünyanın en çirkin İslamcı erkeklerini ırkçılık, barbarlık, körlük, cehalet ve benzeri hasletler ile sünnetullah ve biyolojik yasaların dışına çıkararak girdikleri her şehirde ve ülkede  doğruluğun, erdemin, adaletin ve merhametin ırzına geçiyorlar.

Bu her iki fırkanın, imanı hor ve hakir olmuştur. Manevi dayanakları zelzele geçirmiştir. Sevgili Allah’a isyan etmiş, kötülüğe dost, Kürdistan ülkesine düşman  olmuşlardır.

Yani Kemalist devlet Kürtlerin her türlü kazanımlarına TİMSAH gibi saldırıyor, kibirli ayaklarıyla yeri yararcasına ve  kibirli başıyla  gökyüzüne değercesine salya sümük akıtıyor. Gönül dünyamızın başkenti olan Rojava’yı dünyanın en çirkin şeriatçı erkekleriyle havadan ve karadan en ağır silahlarla bombardımana tutmak ve  işgal etmek istiyorlar!

 

Dördüncü Fasıl

Türk Devleti ve onun İslamcı şürekası  şunu çok iyi bilmelidirler ki, dağları yerlerinden oynatsalar bile, Kürtler Rojava’nın bir karış toprağını işgal etmelerine asla  izin vermeyecektir.

İkincisi, nice az toplulukların, nice çok topluluklara galebe çaldığını tarih şahitlik ettiğini biliyoruz. Rumların Persleri Ninova’da, Hz. Muhammed’in Ebu Cehil’i Bedir’de ve Kürt savaşçıları İslamcı teröristleri Kobanê’de mağlup ettiği gibi; Rojava’da defakto Kürt devleti de size tarihin en büyük yenilgisini yaşatacaktır.

 

Ve en önemlisi, PKK ve YPG işgal edilmiş bir vatanın, hürriyet ve siyasal egemenlik haklarının mücadelesini veriyor. Bununla birlikte bütün milletlerin, dillerin, renklerin, dinlerin kardeş olduğunu ve hiç kimseyle asla savaşı arzu etmedğini, Ortadoğu’ya barış, huzur, adalet, demokrasi mefküresinin inşasını ve bu yeni düşüncenin bilgi, bilinç ve amel ekseninde sosyalleşmesi için, pratik mücadele yürüttüğünü her fırsatta dile getiriyor.

 

İkincisi bugün, PKK ve YPG’nin arkasında  milyonlarca Kürt halkı var! Yarın Rojava’ya saldırırsanız, Kürt halkı eş zamanlı olarak, dört parça Kürdistan ve Avrupa’da bir NEHİR gibi sokaklara akacaktır!

 

Kadir Amaç

Twitter: @kadir_amac2 – Hotmail:  kadiramac@hotmail.com