Tabirimizle Küre Evi’nin yaşadığı bu reel-politik eksenden hareketle, Yırtıcı İslam’ın googleleşen toplumlar içinde yaratığı krizi daha doğru anlayabilmemiz için Yırtıcı İslam’ın bin dört yüz yıllık tarihi ajandasına kısa bir yolculuk yapmakta fayda gördüğümü belirtmek istiyorum.
Muhammed el Behiy, Ali Şeriati, Cemaleddin Afgani, Hasan Hanefi, Abdulkerim Suruş, Muhamed İkbal ve Fazlu Rahman gibi liberal İslam düşünürleri Muhammed peygamberin ölümünden hemen sonra Müslüman cemaat arasında akidevi, düşünsel ve ameli konularda ciddi problemlerin ortaya çıktığını ifade ederler.
Peki, Müslüman cemaat arasında ilk problem ve ilk muhalefet nasıl ortaya çıktı? Müslümanlar arasında bu tefrikanın tezahür biçimi ilk olarak Muhammed peygamberin naaşının nereye defnedileceği konusunda ortaya çıkacaktı. İlk başlarda Muhammed peygamber Allah tarafından melek aracılığıyla kendisine vahiy geldiğini arkadaşlarına bildirdiğinde arkadaşları biz “işittik ve itaat ettik” ayetini referans alıyordular. Böylece Muhammed’in cemaati arasında hiçbir muhalefet ve hiçbir ihtilaf sorunun ortaya çıkmasına izin vermemiş oluyordular.
Muhammed peygamberin ölümünün ardından ‘‘Rey Ehli’’ ve ‘‘Hadis Ehli’’ ortaya çıktı. ‘‘Hadis Ehli’, çıkan sorunların ve ihtilafların çözümü için Muhammed peygamberin yaşadığı döneme tekrar geri dönelim ve o dönemin uygulamalarını referans alarak sorunlarımızı ve ihtilaflarımızı çözelim önerisini sunuyordu. ‘‘Rey Ehli’’ ise bu duruma itiraz ediyordu ve şu teolojik düşünceyi ileriye sürüyordu: Peygamberin yaşadığı dönemde siyasi ve sosyolojik şartların farklı olduğunu, tekrar geriye dönüp gerinin nosyonlarına göre hareket etmenin Müslüman toplumun yaşadığı krizi çözemeyeceğini, ayrıca Müslüman cemaate güzel bir yaşam sunamayacağını ve onları mutlu etmesinin mümkün olamayacağını iddia ediyordu.
Yırtıcı İslam’ın ilk olarak nasıl başladığını ve dalga dalga nasıl yayıldığını somut bir örnek üzerinden devam ettirmek istiyorum: Muhammed peygamberin ölümünden kısa bir süre sonra siyasi yönetim oluşturuldu ve bu siyasi iktidarın başına Muhammed peygamberin en yakın arkadaşlarından biri olan Ebubekir getirildi. Ebubekir ilk olarak zekat vermeyen Müslüman kabilelere savaş açarak Yırtıcı İslam’ın ilk başlatıcısı olacaktı. Yani Ebubekir zekat vermeyen Müslüman kabileler üzerine askeri birliklerini göndererek onları öldürmekte hiçbir sakınca görmedi ve aksine zekat vermedikleri için onları öldürmenin İslam’ın bir emri olduğunu iddia ediyordu. Ebubekir’ın bu yırtıcı ve yıkıcı eylemi Müslüman sosyalizasyon içinde etap etap normalleşmeye başladı ve böylece Ebubekir’in bu yırtıcı ve yıkıcı eylemi siyasal İslam’ın ilk referans kaynağını oluşturacaktı.
Muhammed peygamberin kendi döneminde zekat vermeyen, namaz kılmayan, içki içen ve oruç tutmayan hiçbir müslümanı cezalandırmadığını ve aynı şekilde Kur’an’ da bu konularla ilgili tek bir cezalandırma ayetinin yer almaması oldukça düşündürücü ve ilginçtir. Eğer Ebubekir, Müslümanlara yönelik bu yırtıcı ilahiyatı uygulamamış olsaydı, kim bilebilir ki, belki de bugün bambaşka bir İslam düşüncesi ve İslam toplumu karşımıza çıkacaktı!
