Kürdistan Nurculuğu ve İslam

Not: Bu çalışma 2020 yılında ayayınlanan ”Kürdistan’da Hizbullah’ın Anatomisi” adlı eserin yazarı olan Kadir Amaç’a aittir.       

Kadim Kürdistan coğrafyasının yetiştirdiği en büyük Kürt mütefekkirlerinden biri hiç kuşkusuz Said-i Kurdî’dir. Son zamanlarda Fethullah Gülen ve adamlarının, Kürdistan halkının her milletin sahip olduğu özgür vatan sevgisini ve hasretini engellemek için sömürgeci Türk devleti ve uluslararası güç şebekeleriyle ortak hareket ettiklerine şahit olmaktayız.

Gülen Hareketi ve şürekası Kürtlerin özgür vatan ülkülerini, ideallerini boşa çıkarmak ve modern Türk kolonyalizmini Kürdistan coğrafyasında en yüksek düzeyde temsil etmek için Said-i Kurdî’nin eserleri üzerinde en az beş yüz nokta da tahrifat gerçekleştirmişlerdir.

Nurcu cemaatlerin ezici çoğunluğu, Said-i Kurdî’nin eserlerini Türkçü ve Ehl-i sünnet(!) esaslar üzerinden yeniden yorumlayarak ve tahrif ederek, “Dinlerarası hoşgörü” parolasıyla, Türk-İslam evangelizmi ülküsü adına, küresel ölçekte hiçbir Türk devletinin ve hiçbir Türkçü akımın başaramadığını başarmıstır. Kürtlerin özgür vatan sevdasını Said-i Kurdî adına zehirlemeye ve yok etmeye kararlı olan Gülen ve adamlarının, Said-i Kurdî’nin benimseyip, amel ettiği inanç ve düşünce iklimiyle hiçbir biçimde benzeşmediğini bu çalışmada ortaya koymaya çalışacağım. Bu vesileyle Said-i Kurdî’nin Kürt ve Kürdistan meselesi hakkında vaaz ettiği görüşlerini ana hatlarıyla ilmi zaviyede sistematize etmeye çalışacağım.

İbn-u Tufeyl ve Gazali’den etkilenir

Öncelikle Said-i Kurdî’nin özgür vatan bilincini ve bu bilincin yüklediği sorumluluğu kavrayıp çözümleyebilmemiz için; o günün siyasi, sosyal, psikolojik, ekonomik ve uluslararası konjonktürel şartlarına egemen olan faktörleri bütün veçheleriyle bilmemiz gerekmektedir. Kürdistan’ın çeşitli medreselerinde kısa süren bir eğitim hayatı olan Said-i Kurdî, bu kısa süreli medrese eğitiminden sonra kendi imkanlarıyla yoğun bir okuma seferberliğini başlatır.

Kardeşi Abdurrahman Nursi, kitabında yirmi dört saat içinde Cem’ül Cevam-i, Şerhül Mevakıf ve İbni Hacerin kitaplarını okuyup anladığını yazar. İşrakiye felsefesinin kurucusu İbn-u Tufeyl ve Gazali’den etkilenir. Büyük Kürt Şairi ve filozofu Ehmedê Xanî’nin türbesinde ibadete kapanır ve bu sıralar 13-14 yaşlarındadır. Mardin’e gittiğinde o sıralar islam dünyasını baştan aşağıya kuşatan batı emperyalizmine karşı mücadele veren Cemalettin Afgani ve Şeyh Sennüsi hareketinin üyeleriyle yolda karşılaşıp, tanışma fırsatını bulur. (1)

Bundan sonra Said-i Kurdî’nin düşünce ve mücadele kulvarında Van şehri çok önemli bir yer kaplar. Vanlı Hasan Paşa’nın daveti üzerine uzun süre Van’da kalır. Said-i Kurdî, Van ile Kürdistan’ın diğer şehirleri arasında sürekli hareket halinde olur. İnşa ettiği bu hat üzerinde, sömürgeci Osmanlı İstibdadı’nın Valilerine, Paşalarına, işbirlikçileri Hamidiye Alaylarına, Ağalara ve Şeyhlere karşı aktif bir mücadele örneği sergiler.

‘Artık uyanınız, sabahtır’

Said-i Kurdî, Kürt halkının içinde bulunduğu bu menfi koşulları ortadan kaldırmak için beş yüzyıl boyunca, Osmanlı müslümanlığıyla dövülerek sersemleştirilen Kürt milletinin ontolojik hafızasını tekrar ayağı kaldırmak için Kürt halkına şu tarihi çağrıda bulur; “Ey aslan Kürtler! Beş yüz senedir yattığınız yeter. Artık uyanınız, sabahtır. Yoksa sahra-i vahşette vahşet ve gaflet sizi yağmalayacaktır. Hem milliyet denilen Rüstem-i Zâl ve Selahaddin-i Eyyubi gibi Kürt dahi kahramanlarıyla bir çadırda oturan her biriniz milliyet fikriyle umum milletin bir somut örneği olunuz. Varlığınızı birliğinizle gösteriniz. Yoksa sıfır çekecek, hürriyet diplomasını elinize vermeyecektir.” (2)

“E
y aslan Kürtler! Beş yüz senedir yattığınız yeter. Artık uyanınız, sabahtır. Yoksa sahra-i vahşette vahşet ve gaflet sizi yağmalayacaktır.”

