Devlet Bahçeli’ye Açık Mektup

Sayın MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’ye…                                            Kadir Amac televizyon yayını

Avrupa’nın başkenti Brüksel’den selam, sevgi ve hürmetlerimi gönderiyorum. Ayrıca, gönül dünyamın bahçesinden bir demet BARIŞ ÇİÇEĞİNİ koparıp zat-ı alinize armağan ediyorum.

Efendim! İzninizle mektubuma üstad Necip Fazıl Kısakürek’in şu enfes belirlemesiyle mektubuma devam etmek istiyorum: “Kendinizden başka her insanı mazur göreceksiniz! Herkesi bu hale birbiri getirdi! Herkes herkesi affetsin! Başka ne çaremiz olabilir ki?’’

Sayın Devlet Bahçeli! Sevgili Türk ve Kürt halkları YIKIM, ACI, ÖLÜM ve KÖTÜLÜKTEN BAŞKA HİÇBİR ŞEY OLMADIĞINI YAŞAYARAK GÖRDÜ!

Efendim güç öyle bir şey ki onu uzun zaman elinizde tuttuğunuz vakit, kendinizi her zaman için haklı görmeye başlarsınız. Eğer bir gün sizin gibi siyasetçi olmaya karar verirsem, Türk ve Kürt sosyolojilerine uygun bir teknik kullanacağım ve ümrana göre uygun bir disiplin içine gireceğim. Bunu yapabilmem içinde bağımsız düşünmeliyim, halkı kışkırtmamalıyım, kafaları karıştırmamalıyım, halkı ikna etmeliyim ve en yüksek düzeyde BARIŞ ve AHLAK örneğini sergilemeliyim.

Bu mahfilde yeni devlet paradigmanızı önemsemediğimi ve değerli bulduğumu belirtmek istiyorum. Şöyle ki optimal bir DEVLET kendi içinde yaşadığı siyasi mistifikasyonları, etnik kim-likleri, plüralist ve akültürasyon grupları içine alır, onları siyasal egemenliğine ortak eder, demokra-si kültürünü parlamento zemininde buluşturur ve böylece politik varoluşun temelindeki DOST-DÜŞMAN ayrımını ortadan kaldırılmış olur.

Sayın Devlet Bahçeli!

Evet, siyasi bir liderin zekâsı önemlidir. Ancak doğrusunu söyleyecek olursam, asıl önemli olan bir siyasi parti lideri ya da bir devlet başkanı için, siyasi olaylara karşı dayanma gücü ve yürekliliğidir. Elbette ki zat-ı alinizin duygularına kapılan bir lider olmadığınızı yaklaşık olarak bi-liyorum. Çünkü duyguların özellikle barışı gerçekleştirme konusunda hiçbir işe yaramadığını benden çok daha iyi biliyorsunuz. Ayrıca zat-ı alinizi barışı gerçekleştirme konusunda büyük bir risk aldığınızı ve barışı gerçekleştirme konusunda son derece kararlı olduğunuzu net olarak görebi-liyorum.

Lider olmanız yalnızca bir seçim değil, aynı zamanda barış, sevgi ve asalet sevdalısı biri olduğunuz gerçeğini mütevazı kişiliğiniz gizlese de bu yanınızı görebiliyorum. Tıpkı bir balık için su ne ise, bir kuş için gökyüzü neyse, sizin için de “barış lideri olmak” odur.

Bir insan istediği her şeyi hayal edebilir, ancak düş kurarken uyanık değildir; uyandığı zaman düşlerinin gerçekle çok az ortak yanlarının olduğunu fark eder veya hiçbir gerçekle hiçbir ortak yön bulamaz. Tam da bu nokta da zat-i alinizi barış sürecinin en büyük MUCİZESİ gördüğümü paylaşmak istiyorum.

Bir liderin değerinin en belirgin ölçüsü kendi siyasal liderlik performansının üstünlüğünü dostuna ve düşmanına kabul ettirebilme yeteneğidir. Bu anlamda, barışın mimarı ve elçisi olmanız, Türk ve Kürt halklarının gönül dünyasında büyük bir değer görmüştür. İşte bu, zahid ve arif karakteriniz ve zat-i alinizi büyük liderlik mertebesine ulaştırmış bir durumda gösteriyor. Bu büyük liderlik portreniz sizi yalnız Türk siyasetinin büyük bir siması yapmıyor, ayrıca Allah’ın izniyle, barış lideri portreniz sizi yeni “Demokratik Türkiye”yi yaratan paradigmanın eseri, yüzyıllara intikal eden bir ANIT olarak yaşatacaktır.

Kadir Amaç

Brüksel

Aşkın Felsefesi !

Sevgili okurlarım, zaman zaman kendimi çok yorgun hissediyorum. Evet, temelde sağlığım iyidir. Ancak her şeye üzülme ve her şeye kafa yorma alışkanlığımı bir an önce terk etme vaktimin geldiğini düşünmüyor değilim. Acaba bu konuda ne yapabilirim ki? Hiç bir güç selin hızlı akışını durduramazken, ben beynimde sel gibi akıp giden düşüncelere durun diyemem ki! Şiddetli yağış ve güneşin ısısına dayanamayan devasa kar katmanlarının erimesiyle nasıl bir sel  meydana geliyorsa, benim de beynimdeki sel bilgi, bilinç ve keşf etme ile meydana geliyor.

Teşbihte hata olmazsa şayet, yıldızların arkasına saklanan bulutlar gibidir benim yanlızlığım. Elif-Lam-Mim beni bırakıp gidince, beynimin ışıldayan mumu söndü, gönül bahçemin gülü soldu ve bela direkleri dikildi önce gözlerime ve sonra yuvamın kapısına! Yuvanın muhkem sinesinden bir demet pırıl pırıl sevgi adayarak, yuvamın önüne dikilen belâ direklerini devirmek istiyorum. Yuvadan uçtuğu günden beridir AŞKIN eline bir demet papatya çiçeğini armağan etmemiş olsam da hayatımda en çok sevdiğim, en çok kıymet verdiğim ve en çok anlam yüklediğim ay yüzlü, selvi boylu hâlâ gönül dünyamın başkentidir. Gönül dünyamın mücevherini bir taş kırıp  parçalarsa eğer, sanma ki gönül dünyamın mücevherinin değerinin düşüp TAŞIN DEĞER kazanacağını! Ey ahmak kimse! Şunu hiç bir zaman unutma: Taş PIRLANTAYI kırabilir, lakin taş PIRLANTAYI kırdığı için değer kazanmaz ve pırlantanın değeri ise hiç düşmez! Bu anlamda AŞK, MUTLULUK ve ÖZGÜRLÜK konularıyla ilgili bir kaç fasıl etmek istiyorum. Biliyorum, hep mutlu ve özgür olamıyoruz. Galiba, aşk, mutluluk ve özgürlük aynı şeyler değil gibi geliyor bana! Yaklaşık olarak, mutluluğu uçucu ve acıyı da aynı biçimde uçucu bir madde  olarak tarif ediyorum! Ama özgürlük duygusu öyle değildir; hep kalıcıdır ve içinde sürekli bir devinim ve arayış içindedir. Yani özgürlüğün içinde sürekli bir anlam arayışı vardır. Bu konuda Şia kaynakları İbni Sina’nın başından geçen şöyle bir olay aktarırlar: İbni Sina, 997 yılında Buhara kralı Emir’i tehlikeli bir hastalıktan kurtardığı için, Emir onu danışmanı ve veziri yapar. İbni Sina, bir gün Saray’ın ileri gelen aristokratlarıyla birlikte, debdebe ve şaşayla yolda giderken bir lağım temizleyicisine rastlar. Adam tam da o sırada bir lağım kuyusunu boşaltmakla meşguldür ve hem de  lağımı büyük bir mutluk içinde temizlerken kendi kendine şu türküyü de söylüyordur: “Hatırını sayar, kıymetini bilirim ey gönül. Hoşça vakit geçirmen ne de hoş gerçekten…” Bu cümleleri duyan İbni Sina gülmekten kendini alamaz ve adama şöyle seslenir: “Ey insan, bu pis işi yaparak mı gönlüne hoşça vakit geçiriyorsun? İnsaf be adam!” Adam İbni Sina’ya hiç çekinmeden şöyle yanıt verir: “Ben bu mesleği, SENİN GİBİ BAŞKALARINA  KULLUK  etmemek ve ÖZGÜR YAŞAMAK için seçtim. Ey dünyanın arzularına kendini teslim eden! Benim HÜR bir lağım temizleyicisi olmam, senin şu andaki durumunda bulunmaktan, hatta dünyanın bütün nimetlerinden çok daha evladır!  Çünkü siz kula kulluk etmektesiniz, özgür değilsiniz ve Emir hükümdara kulluk etmeye mahkumsunuz!” Evet, değerli okurlar, İbni Sina, bu lağım temizlik işçisinin sözleri karşısında mahcubiyetten mum gibi eridi, bütün vücudunu ter bastı; bu akıllı ve erdemli söz karşısında verecek hiçbir cevap bulamadı ve başını önüne eğerek yoluna devam etmişti.

Küçük bir fasıl olsa da AŞK konusuna dokunmak  istiyorum: Adını tam olarak hatırlamadığım  bir Alman yazarın, (belki Ulrich Beck olabilir.) “Aşk merhamet istemez, parayı peşin ister.” Öyleki aşk, “kapitalizmin içinde bir komünizmdir.” sözlerini düşündürücü buluyorum. Ancak Mevlana, “Mesnevi” adlı eserinde kapitalizim öncesi zamanlara bizi götürerek, Leylâ ve Mecnun’un yaşadıkları aşkın, “parayı peşin istemediğini” GOOGLE TOPLUMUNA adeta kanıtlamış oluyordu. Mecnun, bir gün Leylâ’yı görmek için, evlerinin kapısına gider ve onu özlediğini söyler. Leylâ birileri Mecnun’un sesini duyar diye, korkusunu şu sözlerle dile getirir: “Sus, konuşma!” Aradan uzun bir zaman geçer, aşıklar tekrar uygun bir yerde buluşurlar. Leylâ, Mecnunu’na bu kez şöyle seslenir: “Neden suskun durmuşsun ve konuşmuyorsun?” Mecnun: “Sen bana demedin mi sus ve konuşma! O günden beridir suskunum ve hiç kimseyle konuşmuyorum” der. Gene bir gün Leylâ çölde onu bulur ama Mecnun onu tanımaz ve “Leylâ benim içimdedir, sen kimsin?” der. Aman Allah’ım! Sizce de bu muhteşem bir AŞK olayı değil mi? Bugün  bahis konusu ettiğim bu AŞKA bel bağlayanlar, ellerinde avuçlarında ne varsa aşkları için veriyorlar mı, ya da bu aşkı yaşayanlar var mı? Elbetteki bahis konusu ettiğim bu aşkı yaşayanların sayısının GOOGLE TOPLUMUN-DA ne kadar olduğunu tahmin edemiyorum.

Aşkın biraz merhamet ve biraz da bencillik kromozonlarını taşıdığını düşünüyorum. Yani  aşkın bazı toplumsal öğretileri, bazı duyguları, bazı düşünceleri tanımadığını ve yaklaşık olarak bencil olduğunu, merhametsiz olduğunu, kuralsız olduğunu ve iki kişi arasındaki bu duygunun birleşmesiyle yanardağ gibi bir enerji meydana getirdiğini söylemek ve bu enerjiyi aslında bir Aşk Devrimi olarak da isimlendirmek mümkündür! Dolayısıyla aşkı, iki kişinin biyokimyasının birleşmesi ile oluşan bir Yanardağ Devrimi olarak tarif edebiliriz. Tam da bu noktada aşkı  “merhametsiz” olarak itham ettiğim o şeyin bir yanardağ gerçeği olması, gözünün hiçbir yeri görmemesi onu acımasız kılıyor! “Parasını peşin istiyor” meteforunu, aşka bir bedel vermeniz ve her şeyi karşınıza almanız gerektiği biçiminde tefsir etmekte mümkündür.

Aşkı bir dine de benzetebilir miyiz? Benzetebiliriz ancak aşkta, kilise-rahip, cami ve imamın olmadığını bilmemiz gerekiyor. Neden mi? Çünkü aşk, helal ve haramı dinlemez. Kiliseyi dinlemez, camiyi dinlemez, havrayı dinlemez ve  yasaları ise hiç dinlemez! O halde aşk distopya değil bir ütopyadır! Evet, o ütopya  üzerine yoğunlaşır, enerjisini ona ikmal eder. Bir bakıma aşkın, tamamıyla arzuyu ve şehveti hedef aldığını görüyoruz. Daha doğrusu biz aşkı bir ideoloji gibi, bir din gibi, bir para gibi düşünmemeli veya daha önceden üzerinde düşünülmüş, tasarlanmış, bir mekana tahkim edilmiş bir şey olmadığını bilmeliyiz.  Yukarıda aşkı göreceli olarak bir dine benzetmekten bahsetmiştim. Çünkü dine karşı duyulan duygular çok güçlüdür. Yaklaşık olarak dinin, insan ve toplumun en güçlü halkasını oluşturduğunu ayrıca hatırlatmakta fayda vardır! İnsanın dine karşı olan yöneliş ve arayış duygusunun onun biyokimyasındaki bir enerjiden kaynaklandığını bilmemiz gerekiyor. İşte aşk tam da bir noktaya kilitlenir ve kilitlendiği bu noktada mutluluk eylemini gerçekleştirir. Aşk mutluluk eylemini gercekleştiriken solunu, sağını, önünü ve arkasını görmez. Çünkü yukarıda da işaret ettiğimiz gibi  o tek bir noktaya odaklanır.  Odaklandığı bu nokta onun için sonsuz bir gerçeklik, sonsuz bir hakikat,  sonsuz tek bir  doğru olarak görülür. Dinler de öyle değil mi? Aynen öyledirler. Bu AŞK OYUNUN iki kişi arasında gerçekleştirilen bir devrim olduğundan bahsetmiştim. Yani, İKİ KİŞİLİK BİR DEVRİM!  İki kişi arasında kıran kırana yürütülen arzuların kanıtlama mücadelesinin adıdır aşk! Evet, âşıklar aşklarını kanıtlamaya çalışırken yollarına çıkan ahlak yasalarıyla baş etmeye çalışırlar. Birbirlerinin karşılıklı duygularından beslenirler, güçlenirler ve  gerçek hayattan  koparlar, başka bir dünyaya kendilerini kaptırırlar! İşte bu dünyanın adına “fenafillah” diyorum! Google Toplumu’nda bu tür aşkların tahvil değeri yoktur. Google’un aşk tasavvuru bir algoritmaya bağlıdır. Doğrusunu söyleyecek olursak burada derinlik yoktur, zarafet yoktur, kendini adamak yoktur. Peki, ne var o halde? Sadece hayvani arzuların dalgaları üzerinde SÖRF yapan erkekler ve kadınlar (çiftler) vardır.

Hayvani arzularımızı kontrol altında tutabilir miyiz, yönetebilir miyiz ve mükemmelliğe taşıyabilir miyiz? Elbetteki bu mümkündür. Benim beğendiğim kişiler mükemmelliyetçilik felsefesine sahip olan, kadın ve erkek çiftlerdir. Bu çiftlerin cesur, ahlaklı, ilkeli, entelektüel birikim sahibi olmasını ve çirkin insanlara karşı bilgiyle tavır alma davranışlarını çok önemsiyorum ve seviyorum. Yani, mükemmelliyetçilik felsefesini ve sanatını benimseyen insanları model alıyorum ve onları beynimin ışıkları olarak görüyorum. Öyleki onlarsız kendimi derin mağaraların karanlığında hissediyorum. Dolaysıyla, BİLGE ve ZAHÎD olan insanlar alçak gönüllüdürler. Lakin çaba göstermeden BİLGİYİ öğrenmeyen, BİLGİYİ unutan ve BİLGİYİ yaşamına ihata etmeyen KİŞİLER KONUŞMAMALIDIR ve SUSMALIDIRLAR. Çünkü Akıllı ve zeki olmayan kimseler, sonunda düşüncelerinin ve arzularının kurbanı olurlar. Gece olunca beynimde bu tür fikirlerin bir nehir gibi akmaya başladığını bir görseniz, bir bilseniz ki kendi kendime kaç kez şunları söylüyorum: “Her  şeyin canı cehenneme, ben kendi payıma düşeni yaptım. İnsanlara örnek olayım derken onlar ise en değerli şeylerimi yırttılar, yaktılar ve beni kullanıp bir kenara attılar. Şimdi artık başkaları da kendi üzerlerine  düşeni yapsınlar, yeter!