İkinci halife Ömer zamanında Yırtıcı İslam, sınır ötesi yıkıcı eylemler yaparak sesini duyurmayı daha çok başarmış olacaktı. Yırtıcı İslam, üçünçü halife Osman’ın iktidarı döneminde ise hem kaosu ve hem de şatafatlı bir hayatı bir arada barındırıyordu. Bir yandan Osman’ın evinin muhalifleri tarafından kuşatılmaya alınmış olması ve diğer taraftan Osman’ın karısının boynunda taşıdığı gerdanlığının tahvil değeri, o günün aç Afrika Kıtası’nın insanlarını bir günlüğüne baştan sona kadar doyurabilecekti.
Dördüncü halife Ali döneminde Yırtıcı İslam çok daha korkunç boyutlara ulaşmıştı. Muhammed’in eşi Ayşe, Muaviye ve Ali arasında çıkan iktidar savaşında, taraflar birbirlerini Allah adına vahşice katlediyorlardı ve işte bu Yırtıcı İslam bir günde tam olarak yirmi bin insan öldürmekten tereddüt etmeyecekti.
Ebubekir’in yaratığı bu Yırtıcı İslam Ali’den ayrılan bir grup Müslüman’ın Ali’yi kafir olarak suçlayıp öldürülmesine vesile olacaktı. Aynı zamanda Ebubekir’in inşa ettiği bu Yırtıcı İslam, önce kendisini öldürecekti, sonra ikinci halife Ömer’i, sonra üçünçü halife Osman’ı, sonra dördüncü halife Ali’yi ve en son Kerbela’da Muhammed’in tüm ailesini katledecekti!
680 ile 800 yılları arasında Yırtıcı İslam bambaşka bir boyuta girecekti. Birincisi, Emevilerin beşinci halifesi Melik ve onun çok zalim olan Bağdat valisi Haccac, Kuran’ı yeniden tashih ve redekte edecekti (hareke ve noktalama işaretleri yapma) ve Kur’an bugünkü son şeklini alacaktı.
Ayrıca şu bilgileri de vermem gerekiyor: İslam peygamberi yaşadığında, ne Kur’an ve ne de Kur’an’ın sayfaları ortada vardı. Bugün de Müslümanların elinde Muhammed döneminde yazılmış tek bir nusha yoktur ama dördüncü halife Ali, Muhammed’e ayit söz ve konuşmaları bir nüshada bir araya topluyor, lakin Osman döneminde bu nüsha yakılıyor; ancak Osman zamanında yeniden hadis veya rivayet yoluyla yeni bir Kur’an taslağı oluşturuluyor.
İkincisi, felsefi manifestosu ise İbn Hanbel ve Mutezile mezhebinin kurucusu olarak bilinen Vâsıl bin Atâ tarafından yazılacaktı ve her iki İslam ilahiyatçısı arasında “Kur’an mahluktur”, “Kur’an mahluk değildir” iddialarıyla kıran kırana Kur’an tartışmalarının en zirve noktaya ulaştığı bir döneme denk gelindiğini Google Çağı’nın değerli okurlarının görüşlerine sunmak istiyorum.
1300 yılına gelindiğinde Hanbel’in yırtıcı fikirlerinden etkilenen İbn Teymiye adeta Yırtıcı İslam’ın yeniden manifestosunu kaleme alıyordu. Bu dönemde İbn Teymiye’nin Yırtıcı İslam ilahiyatı kısa süre içinde, tekfir kültürünü ve Allah adına yıkıcılık ve yırtıcılık inancını en zirve noktaya taşıyordu.
On yedinci yüzyılın ortalarında, İbn Teymiye’den çok etkilenen Arabistanlı İlahiyatçı Muhammed bin Abdulvahap’ın kurduğu Vahabilik ilahiyatı yıkıcılığı ve yırtıcılığı çok daha ileri bir düzeye taşımış oluyordu. Örneğin bu dönemde Muhammed bin Abdullahvahap ve taraftarları Mekke’deki Kabe’yi yakıyorlar, Muhammed peygamberin mezarını ateşe veriyorlar ve sebep olarak bu mekanlarda Müslümanların Allah’a şirk koştuklarını ileriye sürüyordular. Bu Yırtıcı İslam tarihte toplamda 11 kez Kabe’yi işgal etmiş ve çok sayıda insanın yaşamına son vermiştir.
