Selahattin Demirtaş’a Mektup!

SevgiliDemirtaş kardeşim,

Brüksel’den kucak dolusu selamlar, sevgiler ve saygılar gönderiyorum. 

Atalarımızın hatıraları, sizi seven milyonlarca Kürt halkının sevgisi, insanlığım, şerefim ve Kürtlüğümün namına bu satırları kaleme alıyorum ve üzerine gönül dünyamdan bir demet gül koparıp  zat-i alinize armağan etmek istiyorum.

                                                      Sevgili Demirtaş Kardeşim,

 “Korkak, tehlike olmadığı zaman yumruğunu havaya sallar” Sevgili  Goethe, doğru söylüyordu. İyi bir siyasetçi ya da iyi bir aydın gerçekleşen bir olay karşısında suskun durmaz, topluma peygamber olur, olayların şahitliğini yapar ve herkesin korktuğu bir anda o şimşek gibi çakar!

Zat-i alinizin bildiği üzre Türk mahkemeleri, aydınları ve siyasetçileri  değerli misyonunuzu hukuki ve entelektüel düzeyde müzakere etmesi gerekirken, diskriminasyon kavramlarla ve ırkçı saldırılarla şeytanlaştırmayı tercih ettiler ve siz bu kötülüklere karşı duygularınızla hareket etmeye tevessül etmediniz.

Türk devletinin ve Türk toplumunun PİM KODUNU DOĞRU GİRDİNİZ ve doğru çözümlemeler yaparak Kürt halkının başkenti oldunuz. Çok daha önemlisi, cesur ve erdemli bir entelektüel Kürt lideri olduğunuzu gösterdiniz.

Yani, Türk devletinin ve  siyasetinin tüm günahlarını ve kötülüklerini büyük bir erdemle ortaya serdiniz, Türkiye’de yaşayan bütün halkların tevecühünü ve güvenini kazandınız ve toplumun tüm katmanları üzerinde glokalizasyon ölçekte bir etki yarattınız.

Bu kötülük fırkasının elebaşı olan ‘’Kasrü’l-beyzâ’’ Saray’ına ve  bu Saray’ın  etrafındaki Osmanlı cülus bahşişleriyle geçimlerini yapan yeşil cübbeli belamlara ve gecekondulu kırmızı papyonlu İslamcı entellere ve ırkçı kemalist antagonizmalara karşı tarihi bir mücadele yürütünüz.

Özellikle savunmalarınızı ve siyasi münazalarınızla Farabi’nin “El-Medinetü’l-Fazıla” sı kadar entelektuel buldum. Rakibiniz Erdoğan ve İslamcı şürekasına H.Z Ali’nin “Nehсü’l Belâga”sı gibi cevaplar verdiniz.  Kobanê Kumpas Davası’nın sonuş kararına  Ehmedê Xanî gibi güçlü düşüncelerle karşılık verdiniz, dedeniz Şeyh Said Palu gibi alimce durdunuz, Seyid Rıza gibi cesaret timsali oldunuz, Qazi Muhammed gibi düşmanın hilesine galebe çaldınız, Leyla Qasım gibi dost-düşmanı büyülediniz,  Osman Sebrî gibi asalet sergilediniz, Şems gibi irfan, Fuzuli gibi dert ve İbn-i Rüşd gibi felsefe yaparak tarihe geçtiniz.

Sevgili Demirtaş Kardeşim,

Son olarak, Kürdistan’ın anlam ve mana iklimini gönüllerimize, zihinlerimize ve ruhlarımıza hulûl etmesini ve bu melekûti iklimde kavileşmesini ve Kürdistanlaşmasını daha çok muhkemleşmesini ve  yeni bir üslup, yeni bir nefes ve  yeni bir siyasi felsefe kozasını oluşturdunuz.

Duruşunuz yurtsever halkımızın zihin kodlarını, gönül deryasını, ruh haritasını yeniden Ehmedê Xanî’nin Kürdistani düşünceleriyle buluşturarak, adeta bizi Ba’sul- Ba’del Mevt  şahikasına yükseltiniz.  Hakkınızı helal edin

Saygılarımla

Kadir Amaç Brüksel.

MUTLULUĞUN FELSEFESİ   

MUTLULUĞUN FELSEFESİ   

Dünyamızın ömrünün yaklaşık 70 bin yıl ve yazılı tarihinin 5 bin yıl olduğunu değerli okurlarıma hatırlatarak yazıma başlamak istiyorum. Evet, geçen bu zaman dilimi içinde gezegenimiz çok sayıda gelişmelere, yeniliklere, icatlara tanıklık etti. Yani mağara devrinden avcılığa, avcılıktan toplayıcılığa, toplayıcılıktan tarım toplumuna, tarım toplumundan sanayi toplumuna, sanayi toplumundan modern topluma, modern toplumdan postmodern toplumlara evrildik.

Önce okyanuslara açılan devasa yük ve yolcu gemileri, dağları delen tüneller, derin vadiler üzerinde inşa edilen köprüler, gökyüzüne yükselen görkemli cam binalar, ulaşımı hızlandıran muhteşem otobanlar, 5 bin yıllık yazılı tarihin arşivini bir tek bilgisayar, bir tek akıllı cep telefonun beynine yükleyen CPU, sosyalizasyonun her alanında aktif rol oynayan yapay zeka teknolojisi, saatte 500 km’lik bir hıza sahip olan otomobiller ve en son gökyüzünde havalanan en hızlı hipersonik uçaklar, insanın anlam ve mutluluk arayışına yanıt veremedi.

İnsan hafsalasının kaldıramayacağı bu baş döndürücü, yırtıcı ve her şeyi havada savurabilme yeteneğine sahip olan, teknoloji ve bilimsel keşiflerin en üst seviyedeki performansı karşısında gezegen insanları hâlâ neden mutsuz? Siz değerli okurlarıma göre, gezegende yaşayan 8 milyar insan neden mutlu değil? Ya da içinizde gezegenin bir kıtasının, bir bölgesinin, bir ülkesinin mutlu olduğunu düşünen var mı?

Şahsen, bu devasa boyuttaki teknolojik gelişmelerin ve bilimsel buluşların modern insanın mutsuzluk sorununu çözemediği gibi, hiçbir dinin ve hiçbir ideolojinin de insanın ve toplumun mutluluk “aura” ya da “enerji alanı”nın en az bir bölümüne şu ana kadar bir çare bulamadığını düşünüyorum.

Yani, tüm bu teknolojik ve bilimsel gelişmeler insanlar arasındaki şiddeti, nefreti ortadan kaldıramadığı gibi; eskiye oranla insanlar daha mutsuz, daha açgözlü, daha kibirli ve daha bencil oldular. Bu yeni açgözlülük kültürü, hem kendilerini hem de sömürdükleri diğer insanları daha çok mutsuz etmiştir.

Tarihçilerin ve politikacıların sorması gereken soruları neden hep felsefeciler soruyor? Doğrusu, bu durumu henüz anladığımı sanmıyorum. Yani bizim gibi, felsefecilerden başka insanın mutluluğu üzerinde düşünen, kafa yoran, sorular yönelten ve bu konuda derli toplu bilimsel çalışmalar ortaya çıkaran, bir tarihçi ve bir siyasetçi neden şu ana kadar ortaya çıkmadı ve bu meseleye dair derin bir takım çözümlemeler neden yapılamadı?

Peki, bu kadar teknolojik imkan ve bilimsel buluşlar postmodern insanların mutluluğunu ortaçağ insanların yaşadığı mutluluktan çok daha ileri bir düzeye taşıyamadıysa, bu kadar kaydedilen gelişmeler, icatlar, üretim ve kanunlar ne işe yarıyor ki? Avcılık, toplayıcılık ve tarım dönemindeki insan ve toplum, dijital çağın insanlarıyla mukayese edemeyeceğimiz düzeyde daha çok mutluydu.

Elbette onların da çok mutsuz oldukları anları, saatleri, günleri, haftaları, ayları ve yılları vardı. Başka bir biçimde söyleyecek olursak; insanın ontolojik veya biyokimyası gereği mutluluk bir süreliğine onların üzerine konuyordu, sonra ortalıktan kayboluyordu ve bu kez yerini hüzün alıyordu.

Bilim ve teknolojinin postmodern insanların üzerinde zaman zaman konan bu mutluluğun süresini eskiye oranla daha fazla uzatması gerekmiyor muydu? İşte benim bahsetmek istediğim şey bu! Postmodern insanların üzerinde dolaşan mutluluk, eskiye oranla daha az bir süre içinde insanın üzerinde dolaşıyor ve beklenmedik bir anda çekip gidiyor ve yerini bu kez süresini eskiye oranla çok daha fazla uzatarak hüzne bırakıyor. Bu yaşananlar enteresan bir durum değil mi?

Günümüzde mutsuzluğun kısaca ahvali buyken, milliyetçilik ideolojisi mutluluğun tanımını şöyle yapıyordu: Eğer bir millet kendi siyasal ve teritorial egemenliğini elde etmiş olursa, milli duyguların insanı mutlu edeceğini iddia ediyordu…

Dinlerin kutsal kitapları, mutluluk meselesine Allah’a yakın durmakla ve onun öğretilerine bağlı kalarak ancak insanın mutlu olabileceğini ileri sürüyordu…

Sosyalistler insanın mutluluğunun adresini proletarya diktatörlüğünde işaret ediyordu…

Liberaller ve realistler serbest piyasanın daha fazla üretimi sağlayarak, toplumda paranın ve üretimin büyük bir pasta meydana getireceğini ve bu pastadan herkese yetecek şekilde ayrılan dilimlerin, insanı ve toplumu mutlu edeceğini savunuyordu…

Ne yazık ki isimlerini yukarıda saydığım ideolojiler ve dinler tüm iyi niyetli çabalarına rağmen vasat ölçekte bile, insan ve toplumu mutlu etmeyi başaramadılar. Öyle ki, en şeriatçı, en liberal ve en demokratik ülkelerde bile postmodern insanların önemli bir bölümü mutlu olamadı. Bu ülkelerin en varlıklı ve en eğitimli insanları ceplerinde uyuşturucu, depresyon ilaçlarını eksik tutmadılar ve birçoğu ise intihar etmeyi tercih etti.

Oksidentalist düşünce akımları geçmiş tarihteki insanların mutsuzluğunun kaynağını din, eğitim koşulları ve üretime bağlıyordu. Bu akımların en güçlüsü olan modernizm, yüz yıl içinde tüm dini inanç grupları ve toplumsal gelenekleri sekülerleştirdi ve toplumun önemli bir bölümünün dini hayatlarından tamamıyla çıkarmasına vesile oldu ve toplum eskiye oranla inanılmaz eğitim imkanlarına kavuştu. Örneğin, bugünkü bir yıllık üretim oranı 1500 yıl önceki zamana göre hesaplandığında, bir yılda üretim 240 kat ve gene bir yılda postmodern toplumun tükettiği enerji 115 kat artmasına rağmen, insan ve toplum eskiye oranla çok daha mutsuz görünüyor!

Bu modernist akımlar, insanların daha fazla üretim yaparak ve daha fazla eğitim alarak mutlu olacağını düşünüyordu. Modern toplumların önemli bir kısmı bu sıraladığımız imkanların tümüne kavuştuktan sonra gördüler ki, mutsuzluğun hayatlarından çekip gitmediğini. Bazıları bu gerçeği kabul etmeyip intihar etti, bazılarının mutsuzluk arayışları devam ediyor ve bazıları da mutlu ve mutsuzluğun insanın biyokimyasında olduğunu kabul ederek yaşamlarını sürdürmeye devam ediyorlar.

Daha önceki insanlar çok az çalışıyordu, çok az tüketiyordu, çok az biriktiriyordu, ürettiklerini dikkatlice kullanıyordu, fazlasını paylaşıyordu, israf etmiyordu, saklıyordu, ihtiyaç olduğunda çıkarıp tekrar kullanıyordu ya da ihtiyacı olana veriyordu. Çöpe asla atmıyordu. Çünkü ÇÖP, ESKİ İNSANLARIN HAYATLARINDA ASLA YERİ YOKTU ve çöplük kavramı modern zamanlarda biz insanların hayatına girmeyi başardı.

Bugün ise baş döndürücü bir üretim var, dünya kaynakları hoyratça kullanılıyor ve korkunç boyutlarda bir israf gerçeği var. Bu israf kültürü, dünyayı kirletiyor ve biricik dünyamıza pis kokular bırakarak, çöp üreterek ve pis kokular yayarak aptalca mutlu olacağını sanan milyonlar ve sonları gene mutsuzlukla bitiyor.

Evet, doğrudur. Bundan 200 yıl önce gezegenimizde çocuk ölümleri ve salgın hastalıklar insanları mutsuz kılıyordu ve insanları kitleler şeklinde ölüme mahkum bırakıyordu. Günümüzde ise, doğum ve salgın hastalık ölümleri neredeyse tamamen ortadan kalkmış durumda. Bu oldukça sevindirici bir durum. Eski çağlardaki salgın hastalıklar insanları derinden mutsuz ederken, şimdiki postmodern insanlar karşılaştıkları bambaşka meselelerde mutsuz oluyorlar.

Örneğin, eskiden insanlar yaya yürüyerek veya atlı olarak günlerce, haftalarca, aylarca ve yıllarca yolculuk yaparak ömürlerinde çok ciddi bir zaman harcamış oluyorlardı; yorgun düşüyorlardı ve özellikle ailelerinden uzak kalmaları onları mutsuz kılıyordu.

Bugün ise insanlar 48 saat içinde dünyanın etrafını rahatlıkla dolaşabiliyor. Bir ülkeden diğer bir ülkeye, bir kıtadan diğer bir kıtaya birkaç saat uçtuktan sonra, yolculuğunu çok rahat ve mutlu bir şekilde tamamlayabiliyor.

Ancak yüzlerce yolcu taşıyan bir uçak havadan yere çarparak, tüm yolcuların ölmesine ve hayatını kaybeden ailelerin ve yakınlarının bir ömür boyu mutsuzluklarına hiçbir teknoloji engel olamıyor ve çare de bulamıyor! Bu her iki imkan ve olay bazen bizi mutlu ve bazen de bizi mutsuz kılıyor.

Misal, Çin’de komünizm devleti kuruluyor ve 3 yıl içerisinde 50 milyona yakın insan açlıktan ölüyordu. Rusya’da sosyalistler insanın mutluluğu için 17 milyon insan öldürüyordu. 1. Dünya Savaşı’nda milletler ideolojisi mutluluk adına 20 milyon insan öldürüyor. 2. Dünya Savaşı’nda, bilim ve teknolojinin işbirliğiyle insanın mutluluk arayışları için atom bombası icat ediliyor ve bu savaşta 68 milyon insan hayatını kaybediyor.

Bilimin, eğitimin, üretimin ve demokrasinin ana merkezi gösterilen modern Avrupa Kıtası, “insanın mutluluğu” için nasıl bu kadar barbar olabiliyordu? Önceleri insanlar, teknoloji ve bilimin hayatımıza kolaylıklar sağlayacağını ve bu yeni teknolojik imkanlarla bizi mutlu kılacağını düşünüyordu. Ama yanıldılar ve bugün gezegenin en başat sorunu insanın mutluluk krizi olarak karşımıza çıkıyor.

Bundan üç yüz yıl önceki atalarımızdan daha çok mutlu olduğumuzu hangi bilim insanı iddia edebilir? Örneğin, eski atalarımız haftalarca ve aylarca banyo yapamıyordu. Vücutları üzerine biriken kir ve kokulara beyin sinirleri alışmıştı ve hallerinden gayet memnundular. Bugünkü modern bir insan, her gün banyo yapma imkanına sahip olduğu halde, eski ataları kadar mutlu ve huzurlu olamıyor.

Gerçekten de insanı mutlu eden para mı, aile mi, genetik mi, yoksa erdemli olmak mıydı? Özellikle son yıllarda sosyologlar, psikologlar, biyologlar ve arif kimseler, toplum üzerinde bir dizi araştırma yaparak, insanları ve toplumları mutlu eden amilleri ortaya çıkarmak için bir dizi bilimsel çalışma ortaya koydular. Sonuçlar, mutluluğun üretim ve iyi hayat koşullarından kaynaklanmadığını istatistik verilerle gözler önüne serdi.

Günümüzde mutluluk olgusu, biraz somut ve biraz da soyut nedenlere dayanıyor. Aslında, somut ve soyutun diyalektik kanunları da diyebiliriz. Postmodern insanların mutluluğu daha çok somut şeylerle gerçekleşiyor. Örneğin, bir evinin olmaması onu mutsuz kılıyor. Ev sahibi olduktan kısa bir süre sonra mutluluk bu kişinin üzerinde dolaşıyor, kişi doyuma ulaşınca yine mutsuzluğa geri dönüş yapıyor.

Bu kişinin mutluluk arayışı bu kez bir otomobil sahibi olmaya kilitleniyor, otomobil sahibi oluyor, tekrar mutluluk bu kişinin üzerinde dolaşmaya başlıyor ve her arzu doyuma ulaşınca bu kez doyum azaba dönüşüyor. Yani postmodern insanların ekonomilerinin ve sağlıklarının iyi imkanlara sahip olması, onların mutluluk sürelerini uzatmıyor.

İlerleyen dönemlerde, teknoloji ve bilim insanlara ölümsüzlük imkânı yaratabilecek mi? Ölüme çare bulunamayacağı konusunda tüm bilim dünyası hemfikir. Ancak, bilim ve teknoloji ileriki yıllarda insan ömrünü daha fazla uzatacakları konusunda umut dolu mesajlar veriyorlar. Varlıklı insanların bundan sonraki erotik mutluluk arayışları, ömürlerini uzatmak ve gezegenler arası seyahate çıkmakla denenecek. Ama parası olmayanlar, ömürlerini uzatamadıkları ve gezegenler arası seyahat edemedikleri için büyük bir mutsuzluk krizine girecekler.

Üç yüz yıl önce insanların sosyalleşmesine kısa bir yolculuk yapalım. Sonra bakalım ve o çağın insanları günümüz insanları gibi bu kadar temel ve hak hürriyetlere sahip olmadıkları halde, neden çok daha mutluydular? Bugünkü insanlar, özgürlükler ve temel haklar konusunda geçmişle mukayese edilmeyecek düzeyde ileride oldukları halde neden mutsuzlar? Örneğin, eskiden atalarımız evlendiğinde kendi eşlerini seçemiyordu ve eşleri istedikleri zaman eşlerini bırakıp gidemiyordu. Bugün ise, insan evlendiği zaman kendi eşini seçiyor ve seçtiği bu eş onu bırakıp özgürce gidebiliyor.

Yani, şiddetli bir fakirlik ve şiddetli bir hastalık durumuyla karşılaşmayan bir aile, varlıklı ve eğitimli bir aileden daha fazla mutlu olduğunu kanıtlayan şu yaşanan durumdur: Bu varlıklı ve eğitimli insanların ezici çoğunluğu ceplerinde, depresif ilaçlarını ve uyuşturucu maddelerini taşıyarak varlıklarını sürdürüyorlar.

Ben bu duruma mutluluğun krizi diyorum! Postmodern insanın mutluluk aurası çok karmaşık bir durum yaşıyor. Bu karmaşık durum onun duygu atlasında zaman zaman krizler geçirmesini sağlıyor. İçerdeki enerjiyi iyi yönetebilen, krizi atlatıyor ve krizi iyi yönetemeyenler uyuşturucu ve depresif ilaçlara mahkûm oluyor ve bu lanetli şeylerle de krizini yönetemeyince çareyi bazıları da intihar etmekte buluyor.

Sonuç olarak, mutluluk insanın içindeki enerjinin adıdır. Bu enerjiyi fark edemeyen, ortaya çıkaramayan, enerjiyi yönetemeyen insanlar ve toplumlar mutlu olamazlar. O halde benim mutluluk işine şöyle yoğunlaşmalıyım: İçimdeki enerjiye yapışıp kalan, tüm pislikleri temizlemeliyim ve içimdeki enerjiye sinen tüm kokuları yıkamalıyım. Kin ve kıskançlık kapılarını kapalı tutmalıyım, sevgi kapılarını tümüyle açık bırakmalıyım ki, sevgi sinyalleri beynime IŞIK ve yüreğime SEVGİ saçsın. Evet, içimden yeni bir ben çıkarmalıyım! Tıpkı Bağdadi’nin dediği gibi: “Nur’a baktım; kendim de nur olana kadar otuz yıl bakmaya devam ettim!”

Mutluluk, biyokimya dediğimiz insanın iç dünyasıyla alakalı bir duygu dalgası, ya da bir duygu aurası olarak görüyorum. Mutluluk konuları üzerinde YouTube kanallarına kulak vermenin bir faydasının olacağını düşünmüyorum. Bu konuda nörologları dinlemek, önerilerini almak ve özellikle sufi âlimlerin öğretilerine müracaat etmeyi felsefi buluyorum ve mutluluğa giden yolumuzun ışıklarını yakmamıza yardımcı olacağını düşünüyorum.

Çünkü küresel reklam şirketleri beynimizi reklamlarla yıkıyorlar ve içimizdeki enerjinin içine bir reklam çipini yerleştirerek sinyalizasyon dalgalarla mutluluk algoritmamızı inşa ediyor. İnsanlar ve toplumlar “REKLAMLARLA YIKANMIŞ MUTLULUK” sloganıyla bu tuzaklara rahatlıkla düşürülüyor ve ezici çoğunluğu bu tuzağın farkında bile değil.

Reklamlarla yıkanmış beynimiz parayla, toplumsal mevki, estetik ameliyatlar, güzel evler, güzel arabalar ve insanlar üzerinde otorite kurarak mutlu olacağımıza ikna ediliyor. Aman Allah’ım! Bu ne büyük bir kandırmaca. Yönlendirilen beyin tüm arzularını kısa bir süre içinde elde ediyor, bir süreliğine mutluluk onun biyokimya bölgesine konuyor, dolaşıyor, enerji bitince tekrar kişi mutsuzlukla baş başa kalıyor.

Batı medeniyetinin yarattığı bu mutluluk gerçeğini, tıpkı ağız salyası ve canıyla estetik bir eser ortaya çıkaran ipek kozasını yapan ipek böceğine benzetiyorum. İpek böceği koza yapıyor, sonunda eserinde kendisini boğuyor. İşte kapitalist sistemin yarattığı mutluluk algoritması böyle bir şey.