            Ah ulan ah! Bavulumu toplayıp etrafımdakilere ve kendime hiçbir şey söylemeden çekip uzaklaşmak, hiç kimsenin bilmediği bir adada veya dünyanın en güzel şelalesinin aktığı bir vadide sakince yaşamak istiyorum. Belki bu, Bingöl Dağları, Şerefdin Yaylaları ve Murat Nehri’nin derin vadileri olabilir. Pekâlâ, biraz daha daralan duygularımın cibarlarına dokunayım. Önce kadın ve erkek meselesine kısaca değinmek istiyorum. Kadınların mı yoksa  erkeklerin mi insanları daha çok sevdiği ve saygı duyduğu konusunda tam olarak, asimetrik ve geometrik bir fikir sahibi olduğumu söyleyemem. Ancak yaklaşık olarak şunları  söyleyebilirm: Kesinlikle AKILLI, BİLGİLİ, AHLAKLI KADINLARIN aileyi, devleti ve toplumu  daha iyi yönetebileceklerini düşünüyorum. Çünkü kadınlar sorunların cevherine inebiliyorlar, çünkü sorunları yakuta çevirme  kabiliyetine sahiptirler. Yani BİLGE KADINLAR daha gerçekçi ve daha pratik özelliklere sahiptirler. Erkekler gibi dolambaçlı yolardan gidip kendilerini dağıtmıyorlar, öfkelerine yenilmiyorlar, öfkelerini yönetiyorlar ve yutuyorlar. Elbette ki şu sütyenlerini yakan ve saçını, başını bir silah gibi kullanan ve erkeklerden nefret eden veya erkekleri kalçalarıyla zıvanadan çıkaran ÇILGIN  kadınlardan  bahsetmiyorum. Daha önce de bu kadınların ÇILGIN olduklarından bahsetmiştim. Çılgın kadınlar gebe kalmak istemezler, kadın olmak istemezler, anne olmak istemezler, aileyi kamusal alana hazırlamak için ailede öğretmen olmak istemezler. Çünkü bu ÇILGIN kadınlar hamile kalmanın bir ŞANSSIZLIK, dünyaya bir çocuk getirmenin FELAKET ve aile kurumunun bir TABU olduğunu düşünürler. Onlar gibi düşünmediğimi belirttim. Çünkü olağanüstü insanları severim ve itiraf etmeliyim ki onlara aşığım. Ailesiyle, eviyle, çocuklarıyla, akrabalarıyla, toplumuyla, müziğiyle, sanatıyla, kültürüyle, kitaplarıyla ilgilenen yazarlara ayrıca aşığım! Hele şu tipler var ya; konuşma sanatı zayıf, pasif, tembel, kaba, görgüsüz, uyuşuk, suskun, çıkarcı, iki yüzlü ve hiç bir emek vermeden bedavadan bilgi sahibi olan şu siyasetçilerden, uyduruk yazarlardan aşırı derecede RAHATSIZ olan biriyim. Tanrım beni affet! Örneğin, Proudhon ve Marks henüz dünyaya gelmeden 1.500 yıl önce; ahlak felsefesini, SOSYALİZM teorisini ve pratiğini ilk olarak ortaya koyan kişiler hiç şüphesiz Kürt filozof ZERDÜŞT ve onun öğrencisi MAZDEK’TİR! Mazdek Peygamber Saray’da Kısra, Nuşinrevan ve Keykûbat’a dünyanın ilk SOSYALİZM felsefesini anlatmış biridir. Bu bilge yazarlara aşık olmamak mümkün değil.

Gerçek bir yazar, toplumun entelektüel fakültesidir. Bilgi, bilinç ve kültürün MÜHENDİSİ ve toplumsal düşüncenin MİMARIDIR! Biliyorsunuz, insan kalabalıklarını GOOGLE bir noktaya yönlendirirken, gerçek bir yazar ise mıknatıs gibi toplumu kendine çeker! Yani gerçek bir  yazar, filozofiktir, bilgedir, KORKUSUZDUR, güçlü bir hatiptir ve sağlam bir AHLAK sahibidir. Her bir şeyi, sanat ve estetik gözüyle keşf eden kişidir! Kısacası yazar olan biri, halkın içinde yaşayan, mücadele kulvarının en ön saflarından duran ve halkını doğru yönlendiren bir PEYGAMBERDİR! Bu mahfilde 39 yıllık fikir hayatımda çok sayıda insan tanıdım. Bu insanların önemli bir bölümünden, saygı ve sevgi görürken, bana saygı duymayan insanların sayısının çok daha fazla olduğunu söyleyebilirim. Bu anlamda ne kadar AHLAKÇI bir yazar olduğumu tam olarak söyleyemem. Lakin insan ilişkilerinde, insan sorunlarında katı biri olduğumu söylersem, kendime ve beynimi aydınlatan ahlakçı filozoflara büyük bir haksızlık yapmış olurum Kesinlikle karşılaşabileceğiniz en duygusal insanlardan biriyim! Hakeza kesinlikle en hızlı sevmesini bilen, en hızlı iyilik yapmayı isteyen, en hızlı ağlayan, en hızlı ihanete uğrayan, en hızlı pişmanlık duyan, en hızlı fikirlerini gözden geçiren ve insanların kötülüklerini en hızlı şekilde bağışlayan ve asla hiçbir güçten bir hardal tanesi kadar korkmayan biriyim. Kısacası bu konuda benim dinim AHLAK, dünya görüşüm AHLAK,  hayatım AHLAK!

Fikir hayatımda beni en çok etkileyen, akıllı ve zahid AHLAKÇI isimlerden biri de Başpiskopos Makarios’dur. Peki, kimdi bu Makarios? Fakir ve cahil bir çobanın oğluydu. Makarios’un hem babası ve hem de annesi okuma yazma bilmiyorlardı. Makarios tıpkı babası gibi, 13 yıl boyunca ÇOBANLIK yaptı! Sonra büyük bir rahip oldu. Ardından Kıbrıs Rumlarının ruhani lideri ve devlet başkanı oldu. 1977’de kalp krizi geçirerek hayata gözlerini yumdu. Bu değerli AHLAK filozofu için şunu söyleyebilirim: O gün de, bugün de Avrupa’da onun ölçülerinde ne bir rahip ne de bir devlet başkanı çıktı. O saflığını bozmamış, maneviyatını daha çok güçlendirmiş ve adeta Tanrı’nın verdiği bir yetenek ve büyük bir ahlak filozu olarak karşımıza çıkıyor. Bu ahlak filozofunu tam dört kez öldürmeye kalkıştılar ve dördünde de kurtulmayı başardı. Ayrıca onu iki kez de sürgüne gönderdiler.

 

Kadir Amaç

Brüksel

Büyük Komutan Delil Ayhan!

Kadir amac imza günü1917 yılından günümüze kadar Kürt davası, teorik ve pratik mücadele tarihinde küçümsenmeyecek düzeyde büyük dava insanlarını bağrında ortaya çıkarmıştır. Özellikle Kürtlerin son 40 yıllık mücadele yolculuğunda kilometre taşı olan,  yiğit savaşçılar ve güzide komutanlar PKK hareketi içinde ortaya çıkmış ve bu birbirinden mümtaz kahramanlar bilgi, bilinç ve eylem zaviyesinde Türksömürgeciliğinin resmî antagonizmasını yerle yeksan etmiştir.

İşte Kürt hürriyet davasının mahşerleşmesinde emeği olan bu nadide ve yiğit Kürt savaşçılarının portrelerinden biri de DELİL AYHAN (İlhan Çiftçi). İlhan Çiftçi, PKK’nin rahle-i tedrisatından,  aldığı yurtseverlik bilinci ve vatanseverlik görevini halkına karşı en üst düzeyde yerine getirmiş biridir.

Bu mahfilden hareketle, PKK hareketinin ortaya çıkardığı, yetiştirdiği ve Kürt halkının özgürlük davasına şehid olarak adadığı bu nadide özgürlük tayını hatırlamak, hatıralarını yaşatmak ve verdiği büyük emekleri karşısında sevgi ve saygıyla onu anmak hepimizin görevidir.

İLHAN ÇİFTÇİ, 1965 yılında Bingöl’ün Solhan ilçesi, Sükkan köyünde doğdu. Özel bir takım şartların etkisinden dolayı ailesi, 1970 yılında Diyarbakır şehir merkezine göç eder. İlhan, henüz altı ila yedi yaşındayken babasını kaybeder. Şehid Delil, babasının ölümüyle birlikte o küçük yaşta, ailesinin sorumluluğunu üstlenmekten geri durmamıştır.

Daha henüz ilkokul öğrencisiyken, ailesine yük olmamak için çakmaklara benzin doldurarak ve el arabasıyla bakkallara ekmek servisini yaparak; ailenin ekonomik bütçesine inanılmaz katkılar sağlayacaktır. Bu çok küçük yaşlarda hayata karşı olan inanılmaz mücadelesi emsal teşkil etmiştir. Hem ailesi tarafından hem de okulda gösterdiği üstün ve örnek başarısından dolayı okul idaresi tarafından örnek gösterilen bir öğrenci ve birey olmuştur.

Bu küçük yaşlarda, yaşamın kendisine ve ailesine dayattığı koşullar karşısında aldığı onurlu, erdemli, cesur ve disiplinli duruşuyla; ruh ve anlam iklimini bir gerdanlık gibi süsleyecekti. İnşa ettiği bu asil letafetiyle, hayatının ilerleyen yıllarında Kürt halkının özgürlük mücadelesinde kilometre taşı olacaktı.

1985 yılında İstanbul Siyasal Bilgiler Fakültesini okurken; Kürt özgürlük harekâtıyla tanışır. Çok kısa bir zaman dilimi içinde Kürt özgürlük mücadelesinin çalışma badirelerinde gösterdiği, aktif ve samimi performansıyla dava arkadaşlarının gözünden ve dikkatinden kaçmayacaktı. Onun davasına karşı olan bu derin vatanseverlik aşkı ve bilinci onu 1988 yılında Avrupa’ya, oradan da Mahsum Korkmaz Akademisine yönlendirecekti. Bundan sonra kalan yaşamını ve yazgısını Kürt ve Kürdistan davasının hürriyet mefkûresine adayarak, özgürlük mücadelesini şahikaya taşıyacaktı.

1989 yılında Mahsun Korkmaz akademisinden ayrılarak, Kürt özgürlük cephesinin faaliyetleri için yeniden yurda giriş yapar. 1990-1992 yıllarında İstanbul Marmara Bölge sorumluluğu ile Amed Bölgesi sorumluluk alanlarında aktif ve başarılı bir çalışma grafiğini ortaya çıkarır.

Özellikle İstanbul’da arkadaşlarıyla birlikte yürüttüğü çalışmaları sırasında, Kürt halkının çınar bilgesi ve özgürlük aydını Apê Musa’yla; çok sıcak ve samimi ilişkiler kurar. Gerek kurduğu bu dostluktan ötürü, gerekse Apê Musa’nın, Kürt ve Kürdistan davasına yaptığı hizmetlerden dolayı anısını yaşatmak için, Amed bölgesinde yürüttüğü aktif çalışmaları sırasında, Apê Musa taburunu kurar.

Aynı şekilde 1992 yılında Amed Şeyh Said intikam birliğini kurarak; büyük serhildanların baş göstermesine vesile olacaktı. 1992 yılının Temmuz ayında, Mistan Bölgesi kırsalındayken gerilla yaşamının insan ruhu üzerinde yaratığı muhteşem atmosfer; onun gerilla yaşamında inanılmaz sanatsal ve edebi kareler oluşturacaktı.

O dönemde de Şehid Delil Ayhan’ı çok yakından tanıyan dava arkadaşı Murat Karayılan, “Bir Savaşın Anatomisi” adlı kitabında şehidi şöyle anlatıyor: “Garzan Eyaleti’nde yaşanan bu büyük talihsizlikler Kuzey eyaletlerinde hareketin hamle sürecini çok olumsuz etkilemişti. Özellikle bu komutan arkadaşların fetihçi karakterleri Kuzey’in diğer eyaletlerine yansımış olsaydı, büyük gelişmelerin yaşanması mümkün olabilirdi ancak peş peşe yaşanan bu talihsizliklerden dolayı süreç vasat geçmiştir. Durum böyle olunca o dönem İstanbul ve Türkiye sorumlusu olan, başarılı bir pratik sergileyen şehit Ayhan Çiftçi arkadaş Zeki’nin yardımcısı olarak atanmıştır.”

 

Bundan ötürü o, ruhunu ve benliğini doğanın nağmelerine, tayların özgürlüğe karşı soylu kişneyişlerinin senfonisi eşliğinde vatanına yüreğini ve aşkını cömertçe armağan edecekti. Doğanın bu özgür ve mahrem enstantanelerinin ona, özgür Kürdistan aşkını şu sözleriyle verdiğini anlıyoruz: “Deli tay özgürlüğe koşuyor” ÖZGÜR KÜRDİSTAN aşkını mahşerleştiren bu özgürlük tayı; 4 Ekim 1992 tarihinde sabah saatlerine karşı gözlerini usulca yumacak; ruhunu Delil Ayhan olarak Kürdistan’ın özgür taylarına armağan edecekti. Kürdistan’ın Özgür Tayı! Küçük dayın seni hep yüreğinde taşıyacak, davanı sahiplenecek ve sevecek!

Sevgili şehit Delil Ayhan’la ilgili kısa bir anımı değerli okurlarımla paylaşmak istiyorum. 1988 yılında İstanbul’da ağabeyimin evine gelmişti! Evde hazır bulunan aile bireylerine Kürtlük bilincini ve Kürt ulusal mücadelesini anlatmıştı. Doğrusu duruşu ve ulusal tebliği çok etkileyiciydi! O yıllarda henüz 17 yaşında çok genç biriydim. Sadece İslami kitaplar okumuştum, Kürtlerle ve Kürtlüğümle ilgili hiç bir bilgim yoktu. Beynimde ve yüreğimde sadece zehirli politik bir İslam düşüncesi vardı. Ayhan’ın anlattıkları beynimi ve yüreğimi zehirleyen o siyasal İslam’ı kusmama yeterli olmamıştı! Çünkü Arap ve Türk ilahiyatçı yazarların fikirleriyle inanç ve düşünce çekmecelerim dolmuştu ve bu durum beynimde acayip bir teolojik algoritma oluşturmuştu ve beynim Ayhan’ın bana anlattıklarını yabancı buluyordu, algılayamıyordu ve haliyle beynim agresifleşiyordu(!)

 

Tabii ki gösterdiğim tepkilere gülümseyerek ve büyük bir olgunlukla karşılık veriyordu! Benimle konuşurken iki elimin arasına tutuğum Pakistanlı bir yazarın kitabını fark edince, “Kitabınıza bakabilir miyim?” dedi. Kitabı kendisine uzattım, usulca eline aldı, sayfalarını kibarca çevirdi ve sayfaların arasında bir kâğıt yere düşünce, eğilerek sağ eliyle aldı ve okumaya başladı!

Ayhan’ın çizgili kâğıtta okuduğu şey benim Filistinlilerle ilgili yazdığım bir şiir idi(!) Gülümseyerek bana şöyle dedi: “Küçük dayı! Seni akıllı buldum, şiirinizi çok beğendim! İnanıyorum küçük dayım, bir gün Kürdistan için de güzel bir şiir yazacaktır.” demişti.

Sevgili Kürdistan’ın “Özgür Tayı!’’ Evet, biliyorum biraz geç oldu ama şiiri yazdım ve ruhunuza ve hatıralarınıza armağan ediyorum!

PKK!

PKK; “Hurûf-û Mukattaa”nın üç harfi!

Muhammed Peygamber’in ”Hilful Füdul’u!”

Musa Peygamber’in asası!

İsa Peygamber’in mucizesi!

Ehmedê Xânî’nin Mem û Zîn’i!

Kürdistan ülkesinin ayeti ve gönül dünyamın başkenti!

Heyhat! PKK, kimi zaman tufan!

Kimi zaman namlunun ucundaki kurşun!

Kimi zaman ”Ashab-ı Kehf ” mağara ehli!

PKK; mutlak sevgi!

Mutlak aşk!

Mutlak hürriyet!

Mutlak asalet!

PKK; vicdan, insan ve toplum!

PKK; hak arama, isyan, realite, hakikat!

PKK, doğa!

PKK, kelebek!

PKK, güvercin!

Kadir Amaç

Brüksel

3.10.2024

Savaşı Sonlandıran ve Barışı gerçekleştiren Üç Büyük Lider

Sevgili Türk ve Kürt halkı,

İki kardeş halk, dokuz yüz yıl birlikte yaşadı. Bu dokuz asır BOYUNCA Kürt halkı inkâr edilmemişti ve kadim coğrafyanın yerli halkı olarak hep kabul görmüştü. Ancak Cumhuriyet’in ilanından hemen sonra devletin yeni ırkçı yasaları Kürt halkının ontolojik varlığını inkar ettiler, Türk ve Kürt halklarının inanç dünyasına radikal yasaklar getirdiler ve karşı koyanları Kemalist antagonizma her hükümet döneminde sert bir biçimde cezalandırdı.

Geçen bu bir asırlık zaman içinde, iki halk savaşın kendilerine YIKIM, ACI, ÖLÜM ve KÖTÜLÜKTEN BAŞKA HİÇ BİR ŞEY getirmediğini hep birlikte yaşayarak tecrübe ettiler. Yaklaşık iki ay oluyor, Türk ve Kürt kamuoyu büyük lider Recep Tayıp Erdoğan, barış için cesaret gösteren lider Devlet Bahçeli ve Kürtlerin tüm zamanlar boyunca çıkardığı en büyük lider ve düşünür Abdullah Öcalan’ın verdikleri BARIŞ VE KARDEŞLİK  mesajlarına hep birlikte kilitlendik.