En son olarak 20 Kasım 1979 sabahının erken saaatlerinde, İslam dünyasının dört bin yanından Hac vazifelerini ifa etmek için Mekke’ye gelen yaklaşık 50 bin Müslüman, İslamiyet’in en kutsal mekanı kabul edilen Kabe’nin avlusunda sabah namazı için toplanmıştılar. Bu kalabalığın içinde İhvan Hareketine mensup 200 kadar militan ve onların elebaşı olan Cuheymanel Uteybi, Kabe’yi yırtıcı fikirleriyle kana bulayacaktılar.
İkinci Fasıl
Bu bölümde ise Müslümanların Gooogle Çağı’nın çok gerilerinde durma sebeplerini ortaya çıkarmaya gayret edeceğim. Müslümanların bugün çağın çok gerisinde kalmasının en büyük sebebi, İslam’ın içtihat kapısının kapalı tutulması, İslam’ın çağların ve çağın şartlarına göre kendisini güncelleyememesidir.
Çağın ruhuna uyarlanmayan Kur’an’ın sözleri, başta Müslümanların karşılaştığı sorunları ve talepleri çözememiştir. Aynı biçimde Batı dünyasının göndermelerine yanıt verememiş, Batı’yı ‘‘kafir’’ olarak aforoz ederek kendisini avutmuş ve Müslümanları çok ciddi bir krizin içine sokmuştur.
Sanırım Müslümanlar içtihad kapısını kilitli tutmasaydılar, Kur’an’ı zamanın şartlarına ve ruhuna göre uyarlayabilseydiler; insanlığın ortak birikimlerinden, tecrübelerinden yararlanmış olsaydılar Hristisyan alemi, Yahudi dünyası, laiklik, demokrasi ve kapitalizmle bu kadar yıkıcı ve yırtıcı çatışmalar yaşamayacaktılar.
Müslüman mezhepler, meşrepler, cemaat liderleri, ilahiyatçılar ve düşünürler İslam’ın tek doğru din olduğunu ve Allah tarafından korunan tek din olduğunu Kur’an’ın şu ayetleriyle delil olarak gösteriyorlar:
“Hiç şüphesiz din, Allah katında İslam’dır. Kitap verilenler, ancak kendilerine ilim geldikten sonra, aralarındaki ”kıskançlık ve hakka başkaldırma” (bağy) yüzünden ayrılığa düştüler. Kim Allah’ın ayetlerini inkâr ederse, (bilsin ki) gerçekten Allah, hesabı pek çabuk görendir.” (Âl-i İmrân Suresi 19. Ayet)
“Hiç şüphe yok ki, Kur’ân’ı biz indirdik, elbette onu yine biz koruyacağız.” (Hicr Suresi 9. Ayet)
“Gerçek şu ki, dinlerini parça parça edip kendileri de gruplaşanlar, sen hiçbir şeyde onlardan değilsin. Onların işi ancak Allah’adır. Sonra O, işlemekte olduklarını kendilerine haber verecektir.” (En’âm Suresi 159. Ayet)
“Sözlerini bozmaları sebebiyle onları lânetledik ve kalplerini katılaştırdık. Onlar kelimelerin yerlerini değiştirirler (kitaplarını tahrif ederler). Kendilerine öğretilen ahkâmın (Tevrat’ın) önemli bir bölümünü de unuttular. İçlerinden pek azı hariç, onlardan daima bir hainlik görürsün.” (Mâide Suresi 13. Ayet)
Dijital toplumun Googleleşen Beyinleri Yırtıcı İslam’a şu soruları yöneltmekte bir beis görmüyorlar: Allah, neden Tevrat ve İncil’i korumadı, neden Kuran’ı koruyor? Allah Kuran’ı koruyorsa, Kur’an Müslüman dünyasına neden bir çözüm sunamıyor ve Kur’an düşüncesi yerkürede neden örnek bir Müslüman toplum inşa edemiyor?
Ya da soruları bu kez çapraz soralım. Kur’an Allah tarafından korunmuş olsaydı, Muhammed’in ölümünden yaklaşık 50 yıl sonra neden yazıldı? Kur’an’ın Muhammed peygamberin sözleri olduğuna dair kullanılan şu ifadeler oldukça problemli değil midir?
