Beyin nasıl Felsefe Yapıyor?![](https://kadiramac.com/wp-content/uploads/2022/11/33d531b5-ee29-4cce-8107-d2da40488966-e1670879233120-283x300.jpg)
Yolda yürürken, çalışırken, uyurken ve bir dizi okumalar yaptığım bir sırada bir nehir gibi akan fikirlerimi sizin için not aldım ve şimdi sizin için yazıyorum. Hayatınızın en harika makalesini okumaya hazır mısınız?
Gezegenimiz baş döndürücü gelişmeler kat ederken, daha önce gezegenin şahit olmadığı yepyeni bir sosyoloji meydana getirdiğini görebiliyoruz. Tabirimizle ‘’KÜRE EVİ’’NİN bu yeni durumuna uygun düşen ‘’dijal sosyoloji’’ kavramını öneriyoruz.
‘’Yapay Zeka Sosyolojisi’’ post modern insanın kendisiyle ilgilenme, sorgulama ve kilitlenme süresini hiç olmadığı kadar, kısaltı ve daraltı. Öyleki post modern insan modeli zamanın neredeyse tamamını dijital bir sosyalizasyona harcadığını rahatlıkla gözlemleyebiliyoruz.
Elbetteki, tüm bu baş döndürücü teknolojik gelişmelere imzasını atan insanoğludur. Tam bu noktada insan anatomisinin en önemli merkezini oluşturan organın BEYİN olduğunu görüyoruz. İnsan beyni belki de galaksi-Samanyolu-evrenden çok daha ileri düzeyde, karmaşık bir düzene ve o derecede sonsuz bir kapasiteye sahiptir.
Öncelikle şu gerçekliğimi belirtmek zorundayım: Ben ne bir nörobilimci, ne bir nöroanatomici ve ne de uzman bir psikoloğum. İnsan anatomisi ve insan beyni üzerinde bir sohbet yapabilmem ve bu branşın ortak dilini kullanmam için bir dizi yoğunlaşmalarımın, okumalarımın, deneyimlerimin yetersiz olduğunu gördüm. Yeniden okumaya ve yeniden yoğunlaşmaya karar verdim. Yakın bir zamanda 7 tane nörobilim ve 6 tane psikoloji kitaplarını okuyarak, insan beyni üzerine kilitlenmeye karar verdim.
Darwin, bir mektubunda, “aşırı kusursuz organlar” konusundaki endişesini şu sözlerle dile getiriyordu: “Göz, hala beni ürpertir.” Göz Darwin’i ürpertirken BEYİN de beni hayretler içinde bırakmıştır. Daha doğrusu beni deli yapmıştır! Yani, beni zâhirî boyuttan almıştır, bâtınî boyuta taşımıştır.
O halde, beyin nasıl düşünüyor ve düşünceler nasıl gelişiyor? Dinler nasıl yaratılıyor? Beyin hatıralarımızı kaybetmeden nasıl hepsini kaydedebiliyor ve arşivleyebiliyor. Ayrıca beynimiz spor, müzik, sanat, edebiyat, felsefe, matematik, fizik, kimya, uzay ve kısacası dünyada ve evrende olan yüzbinlerce ve belki milyonlarca şeyleri nasıl düşünüyor ve nasıl yaratıyor?
İşte beni bu dünyada ve evrende hayretler içinde bırakan tek şey, insan anatomisi ve beyni olduğu için yukardaki sorulara en doğru şekilde yanıt bulmak için, nöroanatomiyle ilgili bir dizi kitabi okumalar yapmam gerektiği fikrini siz değerli okurlarımla paylaştım ve şimdi gelin insan beyni nasıl çalıştığına birlikte bakalım ve beyin üzerinde birlikte çağın ruhuna uygun felsefe yapalım.
Yakın zamanda beyinle ilgili okuduğum kitaplar bana bir insanın 46 kromozon ve yaklaşık 30 bin genden meydana geldiğini ve ayrıca insan beyninin iki bölümden oluştuğunu öğretti. Birincisi, sağ ve sol yarımkürelere bölünmüş cerebral. İkincisi ise, cerebralin tam altında bulunan cerebullumdur. Sözcük anlamı ise beyincik demektir. Bu beyinciğin yarımkürelerin her biri dört LOBA ayrılmıştır.
Beyin anatomisi üzerinde çalışan bilim adamları bu Loblardan her birinin bölgesel foksiyonları yerine getirdiğinin sonuçuna varmışlardır.
1-Frontal Lob: Düşünce yürütme, problem çözme, planlama, dikkati yönlendirme, ruh hali, kendini izleme ve duyguları kontrol etme ve yönetme.
2-Parietal Lob: Şekil ve renkleri algılama. Uzaksal algılama, görme, aritmetik ve geometrik yetenekleri kontrol eder.
3-Oksibital Lob: Görsel bilgiyi işleyen ve kontrol eden lobdur.
4- Temporal Lob: İşitsel ve koku algılama, dil ve müzik farkındanlığını sağlama ve kontrol etme lobu.
Nöroanatomiciler bu lobların yüzeyleri üzerinde sinir hücresi tabakaları olan nöronların olduğunu tesbit etmişlerdir. Nöronlar, beyinde iletişimi sağlayan en temel merkezdir. Ayrıca insan beyninin bir trilyondan fazla nöronlara sahip olduğunu ve nöronlardan her biri diğer nöronlarla bir çok bağlantı kurmak şeklinde tasarlandığını tespit etmişlerdir.
İnsan beyninin sinir hücreleri dendirit sinyal kablolarıyla haberleşmeyi aktif hale getirmeyi sağlar. Sonra bu dendirit sinyal- haberleşme kabloları daha sonra spinalara bölünür. Yani kısacası beynimizin telekominasyon bağlantılarını sağlayan bir trilyondan fazla nöronlarımızın ve katrilyonlara ulaşan sinaplarımızın durağan elektronik varlıklar olmadığını öğrenmiş oldum.
Egzersizler yaparak konumuza devam edelim. Eğer beynimi doğru olan objeye ya da şeye kilitlersem, o zaman farkı görmek artık benim için çok kolay olacaktır, ancak bu duruma ulaşmak için yorucu bir çabanın, yorucu bir yoğunlaşmanın olması gerektiğini de biliyorum.