______________________________________________________________

Said-i Kurdî 1893 ile 1908 yıllarını ve Kürt halkının içinde bulunduğu keşmekeşliğin en büyük düşmanını cehalet olarak tespit eder. Dolayısıyla Kürdistan halkına bu rönesansı yaşatmak için Van, Bitlis ve Amed hattında kafasında projelendirdiği “Medresetüzehra” adında bir üniversite kurmak için 1908 yılında İstanbul’a gider. İstanbul’da Abdulhamid’e Kürdistan coğrafyasında Kürtlerin kendi anadillerinde eğitim ve öğretimlerini yapacakları “Medresetüzzehra” adında kurumların açılmasını konu alan bir dilekçeyle isteklerini sunar.

O sıralar Kürt aydınların çıkardığı Şark ve Kürdistan gazetesinin birinci sayfasında bu dilekçe yayınlanır. Yayınlanan dilekçenin bir bölümü şöyledir: “Kürdistan’ın kasaba ve köylerindeki mekteplerin kurulmuş olması memnuniyetle görülmekte ise de bu mekteplerden Türkçeyi az da olsa öğrenmiş olan çocuklar ancak yararlanabilmektedir. Türkçeyi bilmeyen Kürt çocukları ise medreselerde okutulan ilimleri terakki etmenin biricik kaynağı olarak bilmektedirler. Yeni açılan bu mekteplerdeki öğretmenlerin mahalli dili (Kürtçe) bilmemeleri dolayısıyla bu çocukları eğitim ve öğretimden mahrum bırakmaktadır. Bu ise vahşete, karışıklığa, dolayısıyla batının gürültülü ve patırtı çıkarmasına sebep oluyor…” (3)

Devlete eklemleme çabası

Bundan sonra Said-i Kurdî İstanbul’da Kürt ve Kürdistan davasını yürüten Kürt aydınlarını, alimlerini, Kürt siyasetini yürüten örgütleri ve Kürt yayın organları ile yurtseverlik temelinde, hepsiyle eşit mesafede ilişkiler içinde olur. Ve yürütülen bu yurtseverlik faaliyetler içinde yerini alır. Özellikle o dönemlerde Kürt ve Kürdistan davası için mücadele eden, Kürt Teavün ve Terakki Cemiyeti (1908), Kürd Teali Cemiyeti (1918), Azadi Cemiyeti (1923) içinde yurtseverlik faaliyetlerini sürdürür.

Aynı şekilde İstanbul’da kaldığı süre içinde o dönemin en büyük Kürt düşünce ve dava adamlarından olan Bedirhaniler ailesi, Cemil Paşa ailesi, Seyyid Abdülkadir, Abdullah Cevdet, Ahmed Arif, Mehmet Sıdık, Babanzade Naim Bey, Cibranlı Halid Bey ve Şeyh Said gibi yüzlerce şahsiyetle Kürdistan davası üzerine münazaralar yapmıştır. Mamafih o dönemlerde Said-i Kurdî Kürt aydınların çıkardığı Şark ve Kürdistan Gazetesi, Kürt Teavün, Terakki Gazetesi ve Volkan Gazetesi gibi yayın organlarında Kürdistan davasıyla ilgili pek çok yazılar kaleme almıştır. (4)

Said-i Kurdî yukarıda anlattığımız ilişkileriyle ve faaliyetleriyle yaşamı boyunca milliyetine, diline ve kültürel değerlerine karşı oldukça güçlü bir bağ içinde olduğunu göstermektedir. Dolayısıyla Türk ve Kürdistan halkları arasında Nurcu cemaat olarak bilinen Fethullah Gülen ve benzeri parti, cemaat ve örgütlerin zalim Türk devletine eklemlenerek, Kürt halkını kimliklerinden ve özgür vatan sevdalarından mahrum bırakmak için Said-i Kurdî’yi; ‘ama islam ümmetinin birliği için Kürtlüğünden vazgeçmiştir, o bir islam alimiydi, onu Kürt meselesine bulaştırmayın, asil önemli olan islam davasıdır, islam ümmetidir, kardeşliktir, bugün Kürt kavmiyetçiliği adına ülkemizi ve devletimizi bölmeye çalışan bu zavallı Ermeni uşaklarına karşı kayıtsız kalmayınız… Tabiri caizse haydi bakalım atalarınız gibi siz de Kürt kimliğinizden ve özgür vatan sevgisinden vaaz geçin!’ Biçiminde sömürgeci Türk devleti ile iş birliği yaparak Kürt halkı üzerinde yoğun bir propagandanın yürütüldüğünü görmekteyiz.

‘Ey Kürt halkı!’