İnsanın mutluluğu aslında yukarıda belirttiğimiz gibi, beyindeki sinir sistemleri ile alakalı bir durum olarak değerlendiriyorum. Beyindeki sinir sistemlerimizi iyi eğitebilirsek, iyi yönetebilirsek, hayatımızın önemli bir bölümünü mutlulukla geçirebileceğimizi garanti edebilirim. Mutluluğu somut şeylere indirgemek büyük bir yanılgıdır. Soyut mutluluktan kastettiğim şey, insanın içinde dolaşan bir enerji, ya da beynimizdeki sinir sistemi ile ilgili bir durum. İçimizdeki bu dolaşan enerji ve beynimizdeki bu sinir sistemi duygularımızı sürekli olarak değişken tutabiliyor. Yani mutluluk şeridinden mutsuzluk şeridine, mutsuzluk şeridinden mutluluk şeridine pinpon topu gibi sıçrama yapmamızı sağlıyor.

Örneğin, 10 dakika önce kendimizi çok mutlu ve huzurlu hissederken (çevrimiçi), hemen ardından kendimizi çok üzgün ve yalnız hissedebiliyoruz (çevrimdışı). Bu durum tamamıyla insanın beynindeki sinir sistemi ile ilgili bir durumdan kaynaklanıyor. Biyologlar, nörologlar, filozoflar ve sufiler, insanın mutluluğunun insanın içinde başladığını ve beyindeki sinir sisteminin kendisini dış faktörlere karşı iyi yönetmesi olarak değerlendiriyor.

Kadir Amaç
Gece: 03:47
Brüksel

Antikapitalist İhsan Eliaçık!

Antikapitalist İhsan Eliaçık!

 

Bu yazıy Fidan Güngör’e  adıyorum!

İhsan Eliaçık Twitter resmi hesabında, Hamas ve İsrail ile ilgili attığı aşağdaki  twitlerden dolayı sosyal medya üzerinde gündem konusu olduğu için, 29-11-2013 tarihinde Kürdistan Post internet gazetesinde yayınlanan bu yazımın tek bir harfine   dokunmadan olduğu gibi kendi web sitemde yayınlama gereğini duydum. 

 

İnsan Eliaçık acaba Türk ordusuna ve Türk Polis Teşkilatına yazılan Türkleri Twitter sayfasında engelleme ve pratik yaşamında bu insanları siliyor mu?

Aziz milletimize, savaşçılarımıza, siyasetçilerimize, alimlerimize, düşünürlerimize, aydınlarımıza, sanatçılarımıza ve Kürdistan’ın bağımsızlık mefküresine yönelik itibarsızlaştırma muamelesi yapan; onlara İslami ve sosyalist argümanlarla galebe çalanlara karşı kimse kalemimden kibarlık göstermemi beklemesin.

Türk ilahiyatının ve Türk İslamcılığının, Kürt ve Kürdistan düşmanlığı Mehmet Akif Ersoy’la başladığını daha önceki çalşmalarımda ayrıntılarıyla yazmıştım. 1992 yılında Yeryüzü Dergisi ve Burhan Kavuncu’nun gayretleriyle Kürdistan düşmanlığı meşrulaşacak ve Kürdistan düşmanlığı İslam’ın şartlarından biri olarak Kürt haricilerine (Hizbullah-HüdaPar) empoze edilecekti.

(Bakınızhttp://www.kurdistan-post.eu/tr/toplum/burhan-kavuncu-ve-surekasina-kadir-amac)

 

Bugün ise Kürdistan düşmanlığı üç Kayserili; Mustafa İslamoğlu, Mehmet Göktaş ve son yıllarda kamuoyuna adını “Antikapitalist Müslüman”  olarak duyuran İhsan Eliaçık olacaktı. İşgalci ve müşrik Türk devletinin tedrisatı rahlesinde geçen, bu birbirinden uyanık ve sahtekar yukezzibunları otuz yıldır tanıyorum. Ayrıca Türk evangelizmini ve oryantalizmini andıran yazılarını ve kitaplarını doksanlı yıllarda okumuştum.

İşgalci Türk devletinin karanlık güçleri tarafından tebliğ ve irşad adı altında Kürdistan’da oryantalist faaliyetler yürüten  bu üç Kayserili; tıpkı Hasan Sabah, Nizamül–Mülk ve Ömer Hayyam  gibi kendilerine Mehdilik misyonunu biçecektiler.

 

Mustafa İslamoğlu politik ehlisünnet İslamını, Mehmet Göktaş Kürdistan’da ehlisünnet İslam’ın kadısı ve  ehlisünnet kontenjanları dolu olduğu için Ali Şeriati’nin ve anarşist düşünürlerin fikirlerini hırsızlayarak ortama Ebuzer misyonuyla ”Antikapitalist Müslüman” sloganıyla galebe çalacaktı. Bu piyasadan çok daha karlı çıkacağını düşünen İhsan Eliaçık’ın bu hesabını bozacağım.

 

Dolayısıyla daha önce Mustafa İslamoğlu için kaleme aldığım ”Türk Devletinin Bel’am Bin Baurası” ve Mehmet Göktaş için de  kaleme aldığım “Mehmet Göktaş Kimdir Kürdistan’da Ne İş Yapar?”  adlı yazılarıma bakıldığında bu şahısların ne kadar Kürdistan düşmanı, ne kadar İslam’ın hırsızları, ne kadar sahtekar ve günahkar şahıslar olduğu fazlasıyla anlayacaklardır.

(1)- http://www.rojevakurdistan.com/index.php/component/content/article/114-kadir-amac-/7543-tuerk-devletinin-belam-bin-bauras

(2)- http://www.rojevakurdistan.com/index.php/component/content/article/114-kadir-amac-/7399-mehmet-goekta-kimdir-ve-kuerdistanda-ne–yapar

Bu zaviyeden hareketle  üç uyanık, üç sahtekar ve üç günahkar Kayserili yazı dizimizi İhsan Eliaçık’la sonlandırmış  olacağız.

İhsan Eliaçık 1977-1984 yılına kadar  Türk- İslam menşeeli MTTB,  Akıncılar ve Ülkücü  hareket içinde aktif eylem elemanı olarak çalışmıştır. İhsan Eliaçık, kan ve vahşetle beslenen Türkçü devletinin bekası için ve Türk-İslam ülküsünün tüm milletlere galebesi için, geçmişte başta Kayseri ve Türkiye’nin farklı şehirlerinde şiddet eylemlerine başvurmuş binlerce ülkücü-akıncı militanlardan biridir.

24.08.1980 tarihli Miliyet Gazetesi Türk Güvenlik güçlerinin İhsan Eliaçık’ın da aralarında bulunduğu Türk-İslamcı kampa yaptığı operasyonu, aşağıda görünen biçimiyle manşetten okuyucularına duyurmuştur.   anlatır. 

Ayrıca Oda TV davası kapsamında 14 Şubat 2011 tarihinde tutuklanıp serbest bırakılan Soner Yalçın; 02.09.2007 tarihli Hürriyet Gazetesi’nin köşe yaazısında bu karanlık ve katil Türk İslamcı kampında yakalanan tüm isimler ve  tüm gelişen olaylar hakkında detaylı bilgi verirken İhsan Eliaçık’ın ismini neden ıskaladığı konusu aşağıdaki link okunduğunda pekala anlaşılacaktır. http://arama.hurriyet.com.tr/arsivnews.aspx?id=7203252

Daha sonra Eliaçık 1980-1981 yıllarında Ankara Mamak Cezaevi’nde tutuklu kaldı. 1984 yılında işgalci Türk devletine gönüllü askerlik yaptı. 1985-1988 yılları arasında Kayseri İlahiyat Fakültesi’ni okurken, siyasal İslamcı hareketlerle ve düşüncelerle tanıştı. 1985-1990 yılının başlarına kadar Nurettin Topçu, Necip Fazıl, Sezai Karakoç, Erbakancı ve Türkçü düşüncelerle beslenip düşünsel bir arayış içindeyken; onun o yıllarda isimlerini bilmediği ve eserlerini okumadığı liberal ve yenilikçi İslam düşünürleri olan Muhammed Abduh, Cemaleddin Afgani, Muhammed İkbal, Seyyid Kutup, Fazlurrahman ve Ali Şeriati’nin düşünce sistematiklerini ben ondan önce okumuş olan biriydim.

1990-1993 yılları arasında İstanbul’da inşaat işçiliği yaptığım dönemde, İhsan Eliaçık’ı Yeryüzü Dergisi’nde yayınlanan yazılarıyla Türkçü bir gelenekten,  devrimci  ve tevhidi bir çizgiye geçiş yaptığını  anlamış oldum. İhsan Eliaçık’la ilk ve son karşılaşmam 1993’ün Mart ayında Beyazıt meydanında “Tevhidi ve Devrimci İslami Hareket Engellenemez!” pangartı altında birlikte slogan atmıştık.

Tam bu yıllarda “Değişim” adlı bir dergiyi, bir grup eski ülkücü ve akıncı arkadaşıyla çıkaracaktı. Bu derginin yayın politikası, Ülkücü ve Türkçü gelenekten devrimci İslami çizgiye  yönelişin macerası, İran Devrimi, Müslüman dünyasında gelişen siyasal  İslami hareketler, düzen partilerine oy verme, Türk devleti darül harp mi  yoksa darül İslam mı, PKK’nin “kominist”, “kafir” bir örgüt olduğu ve  İlimci grubun (hizbulvahşet) ise; Kürt-Müslüman kardeşleri olduğu ekseninde tartışmalar yürütülüyordu.

2000’li yılların başlarında ise kendisi gibi Türk devletinin tedrisatı rahlesinden geçen inancı bozuk, amelleri yamuk, Kürdistan düşmanı Hak Söz, Özgür-Der ve benzeri Türk siyasal İslamcı çevrelerle ilişkisi bozulur.  Bu kirli ve necis politik ortamda, patolojik ve psikolojik nevrozlar geçiren İhsan Eliaçık; Kürt gençlerini “Antikapitalist Müslüman” ayak oyunlarıyla devletleşme ve millileşme ülküsünden uzaklaştırma gayreti içinde olduğunu, 1980-1990 yıllarına tanıklık etmiş Kürdistanlı yurtsever dindarlar pekala bilirler ama Özgür Gündem bilmiyor!

Ayrıca Özgür Gündem Gazetesi’nin imkanı varsa, Kayseri Cumhuriyet  Savcılığı’na başvurarak İhsan Eliaçık’ın, yetmişli ve seksenli yıllarda kaç insan katlettiğini veya kaç mazlum insanı Allahu Ekber sloganıyla recm ettiğini öğrenebilir. Hakeza 13 Nisan 2012 yılında “Kürt Sorunu ve İslami Çözüm” adlı panele konuşmacı olarak katılan  Kürdistan Azadi İnsiyatifi’nin değerli  kurucu üyelerinden Yavuz Delal, Kürdistani düşüncelerini beyan ettiği için aynı panelde konuşmacı olarak bulunan İhsan Eliaçık, birden o eski ülkücü alışkanlığıyla refleks gösterip; değerli Kürt aydını Yavuz Delal’a “faşist” diyerek Kürdistan’ın siyasal egemenliğine ne kadar düşman olduğunu şu sözleriyle beyan etmekten imtina etmeyecekti: “Türk egemenliğinden kurtulalım derken Kürt egemenliğini yaratmayalım. Yeni sınırlar yaratmayalım, yeryüzündeki tüm sınırları kaldıralım.”

Bu sözleriyle Kürtlere, domuz etini deve eti niyetine satacak kadar uyanık bir Kayserili olmaktan imtina etmeyecekti. Sofistike kafalı Türk İslamcı İhsan Eliaçık; Türk devletinin putperest  ve terörist bir devlet olduğunu, Tanrıyı meteoroloji işlerine tahvil ettiğini, bin yıldır Kürdistanı işgal altında tuttuğunu, Kürtlerin ontolojik varlığını inkar ettiğini ve fizyolojik varlığına alçakça tecavüz ettiğini, işgalci Türk generallerin ve sömürgeci Türk valilerin Kürdistanı derhal  terk etmeleri gerektiğini, her millet gibi Kürt halkının da kendi öz toprakları üzerinde devlet olması gerektiğini söylemesi gerekirken; “fukara”, “guraba” ve kurabiye edebiyatıyla Musa El Eşari gibi, sahtekarlık yaptığını pekâlâ biliyorum.

Kürdistanlı fakir  ve  emekçi bir ailenin çocuğu olarak  yıllarca inşaat ustası, şu anda ise  yaşadığım şehirde  yaşlılar evinde çalıştığımı siz değerli okurlarımla paylaşmak istiyorum. Ayrıyetten yurseverlik kimliğimi ve ilmi çalışmalarımı  bu zor şartlar altında ilmik ilmik örerek bugünlere geldiğimi belirtmek istiyorum.

Şimdi  İhsan Eliaçık’a şunu söylemek istiyorum: “ antikapitalist” oyununu “Shakespeare” gibi sahneye koyabilirsin, Türk gençlerini ve Türk halkını örgütleyip  tam da bu minvalde Türk devletini alaşağı edip, sınırları olmayan “Dünya Adalet Devletini” kurabilirsin!

Eyvallah! Öyleki  bu, onurlu ve soylu eyleminden dolayı bütün dünya halkları seni ayakta alkışlasın! Ama sen gelir dindar  Kürt halkının ve  dindar Kürt gençlerimizi “antikapitalist Müslüman” ayak oyunlarıyla Türk devlet iktidarı için kullanmaya tenezül edersen bende sana böyle haddini bildirmek zorunda kalırım.

Ey İhsan Eliaçık! Sizin ülkesi işgal edilmiş, dili yasaklanmış, ontolojik varlığı inkar edilmiş ve dünyada Müslümanların tanrısına ve emekçi sınıfına en az saygısızlık yapmış bir halka, antikapitalist ayetler ve antikapitalist tefsirler okuman büyük bir saygısızlıktır.

Eğer “antikapitalist “davanda çok samimiysen bundan sonra, Türk devletinin ve Türkçülüğün  kabesi olan Anıtkabir’in karşısına dikilirsin; milletinin abdestlilerine ve abdestsizlerine İbrahim gibi Musa gibi, Muhammed gibi, Ebuzer gibi, Abdullah Bin Mesut gibi şöyle seslenirsin: “Ey milletimin ileri gelen mele ve mutref sınıfı; Türk devletine, Türk ırkçılığına ve Atatürk felsefesine tapmak büyük bir zulüm ve şirktir!”demelisiniz. Hemen ardından da “antikapitalist manifesto”nun ikinci ayetini  Lut,  Eyke, Ad ve Semud kavimleri gibi, yeryüzünde bolluk ve iktidar hırsından  şımarıp ve sapkınlık yapan Türk milletine okuyup, onları işgal edilmiş Kürdistan topraklarının kurtuluşu ve Kürt halkının özgürlüğü için isyana davet etmelisiniz Heyhat! Siz bunların hiçbirini yapmıyorsunuz? Sadece “fukara”, “guraba” ve kurabiye edebiyatıyla midemizi bulandırıyorsunuz!

kadiramac @hotmail.com

İran İslam Cumhuriyeti İsrail’in Eliyle mi Yıkılacak?

”İran İslam Cumhuriyeti İsrail’in Eliyle mi Yıkılacak?

Kadir Amaç                                                                                               

 

Üç gün önce, İran, tarihin en kapsamlı füze saldırısını İsrail’e yönelik gerçekleştirdi ve bu saldırıdan duyduğu büyük gururu dünya kamuoyuna duyurmakta tereddüt etmedi. Gece geç saatlerde bu makaleyi kaleme aldığım sırada, kim bilir belki bu gece veya başka bir gece, İsrail ansızın İran’a karşı çok etkili bir misilleme operasyonu gerçekleştirerek bölgeyi etkisi altına alacak şekilde büyük bir savaşın başlamasına ve İran İslam Cumhuriyeti’nin çöküşüne neden olabilir.

 

Devletin çökmesinden bahsederken aklıma Harvard’lı siyaset bilimci Grane Brinton geldi. Brinton, bütün siyasi devrimleri, insan vücudunun bir hastalığın safhalarından geçmesine benzetiyordu. Bu benzetme, “safhalardan geçme Teorisi’ni 1640 İngiliz, 1776 Amerikan, 1789 Fransız, 1917 Rus devrimlerini çözümleyerek izah ediyordu.

 

Grane Brinton, 1979 İran İslam Devrimi gerçekleşmeden önce vefat etmiş olsaydı, devrim teorisi listesinin başına İran Devrimini koyacağı kesindi. Çünkü doğrusunu söylemek gerekirse, 1979’da İran İslam Devrimi, insanlık tarihinin en büyük halk devrimi ünvanını çoktan kazanmıştı.

 

Yakın tarihte 1789 Fransız İhtilali ve 1917 Bolşevik İhtilali ile İran İslam Devrimi’ni mukayese etmek mümkün değildir. Çünkü İslam Devrimi, 1979’da halk tarafından gerçekleştirilen gerçek bir devrimdir. Devrimin lideri olan 78 yaşındaki bir molla, milyonlarca insanın önünde binlerce yıllık bir monarşiyi tek bir kurşun sıkmadan devirmiştir.

 

Humeyni, İran halkını her türlü şiddetten uzak tutmayı ve özellikle şu mesajı vermek istemiştir: “Sizi öldürmeye gelen polis ve askerlerin göğsüne kurşun değil, çiçek atın.” Evet, aynen öyle oldu ve bağımsız kaynakların kabul ettiği üzere, 60 bin insanın hayatına mal olan protesto ve direnişler devrimle sonuçlandı; devrimin lideri Humeyni, Paris Havaalanından Tahran Havaalanına indiğinde tam 12 milyon insan tarafından karşılanmıştı.

 

Devrimin birinci yıldönümü kutlamalarında hazır bulunan ünlü Türk gazeteci ve şu anki Diyarbakır Demokrat Parti Milletvekili Cengiz Çandar’ın “Dünden Yarına İran” adlı kitabını 1989 yılında okuma imkânım olmuştu. Yazar, kitabında İran İslam Devrimini akıcı bir dille anlatıyordu ve kitabın her sayfasını okuduğumda, olayların içindeymiş gibi hissettim.

 

Cengiz Çandar’ın “Devrimler içinde devrim, İslam içinde devrim ve mezhep içinde devrimdir.” tespitleri adeta altın vuruş niteliğindeydi. Öyle ki İslamcı mahalle arasında Cengiz Çandar’ın namaz kılmaya başladığı ve İmam Humeyni’ye itaat ettiği söylentileri kulaktan kulağa yayılıyordu. Çünkü o dönemlerde bu devrimden herkes bir şekilde etkilenmişti. Etkilenen isimlerden biri de “İslam Devriminin Kökleri” adlı ünlü kitabın yazarı İngiliz akademisyen Hamit Algar’dı.

 

Devrimin birinci yıldönümünde gösterileri izlemeye giden Fukuyama’nın arkadaşı kendisine şöyle bir not düşmüştü: “Milyonlarca insan Azadi Meydanı’nda ‘Merg berg Amrika (Amerika’ya ölüm!)’ diye bağırıyor.” Dünyaca ünlü siyaset bilimci Francis Fukuyama, arkadaşına şöyle yanıt veriyordu: “Korkma! Shell, Sony, Peugeot vb. şirketlerin tabelaları yerinde duruyor.” sözleriyle İslam devrimin trajikomik boyutuna dikkat çekmeyi başardı.

 

İslamcılık düşüncemin hatıra ajandasından bir dizi küçük alıntı yaparak, makaleme farklı bir bakış açısı kazandırmaya gayret göstereceğim. İslamcılık yaptığım (1985-1999) dönemlerinde İran devriminin fikir adamlarından biri olan Asaf Hüseyin’in, “İran’da Devrim ve Karşı Devrim” adlı eseri, kitapçılarda o dönemlerde kapış kapış satılıyordu ve gençler arasında elden ele dolaşıyordu. Asaf Hüseyin, Batı paradigmasına ve kapitalist Amerika devletine karşı “İran İslam Devrimi’ni alternatif olarak gösteriyordu.

 

Haşim’i Rafsancani ise bu duruma post modern “İslam’ın yeni dalgası’’ ismini veriyordu. İslam Devriminin önemli mimarlarından biri olan Ayetullah Haşim’i Rafsancani, “İslam’ın Dalgası” adlı kitabında, pek yakın bir zamanda İran İslam Devriminin öğretilerinin dalga dalga yayılacağını, “Amerika emperyalizmini” ve “İsrail Siyonizm’ini” bu İslam dalgası karşısında yerle yeksan edeceğini iddia ediyordu.

 

Geçmişte Rafsancani, Cumhurbaşkanlığı görevini yaptığı her iki dönemde, kendisi ve çocuğu devletin parasını çalmakla isimleri anıldı ve ayrıca baba ve oğul yargılandı ve hüküm aldılar. Rafsancani’nin yukarıdaki iddialı sözleri 45 yıl içinde hiçbir karşılık bulmamakla birlikte ve öyle ki sergilediği pratikleriyle hem kendisinin hem de Devrimin itibarına suikast yapıyordu.

 

İran İslam Devrimi’nin bir başka önemli isimlerinden biri de Dr. Mustafa Çamran’dır. Çamran’ı 1994 yılında ‘Kürdistan Hainleri” adlı eseriyle hem kendisinin hem de İran Devletinin Kürtlere karşı resmi fikirlerini tanıma fırsatı elde ettim. Kendisi Rojhılatlı bir Kürt olup, siyasal İslam ile ontolojik varlığına savaş açmış ve İslam adına kendi halkını vahşice katletmeyi cihad saymış ve Humeyni bu vesileyle kendisine “Mustafa Çamran, Kürdistan Demokrat Partisi’ne karşı verdiği cihad ile Cennetin Sigortasını Garanti altına almıştır” sözleriyle ödüllendirmekte geri durmuyordu.

 

Ve aynı yılda Ayetullah Humeyni’nin, ‘İmam’dan Mesajlar’ adlı kitabını okumuştum. Kitabın bir bölümünde Humeyni; “Kürdistan Demokrat Partisi” İslam düşmanı ve kafir bir teşkilat” olduğunu ve ayrıca Kürtlerin kurtuluş yolunun sadece “İslam devletine itaat” etmekten geçtiğini iddia ediyordu.

 

Kısacası İslam Devrimi, İran halklarına özgürlüğü, demokrasiyi, ekonomik zenginliği, eşitliği ve adalet mefkûresini vaat etmişti. Ancak aradan tam 45 yıl geçmesine rağmen halka, kötülükten ve cehaletten başka hiçbir şey bırakmadığını bugün daha net olarak görebiliyoruz.