Evet, insan beyni yaklaşık bir çok programdan meydana geliyor ve gerçektende adeta keşfedilmemiş muazzam bir evren! Beynimiz, ‘’nöron’’ ve ‘’Gliya‘’ adı verilen 100 milyonlarca hücreden oluşuyor bu hücrelerden HER BİR TANESİ Hongong şehrinin keşmekeş trafiğine benzetebiliriz.
Yukarıda, evren ve kürenin en muhteşem varlığı insan beyni olduğunu düşündüğümü ifade etmiştim. Beynimiz yaklaşık 1,5 kg ağırlığında! İnsan beyni evrenin en karmaşık olgusudur.Bu karmaşık beyin aynı zamanda saniye içinde dünyanın en büyük istihbaratını toplayabiliyor ve anında şeylere operasyon yapabiliyor.
Bu muhteşem sanat eserine yoğunlaşan bir insanın ancak dili tutulabilir! Beynimizin hücresi saniyede 100 defaya varabilen bir hızla diğer hücrelere elektrik sinyalleri gönderiyor. İkincisi, nörologlar genel anlamda tek bir nöron komşu nöronla yaklaşık 100 bağlantı içerisinde olduğunu tesbit etmişlerdir.
Bundan yaklaşık olarak bir yıl önce Youtube Kanalı üzerinde kör bir insanın inanılmaz hayat hikayesini konu edinen, Hollandaca dilinde bir belgesel filim izledim. Bilim adamları, Mike May sayesinde beyin ile görme arasındaki ilişkileri yeniden öğrendiler. Mike May, henüz dört yaşındaydı. Eski bir kimya fabrikasının bulunduğu bir alanda oynarken, bir kimyasal patlama sonucunda hastahaneye kaldırılır. May, bu kazadan şans eseri yüzlerce dikişle hayatta kalabildi, ancak görme yetisini de tümden kaybetti.
Mike May, patlamadan 42 yıl sonra yeni bir cerrahi yöntemin geliştirildiğini duydu ve ameliyat olmaya karar verdi. Ameliyattan sonra gözündeki bandajlar çıkarıldı, bir fotoğrafçı, bir kameraman ve ailesi odaya alındı. Artık May’ın gözleri işlev görüyordu, ancak görmeyi başaramıyordu; onun tabiriyle ‘’her şey karanlık ve bulanık’’ görünüyordu. Bunun nedeni ise beynin GÖRMEYİ ÖĞRENMEK ZORUNDA olmasından kaynaklanıyordu. Yani, May’ın beyni henüz görmeyi öğrenmemişti.
Nasıl ki görme ile ve bakma arasında önemli bir fark var ise, beyin ile görme arasında da ciddi bir farkın olduğunu nörüloglar bize hatırlatıyor. Dediğimiz gibi, Mickey’nin gözleri artık işlev görüyordu, lakin küçük bir sorun vardı; gözleri görmeyi ayırt edemiyordu. Çünkü gördüğü şeylerin hepsini karıncalı ve dalgalı görüyordu. Dolayısıyla görme eylemi aynı zamanda dünyayı ya da objeleri berrak bakışlarla karşımıza almaktan ibaret olmadığını da nörologlar sayesinde böylece öğrenmiş oluyordum.
Beyin görme sinirleri elektro kimyasal sinyalleri yorumlamayı öğrenmediği sürece, objeleri net ve berrak şekilde görmesi mümkün olmayacaktır. Çünkü nörologlar beyin sisteminin görme sinirleri boyunca ilerleyen elektro kimyasal sinyalleri yorumlamayı da öğrenmesi gerektiğini, ancak bunun içinde beynin zamana ihtiyaç duyacağını ifade ederler.
Evet, Mickey’ın gözü tüm objeleri ve kişileri algılayabiliyordu, ama beyni bu görüntüleri işleme yetisinden yoksun olduğu için görüntüleri seçemiyordu. Öyle ki karısının ve çocuklarının yüzlerini ezbere bilmesine rağmen, gözünü açtığında onları görüyordu, ancak yüzlerini ayırt edemiyordu ve bu ‘’karıncalı yüzler’’ onun için hiçbir şey ifade etmiyordu.
May, görmesine görüyordu, ancak yeni halinden memnun değildi. Çünkü insanlarla konuşurken, çok zor anlar yaşıyordu. Yüzlerdeki karıncalı hareketler dikkatini dağıtıyordu. Bu derten kurtulmak ve söylenenleri anlamak için tek çare kalıyordu bu durumda, ‘’o da gözlerini kapatıyordu.’’
May’ı muayene eden San Diego Üniversitesi’nden psikolog Lone Fine’a göre, May’ın en önemli sorunu görüntüleri birbirinden ayırt edebilme güçlüğü idi. Mike May, doktorunu şu sözleriyle onaylıyordu: ‘’Körler için yüzler hiçbir şey ifade etmez, insanı tanımak istediklerinde sesleri ve elleri düşünürler.’’
Mike May’ı muayene eden başka bir doktor ise Don MacLeod idi. Ona göre May’ın ‘’motiflerden ve lekelerden oluşan soyut bir dünyada’’ yaşadığına inanmasıydı. Ancak bunun neden ‘’böyle olduğunu açıklayamamakta’’ idi. Ona göre masanın üzerinde duran bir çicek vazosu ya da bahçedeki bir ağaç sadece bir leke idi.
Burada beyin ile görme arasındaki bu ilişkiden neyi öğrenmiş oluyoruz? Beynin diğer organlarla organik bağın olduğunu öğreniyoruz. El, kol, duyma ve görme organlarımız beyinle elektrokimya ilişkilerini yaşamamışlarsa ya da on milyonlarca sinyalizasyon gerçekleşmemiş ise; organlarımızın görme, duyma, kavrama ve ayırt etme yetisi mümkün olmayacaktır.
Bu durumu düşünce alanında da aynı şekilde değerlendirebiliriz. Çünkü beyin bir şeye yabancıysa onu tanıması, onu görmesi zaman alacaktır. Dolayısıyla beyin sabit bir mekanizma değildir. Nörologlar insan beyninin A’dan B’ye, B’den D’ye geçebildiği gibi; D’den B’ye. B’den A’ya geçebiliceğini bize gösterirler.