Nihayet Abdullah Öcalan’ın barış çağrısı, hem PKK ve hem de YPG-QSD tarafından kabul görüldü. Bundan sonra Allah’ın izniyle, başta mustazaf  Kürt halkı olmak üzere Türkler, Araplar ve İslam dünyasını yepyeni bir kader ve yepyeni bir ikbal bekliyor.

Özellikle sayın Abudllah Öcalan’ın, 26 yıl boyunca 8 metre zindan duvarları arasında oturup tesbih çeken bir tarikat lideri ve Hıristiyanların papası gibi pazar günleri ayin yapıp, diğer vakitlerde kendisi için saltanat süren, para biriktiren biri olmadığını ve tam da aksine barış için hep kafa yorduğunu, barış ve demokrasi için hep  düşünce ürettiğini gördük ve sonunda her üç lider barışın ELÇİLERİ ve demokrasinin MİMARLARI olduklarını kanıtlamış oldular.

Öyle ki beş yıl sonra muhteşem bir Türkiye gerçeğini göreceğiz ve gözlerimize inanamayacağız. Aynı şekilde, özgürlüğe ve demokrasiye hasret kalan Rojava Kürtleri, yeni Suriye Devleti’nin ortakları ve sahipleri olacaklardır. Mamafih birlikte temelleri sağlam olan demokratik bir toplum ve demokratik bir devlet çatısı altında kardeşce yaşayacaklardır.

Dünya devlet başkanları, uluslararası kurumlar ve dünyanın en güçlü haber ajansları bu yeni barış sürecini sevinçle karşılarken ve desteklerken, Kemalist fırkanın yazarları, gazetecileri, siyasetçilerinin ezici çoğunluğu ise barış ve kardeşlik çağrısını sevinçle karşılamadılar, çünkü barış huzurlarını kaçırdı.

CHP, yıkıcı ve yırtıcı siyasi bir karektere sahip olduğu için, gülme yeteneğini ve sevme duygulsunuı yitirmiştir. Yani Kürtleri köle olarak görüyor, dillerini bundan dolayı yasaklamadı mı? Yani CHP’nin, Kürtleri  günahı kadar sevmediğini biliyoruz. Kemalistler çok bencildirler, bencilliklerini kan ve ırkçı yasalarla inşa etmişlerdir ve Kürt halkına hiçbir şeyi layık görmezler.

Pantürkizim- Panturanizim- Kemalizim düşüncesi, İskilipli Atıf Hoca, Şeyh Said ve büyük alim Bediüzzeman Said-i Kurdi’yi inançlarından dolayı  mağdur etmedi mi? Kürtlerin kendi öz topraklarında demokratik yollardan, amansipasyon ve  akültürasyon haklarını elde etmelerine asla izin verilmediği gerçeğini hemen hemen herkes biliyor.

Bu kemalist yasalar Kürtlerin primordiyal varlığını internalizasyon yöntemiyle Türkleştirmeyi senbolize eden  “Kızıl Elma”yı pusula aldılar. Öyle ki bu Kemalist antagonizma, “Kızıl Elma”nın ‘Kelimetullah’ olduğunu iddia edecek kadar ileriye gitti.

Kürtlerin demokratik kanallardan hak arama mücadelesini her fırsatta sabote eden yukardaki bahis konusu ettiğim bu ırkçı fırka ve şürekasının amacı, Kürt halkını, Türk devletine ve Türk milletine düşmanlaştırmak ve Türkiye’yi bölmektir.

Allah’a hamdüsenalar olsun! Sayın Devlet Bahçeli, Sayın Recep Tayıp Erdoğan ve Sayın Abdullah Öcalan bu savaşseverlerin ve ırkçıların oyunlarını büyük risk alarak bozdular, barışı getirmeyi başardılar, küresel ve globalizasyon ölçekte büyük  bir etki yaratılar. Yani her üç değerli lider, Türk ve Kürt asabiyelerinin PİM KODUNU DOĞRU GİRDİLER, DOĞRU ÇÖZÜMLEMELER YAPTILAR ve yarım asırlık korkunç savaşı sonlandırdılar.

TEŞEKKÜRLER SAYIN ERDOĞAN…

TEŞEKKÜRLER SAYIN BAHÇELİ…

TEŞEKKÜRLER SAYIN ÖCALAN…

 

Kadir Amaç

Brüksel

Gazeteci Aziz Köylüoğlu Şehid Oldu

 

Kadir Amac televizyon yayınıMüstemlekeci Türk Devleti’nin son 6 ay içinde katlettiği 5’inci Kürt gazeteci Aziz Köylüoğlu oldu. Kürtlerin ve Ortadoğu’nun yaşadığı savaşları ve kötülükleri adım adım izleyerek, hakikatin ve Özgür Kürt Basın geleneğinin şahitliğini yapan Aziz Köylüoğlu arkadaşımız, 27 Ocak günü KÖTÜLÜK devletinin saldırısı sonucu katledildi. Bu vesileyle Sevgili gazeteci kardeşimiz Aziz Köylüoğlu’nun değerli ailesinin, halkımızın ve Kürt Basını’nın başı sağ olsun diyorum. Kötülük devleti şunu bilmeli ki, Özgür Kürt Basın Geleneği  çok mazbut ve muhkem temeller üzerine bina edilmiştir. Kürt Basını Celadet Elî Bedirxan’dan ilham ve  Apê Mûsa, Gurbetelli Ersöz,  Seyid Evren, Halil Dağ ve onlarca şehid gazetecilerden gücünü alıyor.

Şehid Aziz kardeşimiz, 1976 yılında, zihin ve  gönül dünyamızın başkenti Amed’de dünyaya geldi. Aziz,  yurtseverlik değerleri güçlü olan bir ailenin içinde büyüdü, yetişti ve erken yaşlarda Kürtlerin hak arama mücadelesinin içinde aktif rol aldı. 2000’lerin başından itibaren Özgür Kürt Basın Geleneği’nin içerisinde yerini aldı. Özgür Basın Mücadelesi’nde muhabirlik, kameramanlık, editörlük, haber müdürlüğü, genel yayın yönetmeliğine kadar basının hemen hemen her çalışmasında yer aldı.

 

Türk Devletinin Kürt Gazetecileri Hedef Almasının Ardında Yatan Gerçek Sebepler Nelerdir?

Çünkü Aziz kardeşimiz, Şengal’den Kandil’e, Hewlêr’den Süleymaniye’ye, Kerkük’ten Mexmûr’a, Dêrik’ten Efrîn’e, Kobanê’den Tişrîn Barajı’na kadar, kamerasıyla ve fotoğraf makinesiyle Türk Devleti’nin buralarda işlediği savaş suçlarını kayıt altına alıyordu,  belgeliyordu ve dünyaya haber ediyordu.

Aziz, savaşların ve olayların içinde yaşıyordu. Şehid Seyid Evren gibi, duygularına esir olmuyordu, ölüm korkusunu özgürlüğe tahvil etmişti. Savaşın karşısına cesur bir şekilde kamerasıyla çıkıyordu, net sorularla savaşın verilen ve verilmeyen yanıtlarına şahitlik yapıyordu. Çünkü gerek  Aziz Köylüoğlu kardeşimiz ve gerekse benim de yakından tanıdığım şehid Seyid Evren kardeşimiz savaş ortamında gördüklerini, yaşadıklarını, işittiklerini kaydeden soğukkanlı bir yüreğe sahiptiler ve adeta kendilerini gazetecilik mesleğine adamış, Ortadoğu’nun en başarılı ve en cesur gazetecileriydiler diyebilirim.

Gazetecilik gerçekten de olağanüstü ve korkunç bir ayrıcalıktır! Çünkü kendinizi olayların içerisinde bulmuşsanız, bir kurt gibi hareket etmek zorundasınız ve olayları yeterince göremeyeceğim, yeterince işitemeyeceğim ve yeterince kavrayamayacağım gibi korkulara kapılmayı rastlantı olarak değerlendiremeyiz! Yani gazetecilik öyle bir meslek ki kişilerin, heyecanla haber beklerken düşünmesine yardım etmek ve bilgi vermek için hayatınızı adıyorsunuz!

Kötülük devleti şunu çok iyi bilsin ki Kürdistan Hürriyet Mefkûremiz’in mücadele şahikasını haber yapan özgür basın yüreklerimiz, dillerimiz, kalemlerimiz ve fotoğraf makinası tutan ellerimiz hep eylem halinde olacaktır!

Kadir Amaç

Brüksel

Müfit Yüksel’in, HAMAS, IŞİD ve Türk Devlet Aşkı!

Sevgili okurlar!

Modernizim, felsefe, siyaset bilimi, siyaset sosyolojisi ve İslam teolojisi konularıyla yakından ilgilendiğimi bildiğinizi sanıyorum. Bugün bu çizginin dışına çıkacağım ve Müfid Yüksel’in amellerini anarşist bir yazıyla kaleme almış olacağım.

Çünkü Kürdistan ülkesinin hürriyet mefküresine ihanet ve düşmanlık yapan içimizdeki mezellet unsurları entelektüel zaviyemde kötü amellerini teşhir etmek insani, İslam’i ve Kürdistan’i bir görevim biliyorum.

Beni Müfid Yüksel’i yazmaya sevk eden sebebin, 25 Ekim 2023 tarihinde ‘’Twitter Sosyal Medya’’ hesabımda yaptığım aşağdaki paylaşımda rahatsız olup, şahsıma yönelik sarf ettiği cahil sözlerine bilmukabelede bulunma hakkını vermiştir.

 

 

                                                  Hazreti Müfid Yüksel!

Saygı değer  babanız olan molla Sadrettin Yüksel’i 1991 yılında  Fatih’teki evinizde iki arkadaşımla birlikte ziyaret etmiştim. Hal-hatır faslından hemen sonra sevgili Sadrettin hocaya şöyle  sormuştum: ‘’Seyda, biliyorsunuz  seçimler yaklaştı, bazı kardeşlerimiz Refah partisine oy vermemizi tavsiye ediyor; ancak  henüz bu  konuda karar almış değiliz. Refah Partisine oy vermemiz İslam’i kurallara göre caiz mi?

Seyda: “ Hayır oğlum, kesinlikle caiz değildir. Çünkü Türk devleti ‘’darü’l-küfr’’ devletidir ve Refah Partisi de küfr devletinin  bir parçasıdır. Dolayısıyla düzen partilerine oy vermek caiz değildir ve kim oy verirse, otomotikmen müşrik olur ” demişti.

                 Sayın Hazreti Müfid Yüksel!

80 ve 90’lı yıllarda Türk Devletine “TÂĞUT” ya da “darül küfür” diyordunuz! Öyle değil mi? Hayrola! Bugün de ‘’Tağut’’ dediğiniz ‘’Çankaya Puthanesi’’ne tilavetler eşliğinde secdeye durmuş ve ona yemin ediyorsunuz! Bu durumda müşrik olmuyor musunuz?

Acaba sevgili Seyda hayata  olmuş olsaydı, oğlu Müfit Yüksel’in TC, IŞİD, HAMAS, Hud-Par-Hizbullah-kontra, AKP ve Saadet Partisi unsurlarını kendine dost ve Kürdistan siyasetçilerini, yurtseverlerini, aydınlarını ve  savaşçılarını kendine düşman seçmesine karşı nasıl bir tepki vereceğini doğrusu ben de  merak ediyorum!

Ey hayatını Türk ve Arap İslamcıların osuruklarını koklamakla geçiren Müflis adam! Sevgili Muhammed’in düşmanları Sıffın’da Kur’an’ı kuşatma altına aldılar. Sıffın’da, Kuran’ın gerçek temsilcileri olan ehlibeyt, Kuran’ı katillerin, günahkarların ve hırsızların eline kaptırdı. Suikastçi Kays oğlu Eş’as’ın  elinde bir Kuran, hayatı günahlarla geçiren  Musa el- Eşari’nin elinde bir Kuran,  hayatı tilkice yaşayan Amr Bin el-As’ın elinde bir kuran,  aklını ekmek peynirle yiyen katil  İb-ni Mùlcem’ in elinde bir Kuran, Tevrat’ın tüccarı  Kâ’b el-Ahbâr’in elinde bir Kuran.

 

Ey! Müflis adam!

Özellikle bu iki yıldır sizi yakından takip ediyorum. Bakıyorum, siz de Kuran’ı vesayetinize geçirmişsiniz, onunla geçimini sağlıyorsunuz, küfür ve cehalet üreten dilinize dolanıyorsunuz, Kendini Müslümanlığın  kabesi ve İslam’ın hamisi görüyorsunuz. Sizin  gibi, yamuk ve arızalı Müslüman olmak istemeyen Kürt siyasetçilerini, kürt savaşçılarını ve Kürdistan ülkesini İslam’ın düşmanları  olarak tekfir ediyorsunuz.

Tağuti ve  mustekbir Türk devletinin sarayında, yeşil cübbeli belamlar ve gecekondulu kırmızı papyonlu İslamcı entellerle birlikte Türk sultanına  tilavetler eşliğinde bazen ayet, bazen hadis, bazen  şiir okuyorsunuz. Bazende Türk Sultanları için, Allah’ın helal kıldığını haram ve haram kıldığını helal yapıyorsunuz. Kürt olduğun için, senden emin olmaları için ekranlarda ve TWİTTER ODALARINDA mübarek Kürdistan  ülkesine ve Muhavvid  Kürt gerilasın- savaşçılarına  ‘kafir’’ diyorsunuz.

Kürt savaşçılarına olan bu düşmanlığından dolayı, IŞİD ve AKP bağilerin gönlünde  taht kuruyorsun ve bunun karşılığında tağuti Türk devletinin sultanından bir Osmanlı Cülus bahşişi  alıyorsunuz. Ve, bu Osmanlı Cülus bahşişi  midene  indiriyorsunuz, miden baş  üstünde, başın mide üstünde ve bu midenin  üstünde Türk bayrağını dalgalandırıyorsunuz.

Sonra, plastik beyninle ve sentetik fikirlerinle, günah ve cehalet üretiyorsunuz ve bu  üretiklerinden kendine  cehennemde küfürden bir ev inşa ediyorsunuz. Ve, en  önemlisi İslam adına başkalarını seküler yaşamla itham ediyorsunuz, diğer taraftan “İstanbul Büyükşehir Belediyesi  Harita ve Kadostro Müdürlüğü”nde milyarlık ihaleler kovalıyorsunuz. Bravo! müflis adam sana(!)

                                                  Ey!Müflis adam!

Kürdistan ülkesinin, bağımsızlık ve hürriyet davası karşısında  gözlerin Abdullah Bin Selül gibi oportonist, İslam’i ahlakın ve tanıklığın kabül ahbar  gibi provakatif, hukuk ve adalet anlayışın Musa el eşar gibi konformist, Siyasi ahlakın, amr bin el as gibi dezenformasyon, ahiret bilincin  Abdurahman bin Avf gibi secularist, inanç iklimin İbnül Mülcem gibi enfeksiyonal, zihin dünyan  mezhepler gibi antagonizmal ve cesaterin  hizbuldomuz fırkası gibi korkak!

 

                                       Ey Müflis İnsan! 

Değersizliğin adresi ve kıyametin alâmet-i fârikasisiniz. 

 Çünkü; Ocak 09, 2016 tarihli  Yeni Şafak  köşe yazınızda şöyle diyorsunuz:“Kürtlerin ümmet ile yollarını ayırmaya, İslam’dan kovmaya yönelik çaba ve tutumların günümüzde ciddi boyutlar kazandığını esefle gözlemlemekteyiz. Bir yandan, Kürtler içindeki seküler/din karşıtı ulusalcı çevrelerin, PKK ve uzantılarının, Kürtleri Müslümanlıktan, ümmetten koparmaya yönelik çabaları yoğunluk kazanmıştır.”

Ey!Müflis adam!

 ‘’Ümmet” diye bir kurum mu var? Bütün Müslüman milletler bu  kurum etrafında birleşti de bir Kürtler mi ayrı düştü? Bu kurum nerdedir, ne iş yapıyor, bize söyle de bizde gidip Arapların 22 devlet,  Türklerin  11 devlet ve Farsların  4 devlet sahibi olduğunu ve Kürtlerin de  bunlara kölelik yaptığını şikayet edelim.

Ülkesi işgal, ontolojik varlığı inkar, fizyolojik varlığı din kardeşleri tarafından çarmıha gerilen ve siyasal egemenliği elinden alınan, Müslüman bir milletin siyasetçilerine ve savaşçılarına utanmadan “Kürtleri İslam’dan uzaklaştırıyorlar” idiasını ileriye sürüyorsunuz! Verdiğin bu kötü hükümden dolayı, Allah seni kahr etsin ve cehennemde  odun taşıyan hamal yapsın! Çok daha kötüsü, Erdoğan, hizbul-kontra ve Hamas’ın elebaşlarıyla seni haşr etsin!