 

Şeriatçı devletin bu çağ dışı antagonizması dijital gezegenimizi, tedirgin ve huzursuz ettiğini anlayabiliyorum. Çünkü İran İslam Cumhuriyeti post Modern medeniyetle diyalog köprüleri kurmak istemiyor; çözüm yerine kaosu, suhuleti yerine şekavetti, demokrasi yerine Şia şeriatını ikame etmek istiyor. Değişimi, demokratikleşmeyi ve uygarlaşmayı ise kafirlik olarak tasavvur ediyor, agresifleşiyor. İran Ayetullah rejimi ülkedeki adaletsizliği, fakirliği, sefaleti, geri kalmışlığı, İran milletinin aç kediler gibi duvarlara tırmanmayı, Kürt gençlerini vahşice vinçlerde sallandırmayı ve zindanlarda vahşice katletmeyi; emperyalizmi, İsrail’i, Amerika’yı ve Batı Avrupa ülkelerini suçlayarak ÇÖKÜŞÜN en büyük sebeplerini yarattığını hâlâ fark etmiş değildir.

Oysa ki Batı’da demokrasi, adalet, eşitlik, kadın, emek, özgürlük, etnik ve dini grupların akültürasyon haklarını parlamenter sistem veriyordu. Örneğin ABD’de “Temsilciler Meclisi” (Senato), İngiltere’de “Lordlar Meclisi”, Fransa’da “Milli Senato” meclisi, Almanya’da “Bundestag” meclisi canla başla kendi milletlerine hizmet ediyor.

Oysaki Ayetullah Humeyni, Ayetullah Mutahhari, Ayetullah Beheşti, Ayetullah Burucerdi, Ayetullah Muntezeri ve büyük düşünür Ali Şeriati gibi isimlerin örgütlediği kurum olan “Hüseyniye-i İrşad”, toplumun tüm muhalif kesimlerini ve Kürtleri bir araya getirerek, güç birliğini ve ittifak bloğunu sağlayarak ve onlara liderlik yaparak Pehlevi diktatörlüğünü alaşağı etmişti. Devrimin lideri İmam Humeyni, Kürt halkına, tüm ittifak güçlerine ve İran halklarına demokrasi, parlamentarizm, huzur, adalet ve özgürlük sözünü vaat etmişti. Ancak, Humeyni ve şürekası ilk iş olarak kendisine itaat etmeyen herkesi tasfiye ettiler. Özellikle HALK DEVRİMİNİN ortakları olan Kürtleri, vahşice katletmeyi cihat gördüler ve solcu fırkalar için idam mangalarını kurdular.

 

Ayrıca 45 yıldır dış politikasını, Filistin ve İsrail meselesi üzerinde yürüterek ve bu hassas alanı istismar ederek, Yahudi düşmanlığını körüklüyor ve İsrail’deki askeri hedeflere misilleme amaçlı saldırıları “stratejik sabır” kavramını kullanarak belki sonu getiriyor. Bu kavramın bana hiç de yabancı gelmediğini siz değerli okurlarımla paylaşmak isterim. Çünkü bu kavramı her ne kadar İran Cumhurbaşkanlığı Siyasi İşler İdaresi Başkan Yardımcısı Muhammed Cemşidi tarafından belirtilse de, 1992 yılında Farsçadan Türkçe ’ye çevrilen ve benim de dikkatle okuduğum Seyit Ali Hamaney’in “SABIR” adlı kitabında “stratejik sabır” kavramının aynı şekilde geçtiğini açıklığa kavuşturmak istiyorum.

 

Bana göre, İran’ın İsrail’e 13.4.2024 tarihinde yaptığı İHA saldırısından sonra İran İslam Devrimi adım adım kendisini ÇÖKÜŞE doğru hazırladığını düşünüyorum. Bu yıkım sürecinin etap etap, palet palet nasıl ÇÖKÜŞE doğru gittiğini kavramamızı kolaylaştıracak geçmişe kısa bir yolculuk yapalım:

 

28 Aralık 2017 ile 16 Eylül 2022 tarihleri arasında Meşhet, Kum ve Tahran’da başlayan ve hemen ardından İran’ın diğer şehirlerine dalga dalga yayılan protesto gösterileri, ülke içinde ve dışında büyük bir destek gördüğünü takip edenler hatırlayacaktır. Gösteriler heyecanla tartışılıyor ve yapılan bu tartışmaların heyecanı her geçen gün giderek artıyordu ve haber ajansları çıkan olaylarda yüzlerce insanın hayatını kaybettiğini, yüzlerce yaralı ve binlerce tutuklunun olduğunu dünyanın bilgisine sunuyordu.

 

Yedi yıl önce İran İslam Cumhuriyetinde yaşanan o protesto eylemlerini o dönemin Meşhet Cuma İmamı Ahmet Alemulhud’un; “Devrim kırk yıldır hiçbir sorunumuzu çözmedi ve ülkemizi her yönüyle geriletti” sözleri Ayetullah rejiminin her geçen gün saldırganlaşarak adım adım kendisini krize sokarak TÜKENİŞE doğru gittiğinin güçlü işaretlerini veriyordu.

 

Meşhet Cuma İmamı Ahmet Alemulhud, Ali Hamaney’e biatlı olduğu halde, haklı ve cesur çıkışlar yaparken; İran Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani, “ABD ve İsrail halkımızı kışkırtıyor ve fitnecileri sahaya sürüyor”, Tahran Cuma İmamı, “Halkın zihninin zehirli düşüncelerle bulanmaması için sosyal alanı serbest bırakmamalıyız.” Keyhan gazetesi müdürü Hüseyin Şeriatmedari, “Halkın geçim konusundaki rahatsızlığı, fitnecilerin yeni fitnesi.” Devrim Muhafızları Ordusu da olayları, “Birtakım gruplar yeni fitne peşindeler.” sözleriyle 2017’de yaşanan hadiselerin uygulamalarına sahip çıkıyordu.

 

Ayrıca Meclis Başkanı Laricani’nin 350 milyar dolar civarına kadar gerileyen milli gelirle ülkenin yönetilmesinin mümkün olmadığını söylemesi ve dini lider Hamaney’in protesto olaylarından hükümeti ve resmi kurumların yöneticilerini sorumlu tutarken ve onları hesap vermeye çağırırken; halk, Hamaney’in bu açıklamalarına öfkeyle karşılık veriyor ve sarf ettiği sözleri münafıklık olarak değerlendiriyordu.

 

”Çünkü İran halkı Hamaney’i münafıklıkla itham etmekte haklıydı. Hamaney, 30 yıllık görevi boyunca kimseye hesap vermek bir yana, bir kez dahi basın toplantısı düzenlediğine kimse şahit olmamıştı, gazetecilerin ve televizyonların karşısına çıkıp, halkına ve Müslüman dünyasına hesap vermeyi tek bir kereliğine olsa bile gerekli görmemişti.

 

Kısaca, 2017 ve 2022’de meydanlara çıkan göstericilerin ana hedefini şöyle özetleyebiliriz: Ülkedeki hayat şartları, yoksulluk, faiz, dış politika, rüşvet, idam, işsizlik, Kürtlere uygulanan zulüm politikaları, yolsuzluk, fuhuş, kadının kara çarşafa hapsedilmesi, sınıf farkına yönelik atılan somut sloganlardan, İslam Devriminin ÇÖKÜŞ temellerinin atıldığı dönem olarak okumak lazım.

 

Örneğin İran halklarının İran Devleti gibi, İsrail ve Filistin meselesiyle ilgilenmediklerini meydanlarda attıkları şu sloganlardan anlamak mümkündür: “Ne Gazze ne Lübnan canım feda İran’a”, “İslam’ı basamak yaptınız bizi zelil ettiniz”, ‘Biz devrim yaptık ne büyük hata yaptık.’’, “Kahrolsun Ruhani”, “Paralarımızı Suriye, Gazze ve Lübnan’da harcamayın”, “Halk dilenecek duruma düştü”, “Kahrolsun Hizbullah”, “İslam Cumhuriyeti istemiyoruz”, “İstiklal, özgürlük, İran Demokrasi Cumhuriyeti”, “Halk dilenciliğe başladı”, “Top Tüfek Fişek MOLALAR Kesinlikle Yok Olacak”, “Jin, jiyan, azadi” ve ‘’Merg merg Hamaney’’.

 

Yukarıda Ayetullah rejimine karşı atılan sloganların anlamı bana göre şudur: İran halkının büyük bir bölümünün “İran Şeriat Devleti’ni istemediğinin mesajını veriyor. İran halkı uyduruk şeriat yasalarıyla, hayatlarını ve ikballerini daha fazla karartmak istemiyor. İkincisi; İran halkları, seküler ve demokratik bir devlete özlem duyduklarını, uygar devletlere ve uygar milletlere bir kez daha devrim içinde devrim yapmaya hazır olduklarını ve demokratik devletlerin kendilerine yardım etmelerini talep ettiklerini net anlayabiliyoruz.

 

Şahlık rejimini gene alaşağı eden ve mollaları iktidara taşıyan gene aynı İran halkları değil mi? Peki, İran Şahlık düzeni nasıl yıkıldı ve Şah’ın ülkeyi terk etmesine hangi siyasi ve sosyolojik olaylar neden oldu? Sorularına analitik bilgiyle cevap vermeye devam ederek analizimizi daha sağlam bir zemine inşa edelim.

 

İran Şahı’nın sonunu getiren 1964 yılında başlayan “15 Hordat olayları”dır. İkincisi, 1973’te petrol fiyatlarının üçe katlanmasıyla birlikte İran ekonomisi büyük bir inişe geçti ve halk her geçen gün fakirleşti, bazı imtiyazlı insanlar hızla zenginleşti, kıskançlık, yolsuzluk, rüşvet, enflasyon ve her türlü yozlaşma İran toplumunun tüm katmanlarını Şah Pehlevi’ye karşı harekete geçirdi ve Şah Pehlevi İran’i terk etmek zorunda kaldı.

 

Peki, 2017 ve 2022 yılları arasında İranlı göstericilerin devrim karşıtı attığı bu sloganlara özellikle ABD ve İsrail devleti tarafından nasıl karşılık bulduğuna bir de bakalım.

 

ABD Başkanı Donald Trump, Twitter hesabından göstericilere anında şu yanıtı verdi: “ABD haklı mücadelenizi destekliyor”.

 

ABD’nin BM Daimi Temsilcisi Nikki Haley, “İran halkının bu büyük cesaretini alkışlıyoruz.” Beyaz Saray Sözcüsü Sanders, “ABD, İran halkını desteklemektedir; rejime, kendi vatandaşlarının barışçıl yollarla değişim arzusunu dile getirme temel hakkına saygı duyması çağrısında bulunuyoruz”.

 

Eski bir ABD Merkezi İstihbarat Teşkilatı (CIA) ve Ulusal Güvenlik Dairesi (NSA) çalışanı olan Edward Snowden, İran’daki gösterileri uzaktan söylemleriyle destekleyen ABD’li politikacılara şunları söyledi: “Eğer ciddiyseniz Google’a bir telefon açıp göstericilere gerçekten destek olabilirsiniz.” ABD Başkanı Joe Biden, “İran’ı özgürleştireceğiz”.

 

İsrail Ulaştırma ve İstihbarat Bakanı Yisrael Katz, “İran halkının özgürlük ve demokrasi mücadelesini” kazanmasını gönülden temenni ediyorum. İsrail’li Bakan, İran halkının özgürlük ve “demokrasi mücadelesini” kazanması halinde İsrail ve Ortadoğu’da tüm tehditlerin ortadan kalkacağını söylemişti.

 

“İran İslam Devleti” ve onun siyasal İslamcı yandaşları, yaşanan bu siyasal ve gerçek olayların hakikatini, bilimsel argümanlarla ve ilmi basiretle okuma, anlama, doğru teşhis koyma ve çözüm üretme yöntemi yerine, meydana gelen halk gösterilerini, ABD ve İsrail’in kışkırtması olarak propaganda ederek gerçeğe kurşun sıkıyordu.

 

Son olarak, sosyolog ve siyaset bilimci Ibn Haldun, “Mukaddime” adlı eserinde devletlerin yıkılışını; adaletsizlik, fakirlik ve milletlerin asabiye duygusunun zayıflaması ve halkın yoksulluktan dolayı devlete karşı güçlü bir güvensizliği doğurmasıyla birlikte devletin yıkılmasına vesile olduğunu söyler. Ona göre; insanın doğup, büyüyüp ölmesi gibi devletlerin kurulup, gelişmesi ve yıkılması ve yıkılan devletin yerine başka bir devletin doğması, Tanrı’nın koyduğu sünnetullah yasasıdır diyor.

 

İran’ı görmüş ve İran Devrimi üzerine sistematik okumalar yapmış biri olarak şimdilik için ancak şunları söyleyebilirim: İran’daki halklar, akıl dışı ve çağ dışı molla rejiminin hayatlarından çıkıp gitmesi için dışarıdan bir müdahalenin yardımına ihtiyaç duyduğu bir gerçek.

 

Büyük bir ihtimalle İran İslam Cumhuriyeti’nin çökmesini sağlayacak en büyük saldırıyı İsrail gerçekleştirecek. İsrail henüz İran’a yönelik misilleme hakkını kullanmamasına rağmen, dünya devletler liginin ve uluslararası kurumların neredeyse ezici çoğunluğunun desteğini almış durumda gözüküyor. İsrail’in İran’a yönelik büyük bir saldırı yapması halinde, İran halkları bu saldırıları fırsat bilecek ve dünya devletlerin desteğini alarak bu kez POSTMODERN BİR DEVRİME İMZA atacağını düşünüyorum.

 

Kadir Amaç

Brüksel

 

Kürdistan Nurculuğu ve İslam

Not: Bu çalışma 2020 yılında ayayınlanan ”Kürdistan’da Hizbullah’ın Anatomisi” adlı eserin yazarı olan Kadir Amaç’a aittir.       

Kadim Kürdistan coğrafyasının yetiştirdiği en büyük Kürt mütefekkirlerinden biri hiç kuşkusuz Said-i Kurdî’dir. Son zamanlarda Fethullah Gülen ve adamlarının, Kürdistan halkının her milletin sahip olduğu özgür vatan sevgisini ve hasretini engellemek için sömürgeci Türk devleti ve uluslararası güç şebekeleriyle ortak hareket ettiklerine şahit olmaktayız.

Gülen Hareketi ve şürekası Kürtlerin özgür vatan ülkülerini, ideallerini boşa çıkarmak ve modern Türk kolonyalizmini Kürdistan coğrafyasında en yüksek düzeyde temsil etmek için Said-i Kurdî’nin eserleri üzerinde en az beş yüz nokta da tahrifat gerçekleştirmişlerdir.

Nurcu cemaatlerin ezici çoğunluğu, Said-i Kurdî’nin eserlerini Türkçü ve Ehl-i sünnet(!) esaslar üzerinden yeniden yorumlayarak ve tahrif ederek, “Dinlerarası hoşgörü” parolasıyla, Türk-İslam evangelizmi ülküsü adına, küresel ölçekte hiçbir Türk devletinin ve hiçbir Türkçü akımın başaramadığını başarmıstır. Kürtlerin özgür vatan sevdasını Said-i Kurdî adına zehirlemeye ve yok etmeye kararlı olan Gülen ve adamlarının, Said-i Kurdî’nin benimseyip, amel ettiği inanç ve düşünce iklimiyle hiçbir biçimde benzeşmediğini bu çalışmada ortaya koymaya çalışacağım. Bu vesileyle Said-i Kurdî’nin Kürt ve Kürdistan meselesi hakkında vaaz ettiği görüşlerini ana hatlarıyla ilmi zaviyede sistematize etmeye çalışacağım.

İbn-u Tufeyl ve Gazali’den etkilenir

Öncelikle Said-i Kurdî’nin özgür vatan bilincini ve bu bilincin yüklediği sorumluluğu kavrayıp çözümleyebilmemiz için; o günün siyasi, sosyal, psikolojik, ekonomik ve uluslararası konjonktürel şartlarına egemen olan faktörleri bütün veçheleriyle bilmemiz gerekmektedir. Kürdistan’ın çeşitli medreselerinde kısa süren bir eğitim hayatı olan Said-i Kurdî, bu kısa süreli medrese eğitiminden sonra kendi imkanlarıyla yoğun bir okuma seferberliğini başlatır.

Kardeşi Abdurrahman Nursi, kitabında yirmi dört saat içinde Cem’ül Cevam-i, Şerhül Mevakıf ve İbni Hacerin kitaplarını okuyup anladığını yazar. İşrakiye felsefesinin kurucusu İbn-u Tufeyl ve Gazali’den etkilenir. Büyük Kürt Şairi ve filozofu Ehmedê Xanî’nin türbesinde ibadete kapanır ve bu sıralar 13-14 yaşlarındadır. Mardin’e gittiğinde o sıralar islam dünyasını baştan aşağıya kuşatan batı emperyalizmine karşı mücadele veren Cemalettin Afgani ve Şeyh Sennüsi hareketinin üyeleriyle yolda karşılaşıp, tanışma fırsatını bulur. (1)

Bundan sonra Said-i Kurdî’nin düşünce ve mücadele kulvarında Van şehri çok önemli bir yer kaplar. Vanlı Hasan Paşa’nın daveti üzerine uzun süre Van’da kalır. Said-i Kurdî, Van ile Kürdistan’ın diğer şehirleri arasında sürekli hareket halinde olur. İnşa ettiği bu hat üzerinde, sömürgeci Osmanlı İstibdadı’nın Valilerine, Paşalarına, işbirlikçileri Hamidiye Alaylarına, Ağalara ve Şeyhlere karşı aktif bir mücadele örneği sergiler.

‘Artık uyanınız, sabahtır’

Said-i Kurdî, Kürt halkının içinde bulunduğu bu menfi koşulları ortadan kaldırmak için beş yüzyıl boyunca, Osmanlı müslümanlığıyla dövülerek sersemleştirilen Kürt milletinin ontolojik hafızasını tekrar ayağı kaldırmak için Kürt halkına şu tarihi çağrıda bulur; “Ey aslan Kürtler! Beş yüz senedir yattığınız yeter. Artık uyanınız, sabahtır. Yoksa sahra-i vahşette vahşet ve gaflet sizi yağmalayacaktır. Hem milliyet denilen Rüstem-i Zâl ve Selahaddin-i Eyyubi gibi Kürt dahi kahramanlarıyla bir çadırda oturan her biriniz milliyet fikriyle umum milletin bir somut örneği olunuz. Varlığınızı birliğinizle gösteriniz. Yoksa sıfır çekecek, hürriyet diplomasını elinize vermeyecektir.” (2)

“E
y aslan Kürtler! Beş yüz senedir yattığınız yeter. Artık uyanınız, sabahtır. Yoksa sahra-i vahşette vahşet ve gaflet sizi yağmalayacaktır.”

______________________________________________________________

Said-i Kurdî 1893 ile 1908 yıllarını ve Kürt halkının içinde bulunduğu keşmekeşliğin en büyük düşmanını cehalet olarak tespit eder. Dolayısıyla Kürdistan halkına bu rönesansı yaşatmak için Van, Bitlis ve Amed hattında kafasında projelendirdiği “Medresetüzehra” adında bir üniversite kurmak için 1908 yılında İstanbul’a gider. İstanbul’da Abdulhamid’e Kürdistan coğrafyasında Kürtlerin kendi anadillerinde eğitim ve öğretimlerini yapacakları “Medresetüzzehra” adında kurumların açılmasını konu alan bir dilekçeyle isteklerini sunar.

O sıralar Kürt aydınların çıkardığı Şark ve Kürdistan gazetesinin birinci sayfasında bu dilekçe yayınlanır. Yayınlanan dilekçenin bir bölümü şöyledir: “Kürdistan’ın kasaba ve köylerindeki mekteplerin kurulmuş olması memnuniyetle görülmekte ise de bu mekteplerden Türkçeyi az da olsa öğrenmiş olan çocuklar ancak yararlanabilmektedir. Türkçeyi bilmeyen Kürt çocukları ise medreselerde okutulan ilimleri terakki etmenin biricik kaynağı olarak bilmektedirler. Yeni açılan bu mekteplerdeki öğretmenlerin mahalli dili (Kürtçe) bilmemeleri dolayısıyla bu çocukları eğitim ve öğretimden mahrum bırakmaktadır. Bu ise vahşete, karışıklığa, dolayısıyla batının gürültülü ve patırtı çıkarmasına sebep oluyor…” (3)

Devlete eklemleme çabası

Bundan sonra Said-i Kurdî İstanbul’da Kürt ve Kürdistan davasını yürüten Kürt aydınlarını, alimlerini, Kürt siyasetini yürüten örgütleri ve Kürt yayın organları ile yurtseverlik temelinde, hepsiyle eşit mesafede ilişkiler içinde olur. Ve yürütülen bu yurtseverlik faaliyetler içinde yerini alır. Özellikle o dönemlerde Kürt ve Kürdistan davası için mücadele eden, Kürt Teavün ve Terakki Cemiyeti (1908), Kürd Teali Cemiyeti (1918), Azadi Cemiyeti (1923) içinde yurtseverlik faaliyetlerini sürdürür.

Aynı şekilde İstanbul’da kaldığı süre içinde o dönemin en büyük Kürt düşünce ve dava adamlarından olan Bedirhaniler ailesi, Cemil Paşa ailesi, Seyyid Abdülkadir, Abdullah Cevdet, Ahmed Arif, Mehmet Sıdık, Babanzade Naim Bey, Cibranlı Halid Bey ve Şeyh Said gibi yüzlerce şahsiyetle Kürdistan davası üzerine münazaralar yapmıştır. Mamafih o dönemlerde Said-i Kurdî Kürt aydınların çıkardığı Şark ve Kürdistan Gazetesi, Kürt Teavün, Terakki Gazetesi ve Volkan Gazetesi gibi yayın organlarında Kürdistan davasıyla ilgili pek çok yazılar kaleme almıştır. (4)

Said-i Kurdî yukarıda anlattığımız ilişkileriyle ve faaliyetleriyle yaşamı boyunca milliyetine, diline ve kültürel değerlerine karşı oldukça güçlü bir bağ içinde olduğunu göstermektedir. Dolayısıyla Türk ve Kürdistan halkları arasında Nurcu cemaat olarak bilinen Fethullah Gülen ve benzeri parti, cemaat ve örgütlerin zalim Türk devletine eklemlenerek, Kürt halkını kimliklerinden ve özgür vatan sevdalarından mahrum bırakmak için Said-i Kurdî’yi; ‘ama islam ümmetinin birliği için Kürtlüğünden vazgeçmiştir, o bir islam alimiydi, onu Kürt meselesine bulaştırmayın, asil önemli olan islam davasıdır, islam ümmetidir, kardeşliktir, bugün Kürt kavmiyetçiliği adına ülkemizi ve devletimizi bölmeye çalışan bu zavallı Ermeni uşaklarına karşı kayıtsız kalmayınız… Tabiri caizse haydi bakalım atalarınız gibi siz de Kürt kimliğinizden ve özgür vatan sevgisinden vaaz geçin!’ Biçiminde sömürgeci Türk devleti ile iş birliği yaparak Kürt halkı üzerinde yoğun bir propagandanın yürütüldüğünü görmekteyiz.