May, eski karanlık dünyasını özlediğini söylüyordu. Dünyayı, yeni doğmuş bir bebek gibi algılıyordu. Kör iken tanıdığı karısını, gördükten sonra tanıyamıyordu. Ne kadar enteresan bir şey değil mi? Mike May’ın kör olması onu saate 104 km hızla Dünya Körler Kayak Şampiyonası’nda birinci gelmesine, okyonusun çılgın dalgaları üzerinde sörf yapmasına, aynı zamanda başarılı bir iş insanı ve örnek bir aile babası olmaktan alıp koymamıştır. Acaba Jean-Paul Sartre May’ın bu inanılmaz performansını görmüş olsaydı ne derdi! Çünkü Sartre şu sözü adeta May için söylemişti: “Felç olarak dünyaya gelen bir kişi bile, sporcu ve şampiyon olamıyorsa, bu durumdan kendisi sorumludur” diyordu.
Sevgili okurlar!
Tam bu noktada sizlerle birlikte küçük bir egzersiz yapalım: Çoğunuz tabiattın, insanın, dinin ve siyasetin SIRRINI FARK edemiyorsunuz! Çünkü iyi bakmıyorsunuz; odaklanmadığınız için göremiyorsunuz ve KANDIRILMAK hoşunuza gidiyor! Adamın birinin beynine yeni fikirler bir nehir gibi akmaya başladı. Ayağıya kalktı ve şöyle dedi: “Hepiniz yanılıyorsunuz ve gerçek öyle değildir” dedi. Arkadaşı; “yanıldığımızı ispatlayabilir misiniz?” Adam: evet, dedi. Zamanı, mekanı ve hızı ölçüp hesapladı ve arkadaşın önüne koydu ve arkadaşı şoke oldu!
Bu anlamda ahmak insanın nöronları tembeldir, çalışmaz, yaşama kelebek gibi bakar, dünyası örümcek evi gibi zayıftır, hiç kimseyi fark etmez, hiç kimseyi görmez, duygularıyla harekete eder, duygular insana yalan söyletir, çünkü beynin utanma nöronları SİNYAL vermez!
Şimdi ise, zaman ve mekanla ilgili durumun çok ilginç ve tuhaf bir şey olduğunu bir başka örnekle izah etmek istiyorum: Örneğin, bir aynanın karşısına geçin ve aynaya bakın. Sonra sağ gözümüzü sol gözümüze bakacak şekilde, yavaşça çevirin ve daha sonra aynı şekilde sol gözümüzü sağa çevirdiğimizde hiçbir şey görmediğinizi fark edeceksiniz.
Gözümüzü sağdan sola, soldan sağa yavaşça kaydırdığımızda gözümüzün bir konumdan diğer bir koruma geçmesini sağlamış oluyoruz. Burada önemli olan nokta nedir? Gözlerimiz hareket ederken, asla göremeyecek olmamızdır. Gözlerimiz hâlâ sağa ve sola hareket ederken, zamandaki o boşlukları beynimiz, o anları göremiyor. İşte düşüncelerde öyledir. Beynimizin görmediği o saniyelik boşluk anı, düşüncelerimiz içinde geçerlidir ve düşüncelerimizde yanıldığımızı böylece ıspatlamış oluyorum.
Evet, sevgili okurlarım!
Beynimizin ve duygularımızın bizi yanıltığını ya da bizi aldattığını biliyor muydunuz? Dolayısıyla ne kadar beynimize ve ne kadar duygularımıza güvenmemiz gerektiğini bu andan itibaren tartışmamız gerekiyor sanırsam. O halde bilimsel bir yol ve yöntem izlemeye devam ederek, insan beyninin nasıl işlediğini, duygularımızın nasıl meydana geldiğini birlikte anlamaya çalışalım. Şöyle devam edelim: Beynimizin ve duygularımızın her söylediğine, gözlerimizin her gördüğüne ya da gözlerimizin görmediği bir şeye inanmamızı sağlayan şey nedir?
Amerikalı nöroloji doktoru Pal Rita, yıllarca insan beyni üzerinde araştırmalar yaptı ve beyin ile ilgili özet olarak şu ifadeyi kullandı: ‘’siz beyne bir kez bilgi verin, o üstesinden gelmeyi başaracaktır’’ Dünyanın en iyi nörologlarından biri olan David Eagleman, beynin sadece kurguları görme ve işitmeyle sınırlı olmadığını ifade eder. Ona göre ‘’parmaklarınızı şıklattığınızda’’ gözlerinizin ve kulaklarınızın bu hareketlerle ilgili olarak kaydettiği bilginin daha sonra beyin tarafından işlenildiğini bilimsel bir yöntemle bize göstermiştir.
Nörologlar beyne giden sinyallerin ilerle hızının oldukça yavaş olduğunu ve ‘’bakır bir tel boyunca sinyal taşıyan elektronların’’ hızından milyonlarca kez daha yavaş yol aldığını ayrıca ortaya koymuşlardır. Nörologların bu ‘’parmak şıklama’’ hareketini sinirsel olarak işlenmesinin biraz zaman alacağını söylemiştik. Beyne gelen sinyallerden birinin geçilmeli olarak gelmesi durumunda, ‘’beyin, iki sinyalizasyon olayının birbirlerine yalın bir zamanda gerçekleştiğinin ipuçlarını vererek, beynin beklentilerine uygun bir düzenlemeye’’ gider. Yani anlayacağımız beyin gelen bilgiyi alıyor, işliyor ve Kendisine göre bunu düzenlediğini rahatlıkla söyleyebiliz.
Evet, sonuç olarak duygularımıza ve beynimize güvenme konusunda ilk yapacağımız sorgulama şu olmalıdır: Siz siz olun hemen güvenmeyin bir şeyin doğru olduğuna. Ya da bir şeye inanmanız veya bir şeyin doğru olduğunu bilmeniz onun gerçekten doğru olduğu anlamına gelmez.
Bu konuda nörologların temel referans kaynağı savaş pilotlarının akıllarından çıkarmamaya çalıştığı en önemli ders ‘’cihazlarınıza güvenin’’ demeleridir. Yani savaş uçak pilotları insanların daha çok duygularına değil, mekanik olan o cihazlara güvenmenin çok daha doğru olduğunu söylerler. Tam bu nokta Jean- Jacques Rousseau’un şu sözü aklıma geldi: ‘’Şair ruhlu birini pilot yaparsanız, yolcularla birlikte uçağı yere çakma ihtimaliniz yüksektir.’’ Cenevreli düşünür doğru söylüyordu. Çünkü duygularımız biz insanlara en alçakça yalanları söyletiyordu. O halde size şöyle bir soru sormama izin vermenizi rica ediyorum: Kime inanıyorsunuz, bana mı yoksa gözünüzün gördüğüne mi? Bu soruma yanıt vermeden önce iyice düşünmenizi öneririm.