“Hiç şüphesiz o (Kur’an), şerefli bir elçinin kesin sözüdür.” (Hâkka Suresi 40. Ayet)
“Bu, Kur’an onurlu bir elçinin sözüdür.” (Tekvîr Suresi 19. Ayet)
İşin daha ilginç tarafı ise Müslüman din alimlerinin ve cematlerin birbirlerini Kur’an’ı anlamamakla ve gerçek Müslüman olmamakla tekfir etmeleri ve tarafların birbirlerini gene Kur’an için vahşice ve tekbirler eşliğinde öldürmeleri oldukça sıkıntılı bir durum arz etmiyor mu?
Sonuç olarak, Müslümanların geri kalmasının sebeplerini şöyle sıralamak mümkündür:
- İçtihad kapısının kapanması ve mezhepler arası çatışma
- Etnik çatışmalar
- Yöneten ve yönetilenler arasındaki çatışma
- Yoksul ile zenginler arasındaki çatışma
- Müslüman devletler arasındaki çatışma
- Cemaatler ve sivil toplum kuruluşları arasındaki çatışma
- Laikliği benimseyen ve benimsemeyen Müslümanlar arasındaki çatışma
- Kadın ve erkek çatışması
- Mülteciler ve yerliler (ensar ve muhacir) arasındaki çatışma
- Çatışan tarafların çatışma sebepleri ise, her birinin kendisini hakikat (tek haklı) olarak görmesi
Üçünçü Fasıl
Çalışmamızın bu fragmentinde değerli dijital çağın okurlarına Müslüman sosyalizasyonundan bir dizi pasajlar sunmak ve Müslüman toplumların Batı medeniyeti karşısında aldığı mağlubiyetlerden kısaca söz etmek istiyorum.
İbn-i Haldun, mağlup milletlerin galip milletleri taklit ettiklerini söyler. Bu gerçeğin çözümlemesi şudur: Sosyolojik hadiseler insanlara davranış kalıplarını kazandırır, davranışlar da kuralları meydana getirir. Bu kurallar gereği mağlup olan milletler bu yeni kazandıkları refleksleri ve kompleksleri kolayca üzerlerinden atamazlar. Galiplerin yaratığı bu sosyoloji, mağlupların sosyolojileri ve psikolojileri üzerinde büyük bir hastalık meydana getirirler. Bu hastalığın tedavisi mümkün mü? Sanırım bu sosyolojik hastalığın tedavisi uzun bir süre ve süreç gerektiriyor.
Müslümanlar ilk olarak Moğollara, ardından Hristiyanlara ve en son kapitalizme yenildiler. Daha sonra Müslümanlar, Moğollara ve Hristiyanlara karşı yaşadıkları yenilgilerin rövanşını aldılar! Ancak Müslümanlar Selahaddin Eyyubi’nin ölümünden sonra Hristiyanlara karşı bir galibiyet elde edemedikleri gibi, merkantilizmin ortaya çıktığı dört asırdan bu yana kapitalizme de hep yenildiler.
Müslümanların inanç sosyolojileri üzerinde çok etkili olan “Dört Halife Dönemi” kriz, kaos, tedhiş, tekfir ve terör dönemidir! Dört halife aynen bugünkü İslam Devletleri ve İslamî Hareket gibi, siyasi ve toplumsal krizi yönetemedi. Bunun geçmişte başarıldığı dönemler Muaviye, Yezid ve Harun Reşit dönemleridir. Çünkü onlar Yunan, Roma, Çin ve Hindistan medeniyetlerinden yararlanarak krizi yönetmeyi başardılar! Tabii ki bu durum onların kötülüklerini ortadan kaldırmaz.
Diğer önemli bir sorun ise Müslüman toplumların, Yahudi ve Hristiyan toplumlarının bilimsel fikirlerine ve tecrübelerine çevrimdışı olmayı iyilik olarak saydıkları bir gerçektir. Acaba Müslümanlara göre gerçek nedir veya gerçek, din ve özgürlük diyalektiğiyle ilişkilendirilebilir mi? Ya da Müslümanlar sosyolojilerini nesnellik ve öznellik zaviyesinde çözümleme kabiliyetine sahipler mi?