‘Ey Kürt halkı!’

Özellikle son dönemlerde Türk devleti ile Fethullah Gülen Cemaati söylediğimiz yöntemlerle Kürt halkını diline, kültürüne ve vatanına karşı aline etmek için dev bütçeleri bu oryantalist faaliyetler uğruna harcadığını tüm ilgili çevreler tarafından bilinmektedir. Ehven-i şer odaklarına karşı Said-i Kurdî, Kürtlere şu tarihi uyarıyı yapmaktadır: Her tarafa şubeler salmış büyük bir çeşme başında bir bozulma olursa bu her tarafa sirayet eder. Fakat yüz pınarın ortasında büyük bir havuz olursa, o havuz pınarlara bakar ve onlara tabidir. Ey Kürtler! Görüyorum ki, bizde pınar yoktur. Onun için uzaktan gelen taafün eden bir suyu içiyoruz. Eskisi gibi istibdadi görüyoruz. Öyle ise gayret ediniz, çalışınız, Ta ki bir kemalat pınarı bizde de çıksın. Yoksa daima dilenci olacaksınız ya da susuzluktan öleceksiniz.” (5)

______________________________________________________________

“Ey
Kürt Halkı! İttifakta kuvvet, ittihatta hayat, kardeşlikte saadet, hükümette saadet vardır. İttihat bağını ve muhabbet ipini güçlü tutun. Ta ki sizi beladan kurtarsın.”

______________________________________________________________

Said-i Kurdî, Kürt halkının içinde bulunduğu korkunç köle yaşamı Kürt Teavün ve Terakki gazetesinde yazdığı Kürtçe makalelerle anlatır. Kürt Teavün ve Terakki gazetesinde yayınlanan bu makale şöyledir: Ey Kürt Halkı! İttifakta kuvvet, ittihatta hayat, kardeşlikte saadet, hükümette saadet vardır. İttihat bağını ve muhabbet ipini güçlü tutun. Ta ki sizi beladan kurtarsın. Bana iyi kulak verin, size bir şey söyleyeceğim: Biliniz ki, korumamız gereken üç cevherimiz vardır; Birincisi islamiyettir ki; binlerce şehidimizin kanı pahasına olmuştur. İkincisi insaniyettir ki; halkın nazarında akla uygun hizmetle yiğitliğimizi ve insanlığımızı bütün dünyaya göstermeliyiz. Üçüncüsü milliyetimizdir ki; bize meziyet vermiştir. Bizden öncekiler iyilikleriyle yaşıyorlar. Kendine yetebilen, milliyetini koruyup onların ruhlarını kabirlerinde şad eder… Biz üç elmas kılıcı elimize alalım ve düşmanı üstümüzden kaldıralım. Birincisi: Adalet, maarif ve okuma kılıcıdır. İkincisi: İttifak ve milli muhabbet kılıcıdır. Üçüncüsü: Kendine güven kılıcıdır. (6)

Dolayısıyla Filistin’li islam düşünürü Fehmi Şinnavi “Kürtler islam ümmetinin yetimleridir” sözünden önce Said-i Kurdî’nin Kürt halkının bu perişan ve öksüz halini en yüksek düzeyde kavramış olması çok önemlidir. Bundan dolayı mustazaf Kürdistan halkını yetim ve öksüz bırakan ve islam düşüncesinin nimetlerinden faydalanarak yeryüzünde güçlü devletler kuran Arap, Fars ve Türk miletine, Kürt halkının vatanını ve dilini kardeşlik ve ümmet adına yetim bırakanlara şu tarihi çağrıda bulunuyor: “Ey Türkler ve Araplar! Sizde olan hakkımızı dava ediyoruz. Yani Kürt gibi küçük taifelerin menfaati ve saadet-i dünyeviyeleri ve uhreviyeleri, sizin gibi büyük muazzam taife olan Arap ve Türk gibi hâkim üstadlara bağlıdır… Birbirinizin şahsi kusurlarına bakmamak gerektir.” (7)

‘Kaderin sikkesi anadildir’

Said-i Kurdî İstanbul’da bulunduğu sıralarda, Kürdistan halkının özgürlük davası için mücadele eden dönemin önemli Kürt dava adamları Emin Ali Bedirxan, Seyyid Abdulkadir, Şükrü Mehmet ile birlikte İstanbul’daki Amerikan Konsolosluğu’na giderler. Said-i Kurdî, Kürdistan davası için sert tartışmalar içine girer. Said-i Kurdî elinde taşıdığı Kürdistan haritasını Amerikalı Konsolons’a gösterdiği sırada, konsolos ona dönerek: “Bu bölgenin çoğunluğu üzerine Ermenistan devletinin kurulmasına karar verilmiştir” demesi üzerine Said-i Kurdî şöyle cevap verir: “Kürdistan eğer deniz sahilinde olsaydı, Diritnavutlarınız (savaş gemileriniz) ile belki bu kararı uygulayabilirdiniz. Fakat Kürdistan dağlarına Diritnavutlarınız çıkamaz, bu kararınız da uygulanamaz.”(8)

1923 yılına gelindiğinde kurulan Türkiye Cumhuriyeti devletinin ırkçı ve şovenist paradigması Atatürk, Yusuf Akçura, Ahmet Ağayef, Falih Rıfkı Atay, Dr.Rıza Nur, Nihal Atsız ve Esad Bozkur gibi kişiler tarafından inşa edilecekti. Türk ırkçılığı ve şovenizmi üzerine inşa edilen bu yeni Türkçü paradigma, Kürt coğrafyasını ve insanını hedef alarak, varlığını sonlandırmak için sömürgeciliğin tüm enstrümanlarını kullanmaktan imtina etmeyecekti. Bu yeni Türk devleti etnografik hudutlarını tek millet, tek devlet ve tek bayrak ekseninde amentulaştıracaktı. Kürt halkı için çok zor geçen bu dönemlerde Said-i Kurdî, Kürt dilinden, Kürt milliyetinden ve kültüründen asla taviz vermediğini şu sözleri ile bu tanıklığını ispatlayacaktı:

“İnsanda kaderin sikkesi(damgası) anadilidir.” (9)

Kürt olup, Türkçülüğün amentüsünü yazan Ziya Gökalp ile bir defasında karşılaşırken, onun içinde bulunduğu rezil ve alçak duruma işaret ederek şu tarihi sözü söylemekten geri durmamıştır: “Bir kelle soğanı bin kızılelmaya değişmem.” (10) Said-i Kurdî, sahih Kur’an-ı ve rasyonelliği benimsediği için milliyet, dil ve kültür tanımlamalarını ontoloji, anatomi ve fizyoloji yasaları ekseninde değerlendirmiştir. “Göklerin ve yerin yaratılması ile dillerinizin ve renklerinizin ayrı olması, O’nun ayetlerindendir.” (Araf/-22) (11)

‘Aldanırız fakat aldatmayız’

“Ben Kürdistan’da doğdum ve ben Kürdüm” diyen Said-i Kurdî, Divan-ı Harp’te derki: “Fahr (övünmek) olmasın biz ki Kürdüz, aldanırız fakat aldatmayız.” Ayrıca, İstanbul’da Padişah’ın ve Ankara’da ise Atatürk’ün kendisine rüşvet, maaş ve makam tekliflerine karşı tenezzül ve tevessül etme girişiminde asla bulunmadığını şu sözleri ile kanıtlamıştır: “Sultanın maaş ve ihsan denilen rüşvet ve susma payını kabul etmedim. Reddettim. Milletimin namını lekedar etmedim. Aklımı feda ettim. Hürriyetimi terk etmedim. Ona boyun eğmedim.” (12)

Said-i Kurdî’nin yurtseverlik mücadelesinde beni en fazla etkileyen şu hadise olmuştur: 1909 yılında İstanbul’da kırk bin Kürt hamalını, Kürt yurtseverliği temelinde örgütlemiş olmasıdır. Araştırmacı Kürt yazar Rohat Alakom, Said-i Kurdî’nin “umum yerleri ve kahvehaneleri” (13) dolaşarak babasının da hamal olduğunu belirtmiş olmasıdır. Bu örgütlenme yöntemiyle Kürdistan tarihinde bir ilke imza atmış oluyordu. Çünkü insanlık tarihinde farklı sınıflardaki insanları zalim otoritelere karşı örgütlenme kategorilerin olduğunu biliyoruz. Fakat hamallar sınıfını, Said-i Kurdî’nin hem ulusal hem de emek temelinde yaptığı bir örgütlenmeyi yapan birinin olduğunu da sanmıyorum.

Türkiye’nin tanınmış en önemli gazetecilerinden biri olan Uğur Mumcu, Said-i Kurdî’nin Türk devletine ve Atatürk’e karşı büyük bir düşmanlık beslediğini şu sözleriyle belirtir: “Said-i Kurdî, Atatürk’ün ve laik devletin amansız düşmanıdır.” “Bütün bunlardan anlaşılıyor ki Said-i Kurdî hem islamcı hem Kürtçü’dür.” (14)

Nihal Atsız Nurculuğu…

Hayatının büyük bir bölümünü Said-i Kurdî’nin eserlerini ve fikirlerini insanlara tanıtmakla ve anlatmakla geçiren Sıddık Şeyhanzade, Said-i Kurdî yaşamı boyunca sahih Kur’an düşüncesi, batıl inançlara galebe gelsin diye ve mazlum Kürt halkı özgür olsun diye yaşamını vakf ettiği söyler.
Said-i Kurdî’nin eserleri üzerinde yapılan bu tahrifatların gerçeği ortaya çıksın diye başta Fethullah Gülen ve önemli adamlarından olan Hekimoğlu İsmail ile farklı zamanlarda buluşup konuştuğunu söyler. Hekimoğlu İsmail’e Said-i Kurdî’nin eserleri üzerinde beş yüz nokta üzerinde tahribatın yapıldığını kendisine hatırlattığını söyleyince, şu karşılığı aldığını söyler: “Bizim nurculuğumuz Nihal Atsız nurculuğudur.” (15) H.İsmail’in bahsettiği bu şahıs yüz yılın en büyük Türkçü düşüncesini savunan adamdır. Ve Said-i Kurdî’yi Kürdistan devletini kurmakla suçlayıp, şu sözleriyle hedef göstermiştir: “Kürtlerin mevhum meziyetlerinden bahsediyor. Kısacası onlara devlet kurdurmaya şu sözüyle gösteriyor”: “Özgür bir Kürdistan tohumu ekiyorum. Onu geliştirip büyütün.” (16) H.İsmail’in Sıddık Şeyhanzade’ye yaptığı bu itirafı açıkça gösteriyor ki, Fethullah Gülen ve cemaati Nihal Atsız’ın Türkçü fikirlerini tüm dünyaya yaymak için, Nurculuk ve Islamcılık adı altında küresel ölçekte oryantalist faaliyetler yürüttüğünü fazlasıyla kanıtlamaktadır.

‘Zalimler için yaşasın cehennem!’

Son olarak 1990’lı yıllarda, benimde şahit olduğum, politik Türk islamcıların çıkardığı Tevhid ve Yeryüzü dergileri büyük Kürt düşünürü Musa Anter’i kapak konusu yapıp, Kürt halkına bu şahsin islam düşmanı ve Kürtlere Zerdüştlük propagandası yapmakla suçlayıp hedef haline getirmişlerdi. Sözde bu islam düşmanı, bakınız Said-i Kurdî ile olan anısını nasıl anlatıyor: “Şerefli yaşantısı çok renklidir. Öyle ki evlenmeye, bir ev kurmaya bile vakit bulamadı. Hele yüzyılımızın başından 1960 yılına kadar tüm hayatı Osmanlı ve Türkiye Cumhuriyeti otoriteleri ile mücadele ederek geçmiştir. Uzun ve değerli hayatının anlatılması hatıralarımın içinde yersizdir. Onun hayatı başlıbaşına ciltler dolusu ibret levhalarıyla dolacak çaptadır.”
Sonuç olarak toparlayacak olursak Said-i Kurdî Lahikalar, Asar-i Bediyyat, Hutbe-i Şamiye gibi eserlerinde Kur’an ve insan merkezli düşünceyi eksen alarak, Kürdistan halkının da diğer halklar gibi özgürce yazgılarını belirleme hakları olduğunu açıkça belirtmiş olmasıdır. Ana hatlarıyla tanıtmaya çalıştığımız Said-i Kurdî’nin yurtseverlik panoraması böyleyken, yeryüzünde üstün ırk tasavvuruna sahip, Türkçü zihniyetin mimarı Fethullah Gülen, bu büyük Kürt düşünürü için şöyle diyor: “Ben bir Kürdün huzurunda diz çöküp elini öpmeyi gururuma yedirmediğim için gitmedim.” Bu zihniyetin temsilcisi olan Sızıntı Dergisi 2011 Haziran tarihli sayısında, Said-i Kurdî’nin bir fotoğrafını kapak yaparak, bu büyük Kürt düşünürün yurtseverlik kimliğine karşı ne kadar tahammülsüz olduğunu göstermiş olacaktı. Dergi kapağında Said-i Kurdî elinde kocaman bir Türk bayrağı ile adeta tüm insanlık ailesinin asabiye şubelerini Türkleştirmek için sefere çıkmış gibi.

Durum tüm çıplaklığıyla ortadayken Türk devleti, Fethullah Gülen ve dostları, Said-i Kurdî’nin Kürt kimliğini ortadan kaldırmak için oryantalist enstrümanlar ve cerrahi yöntemler kullanarak transformasyona uğratmak istemişlerdir. Dolayısıyla Kürt halkının bu düşmanları, büyük Kürt filozofun dehasını gördükleri için tıpkı Mevlâna ve Fuzuli gibi Said-i Kurdî’yi ve düşüncelerini Türkleştirmek istemişlerdir. Dolayısıyla bu büyük yurtsever Kürt filozofu, Türk devletinin her türlü irrasyonalist, geleneğine ve sömürgeciliğe karşı tavrını söyleyeceği şu Kürtçe sloganla net ortaya koymuş olmasıdır: “Ji bo zaliman bijî cehennem” (zalimler için yaşasın cehennem). Bu zaviyede hareketle her bir Kürt bireyin özgür vatan bilincini ve düşüncesini kozalaştırıp tıpkı bir kelebek gibi özgürlüğe kanat çırpması için Said-i Kurdî, gibi Kürt filozoflarını yaşamlarında eksik etmemelidirler.

Kadir Amaç

KAYNAKÇA

(İctimai Receteler 1, s. 60)
2. (İctimai Dersler: Zehra Yayın,s. 94)
3. (Vefatının 50.Yılında Bediüzzaman Said Nursi, s.19)
4. (Kürt Sorunu, Altan Tan, s.162 )
5. (İctimai Receteler 1,s.193)
6. (Kürtler ve Islami kurtuluş, Sait Özbey,s.44)
7. (İctimai Dersler, Zehra Yayıncılık, s.59)
8. (Doza Kürdistan, Zinar Silopi,1969, s.54)
9. (İctimai Reçeteler 1, s.94)
10. (İctimai Reçeteler 1, s.95)
11.( Kur’an Meali, Ali Bulaç, Araf 22, Ankebut)
12. (İçtimai Receteler , s.52)
13. (Eski İstanbul Hamalları, Rohat Alakom)
14. (27 Mart 1990 Cumhuriyet gazetes, Uğur Mumcu)
15. (Gerçek Hayat Dergisi,27.11.2008)
16. (Atsız Mecbua, yıl: 1932.sayı:17)

Sayın Başkan Alexander De Croo’ya Mektup

‘Sayın Başkan Alexander De Croo,                                               

Efendim! Ben Kadir Amaç, Belçika’nın şirin ve güzel kasabası Brasschaat’tan selamlar, sevgiler ve saygılar sunuyorum. 17 yıl önce, fikirlerim ve yazılarım nedeniyle ülkenize Kürt yazar kimliğiyle sığınmacı olarak geldim. Belçika Devletine iltica başvurusu yaptım ve iltica talebim kısa bir süre içinde demokratik devletiniz tarafından kabul edildi. Şimdi ise, ülkenizin bana verdiği vatandaşlık pasaportunu taşıyorum ve bu durumdan son derece gurur duyduğumu ve Belçika Devleti ve halkı adına sizin aracılığınızla teşekkürlerimi iletmek istiyorum.

Sayın Başkan Alexander De Croo,

Zat-ı alinizin afına sığınarak kısaca mensubu olduğunuz Flaman milletinin hak arama mücadele tarihine kısa bir yolculuk yapmak ve daha sonra Kürt halkının hak arama mücadelesinin hiçbir aşamasında terör ve tedhiş eylemlerine tenezzül etmediklerini ve amaçlarının sadece ve sadece üzerinde beş bin yıldır yaşadıkları anavatanlarında yasaklanan dillerini konuşmak ve yüzyıl önce kaybedilen siyasal egemenlik haklarını yeniden kazanmak olduğu gerçeğini mukayeseli ve bilimsel görüşlerinize sunmak istiyorum.

Sayın Başkan, Alexander De Croo,

Belçika’nın son 90 yıllık tarihini kısaca ele alırsak, Flamanlar ile Valon milletleri arasındaki temel sorunun ana dil, teritorialve siyasal egemenlik konuları üzerinde temellendiği siyasi çekişmenin tarihini diyebiliriz. Bildiğiniz üzere, 1815 ‘’Waterloo Savaşı’’ndan sonra Belçika’yı oluşturan bölgeler Hollanda’ya bağlanmıştı. Protestan olan Hollandalıların Fransızca konuşan Valonlara zorla ve asimile yöntemiyle Hollanda dilini kabul ettirmeye kalkışmaları sonucu 1830 yılında Hollanda egemenliğine karşı çıkan, Valon ve Flaman entellektüellerin ve eğitimli burjuva aristokrasi sınıfının işbirliği sonucunda ‘’Temiz Devrim’’ yapılarak Belçika Devleti kurulmuştur.

Belçika toprakları Hollanda egemenliğinden kurtulduktan hemen sonra siyasal egemenlik Valonların kontrolüne geçti. Valonlarla birlikte Hollanda sömürgeciliğine karşı savaşan Flaman milleti bu kez Valonların kötülüklerine maruz kaldı, dilleri aşağılandı ve yasaklandı. Bu sebepten dolayı Flaman milleti ilk olarak anadil hak arama mücadelesi taleplerini 19. ve 20. yüzyılın başlarında ortaya çıkardılar.

Özellikle 1. Dünya Savaşı sırasında Belçika ordusunun çoğunluğunun Flaman askerlerinden oluştuğunu çok daha iyi biliyorsunuz. Flaman askerler Fransızca konuşan subaylar tarafından aşağılandığını, hakarete uğradığını ve Flaman askerlere verilen Fransızca emirleri anlamadan ölüme gittiklerini bir Kürt yazarı olarak zat-ı alinize bu acıları yeniden hatırlattığım için özür diliyorum.

Sayın Başkan, Alexander De Croo,

Flaman halkına yönelik bu akıl almaz kötülüklerin yapıldığı o yıllarda bir grup Flaman entellektüelin örgütlendiklerini ve dil konusunda bir takım temel hakları talep ettiklerini görüyoruz. Flaman entellektüellerin dil konusundaki bu azimli mücadeleleri kısa bir süre içinde meyvelerini yavaş yavaş vermiş ve ilk olarak 1920’lerde mahkemelerde tercüman bulundurma ve Gent Üniversitesi’nde bazı derslerin Flamanca olarak verilmesine sebep olmuştur. Flaman Milli Hareketi bu taleplerde kalmayıp 1920’den itibaren adım adım federalleşme idealini gerçekleştirmek için, dil ve teritorial egemenlik esasında ayrışmanın alt ve üst koşullarını inşa etmeyi başarmıştır. Bu inşa süreci II. Dünya Savaşı sonrasında hızlıca ilerleyerek istenilen merhaleye ulaşılmıştır.

Sayın Başkan Alexander De Croo,

Kürtlerin ana dil ve siyasal egemenlik hak arama mücadelesini daha iyi anlayabilmeniz için tarihinizde yaşanmış şu örneği vermek istiyorum: II. Dünya Savaşı sırasında işgalci Almanların German bir dil konuşan Flamanları milliyetçiliğe teşvik ettiklerini ve öyle ki onları kışkırttığını inkar edemeyiz. Flaman milletinin bir diğer tarihi hak arama mücadelesi ise 1960’ların başlarında Katolik Leuven Üniversitesi’nde yaşanan üzücü olaylardır. Bu olaylardan sonra anadil sınırının çizilmesi ile birlikte, Leuven şehri Flaman topraklarında kalır. Bu yaşanan üzücü olayların hemen ardından Flaman Milliyetçi Hareketi tüm eğitim ve öğretim derslerin Flamanca öğretilmesi hakkını elde eder.

Sayın Başkan Alexander De Croo,

yaşanan bu üzücü olaylarda taraflar birbirlerine ‘’TERÖRİST’’ ifadesini kullanmaktan imtina etmediler. Yani, Flaman Milliyetçi Hareketi hem Hollandalılar hem de Fransızlar tarafından TERÖR Hareketi olarak değerlendirilmiştir. Flamanların bu hak arama girişimleri aynı zamanda Valon Milliyetçi Hareketini doğurmuş ve her iki taraf da sokaklarda ve meydanlarda birbirlerine karşı şiddet araçlarını kullanmaktan geri durmamışlardır. Aynı şekilde hem Flamanların hem de Valonların ulusal marşları ve ulusal günleri farklıdır. Özellikle planlamalar 14. yüzyılda Fransızları yendikleri ‘’Altın Mahfuzlar Muharebesi’’nin her yıl ulusal gün adına kutluyorsunuz! Örneğin siz bu tür milli bayramlarınızı halkınızla kutladığınızda birileri gelip, bayram kutlamalarına katılan halka saldırdığında nasıl bir tepki verirdiniz?

Konumuza kaldığımız yerden devam edersek, tüm bu gelişmelerden sonra iki toplum çok ciddi krizler ve çatışmalar yaşamıştır. Bu süreç 1996’ya gelindiğinde Belçika’nın federal bir yapıya kavuşması ile hukuki bir şemsiye altına girerek, her iki halkın anadilleri ve temel hak ve hürriyetleri anayasal güvence altına alınmıştır. Flamanlar 90 yıl önce hak arama mücadelesini vermemiş olsaydılar acaba bir Flaman olarak bugün Belçika Devlet Başkanı olur muydunuz, ya da bugün Vlaanderen ve Valon federal bölgeler olur muydu?