Evet, sevgili okurlarım!
Konumuza bağlı kalmak şartıyla, insan anatomisinde insanı dehşete düşüren diğer bir nokta ise SES dalgalarıdır. İnsan sesi ya da sesler gerçekten de insanı büyük bir hayranlık içinde bıraktığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Diğer önemli bir nokta ise, sesin aynı zamanda fiziksel bir olgu olması o derece şaşırtıcı ve muhteşem bir sanat. Bu anlamda düşüncelerde tıpkı sesler gibi, harika bir estetiğe sahipler.
O halde düşüncenin de aynen sesler gibi, fiziksel bir temele dayandığını çekinmeden söyleyebiliriz. Sesimizi bir CD’ye kaydebebiliyoruz. Dünyanın bir ucundan diğer bir ucuna, bir gezegenden diğer bir gezegene ve milyarlarca gezegenler arasında sesimizin telekominikasyon yapmasını rahatlıkla sağlayabiliyoruz!
Amerika’da yaşayan dünyanın sayılı fizikçilerinden olan sevgili dostum Prof DR Osman Yaşar’a bir sohbetimizde şöyle demiştim: Sesimizi bir CD’ye aldığımız gibi, normal seslerimiz uzayın herhangi bir noktasında toplayabilen ya da kayıt altına alabilen bir uzay CD´si olabilir mi? Acaba 50 yıl sonra uzayın boşluğuna dağılan seslerimizin keşf edilmesi mümkün müdür? Örneğin, Google arama motorundan üç bin yıl önceki insan seslerine ulaşabilir miyiz? Yani insan düşüncesi en az sesler kadar beni büyülediğini siz değerli okurlarımla paylaşmak istiyorum.
Sevgili okurlar,
Düşüncelerin birde fiziği boyutu var; tıpkı seslerin fiziğinde olduğu gibi. Seslerin nasıl hacmi yoksa, nasıl sesleri tutamıyorsak, dokunamıyorsak, aynı şekilde düşüncelere de dokunmamız ve onları zapturapt altında almamız mümkün değildir! Yani hem sesin ve hem de düşüncelerin bu anlamda gerçekten de bana muhteşem anlar yaşatığını söyleyebilirim.
Beyin üzerindeki egzersizlerimize devam edelim. Özellikle nörologların bu konudaki çalışmalarını titizlikle incelediğimizde ve mukayeseli olarak karşılaştırdığımızda gerçektende sonuşlar bize ‘’wauw’’! dedirtiyor. Bu muhteşem beynin fikir işçiliğini ayakta alkışlanmayı hak eden bir dizi insanlardandan biri olan İskoçyalı matematikçi Jamescler Maxwel, elektrik ve manyetizma birleştiren bir grup temel denklem geliştirdi.
Bu bilim insanı ölüm döşeğinde iken, elektrik ve manyetizim denklem fikrinin kendisinin uykudayken, tamamıyla sanki birinin ona fısıldadığını söylüyordu. Bu büyük dehanın beyni uykudayken, çok farklı işlediğini gösteriyor bize. Örneğin, bu durumu zaman zaman kendimde yaşıyorum. Bir çok kez uykudayken, bir dizi fikirlerle uyandığımı ve yatağımdan kalkıp o fikirlerimi not aldığımı söyleyebilirim. Bu durumumu sevgili dostum yazar Ahmet Pelda’ya anlattığımda, kendisininde uykuda aynı durumları yaşadığını benimle paylaşmıştı.
Yani, elektrik ve manyetizmayı birleştiren bu bilim insanın bu denklemi keşf etmesi bir yoğunlaşmaktan kaynaklanmadığını, aksine onun içinde birinin ona fısıldamasıyla gerçekleşen bir düşünce olduğunu görüyoruz. Bu tür durumlarda beyinde fikirler bir nehir gibi akıyor. Yani insanın içine bir ilham gibi, bir ışık gibi süzen ve beyine harika muhteşem fikirler bırakarak çekip giden o şey, gerçekten de içimizdeki gizli bir şey olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz!
Öyle ki bizim dışımızda başka bir kişinin daha içimizde olduğunu his ediyoruz. Tam da bu noktada Carl Jung’un ‘’Her birimizin içinde tanımadığımız biri daha vardır.’’ ve aynı şekilde Pink Floyd Floyd ifadesi olan ‘’kafamın içinde biri var ama o ben değilim’’diyordu. ‘’Benim dışımda başka birinin de benim içinde olduğu’’ duygusunu yaşayan, filozof ve bilim insanlarından biri de Leibniz’dir. Leibniz, matematiğin sonsuz sayılar olduğunu ortaya çıkaran ve aynı zamanda bilgisayarın ve teknolojinin temelini atan ve felsefik düşünceler üreten muhteşem bir beyine sahipti.
Sizce de isimlerini andığım bu beyinler, bize wauw dedirtmiyor mu? O halde yaratıcı zekaya sahip olan insanların başarılarını kıskanacağımıza, yaratıcı olmayan zekamıza yoğunlaşmayı ve parmaklarımızı ısırmayı öneriyorum! Belki bu durum kıskançlığımızı terapi etmeye yardımcı olur.
Yaratıcı zekaya sahip olan insan, zor koşullar altında inanılmaz başarılarıları elde ediyorlarsa ve bu durumu mütevazilikle geçiştirme yerine, doğrudan başarısından övünerek gurur duyuyorsa, gayet normal bir durumdur! Çünkü insan güzel bir iş yaptığı zaman, sevinir ve özgüven duygusu kazanır.
İnsanların başarılarına ve yeteneklerine kıskançlık refleksiyle karşılık verenlerin ahvaline bakınız; arkalarında bıraktıkları tek bir başarılı çalışmaları ve arkalarında bıraktıkları tek bir eserleri yoktur. Çünkü bu tür insanlar yaratıcı zekaya sahip olmadıkları için, kıskançlık hastalığı onları çepeçevre kuşatmısı altına almıştır. Bunlar için, erdem ve asaletin bedeli ACIDIR! Acı benim için müthiş bir mutlulukken, bu tür insanlar için büyük bir azap!