Çünkü yükezibunsunuz, Kürt siyasetçileri ve Kürt savaşçıları asla ve asla idia ettiğiniz  o zelil  iftiradan ırak ve firaktırlar. Kürt siyaseti ve Kürt savaşçıları Kürdistan ülkesinin bağımsızlık  ve hürriyet davasıyla iştigal etmektedirler ve siz onların yaratığı değerler ve emekler karşısında  bir hardal tanesi kadar değerli değilsiniz!

 

                                                                 Ey! Müflis adam!

 Kürt milleti, Kürt siyasetçileri ve savaşçıları bin dört yüz yıldır yeryüzünde hiç bir Müslüman milletin ve sapık İslamcı fırkaların yapmadığı kadar, Allah’a  huşu  ve takva içinde secde ediyorlar. Oysaki  İslam toplumlarını, seküler,  mataryalist,  hedonist ve paganist  bir  inancın  iklimine transformasyona tabi tutan, eteklerine tutuştuğun ve  biat ettiğin mustekbir Türk, Arap, Fars devletleridir.

 Kerhane  ve meyhaneler eşliğinde ‘’Çankaya  Puthanesi’’ne secdeye duran  senin Yeni Şafak gazetendir. Sevgili dostum İzzetin  Yıldırım hocamı ve yüzlerce dindar insanlarımızı domuzbağı yöntemiyle katl  eden hizbuldomuz fırkasıyla oturup kalkan siz değil misin?

Kürdistan ülkesi  İslam ülkeleri içinde, kerhanenin,  mayhanenin, eğlencenin, fuhuşun, alkolin,  uyuşturucunun lüx yaşamın, ateistliğin, kapitalist yaşamın ve Dubai gökdelenlerin en  az olduğu ülke olduğunu bilmiyecek kadar handikap mısınız?

 İslam ülkeleri  içinde camilerin, mescidlerin, medreselerin ve tessetürün  en fazla olduğu  ülkenin gene  Kürdistan olduğunu bilmeyecek kadar kırsal mısınız?

 Ve, en önemlisi; Kürt halkı ve siyaseti zerre miskal kadar İslam’ın, ulvi ve muşeref değerlerini,  milletleşme ve devletleşme temayüllerine  alet etmemişlerdir. Mamafih, milletleşme ve devletleşme temayülüne tenezzül ve tefessül etmiş olsaydılar; bugün bahs konusu ettiğin o, uyduruk ümmetin sömürgesi olmazdılar değil mi bay MUFLİS ADAM?

                                                           Ey! Müflis adam!

15- Şubat, 2016 tarihli Twitter hesabınızda şöyle diyorsunuz:

Önce bu çirkin sözlerinize hokkalı bir tokat indirmek istiyorum: Yalınayaklı Kürt milletinin ve  sevgili PYD’li siyasetçilerin ve sevgili YPG’li savaşçıların ayaklarının altındaki mikrop kadar bile kıymetinin olmadığını bilmeni isterim.

 

                                                                  Ey Müflis adam!

Twitter üzerinde sarf ettiğiniz bu sözlerinle İŞİD,  Hamas, T.C ve AKP bağilerine dost, Müslüman Kürt savaşçılarına ve siyasetçilerine  düşman olduğunu net bir şekilde  ilan etmiş oluyorsunuz! Şimdi siz kendi öz toprakları üzerinde yaşayan, kendi öz vatanını savunan, halkını IŞİD kafirlerinden-teröristlerinden koruyan, PYD ve YPG’nin derhal  Rojava Kürdistan’dan çıkarılmasına hüküm veriyorsunuz(!) Batı  Kürdistan  ülkesini işgal eden, Kürt milletinin siyasal egemenliğini elinden alan, binlerce Kürt kadınını demir kafeslerde cariye  olarak satan, Kürt savaşçıların kafasını odun  hızarlarıyla vahşice bedeninden ayıran IŞİD  kafirlerin, Rojava  Kürdistan’ı işgal etmesini can-i gönülden arzu ettiğinizi çok iyi biliyorum.

İkincisi, Kürdistan’ı yakıp yıkan ateistler mi, Yahudiler mi, İsrail Devleti mi,  Hiristiyanlar devletler mi Hiristiyan milletler mi? Elbetteki onların olmadığını pekiâlâ benden çok daha iyi biliyorsunuz. Oysa ki, Kürdistan ülkesini  yakıp yıkanlar ve yalın ayaklı halkını çarmıha gerenler tedrisati rahlesinden geçtiğiniz modern çağın Emevi, Sefavi ve  Osmanlı  Cihatcılarıdırlar.

Bu cihatçıların  fihristi  işgal, ganimet, tecavüz, bağilik, haydutluk, barbarlık, hırsızlık, cahillik, mustekbirlik, bencillik,  görgüsüzlük, kültürsüzlük,  insanları  diri diri kesme,  hak-hukuk ihlali, kalpazanlık, dört eşlilik, işkence, sürgün, köleleştirme, eşekleştirme, eğitimsizlik, ufurukçuluk, putperestlik, mezara tapma, Peygambere tapma, dört halifeye tapma, mezhebe  tapma, lidere tapma, sekse tapma, paraya tapma, makama tapma, otoriteye tapma ve İslam’ı İslam’la dolandırmak  kadar, baş döndürücü ve sınır bozucudur!

 

                                                      Ey Müflis adam!

Biz Kürtlerin ülkesini işgal eden İsrail mi?

Biz Kürtlerin dilini yasaklayan İsrail mi ?

Biz Kürtlerin nazik civan bedenlerini çarmıha geren İsrail mi?

                                          Ey! Müflis adam,  

demir kafaslerde canlı canlı insan yakan IŞİD kafirlerine söyleyecek bir sözünüz  yokmu? Rojava Kürdistan’i bombalarla döven, sivil halkını vahşice katl eden ve Afrini işgal eden  T.C’nin  Kasrü’l-Beyza Sarayında oturan münafık Erdoğan ve onun tetikçisi olan Hakan Fidana söyleyecek bir sözün yok mu?

Değerli dostlarım ve öğretmenlerim olan Fidan  Güngör, İzzetin Yıldırım ve Ubeydullah Dalar’ı tekbirler eşliğinde alçakça katl eden hizbuldomuz fırkasına söyleyecek tek bir sözünüz yok mu?

 Kürt gençlerini vinçlerde vahşice sallayan Muaviye  kafalı ayetullah rejimine söyleyeceğin bir sözün yok mu?

Biat ettiğiniz ve İslam’ın hamisi gördüğünüz ‘’Yahudi Cesaret Ödülü’’ alan ve TEK Müslüman olma ünvanını elinde buklunduran Recep Tayyip Erdoğan’a ‘’ALÇAK’’ demeyecek misiniz?

T.C’nin 23 yıl içerisinde vahşice katl ettiği dört yüz Kürt çocuğu için bir demet sözün yok mu? Bodrumlarda Müslüman milletimizi canlı canlı yakan, Kürt  çocuklarına yaşlarından fazla kursun sıkan, Kürt gençlerini katl edip panzerlerin arkasına bağlayıp yerden sürükleyerek teşhir eden, savaşçı Kürt kadınları öldürdükten sonra çırıl çıplak soyup, kahramanlık bozunu veren, camiilerimizi, Aziz Kuran’ı Kerimi ve şehirlerimizi delik deşik eden, terörist Türk askerlerine ve işkenceci Türk  polisine  söyleyeceğin bir sözün, tek bir ayetin ve tek bir hadisiniz yok mu?

 

                                                 Ey Müflis adam!

03 Ara 2015  tarihli başka bir Twitinizde  şöyle diyorsunuz: “Latince  Kürtlere Latin harfi dayatmak, Kürtleri İslam’dan koparıp, ateistleştirme, Kürdistan’ı tümü ile Endülüsleştirme projesidir.” Pekiâlâ, bay Müflis! Aşağdakilerden hangisi Allah’ın resmi dilidir sizce? (!) (A) Arapça B) Latince.  

Arap  ilahiyatıyla eşekleştirildiğin için mühtemelen A) şıkkı diyeceksiniz. Çünkü sana göre, Allah’ın ve Kürt’ün dili Arapçadır. Ancak Kuran senin gibi hüküm vermiyor ve  senin kösele suratına şu iki ayeti çarpıyor: “Göklerin ve yerin yaratılmasıyla dillerinizin ve renklerinizin farklı olması da O’nun ayetlerindendir.” (Rum,22),  

“Birbirinizle tanışasınız diye sizi milletlere ve kabilelere ayırdık. (Hucurat,13)

                                                               Ey Müflis, 

Sen kim islam olmak kim! Sen kim Müslüman  olmak kim! Sen kim insan olmak kim! Sen kim Kürt olmak kim! Hayatını tağuti Türk devletine hizmet ve Türk İslamcıların KICINA NUSKA yazmakla  geçirmişsiniz. Artık İslam’ın silahıyla milletimize ve ülkemize suikast yapmanıza asla izin vermeyeceğim ve yükezibun suratlarınıza GÜÇLÜ KALEMİMLE, GÜÇLÜ KONUŞMA SANATIMLA VE GÜÇLÜ SİSTEMATİK DÜŞÜNCE FAKÜLTEMLE silleler indireceğim ey Muflis Adam!

 

Kadiramac@hotmail.com, https://twitter.com/KADIRAMAC

Neçirvan Barzani’ye Açık Mektup!

               Birinci Fasıl 

Kadir Amac televizyon yayını

 

Doğrusu, size nasıl hitap edeceğimi bilmiyorum! Karakterinizin hiçbir belâgat sanatını hak ettiğini düşünmüyorum! Birincisi, değeri hak edenlere değer veririm! O halde bana değer vermeyen birine bilmukabelede bulunma hakkımı kullanıyorum. Kendinize tapmaktan fırsat bulup sanatla ilgilenmiyorsunuz! Sanat diyorum, çünkü sanat, sevgi ve estetik demektir. Bir yöneticide sevgi ve estetik yoksa ülkesini de sevmez, halkına da iyi hizmet edemez.

Kötü yöneticiliğinizi, ülkeme ve halkıma layık görmesem de, size isminizle hitap edeceğim: Sayın Neçirvan, Einstein’in kızına yazdığı mektupta bilim insanlarının evrendeki ”dört temel kuvvetin birleşik teorisi”ni ilan ettiğini, ancak  ”beşinci kuvvet” ve “en güçlü kuvvet” olan sevgiyi unutuğunu söyler! Evet, işte o sevgisiz ve sevimsiz insanlardan biri de hiç şüphesiz zat-ı alinizdir!

Doğrusunu söylemek gerekirse; rahle-i tedrisatınızda ne sanat var ne irfan var, ne sevgi var ve ne de estetik var! Para, iktidar, şan, şöhret, şımarıklık, görgüsüzlük ve yalan zat-ı alinizi ontolojik ve primordiyal yörüngesinden çıkarmış, körlük ve basiretsizliği başınıza musallat etmiş, sevgiye ve estetiğe düşman yapmıştır.

Kürtlük ve insanlık kütüphanenizde ise; Ehmedê Xanî’nin zâhirî ve bâtınî ilimlerini, Qazî Muhammed’in vatanseverliğini, Sartre’ın ”egzistansiyalizmi”, Albert Camus’un “boşluk”, Andre Gide’nin “abes fiiler” ve Heidegger’in “alinasyonalizm” felsefesini göremiyorum! Sizde görebildiğim tek şey; görgüsüzlük, şımarıklık ve haramzadelik!

Sayın Neçirvan, biliyor musunuz? İki hırsız insan iyi arkadaş olur. Biri hırsızlık eylemini yapar, ötekisi ona perdeyi tutar. İkincisi, iki erdemli insan iyi dost olur, biri diğerine filozof, ötekisi ona zahid olur. Bir insanda kötülük korkusu, iyilik ve fazilet kaygısı olduğu vakit, sevgi ve erdem onun tabiatı olur.

Evet, Sayın Neçirvan, zat-ı alinizin ve etrafınıza toplanmış dalkavukların mektubumu ciddiye almayacağınıı tahmin edebiliyorum. Bilmem, helenistik toplumdan modern topluma kadar toplumların filozofları korumadığını, siyasi otoritenin onları hapsettiğini ve din adamlarının onları cehennem azabıyla tehdit ettiğini biliyor musunuz?

İnsan ontolojisi, iyilik ve kötülük mayasıyla vücut bulmuştur. Dolayısıyla, kötülük yapanlar kötülükleriyle, iyilik yapanlar iyilikleriyle anılırlar. Kıyamet borusunun çalacağı güne kadar bu mektup, Kürt halkının elinde dolaşacak, günahlarını ve suçlarını torunlarına okuyacak ve ismin hep kötülükle anılacak! 

Ey Neçirvan! Sizin paraya ve makama taptığınız kadar, benim de ülkeme ve milletime taptığımı bilmenizi isterim! Sahip olduğunuz serveti kendi alın terinizle kazanmış olsanız bile; onu halkımızla paylaşmıyorsanız, bencilsiniz ve eğer halkımızın parasını mülkiyetinize geçirmişseniz, bu da bir ihanettir! 

Ayrıca sizin gibi, parayı seven ve kendine tapan hedonist Kürtleri görünce, Kürdistan ülkesine olan bağlılığım ve sevgim daha bir mazbutlaşıyor. Ülkemin bağımsızlığı için elimde avucumda neyim varsa vermek, Hacer gibi kendimi, İbrahim gibi çocuklarımı adamak aşkı yüreğimde bir mahşer yaratıyor! Keşke ülkem özgür olsaydı ve ben de bu özgür ülkede gecelerimi Mem û Zîn’den fasıllar ve Cegerxwîn’den dörtlükler okuyarak geçirseydim!

Ey 50 bin dolarlık Brioni marka takım elbiseli ve Fransız marka kırmızı papyonlu aşiret çocuğu Neçirvan! Ben ”Kürt Aşiret Sosyolojisi’‘ni severim, yurtsever ”Aşiret Ağaları”nı daha çok severim ve bu noktada bir rahatsızlık da duymuyorum! Şimdi asıl konumuza dönelim:

Efendim, kötü yöneticiliğinizi konu yapmayacağım, ancak şu kadarını söylemek istiyorum: Aile olarak Kürtlerin her şeyini ellerinden aldınız! Bilim, demokrasi ve Kürtlerin birliği meselesi önünde büyük bir engel teşkil ediyorsunuz! Türk ordusunu Güney Kürdistan topraklarına davet ettiniz, Türk devletinden izin almadan hareket etmiyorsunuz, zihniyetiniz TALİBAN, pratikleriniz TÜRK ve ARAP!

Aziz Kürt milletini REÂYANIZ görüyorsunuz! Eğer öyle olmamış olsaydı şatafatlı hayatlarınız olmazdı, kardeşlerinizden biri şehit olurdu, kuzenlerinizden biri şehit olurdu, amcalarınızdan biri şehit olurdu, kuzenlerinizi ve torunlarınızı yönetimin en üst kademelerine yerleştirmezdiniz, para biriktirmez ve paralarınızı ülkenin terakkisi için harcardınız. Bu durum utanç verici ve insanın ASALETİNİ ortadan kaldırıyor.

Türk devletinin Kuzey Kürdistan’da şehirlerimize, dağlarımıza, halkımıza, siyasetçilerimize yaptığı akıl almaz kötülükler karşısında zillet içindeki körlüğünüze ve korkaklığınıza değinmeyeceğimÖzellikle Şengal, Kerkük ve Heftanîn’de düşmanlarımızı sevindiren ve halkımıza acı veren uygulamalarınızdan hiç bahsetmeyeceğim. Mektubumda hiçbir emek sarf etmeden dünyanın en zengin iki yüz milyarderi arasında nasıl yer aldığınızı KONU edineceğim.

Örneğin; serveti 100 milyar dolar olan Bill Gates’le başlayalım: Bill Gates, yirmi bir yıl boyunca evinin garajında, uzun günlerini ve uykusuz gecelerini vererek Microsoft’un temellerini attı. Sıradan insanlar gibi, bir hamburger almak için sırasını bekledi, kendi öz emeğiyle kazandığı servetinin bir bölümünü eğitime, bir bölümünü hastalara ve bir bölümünü de açlıkla boğuşan Afrika Kıtası’na armağan etmekten zerre miskal kadar tereddüt etmedi.

Şimdi ikinci örneği amcanız olan Sayın Mesut Barzani’den verelim: 2018 ‘de Güney Kürdistan’ın Duhok şehrinde amcanız şöyle diyordu: “Ben kendimi dünyanın en zengini olarak görüyorum. Benim servetim 48 milyon Kürd’ün desteğidir.”(!)

Ama Heyhat! Amcanız doğru söylemiyorduhalkını aldatıyordu, onların vatanseverlik ve bağımsızlık ideallerini sömürüyordu! Amcanız da tıpkı sizin gibi hiç bir emek vermeden dünyanın en zengin insanları sıralamasına girmişti.

2022′ de Amerikalı gazeteci Zack Kopplin, amcanızın mal varlığının bilinmeyen yönlerine ilişkin önemli bilgileri kamuoyuyla paylaşmıştı. Kopplin, “Ailenin ne kadar bir parayı yönettiğini tam olarak bilmek zor ama kamuya açık kaynaklardan edinilen bilgiler baz alındığında milyarlarca dolar olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Yazdığım her şey teyitli veri ve dokümanlara dayanıyor. Açık kaynaklarda bulunan bilgiler Kürdistan’daki gayrimenkul ve şirketlerle alakalı” şeklinde konuşmuştu. Ayrıca Kopplin, “Amerikan yasaları gayrimenkullerin ve şirketlerin sahiplerinin anonim (gizli) kalmasına izin veriyor. Bundan dolayı kara para saklamak ABD’de aslında kolaydır” diyordu.