Örneğin, Müslümanların iyilik ve kötülük anlayışları, nesnellik ve öznellik gibi bir şey mi? Öyle bir şey değilse, o halde Müslümanların sosyolojilerini temelde belirleyen ana sebebin din olduğunu rahatlıkla söyleyebilir miyiz?
Şimdi ise çapraz bir sorgulama yapalım. Batı düşüncesinin de bir dizi konularda inkârcı davrandığını inkâr edemeyiz. Örneğin sosyoloji anabilim dalını ilk kuranlar, İbn-i Haldun ve İbn-i Rüşd ikilisidir. Bu gerçeğe rağmen Batılı yazarlar bu hakikati bile bile inkar ettiler. Daha sonra modern sosyoloji 19. yüzyılda ortaya çıktı, 20. yüzyılda kurumsallaştı, branşlaştı ve daha sonra sosyoloji anabilim dalı üç kategoriye bölündü:
1-Sosyoloji
2-Antropoloji
3-Siyaset Bilimi
İbni Haldun, toplumların ümran ve asabiyetlerini iklim ve doğa üzerinden yorumlarken, ne Darwin’in eseri “Türlerin Kökeni” ne Marks’’ın “Das Kapital” ve ne de Comte’un teolojik, metafizik ve pozitivist bilimsel çözümlemeleri ortalıkta yoktu! Ancak bu durum, Marks ve Comte için geçerli değildir! Çünkü hem Marks ve hem de Comte “Türlerin Kökeni” gölgesinde eserlerini kaleme alıp yazmışlardır.
Haldun, Toplumu “Bedevi” ve “Hadari” olarak ilk çözümleyen kişidir. Ondan sonra en güçlü şekilde Marks, modern sosyolojinin ilk mühendislik pratiğini ortaya koyan güçlü bir düşünür olarak karşımıza çıkıyor. Marks, iki sınıf ve iki toplum çatışmasını birçok eksikliğe rağmen enfes bir şekilde çözümlemeyi başarmış biridir.
Durkheim, Marks’ın çözümlemelerini dikkatle okuyor, çözümlüyor ve kendi sosyolojik kuramını şu kavramlar üzerine inşa ediyor: Durkheim, mekanik ve dayanışma kavramları üzerinde sosyolojiye yeni bir boyut kazandırıyor.
Weber ise, her iki toplum bilimcinin mühendisliği üzerinde durdu ve topluma yeni bir estetik kazandırma becerisini keşfetti. Weber, Durkheim’e göndermelerde bulunarak işe başladı. O toplumların hem çatıştığına ve hem de yardımlaştığına dikkat çekiyordu.
Weber, böylece “yağmur, insana şemsiye açtırma davranışı kazandırıyor.” eylemi üzerine kendi sosyolojik mühendisliğini ve bürokrasi sosyolojisini inşa edecekti. Son olarak postmodern sosyolojinin yaşadığı krize dair bir dizi güçlü çözümlemeleri ve çözüm önerileri olan “üçünçü yol” önermesiyle Anthony Giddens ve Kadir Amaç’ın “Pim Kodu” çalışmaları karşımıza çıkıyor.
“Üçünçü Yol” teorisiyle postmodern sosyoloji biliminde yeni bir kurama fikir babalığı yapan Giddens, Batı sosyolojisi bilim liginin çevreleri tarafından tanınan, Türk ve Kürt okurların karşısına yakın zamanlarda kazandırılan değerli bir sosyal bilimcidir. ‘‘Üçünçü Yol’’ kitabı Googleleşen Toplumlar’ın nasıl bir toplum yaratmak istediğini bilmemizin yanısıra ‘‘sosyal demokrasi’’ hedeflerine ulaşılmasında somut araç ve gereçlere sahip olmamız gerektiğine işaret ediyor. Yani yeni bir idealizim hareketini nasıl sosyalizasyona ikame edeceğimiz konusunda bir dizi öneriler sunuyor.
Giddens, ‘‘Üçünçü Yol’’ teorisinin ana esaslarında geleneksel sosyoloji teorilerinin günümüz googleleşen toplumların sorunlarıyla başa çıkamadığına dikkat çeker. Bu sorunun çözülmesi için liberal ve kapitalist sisteme karşı sosyal demokrat ve muhafazakarları bir araya getirerek, bu çözüm yöntemine üçünçü yol ismini vermektedir. Eser 180 sayfadan oluşuyor. Giddens, bu eserin ortaya çıkmasında tam 15 tane arkadaşından destek aldığını söyleyerek bu eserin ortaya çıkmasında arkadaşlarına borçlu olduğuna ayrıca değinir.