Ana konumuza tekrar dönecek olursak, beyinimiz ve zihinimiz sürekli olarak bir kaos yaşıyor. Eğer zihin kaosu iyi yönetebilirse, düşünceler hızlı bir şekilde gelişir ve çözüm beklenmedik anda gerçekleşir. İşte bu beynin adı ‘’yaratıcı zeka!’’ Aynı biçimde beynin diğer faksiyonlarından biri olan ‘’sıradışı yaratıcılık’’ özelliği de insanı hayretler içinde bırakıyor. Bana göre İtalyalı Lorenzo, tüm zamanların en büyük öğretmeni idi! O İtalya’daki en zeki ve en yaratıcı beyinleri araştırıyor, buluyor, eğitiyor ve dünyanın en büyük dahisini ortaya çıkarıyordu. İşte Loranze, işte Floransa ve işte Michelangelo! Evet, neden anlamak istemiyorsunuz? O olmasaydı, Michelangelo ve yaratığı muhteşem Davut Heykeli olmazdı.
Örneğin, bu sıradışı yaratıcı beyne sahip olan insanlardan biri de İngiliz şair ve filozof Taylor Coleridge şöyle demişti: ‘’Yazar üç saate yakın, dış uyarılara karşı tamamen kapalı, derin bir uykuya daldı ve bu süre içinde öyle bir güven hissiyle doluydu ki 200-300 dizeden aşağı yazmış olamazdı; tabii eğer buna yazmak denebilirse, çünkü ne telaş, ne de bilinçli bir çaba olmaksızın tim imgeler önünde maddeleşmiş halde, uygun ifadelerle birlikte paralel olarak yükseliyor.’’
Amerikalı oyun yazarı, senarist Neil Simon da şöyle demişti: ‘’Gerçeklikten ayrı bir boyuta giriyorum. Bilinçli olarak yazmıyorum, sanki omuzumun üstünde bir ilham perisi oturuyor.’’
Mozart ise bir bambaşka idi: ‘’Diyebilirim ki, tamamen kendimde, tek başıma ve keyfim de yerinde olduğunda, mesele bir arabada giderken, iyi bir yemekten sonra yürüyüş yaparken,veya geceleri uyumadığında, işte fikirler beyne en çok bu gibi durumlarda akmaya başlıyor. Ne zaman ve nasıl geleceklerini bilemiyorum, kendimi zorladığım zamanlarda gelmezler…’’ diyordu.
Dünyanın en iyi bestecilerinden biri olarak gösterilen Çaykovski, eşcinsel eğiliminin dedikodulara yol açmasını önlemek için 1877’de konservatuvardan bir öğrencisiyle evlenir. Çaykovski’nin bu evliliği mutsuzlukla sonuçlanmış ve intihar girişiminde bulunmasına yol açmıştır. Çaykovski şöyle demişti: ‘’Genelleme yapacak olursam, gelecekte yazılacak bir kompozisyonun ilk esin kaynağını aniden ve beklenmedik şekilde gelir. Ruh hazırsa yani, eğer çalışma isteği varsa-olağanüstü bir güç ve hızla köklenir, topraktan dışarıya fırlar; dallarınıi yapraklarını çıkarır ve sonunda filizlenir. Yaratıcı beynin sürecini bu benzetmeden başka bir şekilde tanımlayamam’’
Fransız matematikçi Henri Poincaré YARATICI OLMA ANLARINI şu sözlerle özetliyordu:
‘’Bir akşam, hiç adetim olmamasına rağmen, koyu bir kahve içtim ve uyuyamadım. Fikirler sürüler halinde gelmeye başladı; tabiri caizs, sabit bir kombinasyon oluşturmak için çiftler birbirine girene kadar çarpıştıklarını his ettim. Ertesi sabaha kadar, Fuchs fonksiyonlarının hipergeometri serilerinden çıkan yeni bir türünün varlığını kanıtlamış durumdaydım, yanlızca sonuçları kaleme almam gerekiyordu; o da en fazla birkaç saatimi alacaktı.’’
Sıradışı ve yaratıcı zekaya sahip olan en etkileyici ünlü bilim insanlarından biri de Francis Galton’dur. Galton, aynı zaman da Charles Darwin’in kuzenlerinden biridir. Galton, Beşinci yaş gününden önce, ablasına yazdığı aşağdaki mektup, Galton’un harika ve muhteşem bir çocuk olduğunu fazlasıyla kanıtlıyordu.
Sevgili Adele,
‘’Dört yaşındayım ve bütün İngilizce kitapları okuyabiliyorum. 52 mısralık şiir yanında, Latince bütün isim, sıfat ve aktif fiilleri söyleyebiliyorum. Bütün toplama işlemlerini yapabiliyor, 2,3,4,5,6,7,8,(9), 10, (11) ile çarpabiliyorum. Peni taplosunu da ezberden okuyabiliyorum. Fransızcayı da biraz okuyabiliyorum ve saati söyleyebiliyorum. ‘’
Francis Galton
15 Şubat, 1827
Pekâlâ, bu yaratıcı zekaya sahip olan insanlarda bir dizi psikolojik rahatsızlıklar var mıydı? Ya da ‘’Yaratıcı Beyin’’ kitabınınn yazarı olan dünyaca ünlü nörolog DR. Nancyc Andreasen’in ‘’ Yaratıcılık ve psikolojik rahatsızlık arasında bir ilişki varsa, bu yanlızca yaratıcılığın (yazı yazmak ve resim yapmak gibi) belli türleri için mi, yoksa bütün yaratıcı insanlar için mi geçerli, yoksa bütün yaratıcı insanlar için mi geçerliydi? Eğer bir ilişki varsa, daha çok aileden mi geliyordu? İlişki aileyle bağlantılıysa, genetik midir, değil midir; yoksa her ikisi de mi geçerlidir?
Devam edelim: Cinsellik-sex ve kadın hakları üzerinde yaptığı çalışmalarıyla tanınan ve aynı zamanda ünlü gelenek karşıtı filozof Bernard Shaw’ın dostu olan İngiliz büyük psikolog Havelock Ellis, 1928 yılında yayınladığı ‘’Seksin Psikolojisi Üstüne Çalışmalar’’ adlı yedi ciltlik bir kitap yazdı. Bu kitaplar ilk basıldığında İngiltere kamuoyun da ve basın da ‘’PİSLİK’’ olarak görüldü ve kitapların ikinci baskı yapılmasına izin verilmedi. Ellis,uzun yıllar sanatçılar, yazarlar ve bilim insanların psikolojileri üzerinde yaptığı titiz çalışmalarla, çok çarpıçı ve garip şizofreni ve depresif hasta tanılarını ortaya çıkarmıştır.