Özellikle son dönemlerde Türk devleti ile Fethullah Gülen Cemaati söylediğimiz yöntemlerle Kürt halkını diline, kültürüne ve vatanına karşı aline etmek için dev bütçeleri bu oryantalist faaliyetler uğruna harcadığını tüm ilgili çevreler tarafından bilinmektedir. Ehven-i şer odaklarına karşı Said-i Kurdî, Kürtlere şu tarihi uyarıyı yapmaktadır: Her tarafa şubeler salmış büyük bir çeşme başında bir bozulma olursa bu her tarafa sirayet eder. Fakat yüz pınarın ortasında büyük bir havuz olursa, o havuz pınarlara bakar ve onlara tabidir. Ey Kürtler! Görüyorum ki, bizde pınar yoktur. Onun için uzaktan gelen taafün eden bir suyu içiyoruz. Eskisi gibi istibdadi görüyoruz. Öyle ise gayret ediniz, çalışınız, Ta ki bir kemalat pınarı bizde de çıksın. Yoksa daima dilenci olacaksınız ya da susuzluktan öleceksiniz.” (5)

______________________________________________________________

“Ey
Kürt Halkı! İttifakta kuvvet, ittihatta hayat, kardeşlikte saadet, hükümette saadet vardır. İttihat bağını ve muhabbet ipini güçlü tutun. Ta ki sizi beladan kurtarsın.”

______________________________________________________________

Said-i Kurdî, Kürt halkının içinde bulunduğu korkunç köle yaşamı Kürt Teavün ve Terakki gazetesinde yazdığı Kürtçe makalelerle anlatır. Kürt Teavün ve Terakki gazetesinde yayınlanan bu makale şöyledir: Ey Kürt Halkı! İttifakta kuvvet, ittihatta hayat, kardeşlikte saadet, hükümette saadet vardır. İttihat bağını ve muhabbet ipini güçlü tutun. Ta ki sizi beladan kurtarsın. Bana iyi kulak verin, size bir şey söyleyeceğim: Biliniz ki, korumamız gereken üç cevherimiz vardır; Birincisi islamiyettir ki; binlerce şehidimizin kanı pahasına olmuştur. İkincisi insaniyettir ki; halkın nazarında akla uygun hizmetle yiğitliğimizi ve insanlığımızı bütün dünyaya göstermeliyiz. Üçüncüsü milliyetimizdir ki; bize meziyet vermiştir. Bizden öncekiler iyilikleriyle yaşıyorlar. Kendine yetebilen, milliyetini koruyup onların ruhlarını kabirlerinde şad eder… Biz üç elmas kılıcı elimize alalım ve düşmanı üstümüzden kaldıralım. Birincisi: Adalet, maarif ve okuma kılıcıdır. İkincisi: İttifak ve milli muhabbet kılıcıdır. Üçüncüsü: Kendine güven kılıcıdır. (6)

Dolayısıyla Filistin’li islam düşünürü Fehmi Şinnavi “Kürtler islam ümmetinin yetimleridir” sözünden önce Said-i Kurdî’nin Kürt halkının bu perişan ve öksüz halini en yüksek düzeyde kavramış olması çok önemlidir. Bundan dolayı mustazaf Kürdistan halkını yetim ve öksüz bırakan ve islam düşüncesinin nimetlerinden faydalanarak yeryüzünde güçlü devletler kuran Arap, Fars ve Türk miletine, Kürt halkının vatanını ve dilini kardeşlik ve ümmet adına yetim bırakanlara şu tarihi çağrıda bulunuyor: “Ey Türkler ve Araplar! Sizde olan hakkımızı dava ediyoruz. Yani Kürt gibi küçük taifelerin menfaati ve saadet-i dünyeviyeleri ve uhreviyeleri, sizin gibi büyük muazzam taife olan Arap ve Türk gibi hâkim üstadlara bağlıdır… Birbirinizin şahsi kusurlarına bakmamak gerektir.” (7)

‘Kaderin sikkesi anadildir’

Said-i Kurdî İstanbul’da bulunduğu sıralarda, Kürdistan halkının özgürlük davası için mücadele eden dönemin önemli Kürt dava adamları Emin Ali Bedirxan, Seyyid Abdulkadir, Şükrü Mehmet ile birlikte İstanbul’daki Amerikan Konsolosluğu’na giderler. Said-i Kurdî, Kürdistan davası için sert tartışmalar içine girer. Said-i Kurdî elinde taşıdığı Kürdistan haritasını Amerikalı Konsolons’a gösterdiği sırada, konsolos ona dönerek: “Bu bölgenin çoğunluğu üzerine Ermenistan devletinin kurulmasına karar verilmiştir” demesi üzerine Said-i Kurdî şöyle cevap verir: “Kürdistan eğer deniz sahilinde olsaydı, Diritnavutlarınız (savaş gemileriniz) ile belki bu kararı uygulayabilirdiniz. Fakat Kürdistan dağlarına Diritnavutlarınız çıkamaz, bu kararınız da uygulanamaz.”(8)