Sayın Başkan Alexander De Croo,

bugün Brüksel Avrupa’nın başkenti olmakla birlikte adeta dijital gezegenimize de başkentlik yapmaktadır. Çünkü, Belçika ve Brüksel dünyadaki en önemli siyasi kararların alındığı bir ülkedir. Bir zamanlar bu kadim şehirde ağırlıklı olarak Flaman dili konuşuluyordu ama bugün Brüksel nüfusunun yaklaşık %90’ı Fransızca konuşmaktadır! Bu gerçeğe rağmen Flaman siyaseti Brüksel’i Flanderen bölgesine dahil etmek istemektedir. Ancak, Brüksel’in çoğunluktaki nüfusu idari olarak Flanderen bölgelerine bağlanmak istemez. Bu sebeple çatışmayı önlemek için Brüksel’e bir çeşit tarafsız iki dilli bir yapı statüsü anayasal olarak tanınmıştır ve aynı zamanda bu durum örnek bir çözüm modelidir. Ayrıca Flaman aydınları çoğunlukla iyi Fransızca biliyorlar ve tüm bu gerçeklere rağmen son yıllarda iki toplumun da birbirlerinin dilini konuşma yolunda çok daha istekli olduğu gözlenmektedir.

Sayın Başkan, Sayın Alexander De Croo,

Belçika’daki iki halkın teritorial ve siyasal egemenlik haklarının eşit şekilde paylaşılarak, dünya devletler liginde örnek bir model ülke olmaktan ne kadar fazla gurur duysanız azdır. Valonlar ve Flamalar, Hristiyan ve Katolik olmalarına rağmen Güney’de Valonlar (Fransızlar), Kuzey’de Flamalar Hollanda dili konuşmaktadırlar ve ülke üç federal bölgeye ayrılmış durumdadır. 1. Vallon (Wallonie) bölgesi, 2. Flamanların (Vlaanderen) bölgesi, 3. Çoğunlukla Fransızca konuşan Brüksel bölgesi ve Almanca konuşan 1000.000 kişilik bir topluluğun yaşadığı bölgeyi de hatırlatmakta yarar var. Ayrıca Belçika’da toplam 5 parlamento ve hükümet bulunmaktadır. Federal Hükümet, Flaman Bölgesel Hükümet, Walon bölgesi hükümeti, Brüksel Merkezi hükümeti, Brüksel-Walon Fransızca konuşan hükümetlerinden oluşan dünyanın belki de en demokratik ülkesi diyebiliriz.”

Sayın Başkan Alexander De Croo,

Görüldüğü gibi, 1996 yılından beri federal bir demokrasi ülkesi olan Belçika’da bölgelere ayrışmanın temel ölçüsü ana dil ve siyasal egemenlik haklarıdır. Belçika’da yaşayan halklar hem eşit düzeyde kendi anadillerini ve siyasal egemenlik haklarını eşit düzeyde kullandıklarını görüyoruz. Örneğin, Belçika’da iki dilli de ana dili gibi öğreten hiçbir okul yoktur. Çocuklar ya Fransızca okuluna ya da Flaman okuluna gitmek zorundadırlar. Bu kadar da kalmıyor, Flaman bölgesinde sadece Flaman okulları, Valon bölgesinde sadece Fransız okulları var. İki tip okulun bulunabildiği tek bölge Brüksel ve çevresindeki bazı imtiyazlı bölgelerdir. Belçika’ya özgü olan bu siyasi karakterlerin ya yerel yönetimlerin, federal ve bölgesel hükümetlerin şemsiyesi altında ülkede yaklaşık olarak 300 yerel yönetim birimine sahip olduğunu ve bunların toplamına komün adı verildiğini biliyoruz. Komünlerin birçok konuda yetkili kılınmıştır. Ayrıca kendi polis teşkilatları, hastaneleri, okulları, pasaportları, oturma izinleri ve diğer idari belgeleri komünlerden temin ediyorlar.

Sayın Başkan Alexander De Croo,

Flaman milletinin hak arama mücadelesini ana hatlarıyla size hatırlatmakdaki maksadım, 5 bin yıllık tarihe sahip olan ve buğdayın ilk bulunduğu ve ilk evcilleştirildiği Kürt toprakları işgal altında ve bu toprakların yerli halkı olan Kürtlerin yüzyıldır anadilleri okullarda, üniversitelerde, parlamentoda, hastanede, mahkemede, belediyede ve hayatın her alanında yasaklandığı gerçeğiyle yüzleştirmek ve yarım saatliğine KÜRT OLUP EMPATİ yapmanıza vesile olmak istiyorum.

Bu perspektiften hareketle 24 Mart 2024 tarihinde Leuvenkentinde düzenlenen Kürt Milli Newroz Bayramı kutlamasının ardından Heusden-Zolder kasabasından konvoy halinde geçen Kürtlere yüzlerce ırkçı Türkün saldırısına uğradığı görüldü. Sosyal medya üzerinde yayınlanan video görüntülerinde güvenlik güçlerinin yetersiz kaldığını, acemi olduklarını ve olaya müdahalede başarısız olduklarını net bir şekilde görebiliyoruz. Ayrıca görüntülerde, ırkçı grubun IŞİD teröristleri gibi Kürtlerin milli bayraklarını ateşe verdiklerini, tekbirler eşliğinde bir eve sığınan bir grup Kürtü yakmaya çalıştıklarını ve başka bir video görüntüsünde ise bir Kürt gencinin linç edilme sahnesi IŞİD teröristlerini bana hatırlattı.

Sayın Başkan Alexander De Croo,

Belçika’da yaşayan Kürtler, sosyal medya üzerinde bu barbar ve çağ dışı görüntüleri izledikten sonra olay yerine akın etmiş ve bu çağ dışı ırkçılığı protesto ederken, öfkelerini kontrol edememiş ve bir dizi hoş olmayan taşkınlıklara sebep olmuşlardır. Zat-ı aliniz olaylar karşısında daha olgun ve gerçekçi açıklamalar yapmanız beklenirken, şu talihsiz açıklamaları yaparak 72 milyon Kürt halkının gönül dünyasında bir üzüntü yaratmış adeta Kürtleri terörize eden bu kederleyici ifadeleri, ırkçı ve İslamcı teröristlere cesaret vermiş ve Kürt düşmanı Erdoğan’i sevince boğmuştur.

Sayın Başkan Alexander De Croo,

Yaptığınız bu talihsiz açıklamalarınızdan dolayı sizi mazlum Kürt halkından özür dilemeye davet ediyorum! Çünkü yüzyıldır toprakları işgal edilen, dilleri yasaklanan, siyasi egemenlikleri ellerinden alınan ve vatanlarından göçe zorlanan Kürtler mi terörist oluyor, yoksa Kürtlere bu kadar kötülük yapan Türk devleti ve bu haydut devletin kötülüklerini meşru gören Belçika’da yaşayan ırkçı Türkler mi? Bu anlamda, Erdoğan ve Türk toplumunun ezici çoğunluğu Kürt düşmanıdır. Hak ve adalet mefkûresinden uzaktırlar. Yani; ganimetçi, fetihçi ve emperyalist düşüncelere ve pratiklere sahiptirler. Bu tehlikeli siyasi düşünceleri analiz eden insanlardan biri de siyaset bilimine psikoloji kavramını kazandıran Amerikan Yale Üniversitesinden HaroldLasswell’ın çalışmaları, bize Erdoğan’ın psikolojisini anlamamıza yardımcı olacağını düşünüyorum: Lasswell, ırkçı politikacıların zihinsel olarak siyasete dengesiz başladıklarını, güç ve egemenliği hiçbir millet ve hiçbir devletle paylaşmamak için bu amaçla siyasete atıldıklarını söyler. Platon, “Devlet” adlı eserinde; “bu tür siyasi insanlar çılgınlaşmak zorundadırlar, çılgınlaşmak doğalarında vardır, hiçbir kimseye güvenmezler, hayali düşman üretirler, bütün devletleri ve milletleri düşman görürler ve bu psikolojiyle daha çok güç toplarlar.” İfadelerini kullanır.

Üzülerek şu hakikati de söylemek istiyorum: Yaptığınız talihsiz açıklamalarınızla, Türk ırkçılarını ve İslamcı Erdoğan’ı fazlasıyla şımartıyorsunuz! Türk devletinin elebaşı Erdoğan ve onun İslamcı şürekâsı Kürdistan ülkesine ve milletine her türlü kötülüğü yaptı ve bu kötülüklerine tüm gücüyle devam ediyor. Bu durumu siz de gayet çok iyi bilen devlet başkanlarındansınız.

Sayın Başkan Alexander De Croo,

Mektubuma şu soruyla son vermek istiyorum: Evet, biliyorum, savaş çok çirkin bir şey! Millet olarak asla biz savaşı arzu etmiyoruz. Biz Kürtler millet olarak; barış diyoruz, yok diyorlar, kardeş olalım, yok diyorlar, demokratik ve parlamenter yollardan hakkımızı istiyoruz ona da yok diyorlar! Peki, ne yapalım?

Saygılarımla,

Kadir Amaç – Yazar

Brasschaat – Belçika.

           Tanrı Ağlıyor, Ölmedi!         

                                       Tanrı Ağlıyor, Ölmedi!            Kadir amac imza günü

Tanrı ne demek? Benim için Tanrı; ışık, sanat, estetik, sevgi ve özgürlük demektir. Tanrısız hiç bir şey yapamıyorum. Onu hayatımdan çıkarıp atarsam geride kalan her şey anlamsız, tatsız ve ruhsuz olacaktır benim için. Ancak onun kapısında havlayan bir  köpekte olmak istemiyorum aynı zamanda.

Tanrı’nın kölesi değilim. Zaten o da  beni kölesi olarak görmüyor. Ona melekler gibi yalakalık yapamıyorum ama iblis melek gibi saygısızlık da yapmak istemiyorum. Ayrıca onun işlerine burnumu sokmuyor, akılda vermiyorum. Onun adına hiç kimsenin hayatına karışmadığım gibi, onunla her konuyu özgürce de tartışabiliyorum. Bundan dolayı o beni çok seviyor,ben de onu çok seviyorum. Bu düşüncelerimden dolayı Tanrı beni özgür kıldı. Köle olarak kapısında durup havlamamı değil, ona dost ve sevgili olmamı istedi.

Tanrıyı yarattığı milyarlarca gezegeni başı dik, sanatına hayranlıkla bakarken gördüm en son. Ancak aynı Tanrı’nın Müslümanlar’ın yaşadığı gezegene vardığında başının bu kez önüne eğik olarak yürüdüğünü ve utancından ağladığını gördüğümde şoke oldum.

Usulce yanına yaklaştım ve Kürtçe’nin Kirdkî lehçesinde ;Ya Homa çıra ti bermenî! (Ey Tanrı! Neden ağlıyorsun.) diye sordum. ‘’Müslümanlar beni çok utandırıyor, onları her gördüğümde gözyaşlarıma hakim olamıyorum, nasıl oldu da  böylesi problemli bir toplum yarattım!’’  dedi ve bu nedenden dolayı da; ‘’Kendimi bir türlü affedemiyorum sevgili Kadir dostum!’’  diye de ekledi.

Bu söyledikleri üzerine kendisine şunu söyledim. ‘’Efendim! Müslümanların seni çok üzdüğünü biliyorum. Tanrı sizden razı değil ve onu çok  üzüyorsunuz.’’  dediğim de bana kızgın boğalar gibi saldırıyorlar ve kafir olduğumu idia ediyorlar. O da şöyle dedi; ‘’Bu duruma elbetteki üzülüyorum; ama insanlara hiç bir şekilde karışmıyorum. Kendim için onlardan hiç bir kötülük  ya da iyilik yapmalarını istemiyorum. Sadece yarattığım insanı şaşkınlıkla izliyorum. Bu eserin eksikliğini bulmaya ve nerede bir hata yaptığımı anlamaya çalışıyorum.’’

Bu arada, Tanrı’nın elbetteki resmi dili ne Kürtçe, ne İbranîce ve nede Arapçadır. Tanrı’nın dili kozmostur. Şimdi Siyasal İslamcılar’ın Tanrısına bakalım biraz da. Evet! Siyasal İslam’ın Tanrısı kızıyor, kibir yapıyor, azarlıyor, küsüyor, alay ediyor, tehdit ediyor, rüşvet teklif ediyor, intikam alıyor, cezalandırıyor, nasihat ediyor, kafa kesenlere şarap ikram ediyor, hurilerle ödüllendiriyor ve kendisiyle övünüyor!

Evreni kusursuz bir şekilde yaratan TANRI, kendi adına kafa kesmeyi ve memleketler işgal etmeyi neden arzulasın ki? Tam da bu noktada Tanrılar arasında en çok aldatılan tanrının Müslümanlar’ın Tanrısı olduğunu söyleyebilirim. Bu inanç gezegeninde CENNETİN emlakçıları DİN ADAMLARI olurken MÜŞTERİLERİ ise sadece ve sadece YALIN AYAKLI FAKİRLERDEN oluşuyor. Örneğin İslam Peygamberi Muhammed, rüyalarda gördüğü düşüncelerle, aristokratları ve karnı şişik tüccarları tehdit ediyordu! Adeta fakirlere gökyüzünde cennet vaad ederken, yerdeki bütün nimetleri ve kaynakları zenginlere bırakıyordu! Bu arada ilgimi en çok çeken ve kendisinden  ilham almamı sağlayan  İsa peygamberdir! Çünkü İsa peygamber hiç bir insan öldürmedi bırakın bunu bir de insan öldürmeyi haram kıldı.  İncil’de savaş ayetine yer vermedi! SEVGİ ve BARIŞ peygamberi oldu.

1999’da vefat eden Suud Müftüsü Abdülaziz Baz, Amerikalılar’ın Ay’a çıkmadıklarını, Ay’ın cisim değil, nur olduğunu iddia ediyordu. Daha ilginç olanı ise, Kral Faysal’ın seksenli yıllarda bir Fransız gazeteciye verdiği demeçti. “Petrol biterse Allah bu kez UHUD DAĞINDA biz Araplara ALTIN verecek.’’ diyordu.  Müslümanlar’ın bu Tanrı anlayışını, Tanrılarını ,kutsal kitapları ve dinlerini İsveçli piskopos Mahnus’un bir çok dile çevrilmiş 20 ciltlik sansasyonel masallarına benzettiğimi belirtmek istiyorum.

O halde Tanrı adına aldatılan Müslümanları uyandırmak için KIŞKIRTMAK gerekiyor! Camilere gerek yok, herkesin evi cami olsun. İmamlara gerek yok, herkes kendi imamı olsun. Mezheplere gerek yok, herkes zamanın koşullarına göre ibadetini yapsın ve her müslümanın mezhebi sevgi olsun diyorum!

Beynim eski zaman şeridinde yolculuk yaparken birden postmodern şeride geçerek, 19. yüzyıl ve 20. yüzyıl düşünür ve filozoflarının  fikir ve yazılarını bir araya toplayan postmodern düşünür Parsons‘un şu sözleri aklıma geldi. ’’Ben bir sanayiciysem, yüzyıl öncesinin usul ve yöntemiyle çalışmamı hiç bir şey önleyemez. Ama bunu yaparsam,mahvolacağım kesindir.’’

Evet, ”Şeriatçılar” Müslüman milletleri 7. Yüzyıla,  Solcular da işçileri 1917’e götürmek için direniyor. Onlar bu şekilde kendi bildiklerinde ısrar ederlerken  arada olan da FAKİRLERE oluyor! Yani, dinler ve ideolojiler çağı çok gerilerde kaldı, bunların bu çağda hiç bir hükmü ve geçerliliği artık yok. Çünkü dijital ve yapay zeka ÇAĞINDA yaşıyoruz!  Doğru  mu? Buna doğru diyorsak hâlâ yalanlara, hikayelere mi inanacağız? Bunlara göre mi yaşayacağız? Bu soruların cevabını da siz değerli okurlarıma bırakıyorum. 18.03.2024

Kadir Amaç

Beyin nasıl  Felsefe Yapıyor?

Beyin nasıl  Felsefe Yapıyor?

 

Yolda yürürken, çalışırken, uyurken ve bir dizi okumalar yaptığım bir sırada bir nehir gibi akan fikirlerimi sizin için not aldım ve şimdi sizin için yazıyorum. Hayatınızın en harika makalesini okumaya hazır mısınız?

Gezegenimiz baş döndürücü gelişmeler kat ederken, daha önce gezegenin şahit olmadığı yepyeni bir sosyoloji meydana getirdiğini görebiliyoruz. Tabirimizle ‘’KÜRE EVİ’’NİN bu yeni durumuna uygun düşen ‘’dijal sosyoloji’’ kavramını öneriyoruz.

 ‘’Yapay Zeka Sosyolojisi’’ post modern insanın kendisiyle ilgilenme, sorgulama ve kilitlenme süresini hiç olmadığı kadar, kısaltı ve daraltı. Öyleki post modern insan modeli zamanın neredeyse tamamını dijital bir sosyalizasyona harcadığını rahatlıkla gözlemleyebiliyoruz.

Elbetteki, tüm bu baş döndürücü teknolojik gelişmelere imzasını atan insanoğludur. Tam bu noktada insan anatomisinin en önemli merkezini oluşturan organın BEYİN olduğunu görüyoruz. İnsan beyni belki de galaksi-Samanyolu-evrenden çok daha ileri düzeyde, karmaşık bir düzene  ve o derecede sonsuz bir kapasiteye sahiptir.

Öncelikle şu gerçekliğimi  belirtmek zorundayım: Ben ne bir nörobilimci, ne bir nöroanatomici ve ne de  uzman bir psikoloğum. İnsan anatomisi ve insan beyni üzerinde bir sohbet yapabilmem ve  bu branşın ortak dilini kullanmam için bir dizi yoğunlaşmalarımın, okumalarımın, deneyimlerimin yetersiz olduğunu gördüm. Yeniden okumaya ve yeniden yoğunlaşmaya karar verdim. Yakın bir zamanda 7 tane nörobilim ve 6 tane psikoloji kitaplarını okuyarak, insan beyni üzerine kilitlenmeye karar verdim.

Darwin, bir mektubunda, “aşırı kusursuz organlar” konusundaki endişesini şu sözlerle dile getiriyordu: “Göz, hala beni ürpertir.” Göz Darwin’i ürpertirken BEYİN de beni hayretler içinde bırakmıştır. Daha doğrusu beni deli yapmıştır! Yani, beni zâhirî  boyuttan almıştır, bâtınî boyuta taşımıştır.

O halde, beyin nasıl düşünüyor ve düşünceler nasıl gelişiyor? Dinler nasıl yaratılıyor? Beyin hatıralarımızı kaybetmeden nasıl hepsini kaydedebiliyor ve arşivleyebiliyor. Ayrıca beynimiz spor, müzik, sanat, edebiyat, felsefe, matematik, fizik, kimya, uzay ve kısacası dünyada ve evrende olan yüzbinlerce ve belki milyonlarca şeyleri nasıl düşünüyor ve nasıl yaratıyor?

İşte beni bu dünyada ve evrende hayretler içinde bırakan tek şey, insan anatomisi ve beyni olduğu için yukardaki sorulara  en doğru şekilde yanıt bulmak için,  nöroanatomiyle ilgili bir dizi kitabi okumalar yapmam gerektiği fikrini siz değerli okurlarımla paylaştım ve şimdi gelin insan beyni nasıl çalıştığına birlikte bakalım ve beyin üzerinde birlikte çağın ruhuna uygun felsefe yapalım.

Yakın zamanda beyinle ilgili okuduğum kitaplar bana bir insanın 46 kromozon ve yaklaşık 30 bin genden meydana geldiğini ve ayrıca  insan beyninin iki bölümden oluştuğunu öğretti. Birincisi, sağ ve sol yarımkürelere bölünmüş cerebral. İkincisi ise, cerebralin tam altında bulunan cerebullumdur. Sözcük anlamı ise beyincik demektir. Bu beyinciğin yarımkürelerin her biri dört LOBA ayrılmıştır.

Beyin anatomisi üzerinde çalışan bilim adamları bu Loblardan her birinin bölgesel foksiyonları yerine getirdiğinin sonuçuna varmışlardır.

1-Frontal Lob: Düşünce yürütme, problem çözme, planlama, dikkati yönlendirme, ruh hali, kendini izleme ve duyguları kontrol etme ve yönetme.

2-Parietal Lob: Şekil ve renkleri algılama. Uzaksal algılama, görme, aritmetik ve geometrik yetenekleri kontrol eder.

3-Oksibital Lob: Görsel bilgiyi işleyen ve kontrol eden lobdur.

4- Temporal Lob: İşitsel ve koku algılama, dil ve müzik farkındanlığını sağlama ve kontrol etme  lobu.

Nöroanatomiciler bu lobların yüzeyleri üzerinde sinir hücresi tabakaları olan nöronların olduğunu tesbit etmişlerdir. Nöronlar, beyinde iletişimi sağlayan en temel merkezdir. Ayrıca insan beyninin bir trilyondan fazla nöronlara sahip olduğunu ve nöronlardan her biri diğer nöronlarla bir çok bağlantı kurmak şeklinde tasarlandığını tespit etmişlerdir.

İnsan beyninin sinir hücreleri dendirit sinyal kablolarıyla haberleşmeyi aktif hale getirmeyi sağlar. Sonra bu dendirit sinyal- haberleşme kabloları daha sonra spinalara bölünür. Yani kısacası beynimizin  telekominasyon bağlantılarını sağlayan bir trilyondan fazla nöronlarımızın ve katrilyonlara ulaşan sinaplarımızın durağan elektronik varlıklar olmadığını öğrenmiş oldum.

Egzersizler yaparak konumuza devam edelim. Eğer beynimi doğru olan objeye ya da şeye kilitlersem, o zaman farkı görmek artık benim için çok kolay olacaktır, ancak bu duruma ulaşmak için yorucu bir çabanın, yorucu bir yoğunlaşmanın olması gerektiğini de biliyorum.

Evet, insan beyni yaklaşık bir çok programdan meydana geliyor ve gerçektende adeta keşfedilmemiş muazzam bir evren! Beynimiz, ‘’nöron’’ ve ‘’Gliya‘’ adı verilen 100 milyonlarca hücreden oluşuyor bu hücrelerden HER BİR  TANESİ Hongong şehrinin keşmekeş trafiğine benzetebiliriz.

Yukarıda, evren ve kürenin en muhteşem varlığı insan beyni olduğunu düşündüğümü ifade etmiştim. Beynimiz yaklaşık 1,5 kg ağırlığında! İnsan beyni evrenin en karmaşık olgusudur.Bu karmaşık beyin aynı zamanda saniye içinde dünyanın en büyük istihbaratını toplayabiliyor ve anında şeylere operasyon yapabiliyor.