Yazarlar ve bilim insanların psikolojileri üzerinde çok titiz incelemelerde bulunanlardan biri de dünyaca ünlü nörolog DR. Nancyc Andreasen; ‘’yazarların çoğu ağır deprasyon, mani ve hipomani dönemleri olsa da, istisnasız hepsi hoş, eğlenceli ve çok ilginç insanlardır.’’ sözleriyle durumu özetliyordu.
Şu gerçek, bir çok yazar ve nörolog tarafından da dile getirilmiştir: Aşırı deprasyon ve agrasiflik durumlarında hiçbir yazarın ve sanatçının yaratıcı olamayacağını düşünenlerdenim. Çünkü kendimden çok iyi biliyorum ki, defresif ve agresif olduğum durumlarda hiçbir şekilde iyi şeyler düşünemiyorum ve yaratıcı fikirler yazamıyorum. Şu gerçeğide bilmemiz gerekiyor: Bir çok ünlü yaratıcı yazar ve bilim insanı ruhsal ve şizofreni nedenlerden dolayı intar etmişlerdir. Gérard de Nerval, sevgilisi kendisini terk ettikten sonra, kendisini sokak lambasına asarak intihar etti. Dünyanın ilk milyoner yazarı olarak gösterilen Jack London, yakalandığı bir hastalığın etkisinde kalarak intihar etmeyi seçmiştir.
Stefan Zweig, bir düş kırıllığına uğradı. Hitlerin Almanya, Avrupa ve dünya da yaratığı ırkçılığın, ölümseverliğin kalıcı olacağını düşünmesi ve karamsar bir ruh haline girmesiyle birlikte eşiyle birlikte intar etmeyi seçti.
Dünya edebiyat liginde tanınan İngiliz yazar Virginia Woolf, son romanı bitirdikten hemen sonra ciddi bir ruhsal bozukluk ve şizofren nevrozuna girdi ve evlerine çok yakın olan Ouse nehrinin sularına attı ve boğularak öldü.
Walter Benjamin, Yahudi kimliğinden dolayı Hitlerin kötülüğünden kendisini korumak için sürekli kaçtı, saklandı ve en son bu duruma dayanamayıp yüksek dozajda morfin alarak intihar etti.
Yazar Ernest Hemingway, depresyon, paranoya ve alkol onu çok zayıf düşürmüştü. En son dayanamayıp bir av tüfeğiyle hayatına son verir.
Primo Levi, İtalyalı bir Yahudi yazar. Lev, toplama Kampı’na gönderilir, yaşadıklarının etkisiyle Allah’a olan inancını kaybeder ve yaşadığı manevî boşluğun etkisiyle, evinin merdiven boşluğuna kendini bırakarak intihar eder.
Gogh, Güneş resmini çizdikten hemen sonra ‘’artık yaşamamın hiçbir anlamı kalmadı’’ diyerek evinde bir tabancayla intihar eder.
Birden fazla ödüller alan yazar ve şair Ann Sexton, ruhsal hastalıklarının yaygın olduğu bir ailede doğdu. Sexton’ın teyzesi uzun süre akıl hastanesinde tedavi gördü, kız kardeşi ise kendisinden önce intihar etti. Sexton, birkaç kez intihar girişiminde bulunur ancak başarısız kalır. “Yaşa ya da Öl” isimli şiir kitabını yazdıktan sonra yazar, kendini intihara çoktan hazırlamıştı bile. Arabasının egzoz gazıyla intihar etti.
Kötümserlik sinyalleri bu dahi insanların beynindeki odak merceğini daraltabildiğini görüyoruz. Aynı şekilde pozitif odak merceğimiz duygularımızı genişletiğini, görüş mesafemizi ayarladığını, beklenmedik şeylere karşı daha hoşgörülü bakmamızı da sağlıyor.
Ancak Gogh için aynı şeyleri söyleyemeyiz. Çünkü hayata çok karamsar bakıyordu. Ressam bine yakın resim çizmiştir, ancak hiç kimse tek bir resimini satın almamıştı. Başarısızlık örneğiyle hayata intihar ederek veda etmiştir. Sonra KEŞF edil ve KIYAMET koptu!
Kısaca psikolojik rahatsızlıkları olan John Nash, Newton, Nietzche, Tolstoy, Lincoln, Roosevelt, Mill, Beethoven, Van Gogh gibi üstün zeka, üstün akıl ve üstün yaratıcılık özelliklerine sahip olan bu insanların karamsarlığı çoğunuzu şoke edecek ve muhtemelen bana “deli Kadir” demeye devam edeceksiniz.
Kürtler arasında benim için de deli ifadesini kullananların sayısı az değildir. Henüz 13 yaşındaydım ve oldukça yaramazlık yapan bir çocuktum. Benden dört yaş büyük olan ağabeyim, Bingöl İmam Hatip Lisesinde okuyordu. Ağabeyimle okulda siyasal İslamcı düşünceye sahip olan bir öğretmen ilgilenecekti. Öğretmen, ağabeyimi kısa bir süre içinde İslamcı bir militan yapmıştı. Abim, o genç yaşlarda ev ortamında terör estiriyordu. Seyit Kutup ve Mevdudi’’nin kitaplarıyla adeta coşuyordu. Okuduğu kitapların etkisinde kalarak babama, anneme ve kardeşlerime “siz müslüman değilsiniz.” Diyordu(!)
Abimin baskılarıyla önce namaz kılmayı ve daha sonra Kuran okumayı öğrendim. Ağabeyimin bana verdiği şeriatçı yazarların kitapları, her okuduğumda beynimin nöronları üzerinde bir dizi etkiler meydana getiriyordu. Galiba, beynimin nöronları yavaş yavaş ‘’eşekleşmeye’’ evriliyordu. Kısa bir süre sonra abimin bir benzeri olarak ortaya çıkmıştım. Benim bu yeni durumun ailemi, komşularımızı, okul arkadaşlarımı ve beni tanıyan şehirdeki insanları oldukça huzursuz etmişti. Hemen şu beynin ‘’eşekleştirilme’’ meselesine gelmek istiyorum(!)
Evimizin hemen karşısında ‘’Selim Ağa’’ adındaki bu beyefendi mal-mülk sahibi bir komşumuzdu. Ağa, küçük şehrimizin en geniş arazilerine sahipti. ‘’Selim Ağa’’ çok iyi bir ağa ve çok iyi bir insandı. Yoksullara ve çaresiz insanlara yardım elini uzatırdı ve her akşam mutlaka misafirleri olurdu. Ağa, babamın akıllı ve zeki bir insan olduğunu söylerdi ve onu çok severdi.