1923 yılına gelindiğinde kurulan Türkiye Cumhuriyeti devletinin ırkçı ve şovenist paradigması Atatürk, Yusuf Akçura, Ahmet Ağayef, Falih Rıfkı Atay, Dr.Rıza Nur, Nihal Atsız ve Esad Bozkur gibi kişiler tarafından inşa edilecekti. Türk ırkçılığı ve şovenizmi üzerine inşa edilen bu yeni Türkçü paradigma, Kürt coğrafyasını ve insanını hedef alarak, varlığını sonlandırmak için sömürgeciliğin tüm enstrümanlarını kullanmaktan imtina etmeyecekti. Bu yeni Türk devleti etnografik hudutlarını tek millet, tek devlet ve tek bayrak ekseninde amentulaştıracaktı. Kürt halkı için çok zor geçen bu dönemlerde Said-i Kurdî, Kürt dilinden, Kürt milliyetinden ve kültüründen asla taviz vermediğini şu sözleri ile bu tanıklığını ispatlayacaktı:

“İnsanda kaderin sikkesi(damgası) anadilidir.” (9)

Kürt olup, Türkçülüğün amentüsünü yazan Ziya Gökalp ile bir defasında karşılaşırken, onun içinde bulunduğu rezil ve alçak duruma işaret ederek şu tarihi sözü söylemekten geri durmamıştır: “Bir kelle soğanı bin kızılelmaya değişmem.” (10) Said-i Kurdî, sahih Kur’an-ı ve rasyonelliği benimsediği için milliyet, dil ve kültür tanımlamalarını ontoloji, anatomi ve fizyoloji yasaları ekseninde değerlendirmiştir. “Göklerin ve yerin yaratılması ile dillerinizin ve renklerinizin ayrı olması, O’nun ayetlerindendir.” (Araf/-22) (11)

‘Aldanırız fakat aldatmayız’

“Ben Kürdistan’da doğdum ve ben Kürdüm” diyen Said-i Kurdî, Divan-ı Harp’te derki: “Fahr (övünmek) olmasın biz ki Kürdüz, aldanırız fakat aldatmayız.” Ayrıca, İstanbul’da Padişah’ın ve Ankara’da ise Atatürk’ün kendisine rüşvet, maaş ve makam tekliflerine karşı tenezzül ve tevessül etme girişiminde asla bulunmadığını şu sözleri ile kanıtlamıştır: “Sultanın maaş ve ihsan denilen rüşvet ve susma payını kabul etmedim. Reddettim. Milletimin namını lekedar etmedim. Aklımı feda ettim. Hürriyetimi terk etmedim. Ona boyun eğmedim.” (12)

Said-i Kurdî’nin yurtseverlik mücadelesinde beni en fazla etkileyen şu hadise olmuştur: 1909 yılında İstanbul’da kırk bin Kürt hamalını, Kürt yurtseverliği temelinde örgütlemiş olmasıdır. Araştırmacı Kürt yazar Rohat Alakom, Said-i Kurdî’nin “umum yerleri ve kahvehaneleri” (13) dolaşarak babasının da hamal olduğunu belirtmiş olmasıdır. Bu örgütlenme yöntemiyle Kürdistan tarihinde bir ilke imza atmış oluyordu. Çünkü insanlık tarihinde farklı sınıflardaki insanları zalim otoritelere karşı örgütlenme kategorilerin olduğunu biliyoruz. Fakat hamallar sınıfını, Said-i Kurdî’nin hem ulusal hem de emek temelinde yaptığı bir örgütlenmeyi yapan birinin olduğunu da sanmıyorum.

Türkiye’nin tanınmış en önemli gazetecilerinden biri olan Uğur Mumcu, Said-i Kurdî’nin Türk devletine ve Atatürk’e karşı büyük bir düşmanlık beslediğini şu sözleriyle belirtir: “Said-i Kurdî, Atatürk’ün ve laik devletin amansız düşmanıdır.” “Bütün bunlardan anlaşılıyor ki Said-i Kurdî hem islamcı hem Kürtçü’dür.” (14)

Nihal Atsız Nurculuğu…

Hayatının büyük bir bölümünü Said-i Kurdî’nin eserlerini ve fikirlerini insanlara tanıtmakla ve anlatmakla geçiren Sıddık Şeyhanzade, Said-i Kurdî yaşamı boyunca sahih Kur’an düşüncesi, batıl inançlara galebe gelsin diye ve mazlum Kürt halkı özgür olsun diye yaşamını vakf ettiği söyler.
Said-i Kurdî’nin eserleri üzerinde yapılan bu tahrifatların gerçeği ortaya çıksın diye başta Fethullah Gülen ve önemli adamlarından olan Hekimoğlu İsmail ile farklı zamanlarda buluşup konuştuğunu söyler. Hekimoğlu İsmail’e Said-i Kurdî’nin eserleri üzerinde beş yüz nokta üzerinde tahribatın yapıldığını kendisine hatırlattığını söyleyince, şu karşılığı aldığını söyler: “Bizim nurculuğumuz Nihal Atsız nurculuğudur.” (15) H.İsmail’in bahsettiği bu şahıs yüz yılın en büyük Türkçü düşüncesini savunan adamdır. Ve Said-i Kurdî’yi Kürdistan devletini kurmakla suçlayıp, şu sözleriyle hedef göstermiştir: “Kürtlerin mevhum meziyetlerinden bahsediyor. Kısacası onlara devlet kurdurmaya şu sözüyle gösteriyor”: “Özgür bir Kürdistan tohumu ekiyorum. Onu geliştirip büyütün.” (16) H.İsmail’in Sıddık Şeyhanzade’ye yaptığı bu itirafı açıkça gösteriyor ki, Fethullah Gülen ve cemaati Nihal Atsız’ın Türkçü fikirlerini tüm dünyaya yaymak için, Nurculuk ve Islamcılık adı altında küresel ölçekte oryantalist faaliyetler yürüttüğünü fazlasıyla kanıtlamaktadır.