Kadir Amaç’ın Pim Kodu’nu kaleme alırken, hiçbir arkadaşının ve hiçbir kurumun desteğini arkasına almadan ve en zor şartlar altında bu eseri yaratığını değerli dijital çağın okurlarının bilmesini isterim. Kısacası Pim Kodu kapitalizm, liberalizm, muhafazakarlık, İslam ve sosyalizmin haysiyetini ve vicdanını yitirdiğini ele alır ve bu yapıtın postmodern sosyolojinin tüm sorunlarına köklü ve somut çözüm önerileri sunan çağın en ideal teorik eseri olduğunu söylemekte bir sakınca görmüyorum. Bu vesileyle Pim Kodu’nun başta İngilizceye olmak üzere bütün Avrupa dillerine çevrilmesi için ilgililere burdan çağrıda bulunuyorum.
Tam da bu noktada Alman siyaset bilimci OTTO’nun “herkesi yakala” kavramsallaşmasını googleleşen sosyalizasyon için önemli bir önerme olarak buluyorum. “Herkesi yakala” demek; herkese hoş geldin diyen, herkese sevgi ve barış elini uzatan demektir. Bu slogan “Pim Kodu” adlı kitabımızın son bölümünde Yırtıcı İslam’ı ve yırtıcı düşünceleri demokratikleştirmeye dair çözüm önerileri sunuyor.
Dolayısıyla İslam dünyasının düşünce merkezinde DİN, Batı (Hristiyan) dünyasının düşünce merkezinde FELSEFE ve FİZİKİN olduğunu söylemeden geçmek istemiyorum. O halde, akıllı ve yaratıcı olan milletler, tarihte ve bugün de ÖZGÜR oldular. Bilimsel düşünceye karşı çevrimdışı olan dini toplumlar, dün ve bugün de köle olarak yaşıyorlar.
İlginç olan diğer bir nokta ise, postmodern sosyolojiyi okuyan ve bu alanda adım adım dijital toplumları gözleyen biri olarak şunu söyleyebilirim; postmodern insan ve toplumlar için özgürlük hiçbir anlam ifade etmiyor artık. Çünkü dijital çağın özgürlük anlayışı değişti. Artık dünyadaki halklar özgürlüğü yurtseverlik, küresellik, hedonizm, maddi menfaat, eğlence, rapçılık ve tamahkarlık olarak algılıyor ve arzu ediyorlar!
Evet, gezegenin sosyalizasyonuna ilk giren para birimi ve ikincisi, toplumsal otorite (imparatorluk) olmuştur. Üçüncüsü, toplumda dinlerin otoritesi meydana çıkmıştır. Dördüncüsü, imparatorluk ve din güçlerini birleştirmiş ve egemenliği ortak kullanmışlardır. Beşincisi, din ve kralların otoritesini elinden alan bilim olmuştur. Bilimin inşa ettiği ise, milliyetçilik ideolojisidir! Şu an insanlık gezegeni referanaslarını milliyetçilik ideolojisinden alan realizm ve liberalizm sistemiyle yönetiliyor.
Sonuç olarak yırtıcı milliyetçilik ideolojisinin ve seçilmiş ırk efsanesinin ilk mucitlerinin Yahudiler olduğuna dair bir dizi belgelerle kanıtlandığı tarihçiler tarafından ortaya atılmıştır. Yahudilerden sonra, “İnsanlar içinde çıkarılmış en değerli Millet müslümanlardır” ifadesini bu kez Kur’an, Tevrat’tan araklayarak söyleyecekti! (Âl-i İmrân Suresi 110. Ayet)
Türk, Arap ve İslam dünyasının değişime kapalı olmasının en büyük sebeplerinden biri de hiç şüphesiz kültür meselesidir! Müslümanlar önce sabit kuralları ve inançları değiştirmekle işe koyulmaları gerekirken, ilk safhalarda kültürel değişimi yapmakla büyük bir hata yaptılar. Çünkü toplumsal değişimin en son etabı kültürel değişimlerdir.