Bir gün sordum babama, bu adama neden bu kadar değer verdiğini, onu sevdiğini, ağanın bu kadar arazilere nasıl sahip olduğunu ve insanları ağalık kimliğiyle nasıl sömürdüğünü ve ayrıca onun hiçbir değeri ve hiçbir sevgiyi hak etmediğini düşündüğümü söyleyince; babam gülümseyerek bana şöyle yanıt verdi: Lawê min ê delal! Kuzenin Kasım’a çok benziyorsun. Çünkü Kasım’ın beyni eşeğin beynidir! Seninde beynin öyledir. Sebebine gelince: Kasım, henüz bebek iken, Teyzen Halim’e onu emziremiyordu. Çünkü memelerinde Kasım’a verecek sütü yoktu. Talihsiz teyzen çareyi eşeklerinin sütünü sağıp Kasım’a içirmek zorunda kalmıştı. Yani teyzen, kuzenin Kasım’ı eşeğin sütüyle büyüttü(!)
Rahmetli babam kısacası şunu demek istiyordu: Ağalara ve seydalara nefret gözüyle bakmamı sağlayan İslamcı beynime altın vuruş niteliğinde göndermelerde bulunuyordu. Yani beynimin İslamcı yazarların kitaplarıyla nasıl ‘’eşekleştirildiğini’’ bana kavratmaya çalışıyordu. Babamın konuşmalarına beynimin nöronları kızarak tepki vermişti.
Yıllarca beynimin nöronları bu durumu fark edemedi. O yıllarda çok cahildim; beynim o zamanlar henüz bir trilyon nöruna ve bir katrilyon sinapsa ulaşmamıştı ve dehası beynim o sıralar Oblomov beyniydi ve kendisini örgütleyecek kadar yaratıcı değildi; tembeldi! Yani, beyinde arşivlenen şeyler tekrar beyin tarafından yeniden sorgulanarak, beynin en uygun çekmecesine konularak arşive alındığınıda ayrıca bilmemiz gerekiyor.
Yaratıcı insanlar başkalarının görmediklerini görürler ve başkalarının görüp sorgulamadıklarını sorgularlar. Geleneklere ve yeni olan herşeye at gözüyle bakmazlar. Yani, ne siyah olmayı ne de beyaz olmayı tercih ederler. Grinin tonları arasında zihinsel egzersizler yapmayı çok severler ve grinin tonları arasında kendilerini çok mutlu his ederler.
Yaratıcı insanların en büyük özelliklerinden biri de dışarıdan dayatmalara asla rıza göstermezler. Keşf etmeyi, macerayı çok severler ve hedefleri mükemmeliyetçiliktir. Yaratıcı zeka dayanıklıdır, sabırlıdır ve hedefine ulaşmada ısrarcıdır. Israrcı olma özelliklerinden dolayı sürekli dışlamalara maruz kalırlar. Ama onlar bu duruma asla aldırış etmezler. Çünkü onlar tabuları yıkarak, sınırları zorlayarak, ezberleri bozarak ve her olguya yepyeni bir bakış açısı kazandırarak ve sorgulayarak hedeflerine varmak isterler.
Bunun içinde yoğun bir konsantrasyon ve tam zom durumuna geçmeleri gerekiyor. Yani, ruhen çevresinden tamamıyla soyutlanması yada bir boyutan diğer bir boyuta geçmesi gerekiyor. Örneğin, Michelangelo, Van Gogh ve Leonardo gibi büyük yaratıcı zekaların çoğu, çok az uyumuşlardır. Çok daha önemlisi bir konu, fikir ve proje üzerinde yıllarca kafa yormuşlardır ve taki iç dünyaları rahat ve en mükemmelini elde edinceye kadar bıkmadan ve usanmadan çalışmışlardır.
Zeka gözeneklerimizi açık tutmak, beynimizdeki tüm norön çekmecelerini doğru kullanmak ve beynimizin ‘’eşekleştirilmesine’’ karşı koymak için zihnimizi nasıl çalıştırabiliriz? Yaratıcı bir zekanın inşası için, öncelikle zihnimizin dinleneceği ve huzura kavuşacağı daha çok doğal mekanları seçmemiz geretiğini düşünüyorum.
Doğa da yürüyüşe çıkmak, koşmak, derin nefes almak, kuşların ve suyun sesini dinlemek, karıncaların mücadelesini izlemek ve kitap okumak insan zihnine muhteşem bir huzur duygusunu kazandırdığını ve ayrıca yaşamı sorgulamayı ve farkındanlığı zihnimizde kozalaştırdığını ve ruhumuzun doğayla senkronize halde bir kelebek etkisi yaratığını rahatlıkla söyleyebilirim.
Doğanın içinde doğayla yoğunlaşmak. Bu duruma popülasyon veya meditasyon egzersizleride diyebiliriz. Meditasyon egzersizleri nörobilimin başat konusu olmayı başarmıştır. Nörobilim uzmanları yoğunlaşma teknikleri üzerinde yaptıkları çalışmalarda ve ölçümlerde insan beyninin işlevlirliğinde muazzam yararlar sağladığı sonucuna varmışlardır.
Gama Senkronu “basit elektroensefalografik tekniklerle” (EEG) ölçülüyor Son yıllarda özellikle nörobilimcilerin BEYNİN GAMA SENKRONU olarak isimlendirilen bu noktaya yoğunlaşmışlardır. Peki, Gama ne demektir? Gama dalgaları ya da sinyalleri beynin korkeks bölgesinde gerçekleşen en yüksek frekanslı titreşimlerdir. Bu uyarıcı sinyaller beynin farklı bölgelerinde eşzamanlı olarak beynin her tarafına eyleme geçerler. İşte gama dalgaları tam bu noktada bu karmakarışık olayları beyne gönderirken, beyin de bir trilyon olan nöronlarını harekete geçirerek, bu karmaşık olayları keşf eder ve çözüm üretir. İşte tam da bu noktada yaratıcı bir zekayı ortaya çıkaran gamanın kortikal bölgelerinde yer alan; frontal, temporal ve parietal loblardır.