‘Zalimler için yaşasın cehennem!’

Son olarak 1990’lı yıllarda, benimde şahit olduğum, politik Türk islamcıların çıkardığı Tevhid ve Yeryüzü dergileri büyük Kürt düşünürü Musa Anter’i kapak konusu yapıp, Kürt halkına bu şahsin islam düşmanı ve Kürtlere Zerdüştlük propagandası yapmakla suçlayıp hedef haline getirmişlerdi. Sözde bu islam düşmanı, bakınız Said-i Kurdî ile olan anısını nasıl anlatıyor: “Şerefli yaşantısı çok renklidir. Öyle ki evlenmeye, bir ev kurmaya bile vakit bulamadı. Hele yüzyılımızın başından 1960 yılına kadar tüm hayatı Osmanlı ve Türkiye Cumhuriyeti otoriteleri ile mücadele ederek geçmiştir. Uzun ve değerli hayatının anlatılması hatıralarımın içinde yersizdir. Onun hayatı başlıbaşına ciltler dolusu ibret levhalarıyla dolacak çaptadır.”
Sonuç olarak toparlayacak olursak Said-i Kurdî Lahikalar, Asar-i Bediyyat, Hutbe-i Şamiye gibi eserlerinde Kur’an ve insan merkezli düşünceyi eksen alarak, Kürdistan halkının da diğer halklar gibi özgürce yazgılarını belirleme hakları olduğunu açıkça belirtmiş olmasıdır. Ana hatlarıyla tanıtmaya çalıştığımız Said-i Kurdî’nin yurtseverlik panoraması böyleyken, yeryüzünde üstün ırk tasavvuruna sahip, Türkçü zihniyetin mimarı Fethullah Gülen, bu büyük Kürt düşünürü için şöyle diyor: “Ben bir Kürdün huzurunda diz çöküp elini öpmeyi gururuma yedirmediğim için gitmedim.” Bu zihniyetin temsilcisi olan Sızıntı Dergisi 2011 Haziran tarihli sayısında, Said-i Kurdî’nin bir fotoğrafını kapak yaparak, bu büyük Kürt düşünürün yurtseverlik kimliğine karşı ne kadar tahammülsüz olduğunu göstermiş olacaktı. Dergi kapağında Said-i Kurdî elinde kocaman bir Türk bayrağı ile adeta tüm insanlık ailesinin asabiye şubelerini Türkleştirmek için sefere çıkmış gibi.

Durum tüm çıplaklığıyla ortadayken Türk devleti, Fethullah Gülen ve dostları, Said-i Kurdî’nin Kürt kimliğini ortadan kaldırmak için oryantalist enstrümanlar ve cerrahi yöntemler kullanarak transformasyona uğratmak istemişlerdir. Dolayısıyla Kürt halkının bu düşmanları, büyük Kürt filozofun dehasını gördükleri için tıpkı Mevlâna ve Fuzuli gibi Said-i Kurdî’yi ve düşüncelerini Türkleştirmek istemişlerdir. Dolayısıyla bu büyük yurtsever Kürt filozofu, Türk devletinin her türlü irrasyonalist, geleneğine ve sömürgeciliğe karşı tavrını söyleyeceği şu Kürtçe sloganla net ortaya koymuş olmasıdır: “Ji bo zaliman bijî cehennem” (zalimler için yaşasın cehennem). Bu zaviyede hareketle her bir Kürt bireyin özgür vatan bilincini ve düşüncesini kozalaştırıp tıpkı bir kelebek gibi özgürlüğe kanat çırpması için Said-i Kurdî, gibi Kürt filozoflarını yaşamlarında eksik etmemelidirler.