Kopplin, ulaştığı verilerin gerçek servetin çok az kısmı olduğuna dikkat çekerek bunların “budağının görünen yüzü” olduğunu söylüyordu. Örneğin spesifik bir rakamın olmadığını ancak tespit ettikleri mülkleri olduğunu Kopplin, şöyle sıralıyordu:

  1. Yüzlerce milyon dolar değerinde Dubai’da gayrimenkuller.
  2. 1,27 milyar dolar Zaitoon City projesi (KRG yatırım fonunun yaptığı bir değerlendirme)
  3. 300 milyon dolar Lanaz rafinerisi (KRG yatırım fonunun yaptığı bir değerlendirme)
  4. 100 milyon dolara yakın ABD’deki gayrimenkuller
  5. Ster ve Kar gibi şirketlerin değerleri

Ayrıca Dünya Ekonomi Dergisi Forbes ve eski Kürdistan Maliye Bakanı Rebaz Hamlan, amcanızın 50 milyar dolar ve zat-ı alinizin de 20 milyar dolardan fazla bir servete sahip olduğunu iddia ediyordu! 

Pekâlâ, amcanız servetini halkıyla paylaştı mı, ya da ülkesinin terakkisi için bağışta bulundu mu? Doğrusu, ülkesini ve halkını seven bir lider asla ve asla para biriktirmez! Onun serveti, örnek yaşamı ve aydınlatıcı fikirleri olur. Vatanını ve halkını sevdiğini iddia eden ve bağımsızlık ideali olan amcanızın ve ailenizin ahval-ü şeraiti bu mu olmalıydı?

Ey Neçirvan! Ben Kürdistan ülkesinin çocuğuyum! Beni o doğurdu, o büyütü ve o eğitti! Elli ikinci yaşıma girdim, çeşitli emek işlerinde çalıştım, kenarda biriktirdiğim ve bir ev satın alabilecek kadar bile param yoktur! Yanlış anlaşılmasın; zenginlere ve zenginliğe ASLA karşı değilim! Kimsenin malında, mülkünde de gözüm yoktur!

Şimdi amcanız Mesut Barzani, Talabani’nin iki görgüsüz çocuğu ve zat-ı aliniz hiç çalışmadan nasıl böyle MİLYAR DOLAR sahibi oldu? Afedersiniz, izninizle bir de sizin ajandanızı açalım; bakalım ajandanızda ne var ne yok birlikte görelim.

Birincisi, şu Abor Group Şirketi kimindir? Ne iş yapıyor? Bu paralar kimin eline geçiyor?  İkincisi, Kısa adı: AIE olan ”American Institution Enterprise”ın ünlü danışmanlarından Michael Rubin, bir yazısında; şahsi servetinizin milyar dolarlara ulaştığını söylüyordu. Bazı özel kaynaklara göre, bu servetinizin bir bölümü de Türkiye’deki PARAVAN şirketlerinizde bulunuyor.

Örneğin: Bir vakit çocukların ”hayal dünyası” olan İstanbul’daki Tatilya’yı zat-ı aliniz (DARİN ŞİRKETLER GRUBU) 1.1 milyon dolara satın aldığınız iddia edildi! O dönemler Türk gazeteleri Türkiye’nin ilk ‘Mini Disneylandı’ının sahiplerinin Barzani ailesi olduğunu manşetlerine taşıdılar ve bu haberler insanlarda büyük tepkilere yol açıyordu.

Türk Dış Ticaret Müsteşarlığı”nın verdiği bilgilere göre, Güney Kürdistan’daki tüm ithal içki, sigara, şeker ve kuru gıda pazarının zat-ı alinize ait şirketlerin elinde olduğu iddia ediliyordu! Evet, burada biraz duralım. ”Mersin Serbest Bölgesi”ne gidelim. Takdir edersiniz ki zat-ı alinizin kendi adınızla Türkiye’de şirket kurmanız veya hisse sahibi olmanız mümkün değildir. Ancak iddialara göre, ”Mersin Serbest Bölgesi”nde faaliyet gösteren dört büyük şirketin ve Antep’te bir dizi şirketin arkasındaki gerçek ismin siz olduğu söyleniyor.

Şahsınıza ve ailenize ait 150 civarında olduğu öne sürülen şirketlerinizden sadece yeri gelmişken, bir dizi şirket ismini sıralamak istiyorum: AL-BARZANJİ, HÜDA Dış Ticaret Ltd, Hardi Ltd,  DİLSHAT Dış Ticaret AŞ, Emin Dış Ticaret Petrol Ve Tarım Ürünleri Ticaret Ltd, Nasri Şirketler Grubu ve ZAGROS İnşaat ve Dış Ticaret Şirketi…

Sayın Barzani, Kürdistan şahitliğimi yapmak zorundayım! Canınızı acıttığımı biliyorum! Kaldığımız yerden devam edelim: Kırk beşten fazla petrol kuyusu, Habur Sınır Kapısı, Korek, Telekom, doğalgaz-petrol gelirleri ve merkezi hükümetten aldığınız payları şahsi servete dönüştürdüğünüzü ben söylemiyorum! Bu sözlerin, bir dönem maliye bakanlığı yapan Rebaz Hamlan’a ait olduğunu biliyor olmanız lazım.

Kürdistan Federe Bölge Yönetiminin eski maliye bakanlığı görevinde bulunan Hamlan, ”hükümete gelmesi gereken tüm paraların sizin şahsi hesabınıza yatmasından’‘ dolayı ve kazanılan paranın Kürdistan’ın altyapı yatırımlarına harcanması yerine, “Barzani’nin, kendi aşiretini zenginleştirirken, Kürt halkının 1991 öncesinden çok daha fazla fakirleştiğini” iddia ediyordu!

Hamlan, ayrıca Mısır, Birleşik Arap Emirlikleri, Kıbrıs, İsveç, Hollanda, Almanya ve İngiltere gibi ülkelerde ciddi mal varlığınızın olduğunu ve “Hewler’in bir mafya düzeni kurarak tüm kazanımları bir tek kişide topladığını” iddia ediyordu!

Goran ”Değişim Hareketi” Milletvekili Ali Hama Salih’in sözlerine ve Irak Merkezi Hükümeti’nin verilerine göre, “2016’nın son 2 ayı ile Ocak 2017’yi kapsayan 3 aylık dönemde KDP gözetiminde çıkarılan petrol miktarı, personel giderleri ve diğer masrafların bilançosunu  “Bu hesaplara göre 3 ayda kaybolan para miktarının 1 milyar 266 milyon dolar” olduğu gerçeğini bilmemeniz mümkün değil!

Evet, vatanseverlik adına yalınayaklı milletimize yalnız başınıza kazık atmıyordunuz! Tabii ki bu çirkin işleri Türk dostlarınızla birlikte yapıyordunuz! Örneğin: halkımızın paralarıyla milyoner ettiğiniz yüzlerce Türk dostlarınızdan biri de İlnur Çevik’tir! Kimdir bu şahıs? Eski bir kalpazan ve Fetullah Gülen’in eski kıdemli şefi ve Türk devletinin elebaşı Erdoğan’ın eski başdanışmanıdır! Bu şahıs sizin aracılığınızla, taleplerinizle Kürdistan’da televizyonlar kurdu, parasını peşin aldı, mallar sattı ve karşılığında petrol aldı.

                                        

İkinci Fasıl

Sayın Neçirvan,

Güney Kürdistan Federe Bölge Başkanı amcanız sayın Mesut Barzani mi, oğlu Mesrur Barzani mi, yoksa yeğeni ve damadı olan zat-ı aliniz mi? Doğrusu hangi birinizin başkan olduğunu bilmiyorum! Bildiğim tek bir şey var; o da şu ki, ahvalinizin tam bir felaket ve tam bir tiyatro olmasıdır! Görebildiğim kadarıyla 50 milyon Kürt halkına değil, kendi ailenize ait ve kendi ailenizin ikbali için kurduğunuz bir devlet gerçeği var ortada!  

Hemen izah edeyim: Belçika’da yaşıyorum. Belçika federatif bir devlettir. Devlet teorisyenleri, Belçika devlet modelini beynelminel bir sistem olrak öneriyorlar. Yaşadığım Flaman federasyonunda sizin gibi bir ailede üç başbakan yok, tek bir başbakan var ve başbakan sürekli değişiyor! 

Şimdi zat-ı alinize soruyorum: Böyle bir imtiyazı, böyle bir ruhsatı ve böyle bir ayrıcalığı kimden alıyorsunuz? Ontolojik olarak kimsiniz, nöronlarınız, biyokimyanız hangi ayrıcalıklı hücrelerden oluşuyor? Acaba politik hayatınızda örnek bir fragment verebilir misiniz? Veya hayatınızı örnek alan ve hayatınızdan etkilenen bir Kürt insanı, bir Kürt ailesi ve bildiğiniz bir Kürt topluluğu var mı?

Örneğin: Kürdistan’ın bağımsızlığı ve Kürt halkının hürriyeti için işgalci devletlere karşı bugüne kadar verdiğiniz bir bedel oldu mu? Yani siz, Kürdistan’ın bağımsızlığı için mücadele ederken, düşman sizi incitti mi, bu uğurda eziyet çektiniz mi, işkence gördünüz mü? Acaba, çektiğiniz acıların ve bedellerin karşılığı olarak mı bu kadar servet zat-ı alinize armağan edildi? Hiç sanmıyorum!

Devam edelim: Halkımızı yönetmeye layık bir insan olduğunuza, dünya devletler ve dünya milletler liginde ülkemizi temsil edebilecek yeteneğe sahip olduğunuza kim karar verdi?  Sahiden, sizin böyle bir dizi özelliğiniz ve böyle bir dizi meziyetiniz var mı?  Ben sizi izliyorum, Kürtçenizi de çok iyi anlıyorum ve çok kötü bir performas gösterdiğinize şahitlik yapıyorum. Gerçekten de bu konu üzerinde hiç tefekkür ettiniz mi, vicdanınızla başbaşa kaldınız mı? Örneğin: Sistematik bilgiye, alicenap bir ahlaka ve güçlü bir konuşma sanatına sahip olup olmadığınızı hiç sorguladınız mı?

Sayın Neçirvan,

Kibir ve şımarıklık size, kendinizi muhakeme ve mürakabe etme fırsatını vermemiştir! Kürdistan ülkesine ve şehitlerin adına yemin ederim ki; sizin sosyolojik ayarlarınızda arıza var, sosyolojik görüntünüzde görgüsüzlük var, şımarıklık var, bedevi Arapların çöl kültürü var! Çünkü alâmet-i fârikanızda Kürt ruhunu, Kürt yüreğini, Kürt yiğitliğini ve Kürt sosyolojisini göremiyorum!

Bağımsız ve birleşik Kürdistan fikriyatını benimseyen bir lider; para biriktirir mi, şirketler ve holdingler sahibi olabilir mi? Kürt kazanımlarını ve Kürt halkının malını-mülkünü ailesine ve aşiretine peşkeş çeker mi? Türk devletinin, Güney topraklarımızda onlarca askeri üs kurmasına müsade eder mi? 

Ey Neçirvan, yemin ederim sizi kıskanmıyorum! Ülkemizi çok kötü yönetiyorsunuz, halkımıza çok kötülük yapıyorsunuz, halkımızı itibarsızlaştırıyorsunuz, halkımızın milli birliği için hiçbir şey yapmıyorsunuz, halkımızı fırkalara ve bölüklere ayırıyorsunuz. Lütfen bağışlayın!  Benim gibi birkaç filozofik Kürtün beyninizi GIDIKLAMASI gerektiğini düşünüyorum. Halkımızın, yeraltı ve yerüstü zenginlik kaynaklarını özel mülkiyetinize geçirmişsiniz, siz çok kötü bir insan ve çok kötü bir Kürt olarak görüyorum!   

Çünkü yaralı millet olarak, bağımsızlık ve hürriyet için ayağı kalkıp malımızı, evlerimizi, çocuklarımızı ve ikbalimizi Kürdistan ülkesinin bağımsızlığına ve hürriyetine adamışken, siz bu kızılca kıyamete UHUD OKÇULARI gibi mal çalıyorsunuz, koltuk çalıyorsunuz, servet biriktiriyorsunuz! Biliyorum, hiçbir şey ”hüda-i nabi” değildir. Gene de şunu söylemek istiyorum: Bir insan nasıl bu hale gelebiliyor, kendi ülkesine ve kendi halkına nasıl böyle kötülük yapabiliyor!

Ey Neçirvan Barzani!

Huzurumu kaçırıyorsunuz! Bağımsızlık düşüncelerime suikast düzenliyorsunuz ve yalınyaklı milletimin şerefini ailenize ve işgalci devletlere peşkeş çekiyorsunuz! Eğer yaralı-bereli halkımızın üzerinde yırtıcı, dünyevi gailelerinizi çekmezseniz, halkımızdan çaldığınız milyar dolarları Kürdistan hazinesine devretmezseniz ve halkımızın önünde eğilip bağışlama dilemezseniz Kürt halkı hakkını size helal etmez ve ben de fikir hayatım boyunca sizin kötülüklerinizle mücadele edeceğime dair halkıma söz veriyorum.

Ey Neçirvan! Size yazdıklarımın yalan ve iftiradan ibaret olduğunu düşünüyorsanız, Kürdistan mahkemelerinin veya Kürdistan parlamentosunun kuracağı tarafsız bir komisyonun, mal ve mülkünüze bir soruşturma-araştırma-inceleme başlatmasını önerirsiniz! Eğer temiz çıkarsanız, halkımızın huzurunda zat-ı alinizden bağışlama dileyeceğim ve hayatım boyunca size hizmet edeceğim! 

Kadir Amaç – Brüksel 

 

Kadir amac calışma ortamı

Yanlızlık Sözleri ve Özgürlük Arayışı

    Birinci Fasıl       

Menfaat grupları içinde yaşamak, siyaset yapmak, lidere biat etmek, devlete tabi olmak ve zenginlere yalakalık yapmak benim ontolojik iklimime uygun olan işler değidir! Tek hayalim, tek isteğim günün birinde köyümün yayla arazisi içinde taştan bir ev yapmak. Bu taş evin  salon duvarlarını raflarla montalamak, bu raflara on bin kitap yerleştirmek ve öldükten sonra buranın MÜZE olmasını vasiyet etmektir.

Bir gün evime yakın olan büyük bir parkta yürüyüşe çıkmıştım. Aklıma şöyle bir fikir gelmişti: “Öyle bir otobiyografi yazmalıyım ki dünyada bir ilk olmalıdır ve sosyal bilimlerde öyle güçlü eserler vermeliyim ki 2050 yılında bütün dünya dillerine çevrilmelidir! Yoksa yazar olmamın ne kıymeti ve ne anlamı olabilir ki?” dedim.

Kalemi zayıf ve fikirleri güçsüz olan yazarlar kah nikbin ve kah bedbin oluyorlar! Rahatlık, şımarıklık, görgüsüzlük ve KEŞMEKEŞ içinde felek-i alaya çıkıyorlar.

Sanırım ey iyi yazar ruhun, aklın ve kalbin ihtiyaçlarını karşılayan ve okurlarını her yazısında heyecanlandıran ve onlara harika anlar yaşatandır. Daha önemlisi kalemi güçlü olan bir yazar, herkesin korktuğu ve herkesin menfaat gruplarına sığındığı bir bir anda şimşek gibi sözlerle ortaya çıkan kimsedir.

Farkında olmayanlara şu sözlerle seslenmek istiyorum: Mal-mülk, servet, şehvet, para, iktidar, makam insani kudurtur; fakirlik köleleştirir ve felsefe özgürleştirir! Ne zaman ki filozofik bir makale, bir şiir, bir kitap okursam ve filozofik bir konuşma dinlersem kadehin içindeki mey gibi SARHOŞ oluyorum!

Yanlızlık sözlerimi, Kafka’nın sevgilisine yazdığı mektuplardan ve özgürlük arayışımı Nietzsche’nin ‘Aforizma Yazıları’ndan farklı bulduğumu belirtmek isterim. Çünkü benim yazılarımı onların yazılarından farklı kılan şey, benim Kürt kimliğim ve İslâm toplumunun bir bireyi olmamdır. Kalemi güçlü olan bir yazar, aynı zamanda güçlü bir entelektüeldir.

Doğrusu bu ruh halimi değerli okurlarıma Müslümanların dini sosyolojileriyle izah etmemin bana daha çok gerçeki geldiğini düşünüyorum. Bir belanın içindeyim ve ancak ölürsem  kurtulabilirim! Çünkü kaderime öyle bir bela isabet etti ki ne İsa peygamberin çarmıhına ne Eyüp peygamberin çektiği dayanılmaz hastalığa ne de Muhammed’in peygamberin Taif’te dövülmesine benziyor.