Bu muhteşem sanat eserine yoğunlaşan bir insanın ancak  dili tutulabilir! Beynimizin hücresi saniyede 100 defaya varabilen bir hızla diğer hücrelere elektrik sinyalleri gönderiyor. İkincisi, nörologlar genel anlamda tek bir nöron komşu nöronla yaklaşık 100 bağlantı içerisinde olduğunu tesbit etmişlerdir.

Bundan yaklaşık olarak bir yıl önce Youtube Kanalı üzerinde kör bir insanın inanılmaz hayat hikayesini konu edinen, Hollandaca dilinde bir belgesel filim izledim. Bilim adamları, Mike May sayesinde beyin ile görme arasındaki ilişkileri yeniden öğrendiler. Mike May, henüz  dört yaşındaydı. Eski bir kimya fabrikasının bulunduğu bir alanda oynarken, bir kimyasal patlama sonucunda hastahaneye kaldırılır. May, bu kazadan şans eseri yüzlerce dikişle hayatta kalabildi, ancak görme yetisini de tümden kaybetti.

Mike May, patlamadan 42 yıl sonra yeni bir cerrahi yöntemin geliştirildiğini duydu ve ameliyat olmaya karar verdi. Ameliyattan sonra gözündeki bandajlar çıkarıldı, bir fotoğrafçı, bir kameraman ve ailesi odaya alındı. Artık May’ın gözleri işlev görüyordu, ancak görmeyi başaramıyordu; onun tabiriyle ‘’her şey karanlık ve bulanık’’ görünüyordu. Bunun nedeni ise beynin GÖRMEYİ ÖĞRENMEK ZORUNDA olmasından kaynaklanıyordu. Yani, May’ın beyni henüz görmeyi öğrenmemişti.

Nasıl ki görme ile ve bakma arasında önemli bir fark var ise, beyin ile görme arasında da ciddi bir farkın olduğunu nörüloglar bize hatırlatıyor. Dediğimiz gibi, Mickey’nin gözleri artık işlev görüyordu, lakin küçük bir sorun vardı; gözleri görmeyi ayırt edemiyordu. Çünkü gördüğü şeylerin hepsini karıncalı ve dalgalı görüyordu. Dolayısıyla görme eylemi aynı zamanda  dünyayı ya da objeleri berrak bakışlarla karşımıza almaktan ibaret olmadığını da nörologlar sayesinde böylece öğrenmiş oluyordum.

Beyin görme sinirleri elektro kimyasal sinyalleri yorumlamayı öğrenmediği sürece, objeleri net ve berrak şekilde görmesi mümkün olmayacaktır. Çünkü nörologlar beyin sisteminin görme sinirleri boyunca ilerleyen elektro kimyasal sinyalleri yorumlamayı da öğrenmesi gerektiğini, ancak bunun içinde beynin zamana ihtiyaç duyacağını ifade ederler.

Evet, Mickey’ın gözü tüm objeleri ve kişileri algılayabiliyordu, ama beyni bu görüntüleri işleme yetisinden yoksun olduğu için görüntüleri seçemiyordu. Öyle ki karısının ve çocuklarının yüzlerini ezbere bilmesine rağmen, gözünü açtığında onları görüyordu, ancak yüzlerini ayırt edemiyordu ve bu ‘’karıncalı yüzler’’ onun için hiçbir şey ifade etmiyordu.

May, görmesine görüyordu, ancak yeni halinden memnun değildi. Çünkü insanlarla konuşurken,  çok zor anlar yaşıyordu. Yüzlerdeki karıncalı hareketler dikkatini dağıtıyordu. Bu derten kurtulmak ve  söylenenleri anlamak için tek çare kalıyordu bu durumda, ‘’o da gözlerini kapatıyordu.’’

May’ı muayene eden San Diego Üniversitesi’nden psikolog Lone Fine’a göre, May’ın en önemli sorunu görüntüleri birbirinden ayırt edebilme güçlüğü idi. Mike May, doktorunu şu sözleriyle onaylıyordu: ‘’Körler için yüzler hiçbir şey ifade etmez, insanı tanımak istediklerinde sesleri ve elleri düşünürler.’’

Mike May’ı muayene eden başka bir doktor ise Don MacLeod idi. Ona göre May’ın ‘’motiflerden ve lekelerden oluşan soyut bir dünyada’’ yaşadığına inanmasıydı. Ancak bunun neden ‘’böyle olduğunu açıklayamamakta’’ idi. Ona göre masanın üzerinde duran bir çicek vazosu ya da bahçedeki bir ağaç sadece bir leke idi.

Burada beyin ile görme arasındaki bu ilişkiden neyi öğrenmiş oluyoruz? Beynin diğer organlarla organik bağın olduğunu öğreniyoruz. El, kol, duyma ve görme organlarımız beyinle elektrokimya ilişkilerini yaşamamışlarsa ya da on milyonlarca sinyalizasyon gerçekleşmemiş ise; organlarımızın görme, duyma, kavrama ve ayırt etme yetisi mümkün olmayacaktır.

Bu durumu düşünce alanında da aynı şekilde değerlendirebiliriz. Çünkü beyin bir şeye yabancıysa onu tanıması, onu görmesi zaman alacaktır. Dolayısıyla beyin sabit bir mekanizma değildir. Nörologlar insan beyninin A’dan B’ye, B’den D’ye geçebildiği gibi; D’den Bye. Bden Aya geçebiliceğini bize gösterirler.

May, eski karanlık dünyasını özlediğini söylüyordu. Dünyayı, yeni doğmuş bir bebek gibi algılıyordu. Kör iken tanıdığı karısını, gördükten sonra tanıyamıyordu. Ne kadar enteresan bir şey değil mi?  Mike May’ın kör olması onu saate 104 km  hızla Dünya Körler Kayak Şampiyonası’nda birinci gelmesine, okyonusun çılgın dalgaları üzerinde sörf yapmasına, aynı zamanda başarılı bir iş insanı ve örnek bir aile babası olmaktan alıp koymamıştır. Acaba Jean-Paul Sartre May’ın bu inanılmaz performansını görmüş olsaydı ne derdi! Çünkü Sartre şu sözü adeta May için söylemişti: “Felç olarak dünyaya gelen bir kişi bile, sporcu ve şampiyon olamıyorsa, bu durumdan kendisi sorumludur” diyordu.

Sevgili okurlar!

Tam bu noktada sizlerle birlikte küçük bir egzersiz yapalım: Çoğunuz tabiattın, insanın, dinin ve siyasetin SIRRINI FARK edemiyorsunuz! Çünkü iyi bakmıyorsunuz; odaklanmadığınız için göremiyorsunuz ve KANDIRILMAK  hoşunuza gidiyor! Adamın birinin beynine yeni fikirler bir nehir gibi akmaya başladı. Ayağıya kalktı ve şöyle dedi: “Hepiniz yanılıyorsunuz ve gerçek öyle değildir” dedi. Arkadaşı; “yanıldığımızı ispatlayabilir misiniz?” Adam: evet, dedi. Zamanı, mekanı ve hızı ölçüp hesapladı ve arkadaşın önüne koydu ve arkadaşı şoke oldu!

Bu anlamda ahmak insanın nöronları tembeldir, çalışmaz, yaşama kelebek gibi bakar, dünyası örümcek evi gibi zayıftır, hiç kimseyi fark etmez, hiç kimseyi görmez, duygularıyla harekete eder, duygular insana yalan söyletir, çünkü beynin utanma nöronları SİNYAL vermez!

Şimdi ise, zaman ve mekanla ilgili durumun çok ilginç ve tuhaf bir şey olduğunu bir başka örnekle izah etmek istiyorum: Örneğin, bir aynanın karşısına geçin ve aynaya bakın. Sonra sağ gözümüzü sol gözümüze bakacak şekilde, yavaşça çevirin ve daha sonra aynı şekilde sol gözümüzü sağa çevirdiğimizde hiçbir şey görmediğinizi fark edeceksiniz.

Gözümüzü sağdan sola, soldan sağa yavaşça kaydırdığımızda gözümüzün bir konumdan diğer bir koruma geçmesini sağlamış oluyoruz. Burada önemli olan nokta nedir? Gözlerimiz hareket ederken, asla göremeyecek olmamızdır. Gözlerimiz hâlâ  sağa ve sola hareket ederken, zamandaki  o boşlukları beynimiz, o anları göremiyor. İşte düşüncelerde öyledir. Beynimizin görmediği o saniyelik boşluk anı, düşüncelerimiz içinde geçerlidir ve düşüncelerimizde yanıldığımızı böylece ıspatlamış oluyorum.

Evet, sevgili okurlarım!

Beynimizin ve duygularımızın bizi yanıltığını ya da bizi aldattığını biliyor muydunuz? Dolayısıyla  ne kadar beynimize ve ne kadar duygularımıza güvenmemiz gerektiğini bu andan itibaren tartışmamız gerekiyor sanırsam. O halde bilimsel bir yol ve yöntem izlemeye devam ederek, insan  beyninin nasıl işlediğini, duygularımızın nasıl meydana geldiğini birlikte anlamaya çalışalım. Şöyle devam edelim: Beynimizin ve duygularımızın her söylediğine, gözlerimizin her gördüğüne ya da gözlerimizin görmediği bir şeye inanmamızı sağlayan şey nedir?

Amerikalı nöroloji doktoru Pal Rita, yıllarca insan beyni üzerinde araştırmalar yaptı ve beyin ile ilgili özet olarak şu ifadeyi kullandı: ‘’siz beyne bir kez bilgi verin, o üstesinden gelmeyi başaracaktır’’ Dünyanın en iyi nörologlarından biri olan David Eagleman, beynin sadece kurguları görme ve işitmeyle sınırlı olmadığını ifade eder. Ona göre ‘’parmaklarınızı şıklattığınızda’’ gözlerinizin ve kulaklarınızın bu hareketlerle ilgili olarak kaydettiği bilginin daha sonra beyin tarafından işlenildiğini bilimsel bir yöntemle bize göstermiştir.

Nörologlar beyne giden sinyallerin ilerle hızının oldukça yavaş olduğunu ve ‘’bakır bir tel boyunca sinyal taşıyan elektronların’’ hızından milyonlarca kez daha yavaş yol aldığını ayrıca ortaya koymuşlardır. Nörologların bu ‘’parmak şıklama’’ hareketini sinirsel olarak işlenmesinin biraz zaman alacağını söylemiştik. Beyne gelen sinyallerden birinin geçilmeli olarak gelmesi durumunda, ‘’beyin,  iki sinyalizasyon olayının birbirlerine yalın bir zamanda gerçekleştiğinin ipuçlarını vererek, beynin beklentilerine uygun bir düzenlemeye’’ gider. Yani anlayacağımız beyin gelen bilgiyi alıyor, işliyor ve  Kendisine göre bunu düzenlediğini rahatlıkla söyleyebiliz.

Evet, sonuç olarak duygularımıza ve beynimize güvenme konusunda ilk yapacağımız sorgulama şu olmalıdır: Siz siz olun hemen güvenmeyin bir şeyin doğru olduğuna. Ya da bir şeye inanmanız veya bir şeyin doğru olduğunu bilmeniz onun gerçekten doğru olduğu anlamına gelmez. 

Bu konuda nörologların temel referans kaynağı savaş pilotlarının akıllarından çıkarmamaya çalıştığı en önemli ders ‘’cihazlarınıza güvenin’’ demeleridir.  Yani savaş uçak pilotları insanların daha çok duygularına değil, mekanik olan o cihazlara güvenmenin çok daha doğru olduğunu söylerler. Tam bu nokta Jean- Jacques Rousseau’un şu sözü aklıma geldi: ‘’Şair ruhlu birini pilot yaparsanız, yolcularla birlikte uçağı yere çakma ihtimaliniz yüksektir.’’ Cenevreli düşünür doğru söylüyordu. Çünkü duygularımız biz insanlara en alçakça yalanları söyletiyordu. O halde size şöyle bir soru sormama izin vermenizi rica ediyorum: Kime inanıyorsunuz, bana mı yoksa gözünüzün gördüğüne mi? Bu soruma yanıt vermeden önce iyice düşünmenizi öneririm.

Evet, sevgili okurlarım!

Konumuza bağlı kalmak şartıyla, insan anatomisinde insanı dehşete düşüren diğer bir nokta ise SES dalgalarıdır. İnsan sesi ya da sesler gerçekten de insanı büyük bir hayranlık içinde bıraktığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Diğer önemli bir nokta ise, sesin aynı zamanda fiziksel bir olgu olması o derece şaşırtıcı ve muhteşem bir sanat. Bu anlamda düşüncelerde tıpkı sesler gibi, harika bir estetiğe sahipler.

O halde düşüncenin de aynen sesler gibi, fiziksel bir temele dayandığını çekinmeden söyleyebiliriz. Sesimizi bir CDye kaydebebiliyoruz. Dünyanın bir ucundan diğer bir ucuna, bir gezegenden diğer bir gezegene ve milyarlarca gezegenler arasında sesimizin telekominikasyon yapmasını rahatlıkla sağlayabiliyoruz!

Amerika’da yaşayan dünyanın sayılı fizikçilerinden olan sevgili dostum Prof DR Osman Yaşar’a bir sohbetimizde şöyle demiştim: Sesimizi bir CDye aldığımız gibi, normal seslerimiz uzayın herhangi bir noktasında toplayabilen ya da kayıt altına alabilen bir uzay CD´si olabilir mi? Acaba 50 yıl sonra uzayın boşluğuna dağılan seslerimizin keşf edilmesi mümkün müdür? Örneğin, Google arama motorundan üç bin yıl önceki insan seslerine ulaşabilir miyiz? Yani insan düşüncesi en az sesler kadar beni büyülediğini siz değerli okurlarımla paylaşmak istiyorum.

Sevgili okurlar,

Düşüncelerin birde fiziği boyutu var; tıpkı seslerin fiziğinde olduğu gibi. Seslerin nasıl hacmi yoksa, nasıl sesleri tutamıyorsak, dokunamıyorsak, aynı şekilde düşüncelere de dokunmamız ve onları zapturapt altında almamız mümkün değildir! Yani hem sesin ve hem de düşüncelerin bu anlamda gerçekten de bana muhteşem anlar yaşatığını söyleyebilirim.

Beyin üzerindeki egzersizlerimize devam edelim. Özellikle nörologların bu konudaki çalışmalarını titizlikle incelediğimizde ve mukayeseli olarak karşılaştırdığımızda gerçektende sonuşlar bize ‘’wauw’’! dedirtiyor.  Bu muhteşem beynin fikir işçiliğini ayakta alkışlanmayı hak eden bir dizi insanlardandan biri olan İskoçyalı matematikçi Jamescler Maxwel, elektrik ve manyetizma birleştiren bir grup temel denklem geliştirdi.

Bu bilim insanı ölüm döşeğinde iken, elektrik ve manyetizim denklem fikrinin kendisinin uykudayken, tamamıyla sanki birinin ona fısıldadığını söylüyordu. Bu büyük dehanın beyni uykudayken, çok farklı işlediğini gösteriyor bize. Örneğin, bu durumu zaman zaman kendimde  yaşıyorum. Bir çok kez uykudayken, bir dizi fikirlerle uyandığımı ve yatağımdan kalkıp o fikirlerimi not aldığımı söyleyebilirim. Bu durumumu sevgili dostum yazar Ahmet Pelda’ya anlattığımda, kendisininde uykuda aynı durumları yaşadığını benimle paylaşmıştı.

Yani, elektrik ve manyetizmayı  birleştiren bu bilim insanın bu denklemi keşf etmesi bir yoğunlaşmaktan kaynaklanmadığını, aksine onun içinde birinin ona fısıldamasıyla gerçekleşen bir düşünce olduğunu görüyoruz. Bu tür durumlarda beyinde fikirler bir nehir gibi akıyor. Yani insanın içine bir ilham gibi, bir ışık gibi süzen ve beyine harika muhteşem fikirler bırakarak çekip giden o şey, gerçekten de içimizdeki gizli bir şey olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz!

Öyle ki bizim dışımızda başka bir kişinin daha içimizde olduğunu his ediyoruz. Tam da bu noktada Carl Jung’un ‘’Her birimizin içinde tanımadığımız biri daha vardır.’’ ve aynı şekilde Pink Floyd Floyd ifadesi olan ‘’kafamın içinde biri var ama o ben değilim’’diyordu. ‘’Benim dışımda başka birinin de benim içinde olduğu’’ duygusunu yaşayan, filozof ve bilim insanlarından biri de Leibnizdir. Leibniz, matematiğin sonsuz sayılar olduğunu ortaya çıkaran ve aynı zamanda bilgisayarın ve teknolojinin temelini atan ve felsefik düşünceler üreten muhteşem bir beyine sahipti.

Sizce de isimlerini andığım bu beyinler, bize wauw dedirtmiyor mu? O halde yaratıcı zekaya sahip olan insanların başarılarını kıskanacağımıza, yaratıcı olmayan zekamıza yoğunlaşmayı ve parmaklarımızı ısırmayı öneriyorum! Belki bu durum kıskançlığımızı terapi etmeye yardımcı olur.

Yaratıcı zekaya sahip olan insan, zor koşullar altında inanılmaz başarılarıları elde ediyorlarsa ve bu durumu mütevazilikle geçiştirme yerine, doğrudan başarısından övünerek gurur duyuyorsa, gayet normal bir durumdur! Çünkü insan güzel bir iş yaptığı zaman, sevinir ve özgüven duygusu kazanır.

İnsanların başarılarına ve yeteneklerine kıskançlık refleksiyle karşılık verenlerin ahvaline bakınız; arkalarında bıraktıkları tek bir başarılı çalışmaları ve arkalarında bıraktıkları tek bir eserleri yoktur. Çünkü bu tür insanlar yaratıcı zekaya sahip olmadıkları için, kıskançlık hastalığı onları çepeçevre kuşatmısı altına almıştır. Bunlar için, erdem ve asaletin bedeli ACIDIR! Acı benim için müthiş bir mutlulukken, bu tür insanlar için büyük bir azap!

Ana konumuza tekrar dönecek olursak, beyinimiz ve zihinimiz sürekli olarak bir kaos yaşıyor. Eğer zihin kaosu iyi yönetebilirse, düşünceler hızlı bir şekilde gelişir ve çözüm beklenmedik anda gerçekleşir. İşte bu beynin adı ‘’yaratıcı zeka!’’ Aynı biçimde beynin diğer faksiyonlarından biri olan ‘’sıradışı yaratıcılık’’ özelliği de insanı hayretler içinde bırakıyor. Bana göre İtalyalı  Lorenzo, tüm zamanların en büyük öğretmeni idi! O İtalya’daki en zeki ve en yaratıcı beyinleri araştırıyor, buluyor, eğitiyor ve dünyanın en büyük dahisini ortaya çıkarıyordu. İşte Loranze, işte Floransa ve işte Michelangelo! Evet, neden anlamak istemiyorsunuz? O olmasaydı, Michelangelo ve yaratığı muhteşem Davut Heykeli olmazdı.

Örneğin, bu sıradışı yaratıcı beyne sahip olan insanlardan biri de İngiliz şair ve filozof Taylor Coleridge şöyle demişti: ‘’Yazar üç saate yakın, dış uyarılara karşı tamamen kapalı, derin bir uykuya daldı ve bu süre içinde öyle bir güven hissiyle doluydu ki 200-300 dizeden aşağı yazmış olamazdı; tabii eğer buna yazmak denebilirse, çünkü ne telaş, ne de bilinçli bir çaba olmaksızın tim imgeler önünde maddeleşmiş halde, uygun ifadelerle birlikte paralel olarak yükseliyor.’’

Amerikalı oyun yazarı, senarist Neil Simon da şöyle demişti: ‘’Gerçeklikten ayrı bir boyuta giriyorum. Bilinçli olarak yazmıyorum, sanki omuzumun üstünde bir ilham perisi oturuyor.’’ 

Mozart ise bir bambaşka idi: ‘’Diyebilirim ki, tamamen kendimde, tek başıma ve keyfim de yerinde olduğunda, mesele bir arabada giderken, iyi bir yemekten sonra yürüyüş yaparken,veya geceleri uyumadığında, işte fikirler beyne en çok bu gibi durumlarda akmaya başlıyor. Ne zaman ve nasıl geleceklerini bilemiyorum, kendimi zorladığım zamanlarda gelmezler…’’ diyordu.

Dünyanın en iyi bestecilerinden biri olarak gösterilen Çaykovski, eşcinsel eğiliminin dedikodulara yol açmasını önlemek için 1877’de konservatuvardan bir öğrencisiyle evlenir.  Çaykovski’nin bu evliliği mutsuzlukla sonuçlanmış  ve intihar girişiminde bulunmasına yol açmıştır. Çaykovski şöyle demişti: ‘’Genelleme yapacak olursam, gelecekte yazılacak bir kompozisyonun ilk esin kaynağını aniden ve beklenmedik şekilde gelir. Ruh hazırsa yani, eğer çalışma isteği varsa-olağanüstü bir güç ve hızla köklenir, topraktan dışarıya fırlar; dallarınıi yapraklarını çıkarır ve sonunda filizlenir. Yaratıcı beynin sürecini bu benzetmeden başka bir şekilde tanımlayamam’’

Fransız matematikçi Henri Poincaré YARATICI OLMA ANLARINI şu sözlerle özetliyordu:

‘’Bir akşam, hiç adetim olmamasına rağmen, koyu bir kahve içtim ve uyuyamadım. Fikirler sürüler halinde gelmeye başladı; tabiri caizs, sabit bir kombinasyon oluşturmak için çiftler birbirine girene kadar çarpıştıklarını his ettim. Ertesi sabaha kadar, Fuchs fonksiyonlarının hipergeometri serilerinden çıkan yeni bir türünün varlığını kanıtlamış durumdaydım, yanlızca sonuçları kaleme almam gerekiyordu; o da en fazla birkaç saatimi alacaktı.’’ 

Sıradışı ve yaratıcı zekaya sahip olan en etkileyici ünlü bilim insanlarından biri de Francis Galton’dur. Galton, aynı zaman da Charles Darwin’in kuzenlerinden biridir. Galton, Beşinci yaş gününden önce, ablasına yazdığı aşağdaki mektup, Galton’un harika ve muhteşem bir çocuk olduğunu fazlasıyla kanıtlıyordu.