Kadir Amaç

KAYNAKÇA

(İctimai Receteler 1, s. 60)
2. (İctimai Dersler: Zehra Yayın,s. 94)
3. (Vefatının 50.Yılında Bediüzzaman Said Nursi, s.19)
4. (Kürt Sorunu, Altan Tan, s.162 )
5. (İctimai Receteler 1,s.193)
6. (Kürtler ve Islami kurtuluş, Sait Özbey,s.44)
7. (İctimai Dersler, Zehra Yayıncılık, s.59)
8. (Doza Kürdistan, Zinar Silopi,1969, s.54)
9. (İctimai Reçeteler 1, s.94)
10. (İctimai Reçeteler 1, s.95)
11.( Kur’an Meali, Ali Bulaç, Araf 22, Ankebut)
12. (İçtimai Receteler , s.52)
13. (Eski İstanbul Hamalları, Rohat Alakom)
14. (27 Mart 1990 Cumhuriyet gazetes, Uğur Mumcu)
15. (Gerçek Hayat Dergisi,27.11.2008)
16. (Atsız Mecbua, yıl: 1932.sayı:17)

Sayın Başkan Alexander De Croo’ya Mektup

‘Sayın Başkan Alexander De Croo,                                               

Efendim! Ben Kadir Amaç, Belçika’nın şirin ve güzel kasabası Brasschaat’tan selamlar, sevgiler ve saygılar sunuyorum. 17 yıl önce, fikirlerim ve yazılarım nedeniyle ülkenize Kürt yazar kimliğiyle sığınmacı olarak geldim. Belçika Devletine iltica başvurusu yaptım ve iltica talebim kısa bir süre içinde demokratik devletiniz tarafından kabul edildi. Şimdi ise, ülkenizin bana verdiği vatandaşlık pasaportunu taşıyorum ve bu durumdan son derece gurur duyduğumu ve Belçika Devleti ve halkı adına sizin aracılığınızla teşekkürlerimi iletmek istiyorum.

Sayın Başkan Alexander De Croo,

Zat-ı alinizin afına sığınarak kısaca mensubu olduğunuz Flaman milletinin hak arama mücadele tarihine kısa bir yolculuk yapmak ve daha sonra Kürt halkının hak arama mücadelesinin hiçbir aşamasında terör ve tedhiş eylemlerine tenezzül etmediklerini ve amaçlarının sadece ve sadece üzerinde beş bin yıldır yaşadıkları anavatanlarında yasaklanan dillerini konuşmak ve yüzyıl önce kaybedilen siyasal egemenlik haklarını yeniden kazanmak olduğu gerçeğini mukayeseli ve bilimsel görüşlerinize sunmak istiyorum.

Sayın Başkan, Alexander De Croo,

Belçika’nın son 90 yıllık tarihini kısaca ele alırsak, Flamanlar ile Valon milletleri arasındaki temel sorunun ana dil, teritorialve siyasal egemenlik konuları üzerinde temellendiği siyasi çekişmenin tarihini diyebiliriz. Bildiğiniz üzere, 1815 ‘’Waterloo Savaşı’’ndan sonra Belçika’yı oluşturan bölgeler Hollanda’ya bağlanmıştı. Protestan olan Hollandalıların Fransızca konuşan Valonlara zorla ve asimile yöntemiyle Hollanda dilini kabul ettirmeye kalkışmaları sonucu 1830 yılında Hollanda egemenliğine karşı çıkan, Valon ve Flaman entellektüellerin ve eğitimli burjuva aristokrasi sınıfının işbirliği sonucunda ‘’Temiz Devrim’’ yapılarak Belçika Devleti kurulmuştur.

Belçika toprakları Hollanda egemenliğinden kurtulduktan hemen sonra siyasal egemenlik Valonların kontrolüne geçti. Valonlarla birlikte Hollanda sömürgeciliğine karşı savaşan Flaman milleti bu kez Valonların kötülüklerine maruz kaldı, dilleri aşağılandı ve yasaklandı. Bu sebepten dolayı Flaman milleti ilk olarak anadil hak arama mücadelesi taleplerini 19. ve 20. yüzyılın başlarında ortaya çıkardılar.

Özellikle 1. Dünya Savaşı sırasında Belçika ordusunun çoğunluğunun Flaman askerlerinden oluştuğunu çok daha iyi biliyorsunuz. Flaman askerler Fransızca konuşan subaylar tarafından aşağılandığını, hakarete uğradığını ve Flaman askerlere verilen Fransızca emirleri anlamadan ölüme gittiklerini bir Kürt yazarı olarak zat-ı alinize bu acıları yeniden hatırlattığım için özür diliyorum.

Sayın Başkan, Alexander De Croo,

Flaman halkına yönelik bu akıl almaz kötülüklerin yapıldığı o yıllarda bir grup Flaman entellektüelin örgütlendiklerini ve dil konusunda bir takım temel hakları talep ettiklerini görüyoruz. Flaman entellektüellerin dil konusundaki bu azimli mücadeleleri kısa bir süre içinde meyvelerini yavaş yavaş vermiş ve ilk olarak 1920’lerde mahkemelerde tercüman bulundurma ve Gent Üniversitesi’nde bazı derslerin Flamanca olarak verilmesine sebep olmuştur. Flaman Milli Hareketi bu taleplerde kalmayıp 1920’den itibaren adım adım federalleşme idealini gerçekleştirmek için, dil ve teritorial egemenlik esasında ayrışmanın alt ve üst koşullarını inşa etmeyi başarmıştır. Bu inşa süreci II. Dünya Savaşı sonrasında hızlıca ilerleyerek istenilen merhaleye ulaşılmıştır.