38 yıllık fikir hayatımda, sayısız bela ve musibetle karşılaştım ve hiçbirine mağlup olduğumu düşünmüyorum. Örneğin hayatımın önemli bir bölümünü okumakla ve bir bölümünü de insanlara iyilik yapmakla geçirdim.

Bana bir bardak su ikram edenlere defalarca teşekkür etmişimdir. Benim iyilik yaptığım insanların çoğu ise ya beni unutu ya beni kullandı ya da bana ihanet etti. Hayatımın en kritik döneminde bir Türk, bana bir iyilik yapmıştı. Kendisini hiç tanımıyordum, rastgele karşılaşmıştık ve ilk kurduğumuz diyalogda beni evine davet etmişti, 20 gün evinde beni misafir etti. Şimdi bu muhterem arkadaşım Trabzon’da yaşıyor ve bir iş insanı!

Değerli okurlarım tarafından doğru anlaşılmak istiyorum. Bunun için de kimsenin kapısında havlayan bir köpek olmak istemiyorum! Çünkü size yalakalık yapanların, bugün kapınızda durup ASALETE havlayabildikleri gibi, yarın da bir başkasının kapısında bu kez size havlayıp sizi ısıracağınızı unutmayın!

Dolayısıyla düşüncelerim, konuşmalarım, yazılarım ve amellerim apaçık meydandadır ve bu hususta söylenecek tek  bir sözüm kalmamıştır. Sadece şunu söyleyebilirim: Bir insan olarak bir dizi konularda hata yaptığımı ve karekter olarak bir takım kusurlarımın olduğunu düşünüyorum.

Bu anlamda kimi üzdüysem ve kime haksızlık yaptıysam özür ve bağışlama diliyorum. Yalnız bugün değil, doğrusu her gün şu duruma isyan ediyorum: Bir insan için en zor söylenmesi gereken şeyler hatalar değil, BASİT ve GÜLÜNÇ olan şeylerdir!

Ruhları zarif ve gönülleri sevgi dolu olanların gözlerinden yaşlar akar! Ya da en büyük insan ve en kibar insan gözyaşlarıyla yüzünü yıkayan insandır! Gözyaşı dökmeyen ve yüreği Yakup peygamber gibi yanmayan bir insanın sinesinde ancak kibir, bencillik, kıskançlık, nefret ve kin oluşur.

Karamsar, sevgisiz ve aceleci ruhlar asla asaletin şahikasına yükselemezler. Çünkü bu tür vasıflara sahip olan insanların tefekkür gözenekleri tıkalıdır, ruhları sislidir, kalpleri karadır ve yüreklerinde başkalarına armağan edecek tek bir demet sevgi çiçekleri yoktur.

O halde işe şöyle koyulmalıyım: İçimdeki biyokimyama yapışıp kalan tüm pislikleri  temizlemeliyim ve içime sinen tüm kokuları yıkamalıyım. İçimden yeni bir ben çıkarmalıyım! Tıpkı Bağdadi’nin dediği gibi: “Nur’’a baktım; kendim de nur olana kadar otuz yıl bakmaya devam ettim!”

Kritik ve kaos dönemlerimde beynimde bir düzine düşünce ve duygu bedenimin diğer organlarına baskı sinyallerini göndererek keşfetme yeteneğimi nötralize ediyor. Bu durumu fark ettiğim andan itibaren beynimdeki trafik akışını trafik lambaları gibi yöneterek ve zihin okyanusumun hırçın dalgalarına karşı ise tıpkı cesur bir dalgıç gibi en derin noktaya dalış yaparak yeni şeyler keşfediyorum.

“Seni fark ettim” ifadesi benim düşünce fakültemde ilhama işaret zamiridir. İlham dediğim şey beynimde bir nehir gibi akan düşüncelerdir. Eğer bu ruh ve zihin halini yaşayamazsam nasıl yazabilirim ki? Bazen fikirlerin bende NEHİR gibi aktığından bahsettim, tıpkı bugünkü gibi; yani, cevherin olduğu yerde HIRSIZ vardır ve cevher hırsızın CENNETİDİR!

Farkındayım, beynimdeki bilgi çekmecelerim dolu değilse, benden istenen ihtiyaçlara karşılık veremem. Önce beynimdeki korkulara konuşma ve itiraf hakkını tanımalıyım ki onlar da beynimin işgal ettiği çekmecelerden çıkıp gitsinler.

Sevgili okurlarım! Hepimizin içinde bir zindan var. Benim de zindanım, yanlızlık ve arayıştır! Kitaplar, sevgi ve aşk yanlızlığımı gidermeme, özgürlük arayışımı sürdürmeme ve değer üretmeme yardımcı oluyorlar.

Tabii ki sevgilimle, yağmurla, kitaplarımla, kalemimle değer üretmeye devam etmemiz için bir meyhaneye, ayrıca uykumuzu kaçıracak ve bizi sarhoş edecek bir kadeh şaraba da ihtiyacımız var. İkinci fasıl da ise sevgilimin tabiriyle “Geçerli sebepler, bahaneler, güzel kokular ve iyi şarkılar ve ruhumuza iyi gelen felsefi cümleler bulmalıyız. Ve, gerisi ha var ha yok!”  

Evet, değerden bahsediyorum bayım! Hakikaten değer üretmek zordur, ancak değer tüketmek çok daha kolay bir iştir. Kendine değer veren, bağımlı olmayan, sürekli üreten kişileri bir lider gibi görüyorum ve onları harika buluyorum!

Değer üretme işi için de güçlü bir zekâ, güçlü sistematik okumalar ve güçlü tecrübeler gerekiyor sanırım. Bir başkasının içine girerek, değer tüketen ve değer yaratmayan insanlardan çok rahatsız olduğumu ayrıca belirtmek istiyorum. Ve onlara şunu sormadan edemiyorum: Ne zaman değer üretmeyi düşünüyorsunuz?

                                                   İkinci Fasıl

13 yaşından bu yana işgalci devletlerle büyük sorunlar yaşıyorum. İşgalci devletin resmi kurumlarında bir saniye bile çalıştığımı hatırlamıyorum. Öyle ki ne İslâm ve ne de Kürtlük adına tek bir insanın burnunu kanatmadım. Bundan ötürü çok mutluyum! Fikir hayatım boyunca ülkeme bir saniye bile ihanet içinde olmadım. Ancak bu işlerde bela almaktan ve ilim vermekten başka bir sent bile kazancım olmadı.

Yani benim fenâfillah’ım (ontolojik varlığım) ne Muhammed peygamber, ne filozof Marks ve ne de Kürt liderlerdir. Benim fenafillahım yanlızlığımdır, özgürlüğümdür, halkımdır, bilimsel düşüncelerimdir ve insanın asaletidir!

Aslında ilk başlarda İslâm’ın dünya görüşüyle tanışma faslım, Kur’an’ın kendi özgün yorumuyla olmamıştır. İslâm’ın bu özgün dünya görüşünü kendi siyasi asabiyelerine ve ümranlarına uyarlayan ya da tahvil eden Pakistanlı Mevdudi’nin, Mısırlı Hasan El- Benna’nın, Lübnanlı Hüseyin Fadlullah’ın ve İranlı Humeyni’nin problemli olan bu siyasal İslâmi yorumlarıyla İslâmi dünya görüşümü vücuda getirecektim. Tabii ki bu İslâm biçimi hayatımda inanılmaz problemler ve zorluklar meydana getirecekti.

Yukarıda bahis konusu ettiğim İslâmcı liderlerin görüşlerinden, gerekse de bunlara yakın olan İslâmcı yazarların kaynaklarından beslendiğim için ilk başlarda ailemin, akrabalarımın, yaşadığım şehir sakinlerinin ve kavmimin Müslüman olmadıklarını düşünüyordum. Yani onların o saf ve temiz İslâmi ritüelleri benim sahip olduğum zehirli İslâm’a benzemediği için ben onlara öteki gözüyle bakıyordum. Oysaki Kur’an’da “öteki” olarak gösterilen şeytandı(!)

Çünkü henüz çok gençtim, okumalarım güçlü değildi ve dünyayı tanımıyordum. Arap, Fars, Türk, Mecusi ve Hint beslenmeli hurafe ve bidat kaynaklı adreslerden beslendiğim için dünyayı öğrendiklerimle yorumluyordum(!)

İslâmcılık düşüncesi hayatımda öyle bir şeydi ki beni aileme, akrabalarıma, komşularıma, çocukluk ve okul arkadaşlarıma, âşık olduğum kıza, hatta benim gibi inanmayan ve düşünmeyen insanlara, ülkemin özgürlüğü için mücadele eden Kürt hareketlerine ve ülkeme öteki (düşman) gözüyle bakmamı sağlayan bu inancın ve düşüncenin cehennem atmosferinden çıkmalıydım. Ama birilerinin elimden tutması ve beni bu cehennemden çıkarması gerekiyordu.

Bu benim özgürlük arayışımdı. Daha sonra İslam’ın liberal ve özgürlükçü dünya görüşüne yolculuğumu Ali Şeriati’nin kitapları sağladı. Mevlana, Sadi Şirazi, Fuzuli ve Exmedê Xanî ve benzerleri ise insana ve canlılara karşı nasıl saygılı olabileceğimi ve nasıl onları sevip âşık olabileceğimin sanatını eserleriyle bana öğretecektiler.

Zira tam bu noktada Muhammed İkbal’in söylediği gibi, “İslâmi dünya görüşümü yeniden inşa ve ıslah etmeliydim.” Yani İslâmi düşünce kozamı yenilemeliydim. Çünkü sahip olduğum bu İslâm yırtıcıydı! Bu YIRTICI İSLÂM beni yaratıcının tüm ontolojik ve sosyolojik ayetlerine karşı aline (yabancılaştırma) etmişti.

Ali Şeriati’nin eserleri, beni bu taassupçu ve YIRTICI İSLAM’DAN kurtarmakla kalmayacaktı. Aynı zamanda benim sahih Kur’an düşüncesi ve rasyonel düşünme epistemolojisiyle buluşmamı; İbn-i Rüşt, İbn-i Haldun, Farabi, Fazl û Rahman, Abdülkerim Suruş, Muhammed Arkoin, Muhammed İkbal ve Malik Bin Nebi gibi özgürlükçü ve aklı savunan bu İslam düşünürlerinin eserleri sağlamış olacaktı.

Ali Şeriati’nin eserleri, aynı zamanda bana Das Kapital’i okumamdan önce komünizmi, sosyalizmi ve Alman idealizmini okumama vesile oldu. Daha sonra anarşist düşünceye ve anarşist gruplara ilgi duymaya başladım. Beyin çekmecelerime Landuer, Bakunin, Kropotkin, Tolstoy, Godwin gibi şahsiyetleri ekledim. Gene Batı’nın tanınmış çok sayıdaki ahlakçı filozofyasından olan Pascal, Eric From, Spinoza, Stuart Miller, Alexis Carrel, Goethe ve Sartre’yi okudum.

2000’li yılların başlarında özgürlük arayışım tüm hızıyla devam ediyordu. İslâm ile aram iyice açılmaya başlamıştı. Sosyalizme ve anarşizme olan ilgim her geçen gün zayıflarken; postmodern, liberal ve realist yazarlara ilgim her geçen gün artmaya başlıyordu. En son beyin çekmecelerimin içinde duran tüm eski düşünceleri boşalttım ve çağımızın ruhuna uygun realist ve postmodern düşünceleri yerleştirdim.

 

İnsanlığın bütün değerlerine and olsun ki geceleri deve dikenlerinin üstünde beni yatırsalar; ellerimi, ayaklarımı zincirlere vursalar ve bedenimi yara bere içinde bıraksalar ”Demokratik Sözleşme”den başka hiçbir otoriteye itaat etmem ve ülkemin hürriyeti ve yalın ayaklı halkımın özgürlük davasından vazgeçmem!

Ey sevgili ülkem! Bugün de senin için bir şey yapamadığımı düşünüyorum ve bu durumumun seni üzdüğünü biliyorum. Doğrusu seni her üzdüğümde geceleri vicdanım kabus olup üzerime çöküyor, huzurum kaçıyor ve ter basıyor her yerimi!

Ey kutsal ülkem! Seni üzdüğüm için tekrar özür diliyorum! Evet, biliyorum, kendimi şekilden şekle, düşünceden düşünceye giren bir derviş gibi hissediyorum. Ne denli zahmetli olursa olsun, bir gün mutlaka ülkemi dünya düşünce liginde temsil edecek bir kaç eser yaratacağıma dair söz veriyorum!

Evet, nesihat etmenin kolay ve nesihat dinlemenin çok zor bir şey olduğunu biliyorum! Çünkü insan kibirli ve cahildir! “Tımarhane”yi işaret ederken ”tımarhane”nin içinde biri olduğunu fark edemeyecek kadar tiyatral bir varlıktır insan! Yani öğrendiklerini ve söylediklerini yaşamayan insanın SIFIR olduğunu düşünüyorum! ”SIFIR NEDİR?” Henüz hiçbir şey olmamak demektir; yani ne artı ne de eksi!..

Kendimi öncelediğimi ve çıkarlarımı ülkemin bağımsızlığı üzerinde tutuğumu iddia eden bir takım kötü niyetli yırtıcı Kürt milliyetçileri var: Hayır, öyle değil baylar! Benim kederim ve ıstırabım ülkemin esaretidir! Hiçbir şey bana kalıcı bir tat ve kalıcı bir huzur vermiyor. Çünkü ülkesizlik bana ıstırap veriyor, ülkemi özgür kılmadıkça bana mutluluk yoktur!

Sonuç olarak, biz Kürtler sömürge bir milletiz. Sömürgecilik bir kobra yılanının zehri gibidir; halkımızın kanına girmiş. O zehri nasıl Kürd’ün kanından çıkaracağız? Bunun mutlaka bir ilacı olmalıdır, diye düşünüyorum.

Albert Camus gibi itirazımızı, Sartre gibi ontolojik isyanımızı, Heidegger gibi yabancılaşmamızı ve Edward Said gibi sömürgeciliğe karşı farkındanlığımızı ışık gibi  küresel dünyamızın tuvalına yansıtacak bir dizi fikir insanına ve bir dizi filozofa ihtiyaç olduğunu düşünüyorum.

Akademisyenlerle Kürtlerin hürriyet işlerini yürütülebileceğini düşünmüyorum. Çünkü onlar rahatlığa düşkündürler, ezbercidirler, birbirlerinin kopyacısıdırlar. Kitap çalışmaları, standart ve resmidir. Analatik bilgiyi öğrenirler, devletletlerin ve zenginlerin memurları olurlar. Ancak düşünürler ve filozoflar öyle değildirler! Çünkü onlar, özel yetenekleriyle ve özel zekâlarıyla düşünce ve bilgi üretirler.

Bu sebeplerden dolayı biz Kürtlerin çıkaracakları bir dizi filozof sayısıyla çağın ruhuna uygun yeni bir akıl, yeni bir tefekkür, yeni bir değerlendirme, yeni bir zaviye, yeni bir bilgi ve yepyeni bir örgütlenme ile direnişi değil, şerefi ve hürriyeti halkımıza armağan etmemiz mümkündür.

Yalın ayaklı halkımızın üzerini kaplayan kapkara örtünün şurasından burasından açılan kara delikler ve o kara deliklerden içeriye sızan filozofik ışıklar, milletimize ve gençlerimize yepyeni zaviyeler ve yepyeni ikbal kapılarını açacaktır.

Bundan dolayı, dogmatik ve metafizik düşünceden, tarih öncesi uydurulmuş masal ve hikâyelerden uzak durarak Google çağının ruhuna uygun bir dünya görüşüyle özgürlük davamıza imkânlar ölçüsünde katkı sunmak istiyorum.

Bu anlamda emek verdiğim her düşünce çalışmalarımın bazı okurlarım tarafından tartışılması, yerilmesi ve bazıları tarafından da takdir edilmesi hoşuma gidiyor, beni daha çok bilimsel düşünce üretmeye kanalize ediyor. Ayrıca kaliteli bir okur kitlesine sahip olduğum için de çok mutluyum.

Yırtıcı İslam’ın Felsefes

   Birinci Fasıl                   

 İnsanlık  gezegeni her geçen gün kötülüğe doğru sürekleniyor, tüm zamanların en kuşatıcı sorunlarıyla boğuşuyor  ve belki de en kötü dönemine şahitlik yapıyor. Diğer bir taraftan yerküremizde problemlerin en fazla yaşandığı ve krizlerin en fazla patlak verdiği bölge Müslüman coğrafyasıdır. Mübalağadan kaçınarak İslam Dünyası barışa, huzura, sevgiye, kardeşliğe, demokrasiye, adalete, hukuka, eğitime ve bilime hasret kalmanın çığlıklarını atıyor, diyebilirim. Evet, Müslüman toplumların keşmekeşliklerle dolu bir hayat sürdüğünü üzülerek belirtmekle beraber bu toplumlar sefalet, açlık ve cehaletin pençelerinde can çekişmeyi kendileri için Tanrı’nın bir kaderi olarak görüyorlar.Müslüman toplumların yaşadığı bu kriz yetmezmiş gibi, Yırtıcı İslamcılar kendilerini  yeryüzünde Allah’ın uluhiyet ve rububiyet halifesi olarak görmektedirler. Daha korkunç olanı ise, Allah adına bedenlerine bombalar bağlıyorlar, toplumun en kalabalık noktalarına dalıyorlar ve üzerlerine bağladıkları bombaların pimini çekiyorlar ve en can alıcı olan ise topluma postmodern cehennemlerden en dehşet verici sahneleri yaşatıyorlar. Yırtıcı İslam’ın düşünce pratiğinde sayısızca yırtıcılık ve yıkıcılık örnekleriyle karşılaşmak mümkündür. İşin ilginç tarafı ise bu Yırtıcı İslam tüm kötü eylemlerini, Tanrı ve Muhammed peygamber adına yaptığını söylemekte hiçbir sakınca görmüyor.