Sevgili Adele,

‘’Dört yaşındayım ve bütün İngilizce kitapları okuyabiliyorum. 52 mısralık şiir yanında, Latince bütün isim, sıfat ve aktif fiilleri söyleyebiliyorum. Bütün toplama işlemlerini yapabiliyor, 2,3,4,5,6,7,8,(9), 10, (11) ile çarpabiliyorum. Peni taplosunu da ezberden okuyabiliyorum. Fransızcayı da biraz okuyabiliyorum ve saati söyleyebiliyorum. ‘’

Francis Galton

15 Şubat, 1827

Pekâlâ, bu yaratıcı zekaya sahip olan insanlarda bir dizi psikolojik rahatsızlıklar var mıydı? Ya da ‘’Yaratıcı Beyin’’ kitabınınn yazarı olan dünyaca ünlü nörolog DR. Nancyc Andreasen’in ‘’ Yaratıcılık ve  psikolojik rahatsızlık arasında bir ilişki varsa, bu yanlızca yaratıcılığın (yazı yazmak ve resim yapmak gibi) belli türleri için mi, yoksa bütün yaratıcı insanlar için mi geçerli, yoksa bütün yaratıcı insanlar için mi geçerliydi? Eğer bir ilişki varsa, daha çok aileden mi geliyordu? İlişki aileyle bağlantılıysa, genetik midir, değil midir; yoksa her ikisi de mi geçerlidir?

Devam edelim: Cinsellik-sex ve kadın hakları üzerinde yaptığı çalışmalarıyla tanınan ve aynı zamanda ünlü gelenek karşıtı filozof Bernard Shaw’ın dostu olan İngiliz büyük psikolog Havelock Ellis, 1928 yılında yayınladığı ‘’Seksin Psikolojisi Üstüne Çalışmalar’’ adlı yedi ciltlik bir kitap yazdı. Bu kitaplar ilk basıldığında İngiltere kamuoyun da ve basın da ‘’PİSLİK’’ olarak görüldü ve kitapların  ikinci baskı yapılmasına izin verilmedi. Ellis,uzun yıllar sanatçılar, yazarlar ve bilim insanların psikolojileri üzerinde yaptığı titiz çalışmalarla, çok çarpıçı ve garip şizofreni ve depresif hasta tanılarını ortaya çıkarmıştır.

Yazarlar ve bilim insanların psikolojileri üzerinde çok titiz incelemelerde bulunanlardan biri de dünyaca ünlü nörolog DR. Nancyc Andreasen; ‘’yazarların çoğu ağır deprasyon, mani ve hipomani dönemleri olsa da, istisnasız hepsi hoş, eğlenceli ve çok ilginç insanlardır.’’ sözleriyle durumu özetliyordu.

Şu gerçek, bir çok yazar ve nörolog tarafından da dile getirilmiştir: Aşırı deprasyon ve agrasiflik durumlarında hiçbir  yazarın ve sanatçının yaratıcı olamayacağını düşünenlerdenim. Çünkü kendimden çok iyi biliyorum ki, defresif ve agresif olduğum durumlarda hiçbir şekilde iyi şeyler düşünemiyorum ve yaratıcı fikirler yazamıyorum. Şu gerçeğide bilmemiz gerekiyor: Bir çok ünlü yaratıcı yazar ve bilim insanı ruhsal ve şizofreni nedenlerden dolayı intar etmişlerdir. Gérard de Nerval, sevgilisi kendisini terk ettikten sonra, kendisini sokak lambasına asarak intihar etti. Dünyanın  ilk milyoner yazarı olarak gösterilen Jack London, yakalandığı bir hastalığın  etkisinde kalarak intihar etmeyi seçmiştir.

Stefan Zweig, bir düş kırıllığına uğradı. Hitlerin Almanya, Avrupa ve dünya da yaratığı ırkçılığın, ölümseverliğin kalıcı olacağını düşünmesi ve karamsar bir ruh haline girmesiyle birlikte eşiyle birlikte intar etmeyi seçti.

Dünya edebiyat liginde tanınan İngiliz yazar Virginia Woolf, son romanı bitirdikten hemen sonra ciddi bir ruhsal bozukluk ve şizofren nevrozuna girdi ve evlerine çok yakın olan Ouse nehrinin sularına attı ve boğularak öldü.

Walter Benjamin, Yahudi kimliğinden dolayı Hitlerin kötülüğünden kendisini korumak için sürekli kaçtı, saklandı ve en son bu duruma dayanamayıp yüksek dozajda morfin alarak intihar etti.

Yazar Ernest Hemingway, depresyon, paranoya ve alkol onu çok zayıf düşürmüştü. En son dayanamayıp bir av tüfeğiyle hayatına son verir.

Primo Levi, İtalyalı bir Yahudi yazar. Lev, toplama Kampı’na gönderilir, yaşadıklarının etkisiyle Allah’a olan inancını kaybeder ve yaşadığı manevî boşluğun etkisiyle, evinin merdiven boşluğuna kendini bırakarak intihar eder.

Gogh, Güneş resmini çizdikten hemen sonra ‘’artık yaşamamın hiçbir anlamı kalmadı’’ diyerek evinde bir tabancayla intihar eder.

Birden fazla  ödüller alan yazar ve şair Ann Sexton, ruhsal hastalıklarının yaygın olduğu bir ailede doğdu.  Sexton’ın teyzesi uzun süre akıl hastanesinde tedavi gördü, kız kardeşi ise kendisinden önce intihar etti. Sexton, birkaç kez intihar girişiminde bulunur ancak başarısız kalır. “Yaşa ya da Öl” isimli şiir kitabını yazdıktan sonra yazar, kendini intihara çoktan hazırlamıştı bile. Arabasının egzoz gazıyla intihar etti.

Kötümserlik sinyalleri bu dahi insanların beynindeki odak merceğini daraltabildiğini görüyoruz. Aynı şekilde pozitif odak merceğimiz duygularımızı genişletiğini, görüş mesafemizi ayarladığını, beklenmedik şeylere karşı daha hoşgörülü bakmamızı da sağlıyor.

Ancak Gogh için aynı şeyleri söyleyemeyiz. Çünkü hayata çok karamsar bakıyordu. Ressam bine yakın resim çizmiştir, ancak hiç kimse tek bir resimini satın almamıştı. Başarısızlık örneğiyle hayata intihar ederek veda etmiştir. Sonra KEŞF edil ve KIYAMET koptu!

Kısaca psikolojik rahatsızlıkları olan John Nash, Newton, Nietzche, Tolstoy, Lincoln, Roosevelt, Mill, Beethoven, Van Gogh  gibi üstün zeka, üstün akıl ve üstün yaratıcılık özelliklerine sahip olan bu insanların karamsarlığı çoğunuzu şoke edecek ve muhtemelen bana “deli Kadir” demeye devam edeceksiniz.

Kürtler arasında benim için de deli ifadesini kullananların sayısı az değildir. Henüz 13 yaşındaydım ve oldukça yaramazlık yapan bir çocuktum. Benden dört yaş büyük olan ağabeyim, Bingöl İmam Hatip Lisesinde okuyordu. Ağabeyimle okulda siyasal İslamcı düşünceye sahip olan bir öğretmen ilgilenecekti. Öğretmen, ağabeyimi kısa bir süre içinde İslamcı bir militan yapmıştı. Abim, o genç yaşlarda ev ortamında terör estiriyordu. Seyit Kutup ve Mevdudi’’nin kitaplarıyla adeta coşuyordu. Okuduğu kitapların etkisinde kalarak babama, anneme ve kardeşlerime “siz müslüman değilsiniz.” Diyordu(!)

Abimin baskılarıyla önce namaz kılmayı ve daha sonra Kuran okumayı öğrendim. Ağabeyimin bana verdiği şeriatçı yazarların kitapları, her okuduğumda beynimin nöronları üzerinde bir dizi etkiler meydana getiriyordu. Galiba, beynimin nöronları yavaş yavaş ‘eşekleşmeye’’ evriliyordu. Kısa bir süre sonra abimin bir benzeri olarak ortaya çıkmıştım. Benim bu yeni durumun ailemi, komşularımızı, okul arkadaşlarımı ve beni tanıyan şehirdeki insanları oldukça huzursuz etmişti. Hemen şu beynin ‘’eşekleştirilme’’ meselesine gelmek istiyorum(!)

Evimizin hemen karşısında ‘’Selim Ağa’’ adındaki bu beyefendi mal-mülk sahibi bir  komşumuzdu. Ağa, küçük şehrimizin en geniş arazilerine sahipti. ‘’Selim Ağa’’ çok iyi bir ağa ve çok iyi bir insandı. Yoksullara ve çaresiz insanlara yardım elini uzatırdı ve her akşam mutlaka misafirleri olurdu. Ağa, babamın akıllı ve zeki bir insan olduğunu söylerdi ve onu çok severdi.

Bir gün sordum babama, bu adama neden bu kadar değer verdiğini, onu sevdiğini, ağanın bu kadar arazilere nasıl sahip olduğunu ve insanları ağalık kimliğiyle nasıl sömürdüğünü ve ayrıca onun hiçbir değeri ve hiçbir sevgiyi hak etmediğini düşündüğümü söyleyince; babam gülümseyerek bana şöyle yanıt verdi: Lawê min ê delal!  Kuzenin Kasım’a çok benziyorsun. Çünkü Kasım’ın beyni  eşeğin beynidir! Seninde beynin öyledir. Sebebine gelince: Kasım, henüz bebek iken, Teyzen Halim’e onu emziremiyordu. Çünkü memelerinde Kasım’a verecek sütü yoktu. Talihsiz teyzen çareyi eşeklerinin sütünü sağıp Kasım’a içirmek zorunda kalmıştı. Yani teyzen, kuzenin Kasım’ı eşeğin sütüyle büyüttü(!)

Rahmetli babam kısacası şunu demek istiyordu: Ağalara ve seydalara nefret gözüyle  bakmamı sağlayan İslamcı beynime altın vuruş niteliğinde göndermelerde bulunuyordu. Yani beynimin İslamcı yazarların kitaplarıyla nasıl ‘’eşekleştirildiğini’’ bana kavratmaya çalışıyordu. Babamın konuşmalarına  beynimin nöronları kızarak tepki vermişti.

Yıllarca beynimin nöronları bu durumu fark edemedi. O yıllarda çok cahildim; beynim o zamanlar henüz bir trilyon nöruna ve bir katrilyon sinapsa ulaşmamıştı ve dehası beynim o sıralar Oblomov beyniydi ve kendisini örgütleyecek kadar yaratıcı değildi; tembeldi! Yani, beyinde arşivlenen şeyler tekrar beyin tarafından yeniden sorgulanarak, beynin en uygun çekmecesine konularak arşive alındığınıda ayrıca bilmemiz gerekiyor.

Yaratıcı insanlar başkalarının görmediklerini görürler ve başkalarının görüp sorgulamadıklarını sorgularlar. Geleneklere ve yeni olan herşeye at gözüyle bakmazlar. Yani, ne siyah olmayı ne de beyaz olmayı tercih ederler. Grinin tonları arasında zihinsel  egzersizler yapmayı çok severler ve grinin tonları arasında kendilerini çok mutlu his ederler.

Yaratıcı insanların en büyük özelliklerinden biri de dışarıdan dayatmalara asla rıza göstermezler. Keşf etmeyi, macerayı çok severler ve hedefleri mükemmeliyetçiliktir. Yaratıcı zeka dayanıklıdır, sabırlıdır ve hedefine ulaşmada ısrarcıdır. Israrcı olma özelliklerinden dolayı sürekli dışlamalara maruz kalırlar. Ama onlar bu duruma asla aldırış etmezler. Çünkü onlar tabuları yıkarak, sınırları zorlayarak, ezberleri bozarak ve her olguya yepyeni bir bakış açısı kazandırarak ve sorgulayarak hedeflerine varmak isterler.

Bunun içinde yoğun bir konsantrasyon ve tam zom durumuna geçmeleri gerekiyor. Yani, ruhen çevresinden tamamıyla soyutlanması yada bir boyutan diğer bir boyuta geçmesi gerekiyor. Örneğin, Michelangelo, Van Gogh ve Leonardo gibi büyük yaratıcı zekaların çoğu, çok az uyumuşlardır. Çok daha önemlisi bir konu, fikir ve proje üzerinde yıllarca kafa yormuşlardır ve taki  iç dünyaları rahat ve en mükemmelini elde edinceye kadar bıkmadan ve usanmadan çalışmışlardır.

Zeka gözeneklerimizi açık tutmak, beynimizdeki tüm norön çekmecelerini doğru kullanmak ve beynimizin ‘’eşekleştirilmesine’’ karşı koymak için zihnimizi nasıl çalıştırabiliriz? Yaratıcı bir zekanın inşası için, öncelikle zihnimizin dinleneceği ve huzura kavuşacağı daha çok doğal mekanları seçmemiz geretiğini düşünüyorum.

Doğa da yürüyüşe çıkmak, koşmak, derin nefes almak,  kuşların ve suyun  sesini dinlemek, karıncaların mücadelesini izlemek  ve kitap okumak insan zihnine muhteşem bir huzur duygusunu kazandırdığını  ve ayrıca yaşamı sorgulamayı ve farkındanlığı zihnimizde kozalaştırdığını ve  ruhumuzun doğayla senkronize halde bir kelebek etkisi yaratığını rahatlıkla söyleyebilirim.

Doğanın içinde doğayla yoğunlaşmak. Bu duruma popülasyon veya meditasyon egzersizleride diyebiliriz. Meditasyon egzersizleri nörobilimin başat konusu olmayı başarmıştır.  Nörobilim uzmanları yoğunlaşma teknikleri üzerinde  yaptıkları çalışmalarda ve ölçümlerde insan beyninin işlevlirliğinde muazzam yararlar sağladığı sonucuna varmışlardır.

Gama Senkronu “basit elektroensefalografik tekniklerle” (EEG) ölçülüyor Son yıllarda özellikle nörobilimcilerin BEYNİN GAMA SENKRONU olarak isimlendirilen bu noktaya yoğunlaşmışlardır. Peki, Gama ne demektir? Gama dalgaları ya da sinyalleri beynin korkeks bölgesinde gerçekleşen en yüksek frekanslı titreşimlerdir. Bu uyarıcı sinyaller beynin farklı bölgelerinde eşzamanlı olarak beynin her tarafına eyleme geçerler. İşte gama dalgaları tam bu noktada  bu karmakarışık olayları beyne gönderirken, beyin de bir trilyon olan nöronlarını harekete geçirerek, bu karmaşık olayları keşf eder ve çözüm üretir. İşte tam da bu noktada yaratıcı bir zekayı ortaya çıkaran gamanın kortikal bölgelerinde yer alan; frontal, temporal ve parietal loblardır.

Yaratıcı zekaya sahip olan insanların kendilerine olan özgüvenleri  onları kibir basamaklarına doğru çıkmaya zorladığı gibi, aynı zamanda her basamakta sürekli kendini eleştiren mükemmeliyetçi bir karektere büründürür. Evet, beynimizin korteks bölgesinde biri cennet diğeri cehennem çekmeceleridir. Belkide, cennet ve cehennem determinizmini en iyi dile getiren İngiliz şair John milton’un şu sözleridir: “Zihnin yeri kendisidir ve kendi içinde cennetten cehennem, cehennemden cennet yaratabilir.”  

Dolayısıyla yaratıcı bir zeka, bireysel ve bağımsız olmak zorundadır. Çünkü bağımsız olmayan bir kişi, bağımlı olur ve yaratıcı bir kafaya sahip olamaz. Yaratıcı bir zeka keşf edildiğinde eğitimi için, toplumun desteğine ihtiyaçı vardır. Bu anlamda usta-çırak veya öğretmen ve öğrenci sistemi şart. Leonardo ve Michelangelo isimlerine hayranım ve onlardan ilham alıyorum. Bu iki yaratıcı dehanın ortaya çıkmasını sağlayan şey neydi acaba? Aile mi, devlet mi, şirket mi, parti mi, örgüt mü? Hayır, bunların hiç biri değil. Yaratıcı bir zekaya sahip olmalarını sağlayacak ne bir ortam ve ne de bir aile çevreleri vardı. Her iki dahi “yaratıcı bir doğaya”sahiptiler.

Bir İtalyan Rönesans filozofu olan Giovanni  Mirandola’nın sloganı şuydu: “Her çeşit bilgi beni ilgilendirir” diyordu. Evet, dijital çağın ruhuna uygun yeni bir şey yaratmak ve keşfetmek için güçlü okumak, yoğunlaşmak, sorgulamak, araştırmak ve incelemek gerekiyor. Daha çok, fikir zenginliğin ve özgür bir ülkenin olduğu bir yerde yaratıcı beyinler ve zekalar ortaya çıkardığını biliyoruz.

Güçlü okumalar ve derin yoğunlaşma yapan lider ve yazarlar düşüncelerini rahatlıkla örgütleyebiliyor ve yönetebiliyorlar. İşte yaratıcı insanın en çok sevdiği şey beyindeki bu düşünce kaosudur. Kaos ona yepyeni fikirler kazandırır, onu yepyeni maceralara ve keşiflere yoklculuk yapmasını sağlar. Sanırsam zengin biri olsaydım, bu kadar yoğunlaşamazdım. Yoğunlaşmayı seviyorum. Yoğunlaştığımda batinî sinyaller beynimde çağrışımlar meydana getiriyor. Bu uyarıcı ve kışkırtıcı sinyaller yeni bir fikir kozasını inşa etmeme, onu örgütlememe ve yönetmeme vesile oluyor. Beynimde uçuşan bu sinyalleri düşünceye çeviremezsem, örgütleyip yönetemez isem, işte tam da bu noktada bende fikir bunalımım ortaya çıkıyor. O halde ODAKLANMAK nedir? Her şeyi ama her şeyi dışarda bırakarak tek bir KONU üzerinde yoğunlaşarak, düşünce üretmek ve bunu beynin korteks merkezine göndermek demektir.

Dolayısıyla toplumu her gün bir ajan gibi takip ediyorum; derine inmek, tanımlamak ve anlamak için duygularımı karıştırmaktan kaçınıyorum. Dünyanın en iyi sosyal bilimcisi olmam için, bıkmadan her gün takip etmek, derine inmek, tanımlamak, anlamak; tanımak, anlamak, tanımlamak, anlamak ve taki beynim DELİ oluncaya kadar!

Normal bir insanın zeki ve akıllı olacağını düşünmüyorum. Örneğin Martin Luther 1517’de “doksan beş tezi”ni yazıp Wittenberg’deki kilisenin kapısına çiviledi ve ardından ona “deli” dediler! Tarihte ve günümüzde en büyük yazarlar, ressamlar ve müzisyenler yüksek düzeyde yaratıcı eserler meydana getirdiğini yukarı bölümde değindim. Dahi ve yaratıcı olan bu insanların bazılarının ölümlerinden önce eserleri yayınlanmadı ve bazılarının da yayınlandı ancak hiç bir ilgi görmedi.

Örneğin ‘’Sivil İtaatsızlık’’ akımının fikir babası olarak gösterilen David Thoreau, 1849’da iki eserini kendi parasıyla baskıya verdi. 1853 yılına gelindiğinde Thoreau’un 1000 adetlik baskıdan 700ü hala raflarda duruyordu. Yayınevi, rafları bu kitaplardan kurtarmak isteyince, Thoreau’dan kitaplarını almasını rica etmişti ve Thoreau’da kitapları evine taşımış ve günlüğüne şu ironik notu düşmeyi ihmal etmemiştir: ‘’Şu anda kütüphanemde 900 kadar kitap var ve 700 tanesini ben yazdım.’’

Konunun daha net şekilde anlaşılşası için, bir örmek daha vermek istiyorum: Charles Darwin ve kuzeni Francis Galton zengin ve eğitimli ailelerden gelmişlerdir. Biri evrim, diğeri ojen teorisini kuruyor. Her ikisinin de TIP dışında RESMİ bir eğitim ve diplomaları yoktur. Yani ikisi de kendi kendilerini yetiştirmiştir. Her iki isim de yaratıcı ZEKAYA sahipti.

Sonuç olarak, toparlayacak zekamızı geliştirmeliyiz. Çünkü zeka en problemli ve en karmaşık olan bir meseleyi çözme sanatıdır. Her birimiz ontolojik ya da biyolojik olarak belirli seviyede DZ yetenekleriyle doğarız! Sonra zekamızı-yeteneklerimizi gayret ederek, arkadaşlarımızla egzersizler yaparak ve okuyarak elde ederiz.

Genellikle yaratıcı insanlar en çok fikir egzersizlerin, fikir zenginliğinin ve fikir özgürlüğünün olduğu bir ortamda, bir çevrede ya da bir ülkede  ortaya çıkarlar. Bu beyinleri Kürdistan’ın her bir kasabasında ve her bir şehrinde çıkarmak mümkündür.  Bunun için yaratıcı zekaya sahip gençlerimizi özgür düşünceye teşfik etmekle işe başlayabiliriz. Soru sormasını, sorgulamasını ve bizimle tartışmasını sağlayacak özgür ortamlar yaratmalıyız.

Kadir Amaç Brüksel

İnsanın Asaleti! 

İnsanın Asaleti!                                            

Fikrinizi, inançınızı ve yaşam tarzınızı yeni baştan gözden geçirmeye hazır değilseniz eğer, ne diye başkalarıyla tartışmaya tenezzül ve tevessül ediyorsunuz? Bu güzel soruya cevap verenlerden biri olmak istiyorum. Ne ifrat nede tefrit fırkasının müntesibiyim! Vasat yollardan düşünce iklimine ulaşmaya gayret ediyorum! Yolun gerisinde yürüyenler arzu ederlerse, hızlı adımlarla gelip bana yetişebilirler.

İlk ve orta başlarda fikrimi, inancımı ve yaşam tarzımı herkesten üstün görüyordum. Okumalarımı ve zihinsel egzersizlerimi tek bir kaynaktan elde ediyordum, olaylara ve şeylere İslam  penceresinden bakıyordum. Zamanla diğer dinlerin ve Batı’nın düşünce kaynaklarından beslendim ve okumalarımı uzun bir süre karşılaştırmalı olarak sürdürdüm. Bu yeni yöntem, geçmişimi yanlışlamaya ve doğru olanı açığa çıkarmama vesile oldu.

Şimdi ise ‘’kesin doğruyum’’ demiyorum, yanlış değilsem ve sahip olduğum doğrum ‘’bilimsel yöntemle yanlışlanmadığı sürece’’ onu ölçü almaya  devam edeceğim’’ diyorum. Zaman zaman fikrimi beyan ederken, duygularımın beni vasat görüngemden çıkardığını ve başkalarını üzdüğümü fark ediyorum ve hemen kişilerden ÖZÜR DİLİYORUM! İşte bu ahval üzerine ön yargıları kırdığımda MUTLU oluyorum, bilgilenince seviniyorum ve her seferinde şeylerin farkına varınca dehşete kapılıyorum ve şöyle diyorum.

 Aman Allah’ım! Artık şeylerin farkına varmak istemiyorum. Çünkü şeylerin farkına vardıkça üzülüyorum; ama şeylerin farkında olmadan yaşamlarını sürdüren milyonlarca insanların ahvalini de görünce üzüntüm bir kar topu gibi, katlanarak büyüdüğünü görüyorum ve böyle yaşamanın bana çok daha büyük bir acı vereceğini düşünmeye başlıyorum.