Sayın Başkan Alexander De Croo,

Kürtlerin ana dil ve siyasal egemenlik hak arama mücadelesini daha iyi anlayabilmeniz için tarihinizde yaşanmış şu örneği vermek istiyorum: II. Dünya Savaşı sırasında işgalci Almanların German bir dil konuşan Flamanları milliyetçiliğe teşvik ettiklerini ve öyle ki onları kışkırttığını inkar edemeyiz. Flaman milletinin bir diğer tarihi hak arama mücadelesi ise 1960’ların başlarında Katolik Leuven Üniversitesi’nde yaşanan üzücü olaylardır. Bu olaylardan sonra anadil sınırının çizilmesi ile birlikte, Leuven şehri Flaman topraklarında kalır. Bu yaşanan üzücü olayların hemen ardından Flaman Milliyetçi Hareketi tüm eğitim ve öğretim derslerin Flamanca öğretilmesi hakkını elde eder.

Sayın Başkan Alexander De Croo,

yaşanan bu üzücü olaylarda taraflar birbirlerine ‘’TERÖRİST’’ ifadesini kullanmaktan imtina etmediler. Yani, Flaman Milliyetçi Hareketi hem Hollandalılar hem de Fransızlar tarafından TERÖR Hareketi olarak değerlendirilmiştir. Flamanların bu hak arama girişimleri aynı zamanda Valon Milliyetçi Hareketini doğurmuş ve her iki taraf da sokaklarda ve meydanlarda birbirlerine karşı şiddet araçlarını kullanmaktan geri durmamışlardır. Aynı şekilde hem Flamanların hem de Valonların ulusal marşları ve ulusal günleri farklıdır. Özellikle planlamalar 14. yüzyılda Fransızları yendikleri ‘’Altın Mahfuzlar Muharebesi’’nin her yıl ulusal gün adına kutluyorsunuz! Örneğin siz bu tür milli bayramlarınızı halkınızla kutladığınızda birileri gelip, bayram kutlamalarına katılan halka saldırdığında nasıl bir tepki verirdiniz?

Konumuza kaldığımız yerden devam edersek, tüm bu gelişmelerden sonra iki toplum çok ciddi krizler ve çatışmalar yaşamıştır. Bu süreç 1996’ya gelindiğinde Belçika’nın federal bir yapıya kavuşması ile hukuki bir şemsiye altına girerek, her iki halkın anadilleri ve temel hak ve hürriyetleri anayasal güvence altına alınmıştır. Flamanlar 90 yıl önce hak arama mücadelesini vermemiş olsaydılar acaba bir Flaman olarak bugün Belçika Devlet Başkanı olur muydunuz, ya da bugün Vlaanderen ve Valon federal bölgeler olur muydu?

Sayın Başkan Alexander De Croo,

bugün Brüksel Avrupa’nın başkenti olmakla birlikte adeta dijital gezegenimize de başkentlik yapmaktadır. Çünkü, Belçika ve Brüksel dünyadaki en önemli siyasi kararların alındığı bir ülkedir. Bir zamanlar bu kadim şehirde ağırlıklı olarak Flaman dili konuşuluyordu ama bugün Brüksel nüfusunun yaklaşık %90’ı Fransızca konuşmaktadır! Bu gerçeğe rağmen Flaman siyaseti Brüksel’i Flanderen bölgesine dahil etmek istemektedir. Ancak, Brüksel’in çoğunluktaki nüfusu idari olarak Flanderen bölgelerine bağlanmak istemez. Bu sebeple çatışmayı önlemek için Brüksel’e bir çeşit tarafsız iki dilli bir yapı statüsü anayasal olarak tanınmıştır ve aynı zamanda bu durum örnek bir çözüm modelidir. Ayrıca Flaman aydınları çoğunlukla iyi Fransızca biliyorlar ve tüm bu gerçeklere rağmen son yıllarda iki toplumun da birbirlerinin dilini konuşma yolunda çok daha istekli olduğu gözlenmektedir.

Sayın Başkan, Sayın Alexander De Croo,

Belçika’daki iki halkın teritorial ve siyasal egemenlik haklarının eşit şekilde paylaşılarak, dünya devletler liginde örnek bir model ülke olmaktan ne kadar fazla gurur duysanız azdır. Valonlar ve Flamalar, Hristiyan ve Katolik olmalarına rağmen Güney’de Valonlar (Fransızlar), Kuzey’de Flamalar Hollanda dili konuşmaktadırlar ve ülke üç federal bölgeye ayrılmış durumdadır. 1. Vallon (Wallonie) bölgesi, 2. Flamanların (Vlaanderen) bölgesi, 3. Çoğunlukla Fransızca konuşan Brüksel bölgesi ve Almanca konuşan 1000.000 kişilik bir topluluğun yaşadığı bölgeyi de hatırlatmakta yarar var. Ayrıca Belçika’da toplam 5 parlamento ve hükümet bulunmaktadır. Federal Hükümet, Flaman Bölgesel Hükümet, Walon bölgesi hükümeti, Brüksel Merkezi hükümeti, Brüksel-Walon Fransızca konuşan hükümetlerinden oluşan dünyanın belki de en demokratik ülkesi diyebiliriz.”