 

Tabirimizle Küre Evi’nin yaşadığı bu reel-politik eksenden hareketle, Yırtıcı İslam’ın googleleşen toplumlar içinde yaratığı krizi daha doğru anlayabilmemiz için Yırtıcı İslam’ın bin dört yüz yıllık tarihi ajandasına kısa bir yolculuk yapmakta fayda gördüğümü belirtmek istiyorum.

Muhammed el Behiy, Ali Şeriati, Cemaleddin Afgani, Hasan Hanefi, Abdulkerim Suruş, Muhamed İkbal ve Fazlu Rahman gibi liberal İslam düşünürleri  Muhammed peygamberin ölümünden hemen sonra Müslüman cemaat arasında akidevi, düşünsel ve ameli konularda ciddi problemlerin ortaya çıktığını ifade ederler.

Peki, Müslüman cemaat arasında ilk problem ve ilk muhalefet nasıl ortaya çıktı? Müslümanlar arasında bu tefrikanın tezahür biçimi ilk olarak Muhammed peygamberin naaşının nereye defnedileceği konusunda ortaya çıkacaktı. İlk başlarda Muhammed peygamber Allah tarafından melek aracılığıyla kendisine vahiy geldiğini arkadaşlarına bildirdiğinde arkadaşları biz “işittik ve itaat ettik” ayetini referans alıyordular. Böylece Muhammed’in cemaati arasında hiçbir muhalefet ve hiçbir ihtilaf sorunun ortaya çıkmasına izin vermemiş oluyordular.

Muhammed peygamberin ölümünün ardından ‘‘Rey Ehli’’ ve ‘‘Hadis Ehli’’ ortaya çıktı. ‘‘Hadis Ehli’, çıkan sorunların ve ihtilafların çözümü için Muhammed peygamberin yaşadığı döneme tekrar geri dönelim ve o dönemin uygulamalarını referans alarak sorunlarımızı ve ihtilaflarımızı çözelim önerisini sunuyordu. ‘‘Rey Ehli’’ ise bu duruma itiraz ediyordu ve şu teolojik düşünceyi ileriye sürüyordu: Peygamberin yaşadığı dönemde siyasi ve sosyolojik şartların farklı olduğunu, tekrar geriye dönüp gerinin nosyonlarına göre hareket etmenin Müslüman toplumun yaşadığı krizi çözemeyeceğini, ayrıca Müslüman cemaate güzel bir yaşam sunamayacağını ve onları mutlu etmesinin mümkün olamayacağını iddia ediyordu.

Yırtıcı İslam’ın ilk olarak nasıl  başladığını ve dalga dalga nasıl yayıldığını somut bir örnek üzerinden devam ettirmek istiyorum: Muhammed peygamberin ölümünden  kısa bir süre sonra  siyasi yönetim oluşturuldu ve bu siyasi iktidarın başına Muhammed peygamberin en yakın arkadaşlarından biri olan Ebubekir getirildi. Ebubekir ilk olarak zekat vermeyen Müslüman kabilelere savaş açarak Yırtıcı İslam’ın ilk başlatıcısı olacaktı. Yani Ebubekir zekat vermeyen Müslüman kabileler üzerine askeri birliklerini göndererek onları öldürmekte hiçbir sakınca görmedi ve aksine zekat vermedikleri için onları öldürmenin İslam’ın bir emri olduğunu iddia ediyordu. Ebubekir’ın  bu yırtıcı ve yıkıcı  eylemi Müslüman sosyalizasyon içinde etap etap normalleşmeye  başladı  ve böylece Ebubekir’in bu yırtıcı ve yıkıcı eylemi siyasal İslam’ın ilk referans kaynağını oluşturacaktı.

Muhammed peygamberin kendi döneminde zekat vermeyen, namaz kılmayan, içki içen ve oruç tutmayan hiçbir müslümanı cezalandırmadığını ve aynı şekilde Kur’an’ da bu konularla ilgili tek bir cezalandırma ayetinin  yer almaması oldukça düşündürücü ve ilginçtir. Eğer Ebubekir, Müslümanlara yönelik bu yırtıcı ilahiyatı uygulamamış olsaydı, kim bilebilir ki, belki de bugün bambaşka bir İslam düşüncesi ve İslam toplumu karşımıza çıkacaktı!

İkinci halife Ömer zamanında Yırtıcı İslam, sınır ötesi yıkıcı eylemler yaparak sesini duyurmayı daha çok başarmış olacaktı. Yırtıcı İslam, üçünçü halife Osman’ın iktidarı döneminde ise hem kaosu ve hem de şatafatlı bir hayatı bir arada barındırıyordu. Bir yandan Osman’ın evinin muhalifleri tarafından kuşatılmaya alınmış olması ve diğer taraftan Osman’ın karısının boynunda taşıdığı gerdanlığının tahvil değeri, o günün aç Afrika Kıtası’nın insanlarını bir günlüğüne baştan sona kadar doyurabilecekti.

Dördüncü halife Ali döneminde Yırtıcı İslam çok daha korkunç boyutlara ulaşmıştı. Muhammed’in eşi Ayşe, Muaviye ve Ali arasında çıkan iktidar savaşında, taraflar birbirlerini Allah adına vahşice katlediyorlardı ve işte bu Yırtıcı İslam bir günde tam olarak yirmi bin insan öldürmekten tereddüt etmeyecekti.

Ebubekir’in yaratığı bu Yırtıcı İslam Ali’den ayrılan bir grup Müslüman’ın Ali’yi kafir olarak suçlayıp öldürülmesine vesile olacaktı. Aynı zamanda Ebubekir’in inşa ettiği bu Yırtıcı İslam, önce kendisini öldürecekti, sonra ikinci halife Ömer’i, sonra üçünçü halife Osman’ı, sonra dördüncü halife Ali’yi ve en son Kerbela’da Muhammed’in tüm ailesini katledecekti!

680 ile 800 yılları arasında Yırtıcı İslam bambaşka bir boyuta girecekti. Birincisi, Emevilerin beşinci halifesi Melik ve onun çok zalim olan Bağdat valisi Haccac,  Kuran’ı yeniden tashih ve redekte edecekti (hareke ve noktalama işaretleri  yapma) ve Kur’an bugünkü son şeklini alacaktı.

Ayrıca şu bilgileri de vermem gerekiyor: İslam peygamberi yaşadığında, ne Kur’an ve ne de Kur’an’ın sayfaları ortada vardı. Bugün de Müslümanların elinde Muhammed döneminde yazılmış tek bir nusha yoktur ama dördüncü halife Ali, Muhammed’e ayit söz ve konuşmaları bir nüshada bir araya topluyor, lakin Osman döneminde bu nüsha yakılıyor; ancak Osman zamanında yeniden hadis veya rivayet yoluyla yeni  bir Kur’an taslağı oluşturuluyor.

İkincisi, felsefi manifestosu ise İbn Hanbel ve Mutezile mezhebinin kurucusu olarak bilinen  Vâsıl bin Atâ tarafından yazılacaktı ve her iki İslam ilahiyatçısı arasında “Kur’an mahluktur”“Kur’an mahluk değildir” iddialarıyla kıran kırana Kur’an tartışmalarının en zirve noktaya ulaştığı bir döneme denk gelindiğini Google Çağı’nın değerli okurlarının görüşlerine sunmak istiyorum.

1300 yılına gelindiğinde Hanbel’in yırtıcı fikirlerinden etkilenen İbn Teymiye adeta Yırtıcı İslam’ın yeniden manifestosunu kaleme alıyordu. Bu dönemde İbn Teymiye’nin Yırtıcı İslam ilahiyatı kısa süre içinde, tekfir kültürünü ve Allah adına yıkıcılık ve yırtıcılık inancını en zirve noktaya taşıyordu.

On yedinci yüzyılın ortalarında, İbn Teymiye’den çok etkilenen Arabistanlı İlahiyatçı Muhammed bin Abdulvahap’ın kurduğu Vahabilik ilahiyatı yıkıcılığı ve yırtıcılığı çok daha ileri bir düzeye taşımış oluyordu. Örneğin bu dönemde Muhammed bin Abdullahvahap ve taraftarları Mekke’deki Kabe’yi yakıyorlar, Muhammed peygamberin mezarını ateşe veriyorlar ve sebep olarak bu mekanlarda Müslümanların  Allah’a şirk koştuklarını ileriye sürüyordular. Bu Yırtıcı İslam tarihte toplamda 11 kez Kabe’yi işgal etmiş ve çok sayıda insanın yaşamına son vermiştir.

En son olarak 20 Kasım 1979 sabahının erken saaatlerinde, İslam dünyasının dört bin yanından Hac vazifelerini ifa etmek için Mekke’ye gelen yaklaşık 50 bin Müslüman, İslamiyet’in en kutsal mekanı kabul edilen Kabe’nin avlusunda sabah namazı için toplanmıştılar. Bu kalabalığın içinde İhvan Hareketine mensup 200 kadar militan ve onların elebaşı olan Cuheymanel Uteybi, Kabe’yi yırtıcı fikirleriyle kana bulayacaktılar.                 

 

İkinci Fasıl

 

Bu bölümde ise Müslümanların Gooogle Çağı’nın çok gerilerinde durma sebeplerini ortaya çıkarmaya gayret edeceğim. Müslümanların bugün çağın çok gerisinde kalmasının en büyük sebebi, İslam’ın içtihat kapısının kapalı tutulması, İslam’ın çağların ve çağın şartlarına göre kendisini güncelleyememesidir.

Çağın ruhuna uyarlanmayan Kur’an’ın sözleri, başta Müslümanların karşılaştığı sorunları ve talepleri çözememiştir. Aynı biçimde Batı dünyasının göndermelerine yanıt verememiş, Batı’yı ‘‘kafir’’ olarak aforoz ederek kendisini avutmuş ve Müslümanları çok ciddi bir krizin içine sokmuştur.

Sanırım Müslümanlar içtihad kapısını kilitli tutmasaydılar, Kur’an’ı zamanın şartlarına ve  ruhuna göre uyarlayabilseydiler;  insanlığın ortak birikimlerinden, tecrübelerinden yararlanmış olsaydılar Hristisyan alemi, Yahudi dünyası, laiklik, demokrasi ve kapitalizmle bu kadar yıkıcı ve yırtıcı çatışmalar yaşamayacaktılar.

Müslüman mezhepler, meşrepler, cemaat liderleri, ilahiyatçılar ve düşünürler İslam’ın tek doğru din olduğunu  ve  Allah tarafından korunan tek din olduğunu  Kur’an’ın şu ayetleriyle delil olarak gösteriyorlar:

“Hiç şüphesiz din, Allah katında İslam’dır. Kitap verilenler, ancak kendilerine ilim geldikten sonra, aralarındaki ”kıskançlık ve hakka başkaldırma” (bağy) yüzünden ayrılığa düştüler. Kim Allah’ın ayetlerini inkâr ederse, (bilsin ki) gerçekten Allah, hesabı pek çabuk görendir.” (Âl-i İmrân Suresi 19. Ayet)

“Hiç şüphe yok ki, Kur’ân’ı biz indirdik, elbette onu yine biz koruyacağız.” (Hicr Suresi 9. Ayet)

“Gerçek şu ki, dinlerini parça parça edip kendileri de gruplaşanlar, sen hiçbir şeyde onlardan değilsin. Onların işi ancak Allah’adır. Sonra O, işlemekte olduklarını kendilerine haber verecektir.” (En’âm Suresi 159. Ayet)

“Sözlerini bozmaları sebebiyle onları lânetledik ve kalplerini katılaştırdık. Onlar kelimelerin yerlerini değiştirirler (kitaplarını tahrif ederler). Kendilerine öğretilen ahkâmın (Tevrat’ın) önemli bir bölümünü de unuttular. İçlerinden pek azı hariç, onlardan daima bir hainlik görürsün.” (Mâide Suresi 13. Ayet)

Dijital toplumun Googleleşen Beyinleri Yırtıcı İslam’a şu soruları yöneltmekte bir beis görmüyorlar: Allah, neden Tevrat ve İncil’i korumadı, neden Kuran’ı koruyor? Allah Kuran’ı koruyorsa, Kur’an Müslüman dünyasına neden bir çözüm sunamıyor ve Kur’an düşüncesi yerkürede neden örnek bir Müslüman toplum inşa edemiyor?

Ya da soruları bu kez çapraz soralım. Kur’an Allah tarafından korunmuş olsaydı, Muhammed’in ölümünden yaklaşık 50 yıl sonra neden yazıldı? Kur’an’ın Muhammed peygamberin sözleri olduğuna dair kullanılan şu ifadeler oldukça problemli değil midir?

“Hiç şüphesiz o (Kur’an), şerefli bir elçinin kesin sözüdür.”  (Hâkka Suresi 40. Ayet)

“Bu, Kur’an onurlu bir elçinin sözüdür.” (Tekvîr Suresi 19. Ayet)

İşin daha ilginç tarafı ise Müslüman din alimlerinin ve cematlerin birbirlerini Kur’an’ı anlamamakla ve gerçek Müslüman olmamakla tekfir etmeleri ve tarafların birbirlerini gene Kur’an için vahşice ve tekbirler eşliğinde öldürmeleri oldukça sıkıntılı bir durum arz etmiyor mu?

Sonuç olarak, Müslümanların geri kalmasının sebeplerini şöyle sıralamak mümkündür:

  1. İçtihad kapısının kapanması ve mezhepler arası çatışma
  2. Etnik çatışmalar
  3. Yöneten ve yönetilenler arasındaki çatışma
  4. Yoksul ile zenginler arasındaki çatışma
  5. Müslüman devletler arasındaki çatışma
  6. Cemaatler ve sivil toplum kuruluşları arasındaki çatışma
  7. Laikliği benimseyen ve benimsemeyen Müslümanlar arasındaki çatışma
  8. Kadın ve erkek çatışması
  9. Mülteciler ve yerliler (ensar ve muhacir) arasındaki çatışma
  10. Çatışan tarafların çatışma sebepleri ise, her birinin kendisini hakikat (tek haklı) olarak görmesi

Üçünçü Fasıl

 

Çalışmamızın bu  fragmentinde değerli dijital çağın okurlarına Müslüman sosyalizasyonundan bir dizi pasajlar sunmak ve Müslüman toplumların Batı medeniyeti karşısında aldığı mağlubiyetlerden kısaca söz etmek istiyorum.

İbn-i Haldun, mağlup milletlerin galip milletleri taklit ettiklerini söyler. Bu gerçeğin çözümlemesi şudur: Sosyolojik hadiseler insanlara davranış kalıplarını kazandırır, davranışlar da kuralları meydana getirir. Bu kurallar gereği mağlup olan milletler bu yeni kazandıkları refleksleri ve kompleksleri kolayca üzerlerinden atamazlar. Galiplerin yaratığı bu sosyoloji, mağlupların sosyolojileri ve psikolojileri üzerinde büyük bir hastalık meydana getirirler. Bu hastalığın tedavisi mümkün mü? Sanırım bu sosyolojik hastalığın tedavisi uzun bir süre ve süreç gerektiriyor.

Müslümanlar ilk olarak Moğollara, ardından Hristiyanlara ve en son kapitalizme yenildiler. Daha sonra Müslümanlar, Moğollara ve Hristiyanlara karşı yaşadıkları yenilgilerin rövanşını aldılar! Ancak Müslümanlar Selahaddin Eyyubi’nin ölümünden sonra Hristiyanlara karşı bir galibiyet elde edemedikleri gibi, merkantilizmin ortaya çıktığı dört asırdan bu yana kapitalizme de hep yenildiler.

Müslümanların inanç sosyolojileri üzerinde çok etkili olan “Dört Halife Dönemi” kriz, kaos, tedhiş, tekfir ve terör dönemidir! Dört halife aynen bugünkü İslam Devletleri ve İslamî Hareket gibi, siyasi ve toplumsal krizi yönetemedi. Bunun geçmişte başarıldığı dönemler Muaviye, Yezid ve Harun Reşit dönemleridir. Çünkü onlar Yunan, Roma, Çin ve Hindistan medeniyetlerinden yararlanarak krizi yönetmeyi başardılar! Tabii ki bu durum onların kötülüklerini ortadan kaldırmaz.