Öyle ki hem mutluluk ve hem de  ızdırap üzerimde  kalıcı durmuyor. Üzerime konuyor, bir süre bekliyor ve sonra uçuyor! Yani, mutluysam mutlu görünürüm, öfkeliysem öfkemi de asla gizlemiyorum.

Hakikaten öyle, şeylerin farkında olmak insanı dehşet içinde bırakıyor! Farkında değilseniz, nasıl yaşıyorsanız dünyayı da  öyle görürsünüz! Sartre’ın bu anlamda; “Herkes, dünyayı tanıdığı biçimde yaşar.” ifadesi oldukça anlamlıdır.

Yerküre gezegeninde yaklaşık sekiz milyar insan yaşıyor. Sekiz milyar insanın ezici çoğunluğu yaşamı sorgulamadan, sadece midelerini doyurmak ve sonu gelmez sapkın arzularını yaşama derdinde! Hele, önemli bir bölümü ev, araba, arkadaş ve eş-sevgili değiştirme yarışında! Bir hiç uğruna ya da yatağımda öylece ölmeyi çok APTALÇA bulduğumu belirtmek istiyorum.

Hayır, böyle bir ölümü kabul edemem! Çünkü dünyanın her yerinde bir dizi insanlar vatanları, bağımsızlıkları ve asaletleri için ölüyor. Elimin, kolumun, bacağımın koparılmasana ve gözlerime mil çekilmesine dayanırım; lakin kimliksiz, asaletsiz, ülkesiz ve özgürlüksüz dayanamam!

İyi olmak zordur, sevmek daha zordur ve bedeli çok ağırdır. İnsan arkasına bıraktığı yıllara bakarak, büyük bir pişmanlık duyar. İyiler; ‘’keşke daha mükemmel sevseydim ve iyilik yapsaydım.’’ der. Kötüler ise, yaptıkları çirkin eylemlerini düşündükçe azap çeker ve iki büklüm olurlar, sevgiye ve iyiliğe hasret kalırlar.

Geçmiş dönemlerde İslam yoğunlaşmama izin vermiyordu. Beni azap etmekle ya da korkutmakla tehdit ediyordu ve bazende tomurcuk açan düşüncelerime suikast düzenliyordu. Bu durum karşısında, korkmamaya ve yoğunlaşmaya karar verdim. Yoğunlaştıkça ne kadar ‘’vahşi bir hayvan’’ olduğumu anladım. Çünkü yoğunlaşırsanız farkına varırsınız, farkına varmak insanın KIYAMETİDİR!

Ulvî ideallerî olmayan insan, gayesiz ve mefkûresizdir. Böyle bir insan ‘’hayvan gibi’’ yiyer, içer, kirletir ve ismi bir daha anılmamak üzere ölür! Bu düşünceye yönelimlerin temel sebeblerinden biri, kolay ve çok masrafsız olmasıdır. Şeyleri, eleştiri sanatı ve bilimiyle ortaya koymak, onlar için oldukça zor bir durumdur.

Dolayısıyla bilinç gözenekleri tıkanmış ve farkındanlık refleksleri uyumuş  insanlar kendilerine benzemeyen her şeyi yanlış bulurlar. Beyni iyi çalışmayan ve bencillik duyguları yüksek olan insanlar birinci seçeneği tercih ederken, okuyan, araştıran ve yoğunlaşarak şeylerin farkına varan kimseler ise ASALETİ tercih eder.

Konuşmalarımda ve yazılarımda ASALET ve FARKINDANLIK meselesine felsefik zaviyede baktığımı değerli okurlarım iyi bilirler. Asalet ve farkındanlık konularında kendisini eğitemeyen insan, GÖRGÜSÜZ ve İTİCİ olur. Şimdi bu bölümde, asaletin ve ihanetin felsefesi nedir? sorusuna yanıt bulmaya çalışacağım.

Öncelikli meselemin ASALET konusu olduğunu yukarıda belirtim. Asalet ile felsefe birbirleriyle içli ve dışlı olmakla birlikte aynı zamanda, SEVGİ ve ESTETİKTEN başka bir şey olmadığını düşünüyorum. Sevgi besleyerek büyür zirveye ulaşır. Asalet ise anlamayı, farkında olmayı ve düşünmeyi esas alarak, insanın en üst noktasını temsil eder.

Felsefik alt yapısı olmayan sözler, ruhsuzdur ve insanda heyecan uyandırmıyor! İçimden yükselen bir ses bana şöyle diyor: ‘’Felsefik sözler senin söylediğin gibi söylenir Kadir!’’ Doğrusu, hayatımın geriye kalan bölümünü görgüsüz zenginle yol yürümek, ahmak birine yüz vermek ve aptal biriyle fikir teatisinde bulunmak istemiyorum!

Ne istiyorsun Kadir? Asalet, zeka ve akıl istiyorum. Peki, ihanetin felsefesi nedir? İhanet kişiyi asaletinden saptırır, kişiyi bencil çıkarlarına ve rahat yaşam zindanına haps eder. Yani, ihanet gizlidir ve gizli bir hafiye gibi çalışır. Binbir sinsilikle ‘’seni’’ takip eder, ‘’seni’’ ister. Sana el uzatır, tilkice yüreğüne girer ve onun asıl muradı sen olursun.

İhaneti ve basitliği alışkanlık haline getiren birinden asalet beklenemez. Çünkü, akılsız ve çevrimdışı olan birine, akıl ve irfan ehlinin sözü fayda sağlamaz. Bu tür insanlar, BASİTLİĞİ ve CEHALETİ tercih etmiştir. Bunların misali karanlıkta ansızın çakan şimşeğin misali gibidir. Şimseğin etkisi gidince, karanlıkla tekrar başbaşa kalırlar.

Bu manada en büyük iyilik insanın kendi karanlığını ve ihanetini fark etmesidir. Farkındanlık ve asalet melekeleri gelişmemiş İNSAN; ailesine, akrabalarına, arkadaşlarına, milletine ve ülkesine rahatlıkla İHANET edebilen kişidir. O halde ihanet psikolojik bir durum değildir; tam aksine Karekter meselesidir. Karekteri zayıf olan insan İHANET eder, af edersen gene İHANET eder, gene af edersen o gene İHANET eder.

Ancak asalet öyle değildir. ASALET genetik bir miras değildir; tam aksine  asalet kişinin  duruşu ve pratikleriyle başlıyor. Olaylar, devletler, toplumlar, insanlar karşısında NET DURUŞTAN bahs ediyorum.  Asalet kendini  şu üç aşamada meydana getirir: Duruş, sabır ve zaman: Olaylar karşısında NET duruş sergiler, olayların ve belaların karşısında duruşunu bozmaz, sabırlı olur, olaylar ve acılar karşısında olgunlaşmayı zamana tahvil eder.

Dolayısıyla asalet yapayalnız kalsa bile, o tek başına bir devlet gibi hareket eder ve sorumluluğunu yerine getirir. Savrulmaz; bezginlik, umutsuzluk, korkaklık, yılgınlık göstermez. Ayrıca, iyi ve güzel olan hiç bir şeye ihanet etmez!

Yanılmıyorsam, filozof ve asalet sahibi  insandan hariç, her insan iktidarı arzu eder ve eğer mümkün olmuş olsa, herkes diktatör olurdu. Evet, asalet  ‘’Kamil İnsan’’ın en büyük vasfıdır. Kamil insan güç,  bencillik ve şehvet duygularını yönetmesini bilen ve kontrolde tutan kimsedir.

Asalet sözde değil, amelleriyle topluma örnek olandır! Kalbin kapılarını ve beynin çekmecelerini herkese açık tutan ve bir hardal tanesi kadar hata yaptığında kendisini eleştiren, özür dileyen ve başkalarının küçük ve büyük hatalarını bağışlayan kimse, VİCDANI büyük ve ASALETi güçlü olan kimsedir!

Sevgili okurlar! Ben burda  babadan gelen bir asaleten bahs etmiyorum! Çünkü babadan gelen bir asalet tembel olur, kibirli olur, bencil olur ve yaratıcı hiçbir özelliğe sahip değildir. Bu sebepten dolayı insanın ASALETİYLE ilgilendiğimi tekrar etmek istiyorum. Asaletin temeli sağlam köklere dayanır. Bu köklerin üzerinde farkındanlık filizlenir, filizler kültür dallarına dönüşür, dallar tomurcuk açar, tomurcuk meyve verir. İşte ASALET budur!

Asalet basamaklarına çıkmadan önce kişi kendine şu soruları yöneltir:

Benim öz potasiyelim ne kadar?

Bir konu üzerinde düzenli kitap okuyor muyum?

Öğrendiklerimi ve söylediklerimi yaşamıma ihate ediyor muyum?

Sırtımı başkalarına (Din-Devlet-Parti-örgüt) dayamadan toplumda ne kadar saygı görüyorum?

Farkındanlık melekeleri gelişmemiş, asaletle ilişkilenmemiş, bilinç ışıkları sönmüş, olaylara ve realiteye karşı çevrimdışı olan bir insana ne kadar iyilik yaparsanız yapın; o her zaman istismar ve ihanet etmeye son derece meyillidir. Mütevazı ve iyiliksever insanların pratikleri farkındanlık melekeleri gelişmemiş bu tür insanlar üzerinde çoğu zaman etkili olamadığını müşahade edebiliyoruz.

Bu tür marazlı  insanlarda, ASALET izine rastlamak  mümkün değil ve toplumun ezici çoğunluğunu bu tür insanlardan meydana geldiği dikkatimizden kaçmıyor. Kısacası, asaletten mahrum olan ve değerin farkında olmayan bir insana örnek olmak, o kişiyi daha fazla azdırmış olur kanatıindeyimr. Dolayısıyla bu tür sıkıntılı olan insanların, önce uyandırılması ve  farkına vardırılması gerektiğini düşünüyorum.

Diğer bir sebep ise insan fıtratının en güçlü halesi olan ihtiras dürtüsüdür. Şehvetini bencilliğini  ve çıkarlarını herşeyden değerli gören yeni postmodern insan modeli; iyilik maskesiyle ortalıkta avını avlamaya çıkar, insan İlişkilerinde dürüst gibi görünüp dürüst olmaz, söylediğiyle amel etmez, söz verip sözünde durmazl, yalan söylemekten hicap etmez, iyiliği istismar eder, iyiliğe nankörlükle karşılık verir ve her konuda  kendini savunur. İşte bu tür insanların ASALET KÖKLERİ kurumuştur ve köksüzdürler.

Asalet kökleri kurumuş insanların durumu meyve vermeyen ağacın durumuna benzetebiliriz. Bunların  insan sevgisi çok zayıf olur, sevgi ve merhamet duyguları çevrimdışıdır! Kendilerini değil hep başkalarını eleştirirler, onları kullanırlar, kendilerine yapılan iyiliklerin tamamını inkar ederler, hatır bilmezler, iyi insanların sinir uçlarına dokunurlar ve onlara nasihat ederek kendilerini erotize  ederler. Şu durumu da ilginç bulabilirsiniz:  İyilik kavramını en fazla kötüler, ahlak kavramını en fazla ahlaksızlar ve cesaret kavramını da en fazla korkaklar kullanıyor!

İşte ‘’Kamil İnsan’’ olmayan bu tür insanların, yüreği ve ruhu büyük bir hastalığın kuşatması altına girmiştir. Bu hastalık klinik yöntem ve ilaçla tedavi görmesi mümkün değildir. Bu hastalık, haset ve kıskançlıkla başlar; kin, nefret ve intikam duygularıyla kalbi ve ruhu intihara sürükler.

Evet, sevgi ve anlam üzerine yoğunlaşmak kötü  insanların işine yaramaz. Kötü bir insan yırtıcı bir hayvandan çok daha tehlikeli olabiliyor! Bu kötü insanların en belirgin özellikleri nefret ve bencilliktir. Bu iki korkunç hasleti etkisiz hale getirecek olan şeyin Sevgi olduğuna inanıyorum. Sevgi kişide farkındanlığı, farkındanlık ise insanın ASALETİNİ ortaya çıkarıyor.

1- İbni Arabi “İlahi Aşk” eserinde sevginin üç tür olduğunu söyler:

1- İlahi sevgi

2- Ruhanî sevgi

3- tabiî sevgi

Benim buradaki sevgilim ruhanî sevgidir! Ben sevgilimi ibni Arabi’nin sevgi tarifinde buluyorum:

“Hayalimdeki o sevgi gökyüzünde olsaydı hiç kuşkusuz gökyüzü çatır çatır çatlardı. Eğer bu aşk yıldızlarda olsaydı yıldızlar parçalanır, parça parça yere düşerdi. Eğer bu aşk dağlarda olsaydı dağlar yerinden kalkar yürürdü.‘’

Akıl, şeref ve inanç terazisi  bozuk olan bir insan; yukarıdaki sözler gibi  sevemez, üretemez, aileyi koruyamaz, hatıralara değer veremez, topluma peygamber olamaz ve minacik dünyası ve arzuları için herkese ve her şeye ihanet etmekten başka hiç bir işe yaramaz!

Postmodern insanların ezici çoğunluğu sevgisiz ve soğuktur! Sevgiyi değil, bencilliği ve nihiliizmi tercih ederler. Nefret etmek ve hayata anarşist davranmak onlara oldukça cazip gelir. Lakin sevmek onlar için zordur, çünkü emek istiyor.

Sevgiyi beslemek ve inşa etmek için postmodern insana farkındanlık, empati, estetik gerekiyor! Evet, sevmek için deniyor musunuz? Başkalarına duyduğumuz acıma duygusu ile kendimize karşı duyduğumuz acıma hissi birbirleriyle eşit iki duygu mudur? Kesinlikle iki eşit duygu olduğunu söyleyemeyiz. O halde başkalarının yaşadığı acıları kendi acılarımızla yanyana getirip, harika bir EMPATİ yaparak, insanın ASALAT YOLCULUĞUNA ilk adımımızı atabiliriz!

Kadir Amaç

KÜRT HALKI ABDULLAH ÖCALAN HAKKINDA NE DÜŞÜNÜYOR!

Bazı liderler, zekalarını ve enerjilerini yönetme işlerinin çoğunu kontrol etmeye ayırır; detaylara düşkün ve her şeyle uğraşma meziyetine sahiptirler. Ancak bazıları da tam tersine her şeyle uğraşmaz, bir dizi önemli meselelerde idare etme insiyatifini kullanır ve genellikle idare işlerinin çoğunu güvendiği ve emri altındaki görevlilere bırakır.  

Eleştirmenler ve yönetim uzmanları her iki lider profilini yanlış bulur ve bunun yerine vasat ve mutedil bir yol izleyen liderin çok daha başarılı olacağını önerir.  Bu mahfilde, Hobbes ve Machiavelli, siyasi hareketleri yönetme hususunda, liderleri kurnazlığa ve manipülasyona teşfik eder.  

Eleştiri sanatı, kültürü ve teorisi üzerine sanırsam  en kapsamlı çalışmalar yürüten ”Frankfurt Ekolü”dür. Bu ekolün üyeleri olan yüzlerce düşünür, ”eleştiri teorileri”ni bilimsel ve entelektüel zaviyede gerçekleştirmiştir. 

Gerçekçi düşünmeyenler zalim ile mazlum, yöneten ile yönetilen, hak ile batıl arasındaki farkı, geometrik ve aritmetrik bir hesapla ortaya koyamazlar.  Çünkü ütopyacı düşünceler hayatı bulanık görür. Tıpkı Goethe’nin ”Fauts”u gibi, ”Ah şu an, o kadar güzelsin ki, ebediyen öyle kal!”  

Realistler ve Post Modern Düşünürler ”bu şey berraktır” ya da ”kesin  böyledir” demiyorlar; belirsizlikle temas kurarlar, ondan bulduklarını, gördüklerini ve his ettiklerini bilim dünyasıyla paylaşırlar.

Dolayısıyla doğruluk sabit bir şey değildir; bugün doğrudur, yarın doğruluğu yanlışlama ihtimali yüksektir! Ama hakikat öyle değildir; çünkü hakikat ontolojik ve primordiyal yasalardır. Kişinin bir ”şeyin” farkında olmaması, mekan ve zamanı geometrik ve aritmetik hesaplayamaması demektir! Sanırsam şunu demek istiyorum:  

 Ahmaklara her gün gülüyorum (!) Çünkü olmayan bir şeyi olmuş gibi gösterirler. Eleştiriyi ve sevgiyi birbirine karıştırarlar ve aynı klasmanda görürler. Yapamadıkları bir şeyi başkasına söylerler, iyilikten çok bahs ederler; ama kalplerinde sadece kötülük barındırırlar! 

Hiç bir şey olmayıp (sıfır)  kendini bir şey zan eden ve suyun üzerinde yürümeye cesaret eden bu sarhoşların sayısı bir hayli fazlayken; Kürt düşünce dünyasında eleştirel teorisyenlik yapabilen bir yazarın hala içimizden  çıkmamış olması düşündürücüdür! Oysa ki bilinmsel değerlendirmeler ve eleştirel teoriler özgürleştirir. 

Lider ve liderin misyonuna yönelik yapılan ”eleştiri teorileri” konusunu Kürt lider Abdullah Öcalan üzerinde somutlaştırmak istiyorum. Kürt yazarlar liginde şimdiye kadar Abdullah Öcalan’ın liderlik performansıyla ilgili tek bir eleştirel makale ve tek bir eser yazılmadı. 

Bunun yerine Abdullah Öcalan’ın şahsını hedef alan Küfür, aşağlama ve iftira içerikli yazılar yazılmakla yetinildi. Öyle ki bu fırka her fırsat bulduğunda Abdullah Öcalan’a ağza alınmayacak çirkin sözler savururken, benim de bu küfür orkestrasına katılmam için özel bir çaba harcandığını söyleyebilirim!

 Diğeri ise PKK içinde  Abdullah Öcalan’ı ilk putlaştıran, marjinal ve radikal gruptur. Öcalan’dan çok daha Öcalancı olan, onun isimiyle isim yapan, düzen kuran ve  kendine rakip gördüklerini Öcalan ismiyle dışlayan, hedef gösteren ve tasviye eden bu tür Apocuları Abdullah Öcalandan dinleyelim: 

”Benden daha muthiş bir Apocu ortaya çıkıyor, ”en doğru apocu benim diyor” ”Nasil Kürt olduğunu ispatla” diyorum. Eylemde, anlamada, okumada ve örgütlemede hizmet yok; ama isim yapmada da üstüne yok. Önünü bıraksam hepsi beni kat be kat aştığını söyleyecek. Hepsi astığı astık kestiği kestik” SERXWEBUN, Şubat 1993

Bu ‘‘çok bilmişler” fırkası Öcalan’ın liderlik misyonuyla ilgili bilimsel bir çalışma ortaya koymaları gerekirken, Küfür, iftira, manipülasyon ve PUTLAŞTIRMAYI tercih ettiler. Bu duruma bilimsel şahitlik yapmam gerektiğini fark ettim ve 25 Şubat. 2020 tarihinde ”PKK lideri Abdullah Öcalan’a Mektup” başlıklı bir yazı kaleme alarak mütefekkir olma sorumluluğumu yerine getirdiğimi sanıyorum. 

Doğrusu Abdullah Öcalan’ın hayatı, elem ve kederden başka bir şey değildir! Çok büyük bir sorumluluk altında olduğunu, koşulların kendisini çok zorladığını, müzakere edecek bir kaç Kürt fikir insanına ihtiyaç duyduğunu, halkına ÖZGÜRLÜK  SÖZÜNÜ verdiğini ve halkın ona sonsuz güvendiğini his edebiliyorum. 

Evet, bazıları Öcalan’ı sevse de sevmese de  Kürt halkının ezici çoğunluğu onu  kurtarıcı bir lider, işgalçi devletlerle müzakere masasına oturması gösterilen bir lider, tüm dünya’da tanınan bir lider ve yüreklerinin başkenti gördükleri bir lider görüyorlar. 

Yeri gelmişken değerli okurlarıma Öcalan hakkında ne düşündüğümü paylaşmak istiyorum: Bir dizi  konularda onun gibi düşünmesem de  şu gerçeği söylememe engel değildir: Abdullah Öcalan’ı felsefe, sosyoloji, modernizim ve siyaset bilimi konularında yetkin bir müteffekir ve hatalarıyla birlikte genel anlamda başarılı bir lider görüyorum! 

Evet, Kürtler içlerinde dünyaca ünlü, akıllı ve barışsever bir lider çıkarmayı başardılar! İkincisi, içlerinde çıkardıkları bu lidere bağlılar; ona güveniyorlar, onu seviyorlar, değer veriyorlar, büyükleri ve öğretmenleri görüyorlar! 

 Bu liderin ”barış süreci”ni, realist ve paragmatist bir epistomoloji izleyerek, başarıya tam imza atmışken; tercübesiz ve marjinal bir kaç HDP’li yöneticinin  herşeyi alt üst ettiğini düşünüyor. 

Ancak Türkler henüz Kürtler gibi içlerinde  akıllı ve barışsever bir lider çıkaramadılar! Türkler aralarında akıllı ve barışsever bir lider çıkarmayı başarabilirlerse, çıkaracakları bu lider Abdullah Öcalan ile el sıkacaklarını düşünüyorlar! 

Dolayısıyla 50 yıllık savaşı engelleyen tek şeyin, akıllı ve barışsever liderlerin politik stratejileri ve şansına ortaya çıkacak GÜÇ DENGESİDİR! Siyaset bilimcilere  göre,  güçlü değilseniz egemen olan güç sizi, rüzgarın yaprağı savurduğu gibi savurur. Hiç şüphesiz güç askeri, siyasi, ekonomik, medya ve psikolojik amilleri kapsar. İkincisi, güçler birbirlerini dengelemediği zaman, kaos ve tedhiş iklimi hüküm sürer. Ama güçler birbirlerini dengelediği vakit, şekavetin yerine  suhulet geçer. Gene de siyaset bilimciler en iyi güç türünü rasyonel ikna yöntemini referans gösterirler. 

Bu zaviyede Kürtlerin, geometrik ve aritmetrik gücünü hesaplayarak HDP’yi teorileştiren PKK lideri Abdullah Öcalan, HDP‘yi pratik alana kanalize eden  ve milyonlara mal eden gene PKK’ nin real gücü bir gerçek!

Son olarak şunu söylemek istiyorum:Türkler, Araplar ve Farisiler biz Kürtlerin öğretmenleri değildir! Biz Kürtlerin öğretmeni  Kawayê Hesinker, Ehmedê Xanî, Qazî Mihemed, Cigerxwîn, şehidlerimiz ve Abdullah Öcalan’dır.