Örneğin Müslüman Türk toplumunun moderleşmesine kısaca bir göz atalım. II. Abdülhamit, Turgut Özal, II.Mahmut ve Mustafa Kemal’in modernleşme modelleri birbirlerinden çok farklıdır. Çünkü II. Mahmut ve Mustafa Kemal’in moderleşme modelleri yukarıdan aşağıyadır ve emredicidir! Abdülhamit ve Özal’ın ise rızaya dayalıdırlar.
İdris Küçükömer ta 50 yıl önce, CHP ve Kemalizm’i sağcı olmakla suçluyordu, ancak onun fikirleri Türk aydınları tarafından ciddiye alınmıyordu! Gene Türk solcuları İdris Küçükömer’i dinlemedikleri gibi, Kemal Tahir’in İslam dininin sosyolojik fikirlerine de kulak asmıyorlardı! Aksine daha çok Yalçın Küçük ve Hikmet Kıvılcımlı’ya kafa yoruyordular.
O yıllarda Yırtıcı Türk İslamcıların Yırtıcı Türk Solundan hiç farkları yoktu! Onlar da Necip Fazil gibi kibirli bir ırkçıyı dinliyordular. Bugün de Necip’in yerine yırtıcı fikirlere sahip olan İsmet Özel’i dinliyorlar. O dönemlere şahitlik yapan, Ali Bulaç ve Sedat Yenigün’ü Türkler dinlemiyordular! Bana Türkler nasıl bir millet diye sorsalar şöyle yanıt verirdim: Yırtıcı aç kurtlar gibi bozkırlardan aşağıya indiler; önlerine ne geldiyse öldürdüler, yaktılar, yıktılar, işgal ettikleri her karış toprağı mesken edindiler ve bir daha anavatanlarına dönmediler!
Şimdi işin ilginç tarafı Türkiye’deki Kemalistler, İslamcılar ve solcuların tıpkı Bolşevikler, Naziler, fütüristçiler ve YIRTICI MİLLİYETÇİLER gibi kendilerini dürüst, namuslu, ahlaklı, demokrat ve uygar görmeleridir(!) Türklerin bu komik umranları aklıma Meksikalı Emiliano Zapata’yı hatırlattı. Emiliano Zapata’nın eline “Rus Devrimi”nin Manifestosu verilince şöyle dedi: “Ben Rus değilim, Meksikalıyım. Meksika’nın ikbalini ve yeni sosyolojisini belirleyen meselelerde yalnız başıma karar alamam” diyordu.
Müslümanların galip millet felsefesini ve stratejisini tıpkı satranç oyununa benzetiyorum.1886 yılından bugüne kadar yapılan DÜNYA SATRANÇ ŞAMPİYONASINDA tek bir Müslüman’ın satranç oyunu birinciliğinin olmaması sizce de fazlasıyla düşündürücü değil midir?
Düşünmemize yardımcı olacak bir misal daha vermek istiyorum. Orta Çağ’da hayat kadınları erkeklerle para karşılığında yatıyorlardı ve bu parayla Katolik Kilisesi’nden cennet satın alıyorlardı! Günümüzde ise zengin Müslümanlar bir varil petrol karşılığında bir kola satın alıyorlar, fakir bir Müslüman ise yıllarca biriktirdiği parasıyla cennet emlakçılığı yapan Müslüman din adamlarından bir cennet satın alıyor! Tekrar üzülerek belirtmeliyim ki Müslüman toplumlar tam bir çukurun içindeler. Çukur deyince Sümer Rahip Devleti’nin kralı Hammurabi aklıma geldi! Ona göre üç insan sınıfı vardı:Üstün insanlar, sıradan insanlar, köle insanlar.
Sanırım Googleleşen Müslüman toplumlar için en enfes sıralamayı şöyle yapmak mümkündür. En üsttekiler, ortadakiler, alttakiler ve çukura düşenler! Heyhat! İslam ülkelerinde Kur’an, kötülüğün kaynağı ve camiler ise köleliğin tapınağı haline gelmiş durumdadır! Çünkü namaz tüccarları, sahabeler, mezhepler, meşrepler, tarikatlar ve Yırtıcı İslamcılar Muhammed’e ihanet ettiler, hakikatin dilini kestiler ve şu an İslam Ümmeti’nin en üst katmanını temsil ediyorlar.
Kadir Amaç