Diğer önemli bir sorun ise Müslüman toplumların, Yahudi ve Hristiyan toplumlarının bilimsel fikirlerine ve tecrübelerine çevrimdışı olmayı iyilik olarak saydıkları bir gerçektir. Acaba Müslümanlara göre gerçek nedir veya gerçek, din ve özgürlük diyalektiğiyle ilişkilendirilebilir mi? Ya da Müslümanlar sosyolojilerini nesnellik ve öznellik zaviyesinde çözümleme kabiliyetine sahipler mi?

Örneğin, Müslümanların iyilik ve kötülük anlayışları, nesnellik ve öznellik gibi bir şey mi? Öyle bir şey değilse, o  halde Müslümanların sosyolojilerini temelde belirleyen ana sebebin din olduğunu rahatlıkla söyleyebilir miyiz?

Şimdi ise çapraz bir sorgulama yapalım. Batı düşüncesinin de bir dizi konularda inkârcı davrandığını inkâr edemeyiz. Örneğin sosyoloji anabilim dalını ilk kuranlar, İbn-i Haldun ve İbn-i Rüşd ikilisidir. Bu gerçeğe rağmen Batılı yazarlar bu hakikati bile bile inkar ettiler. Daha sonra modern sosyoloji 19. yüzyılda ortaya çıktı, 20. yüzyılda kurumsallaştı, branşlaştı ve daha sonra sosyoloji anabilim dalı üç kategoriye bölündü:

1-Sosyoloji

2-Antropoloji

3-Siyaset Bilimi

İbni Haldun, toplumların ümran ve asabiyetlerini iklim ve doğa üzerinden yorumlarken, ne Darwin’in eseri “Türlerin Kökeni” ne Marks’’ın “Das Kapital” ve ne de Comte’un teolojik, metafizik ve pozitivist bilimsel çözümlemeleri ortalıkta yoktu! Ancak bu durum, Marks ve Comte için geçerli değildir! Çünkü hem Marks ve hem de Comte “Türlerin Kökeni” gölgesinde eserlerini kaleme alıp yazmışlardır.

Haldun, Toplumu “Bedevi” ve “Hadari” olarak ilk çözümleyen kişidir. Ondan sonra en güçlü şekilde Marks, modern sosyolojinin ilk mühendislik pratiğini ortaya koyan güçlü bir düşünür olarak karşımıza çıkıyor. Marks, iki sınıf ve iki toplum çatışmasını birçok eksikliğe rağmen enfes bir şekilde çözümlemeyi başarmış biridir.

Durkheim, Marks’ın çözümlemelerini dikkatle okuyor, çözümlüyor ve kendi sosyolojik kuramını şu kavramlar üzerine inşa ediyor: Durkheim, mekanik ve dayanışma kavramları üzerinde sosyolojiye yeni bir boyut kazandırıyor.

Weber ise, her iki toplum bilimcinin mühendisliği üzerinde durdu ve topluma yeni bir estetik kazandırma becerisini keşfetti. Weber, Durkheim’e göndermelerde bulunarak işe başladı. O toplumların  hem çatıştığına ve hem de yardımlaştığına dikkat çekiyordu.

Weber, böylece “yağmur, insana şemsiye açtırma davranışı kazandırıyor.” eylemi üzerine kendi sosyolojik mühendisliğini ve bürokrasi sosyolojisini inşa edecekti. Son olarak postmodern sosyolojinin yaşadığı krize dair bir dizi güçlü çözümlemeleri ve çözüm önerileri olan “üçünçü yol” önermesiyle Anthony Giddens ve Kadir Amaç’ın  “Pim Kodu” çalışmaları karşımıza çıkıyor.

“Üçünçü Yol” teorisiyle postmodern sosyoloji biliminde yeni bir kurama fikir babalığı yapan Giddens, Batı sosyolojisi bilim liginin çevreleri tarafından tanınan, Türk ve Kürt okurların karşısına yakın zamanlarda kazandırılan değerli bir sosyal bilimcidir. ‘‘Üçünçü Yol’’ kitabı Googleleşen Toplumlar’ın nasıl bir toplum yaratmak istediğini bilmemizin yanısıra ‘‘sosyal demokrasi’’ hedeflerine ulaşılmasında somut araç ve gereçlere sahip olmamız gerektiğine işaret ediyor. Yani yeni bir idealizim hareketini nasıl sosyalizasyona ikame edeceğimiz konusunda bir dizi  öneriler sunuyor.

Giddens, ‘‘Üçünçü Yol’’ teorisinin ana esaslarında geleneksel sosyoloji teorilerinin günümüz googleleşen toplumların sorunlarıyla başa çıkamadığına dikkat çeker.  Bu sorunun çözülmesi için liberal ve kapitalist sisteme karşı sosyal demokrat ve muhafazakarları bir araya getirerek, bu çözüm yöntemine üçünçü yol ismini vermektedir. Eser 180 sayfadan oluşuyor. Giddens, bu eserin ortaya çıkmasında tam 15 tane arkadaşından destek aldığını söyleyerek bu eserin ortaya çıkmasında arkadaşlarına borçlu olduğuna ayrıca değinir.

Kadir Amaç’ın Pim Kodu’nu kaleme alırken, hiçbir arkadaşının ve hiçbir kurumun desteğini arkasına almadan ve en zor şartlar altında bu eseri yaratığını değerli dijital çağın okurlarının bilmesini isterim. Kısacası Pim Kodu kapitalizm, liberalizm, muhafazakarlık, İslam ve  sosyalizmin haysiyetini ve vicdanını yitirdiğini ele alır ve bu yapıtın postmodern sosyolojinin tüm sorunlarına köklü ve somut çözüm önerileri sunan çağın en ideal teorik eseri olduğunu söylemekte bir sakınca görmüyorum. Bu vesileyle Pim Kodu’nun başta İngilizceye olmak üzere bütün Avrupa dillerine çevrilmesi için ilgililere burdan çağrıda bulunuyorum.

Tam da bu noktada Alman siyaset bilimci OTTO’nun “herkesi yakala” kavramsallaşmasını googleleşen sosyalizasyon için önemli bir önerme olarak buluyorum. “Herkesi yakala” demek; herkese hoş geldin diyen, herkese sevgi ve barış elini uzatan demektir. Bu slogan “Pim Kodu” adlı kitabımızın son bölümünde Yırtıcı İslam’ı ve yırtıcı düşünceleri demokratikleştirmeye dair çözüm önerileri sunuyor.

Dolayısıyla İslam dünyasının düşünce merkezinde DİN, Batı (Hristiyan) dünyasının düşünce merkezinde FELSEFE ve FİZİKİN olduğunu söylemeden geçmek istemiyorum. O halde, akıllı ve yaratıcı olan milletler, tarihte ve bugün de ÖZGÜR oldular. Bilimsel düşünceye karşı çevrimdışı olan dini toplumlar, dün ve bugün de köle olarak yaşıyorlar.

İlginç olan diğer bir nokta ise, postmodern sosyolojiyi okuyan ve bu alanda adım adım dijital toplumları gözleyen biri olarak şunu söyleyebilirim; postmodern insan ve toplumlar için özgürlük hiçbir anlam ifade etmiyor artık. Çünkü dijital çağın özgürlük anlayışı değişti. Artık dünyadaki halklar özgürlüğü yurtseverlik, küresellik, hedonizm, maddi menfaat, eğlence, rapçılık ve tamahkarlık olarak algılıyor ve arzu ediyorlar!

Evet, gezegenin sosyalizasyonuna ilk giren para birimi ve ikincisi, toplumsal otorite (imparatorluk) olmuştur. Üçüncüsü, toplumda dinlerin otoritesi meydana çıkmıştır.  Dördüncüsü, imparatorluk ve din güçlerini birleştirmiş ve egemenliği ortak kullanmışlardır. Beşincisi, din ve kralların otoritesini elinden alan bilim olmuştur. Bilimin inşa ettiği ise, milliyetçilik ideolojisidir! Şu an insanlık gezegeni referanaslarını milliyetçilik ideolojisinden alan realizm ve liberalizm sistemiyle yönetiliyor.

Sonuç olarak yırtıcı milliyetçilik ideolojisinin ve seçilmiş ırk efsanesinin ilk mucitlerinin Yahudiler olduğuna dair bir dizi belgelerle kanıtlandığı tarihçiler tarafından ortaya atılmıştır. Yahudilerden sonra, “İnsanlar içinde çıkarılmış en değerli Millet müslümanlardır” ifadesini bu kez Kur’an, Tevrat’tan araklayarak söyleyecekti! (Âl-i İmrân Suresi 110. Ayet)

Türk, Arap ve İslam dünyasının değişime kapalı olmasının en büyük sebeplerinden biri de hiç şüphesiz kültür meselesidir! Müslümanlar önce sabit kuralları ve inançları değiştirmekle işe koyulmaları gerekirken, ilk safhalarda kültürel değişimi yapmakla büyük bir hata yaptılar. Çünkü toplumsal değişimin en son etabı kültürel değişimlerdir.

Örneğin Müslüman Türk toplumunun moderleşmesine kısaca bir göz atalım. II. Abdülhamit, Turgut Özal, II.Mahmut ve Mustafa Kemal’in modernleşme modelleri birbirlerinden çok farklıdır. Çünkü II. Mahmut ve Mustafa Kemal’in moderleşme modelleri yukarıdan aşağıyadır ve emredicidir! Abdülhamit ve Özal’ın ise rızaya dayalıdırlar.

İdris Küçükömer ta 50 yıl önce, CHP ve Kemalizm’i sağcı olmakla suçluyordu, ancak onun fikirleri Türk aydınları tarafından ciddiye alınmıyordu! Gene Türk solcuları İdris Küçükömer’i dinlemedikleri gibi, Kemal Tahir’in İslam dininin sosyolojik fikirlerine de kulak asmıyorlardı! Aksine daha çok  Yalçın Küçük ve Hikmet Kıvılcımlı’ya kafa yoruyordular.

O yıllarda Yırtıcı Türk İslamcıların Yırtıcı Türk Solundan hiç farkları yoktu! Onlar da Necip Fazil gibi kibirli bir ırkçıyı dinliyordular. Bugün de Necip’in yerine yırtıcı fikirlere sahip olan İsmet Özel’i dinliyorlar. O dönemlere şahitlik yapan, Ali Bulaç ve Sedat Yenigün’ü Türkler dinlemiyordular! Bana Türkler nasıl bir millet diye sorsalar şöyle yanıt verirdim: Yırtıcı aç kurtlar gibi bozkırlardan aşağıya indiler; önlerine ne geldiyse öldürdüler, yaktılar, yıktılar, işgal ettikleri her karış toprağı mesken edindiler ve bir daha anavatanlarına dönmediler!

Şimdi işin ilginç tarafı Türkiye’deki Kemalistler, İslamcılar ve solcuların tıpkı Bolşevikler, Naziler, fütüristçiler ve YIRTICI MİLLİYETÇİLER gibi kendilerini dürüst, namuslu, ahlaklı, demokrat ve uygar görmeleridir(!)  Türklerin bu komik umranları aklıma  Meksikalı  Emiliano Zapata’yı hatırlattı. Emiliano Zapata’nın eline “Rus Devrimi”nin Manifestosu verilince şöyle dedi: “Ben Rus değilim, Meksikalıyım. Meksika’nın ikbalini ve yeni sosyolojisini belirleyen meselelerde yalnız başıma karar alamam” diyordu.

Müslümanların galip millet felsefesini ve stratejisini tıpkı satranç oyununa benzetiyorum.1886 yılından bugüne kadar yapılan DÜNYA SATRANÇ ŞAMPİYONASINDA tek bir Müslüman’ın satranç oyunu birinciliğinin olmaması sizce de fazlasıyla düşündürücü değil midir?

Düşünmemize yardımcı olacak bir misal daha vermek istiyorum. Orta Çağ’da hayat kadınları erkeklerle para karşılığında yatıyorlardı ve bu parayla Katolik Kilisesi’nden cennet satın alıyorlardı! Günümüzde ise zengin Müslümanlar bir varil petrol karşılığında bir kola satın alıyorlar, fakir bir Müslüman ise yıllarca biriktirdiği parasıyla cennet emlakçılığı yapan Müslüman din adamlarından bir cennet satın alıyor!  Tekrar üzülerek belirtmeliyim ki Müslüman toplumlar tam bir çukurun içindeler. Çukur deyince Sümer Rahip Devleti’nin kralı Hammurabi aklıma geldi! Ona göre üç insan sınıfı vardı:Üstün insanlar, sıradan insanlar, köle insanlar.

Sanırım Googleleşen Müslüman toplumlar için en enfes sıralamayı şöyle yapmak mümkündür. En üsttekiler, ortadakiler, alttakiler ve çukura düşenler! Heyhat! İslam ülkelerinde Kur’an, kötülüğün kaynağı ve camiler ise köleliğin tapınağı haline gelmiş durumdadır! Çünkü namaz tüccarları, sahabeler, mezhepler, meşrepler, tarikatlar ve Yırtıcı İslamcılar Muhammed’e ihanet ettiler, hakikatin dilini kestiler ve şu an İslam Ümmeti’nin en üst katmanını temsil ediyorlar.

 

Kadir Amaç

Rojava, Kürtler İçin Kırmızı Çizg

    Birinci Fasıl                   

Kadir Amac

Yaklaşık olarak 7 yıldır güncel yazılar yazmıyorum. Rojava’ya yönelik tehlike ve saldırı sinyallerini görünce bu yazıyı yazmak bana farz oldu.

 

Evet, Kürt düşmanlarını uyarıyoruz!

Kürtlerin kırmızı çizgisi Rojava!

Kürtlerin öfke patlaması Rojava!

Kürtlerin kıyameti Rojava!

Kürtlerin beyni, kalbi, gözü ve namus Rojava!

 

İkinci Fasıl!

Kürtler hiç kimseyle savaşmak istemiyor. Çünkü, savaş, yıkım ve acıdan başka hiçbir şey değildir!

Kürtler de her millet gibi, kendi topraklarının efendisi ve hükümdarı olmak istiyor! Kürtlere kötülük mızraklarını yöneltirseniz ve şereflerine dil uzatırsanız Kürtler de ASLANLAR gibi karşınıza dikilir!

O halde bize”terörist” diyenlere asıl terörist sizlersiniz deriz!

Bize “kafir” diyenlere asıl kafir sizlersiniz deriz!

Bize hakaret edenlere, iki misliyle karşılık veririz!

Bizi öldürenlerden misliyle intikam alırız!

 

Üçüncü Fasıl

Kürt düşmanı Türk devletini ve dünyanın en çirkin İslamcı erkeklerini ırkçılık, barbarlık, körlük, cehalet ve benzeri hasletler ile sünnetullah ve biyolojik yasaların dışına çıkararak girdikleri her şehirde ve ülkede  doğruluğun, erdemin, adaletin ve merhametin ırzına geçiyorlar.

Bu her iki fırkanın, imanı hor ve hakir olmuştur. Manevi dayanakları zelzele geçirmiştir. Sevgili Allah’a isyan etmiş, kötülüğe dost, Kürdistan ülkesine düşman  olmuşlardır.

Yani Kemalist devlet Kürtlerin her türlü kazanımlarına TİMSAH gibi saldırıyor, kibirli ayaklarıyla yeri yararcasına ve  kibirli başıyla  gökyüzüne değercesine salya sümük akıtıyor. Gönül dünyamızın başkenti olan Rojava’yı dünyanın en çirkin şeriatçı erkekleriyle havadan ve karadan en ağır silahlarla bombardımana tutmak ve  işgal etmek istiyorlar!

 

Dördüncü Fasıl

Türk Devleti ve onun İslamcı şürekası  şunu çok iyi bilmelidirler ki, dağları yerlerinden oynatsalar bile, Kürtler Rojava’nın bir karış toprağını işgal etmelerine asla  izin vermeyecektir.

İkincisi, nice az toplulukların, nice çok topluluklara galebe çaldığını tarih şahitlik ettiğini biliyoruz. Rumların Persleri Ninova’da, Hz. Muhammed’in Ebu Cehil’i Bedir’de ve Kürt savaşçıları İslamcı teröristleri Kobanê’de mağlup ettiği gibi; Rojava’da defakto Kürt devleti de size tarihin en büyük yenilgisini yaşatacaktır.

 

Ve en önemlisi, PKK ve YPG işgal edilmiş bir vatanın, hürriyet ve siyasal egemenlik haklarının mücadelesini veriyor. Bununla birlikte bütün milletlerin, dillerin, renklerin, dinlerin kardeş olduğunu ve hiç kimseyle asla savaşı arzu etmedğini, Ortadoğu’ya barış, huzur, adalet, demokrasi mefküresinin inşasını ve bu yeni düşüncenin bilgi, bilinç ve amel ekseninde sosyalleşmesi için, pratik mücadele yürüttüğünü her fırsatta dile getiriyor.

 

İkincisi bugün, PKK ve YPG’nin arkasında  milyonlarca Kürt halkı var! Yarın Rojava’ya saldırırsanız, Kürt halkı eş zamanlı olarak, dört parça Kürdistan ve Avrupa’da bir NEHİR gibi sokaklara akacaktır!

 

Kadir Amaç

Twitter: @kadir_amac2 – Hotmail:  kadiramac@hotmail.com