Yaratıcı zekaya sahip olan insanların kendilerine olan özgüvenleri onları kibir basamaklarına doğru çıkmaya zorladığı gibi, aynı zamanda her basamakta sürekli kendini eleştiren mükemmeliyetçi bir karektere büründürür. Evet, beynimizin korteks bölgesinde biri cennet diğeri cehennem çekmeceleridir. Belkide, cennet ve cehennem determinizmini en iyi dile getiren İngiliz şair John milton’un şu sözleridir: “Zihnin yeri kendisidir ve kendi içinde cennetten cehennem, cehennemden cennet yaratabilir.”
Dolayısıyla yaratıcı bir zeka, bireysel ve bağımsız olmak zorundadır. Çünkü bağımsız olmayan bir kişi, bağımlı olur ve yaratıcı bir kafaya sahip olamaz. Yaratıcı bir zeka keşf edildiğinde eğitimi için, toplumun desteğine ihtiyaçı vardır. Bu anlamda usta-çırak veya öğretmen ve öğrenci sistemi şart. Leonardo ve Michelangelo isimlerine hayranım ve onlardan ilham alıyorum. Bu iki yaratıcı dehanın ortaya çıkmasını sağlayan şey neydi acaba? Aile mi, devlet mi, şirket mi, parti mi, örgüt mü? Hayır, bunların hiç biri değil. Yaratıcı bir zekaya sahip olmalarını sağlayacak ne bir ortam ve ne de bir aile çevreleri vardı. Her iki dahi “yaratıcı bir doğaya”sahiptiler.
Bir İtalyan Rönesans filozofu olan Giovanni Mirandola’nın sloganı şuydu: “Her çeşit bilgi beni ilgilendirir” diyordu. Evet, dijital çağın ruhuna uygun yeni bir şey yaratmak ve keşfetmek için güçlü okumak, yoğunlaşmak, sorgulamak, araştırmak ve incelemek gerekiyor. Daha çok, fikir zenginliğin ve özgür bir ülkenin olduğu bir yerde yaratıcı beyinler ve zekalar ortaya çıkardığını biliyoruz.
Güçlü okumalar ve derin yoğunlaşma yapan lider ve yazarlar düşüncelerini rahatlıkla örgütleyebiliyor ve yönetebiliyorlar. İşte yaratıcı insanın en çok sevdiği şey beyindeki bu düşünce kaosudur. Kaos ona yepyeni fikirler kazandırır, onu yepyeni maceralara ve keşiflere yoklculuk yapmasını sağlar. Sanırsam zengin biri olsaydım, bu kadar yoğunlaşamazdım. Yoğunlaşmayı seviyorum. Yoğunlaştığımda batinî sinyaller beynimde çağrışımlar meydana getiriyor. Bu uyarıcı ve kışkırtıcı sinyaller yeni bir fikir kozasını inşa etmeme, onu örgütlememe ve yönetmeme vesile oluyor. Beynimde uçuşan bu sinyalleri düşünceye çeviremezsem, örgütleyip yönetemez isem, işte tam da bu noktada bende fikir bunalımım ortaya çıkıyor. O halde ODAKLANMAK nedir? Her şeyi ama her şeyi dışarda bırakarak tek bir KONU üzerinde yoğunlaşarak, düşünce üretmek ve bunu beynin korteks merkezine göndermek demektir.
Dolayısıyla toplumu her gün bir ajan gibi takip ediyorum; derine inmek, tanımlamak ve anlamak için duygularımı karıştırmaktan kaçınıyorum. Dünyanın en iyi sosyal bilimcisi olmam için, bıkmadan her gün takip etmek, derine inmek, tanımlamak, anlamak; tanımak, anlamak, tanımlamak, anlamak ve taki beynim DELİ oluncaya kadar!
Normal bir insanın zeki ve akıllı olacağını düşünmüyorum. Örneğin Martin Luther 1517’de “doksan beş tezi”ni yazıp Wittenberg’deki kilisenin kapısına çiviledi ve ardından ona “deli” dediler! Tarihte ve günümüzde en büyük yazarlar, ressamlar ve müzisyenler yüksek düzeyde yaratıcı eserler meydana getirdiğini yukarı bölümde değindim. Dahi ve yaratıcı olan bu insanların bazılarının ölümlerinden önce eserleri yayınlanmadı ve bazılarının da yayınlandı ancak hiç bir ilgi görmedi.
Örneğin ‘’Sivil İtaatsızlık’’ akımının fikir babası olarak gösterilen David Thoreau, 1849’da iki eserini kendi parasıyla baskıya verdi. 1853 yılına gelindiğinde Thoreau’un 1000 adetlik baskıdan 700’ü hala raflarda duruyordu. Yayınevi, rafları bu kitaplardan kurtarmak isteyince, Thoreau’dan kitaplarını almasını rica etmişti ve Thoreau’da kitapları evine taşımış ve günlüğüne şu ironik notu düşmeyi ihmal etmemiştir: ‘’Şu anda kütüphanemde 900 kadar kitap var ve 700 tanesini ben yazdım.’’
Konunun daha net şekilde anlaşılşası için, bir örmek daha vermek istiyorum: Charles Darwin ve kuzeni Francis Galton zengin ve eğitimli ailelerden gelmişlerdir. Biri evrim, diğeri ojen teorisini kuruyor. Her ikisinin de TIP dışında RESMİ bir eğitim ve diplomaları yoktur. Yani ikisi de kendi kendilerini yetiştirmiştir. Her iki isim de yaratıcı ZEKAYA sahipti.
Sonuç olarak, toparlayacak zekamızı geliştirmeliyiz. Çünkü zeka en problemli ve en karmaşık olan bir meseleyi çözme sanatıdır. Her birimiz ontolojik ya da biyolojik olarak belirli seviyede DZ yetenekleriyle doğarız! Sonra zekamızı-yeteneklerimizi gayret ederek, arkadaşlarımızla egzersizler yaparak ve okuyarak elde ederiz.
Genellikle yaratıcı insanlar en çok fikir egzersizlerin, fikir zenginliğinin ve fikir özgürlüğünün olduğu bir ortamda, bir çevrede ya da bir ülkede ortaya çıkarlar. Bu beyinleri Kürdistan’ın her bir kasabasında ve her bir şehrinde çıkarmak mümkündür. Bunun için yaratıcı zekaya sahip gençlerimizi özgür düşünceye teşfik etmekle işe başlayabiliriz. Soru sormasını, sorgulamasını ve bizimle tartışmasını sağlayacak özgür ortamlar yaratmalıyız.
Kadir Amaç Brüksel