Sayın Başkan Alexander De Croo,

Görüldüğü gibi, 1996 yılından beri federal bir demokrasi ülkesi olan Belçika’da bölgelere ayrışmanın temel ölçüsü ana dil ve siyasal egemenlik haklarıdır. Belçika’da yaşayan halklar hem eşit düzeyde kendi anadillerini ve siyasal egemenlik haklarını eşit düzeyde kullandıklarını görüyoruz. Örneğin, Belçika’da iki dilli de ana dili gibi öğreten hiçbir okul yoktur. Çocuklar ya Fransızca okuluna ya da Flaman okuluna gitmek zorundadırlar. Bu kadar da kalmıyor, Flaman bölgesinde sadece Flaman okulları, Valon bölgesinde sadece Fransız okulları var. İki tip okulun bulunabildiği tek bölge Brüksel ve çevresindeki bazı imtiyazlı bölgelerdir. Belçika’ya özgü olan bu siyasi karakterlerin ya yerel yönetimlerin, federal ve bölgesel hükümetlerin şemsiyesi altında ülkede yaklaşık olarak 300 yerel yönetim birimine sahip olduğunu ve bunların toplamına komün adı verildiğini biliyoruz. Komünlerin birçok konuda yetkili kılınmıştır. Ayrıca kendi polis teşkilatları, hastaneleri, okulları, pasaportları, oturma izinleri ve diğer idari belgeleri komünlerden temin ediyorlar.

Sayın Başkan Alexander De Croo,

Flaman milletinin hak arama mücadelesini ana hatlarıyla size hatırlatmakdaki maksadım, 5 bin yıllık tarihe sahip olan ve buğdayın ilk bulunduğu ve ilk evcilleştirildiği Kürt toprakları işgal altında ve bu toprakların yerli halkı olan Kürtlerin yüzyıldır anadilleri okullarda, üniversitelerde, parlamentoda, hastanede, mahkemede, belediyede ve hayatın her alanında yasaklandığı gerçeğiyle yüzleştirmek ve yarım saatliğine KÜRT OLUP EMPATİ yapmanıza vesile olmak istiyorum.

Bu perspektiften hareketle 24 Mart 2024 tarihinde Leuvenkentinde düzenlenen Kürt Milli Newroz Bayramı kutlamasının ardından Heusden-Zolder kasabasından konvoy halinde geçen Kürtlere yüzlerce ırkçı Türkün saldırısına uğradığı görüldü. Sosyal medya üzerinde yayınlanan video görüntülerinde güvenlik güçlerinin yetersiz kaldığını, acemi olduklarını ve olaya müdahalede başarısız olduklarını net bir şekilde görebiliyoruz. Ayrıca görüntülerde, ırkçı grubun IŞİD teröristleri gibi Kürtlerin milli bayraklarını ateşe verdiklerini, tekbirler eşliğinde bir eve sığınan bir grup Kürtü yakmaya çalıştıklarını ve başka bir video görüntüsünde ise bir Kürt gencinin linç edilme sahnesi IŞİD teröristlerini bana hatırlattı.

Sayın Başkan Alexander De Croo,

Belçika’da yaşayan Kürtler, sosyal medya üzerinde bu barbar ve çağ dışı görüntüleri izledikten sonra olay yerine akın etmiş ve bu çağ dışı ırkçılığı protesto ederken, öfkelerini kontrol edememiş ve bir dizi hoş olmayan taşkınlıklara sebep olmuşlardır. Zat-ı aliniz olaylar karşısında daha olgun ve gerçekçi açıklamalar yapmanız beklenirken, şu talihsiz açıklamaları yaparak 72 milyon Kürt halkının gönül dünyasında bir üzüntü yaratmış adeta Kürtleri terörize eden bu kederleyici ifadeleri, ırkçı ve İslamcı teröristlere cesaret vermiş ve Kürt düşmanı Erdoğan’i sevince boğmuştur.

Sayın Başkan Alexander De Croo,

Yaptığınız bu talihsiz açıklamalarınızdan dolayı sizi mazlum Kürt halkından özür dilemeye davet ediyorum! Çünkü yüzyıldır toprakları işgal edilen, dilleri yasaklanan, siyasi egemenlikleri ellerinden alınan ve vatanlarından göçe zorlanan Kürtler mi terörist oluyor, yoksa Kürtlere bu kadar kötülük yapan Türk devleti ve bu haydut devletin kötülüklerini meşru gören Belçika’da yaşayan ırkçı Türkler mi? Bu anlamda, Erdoğan ve Türk toplumunun ezici çoğunluğu Kürt düşmanıdır. Hak ve adalet mefkûresinden uzaktırlar. Yani; ganimetçi, fetihçi ve emperyalist düşüncelere ve pratiklere sahiptirler. Bu tehlikeli siyasi düşünceleri analiz eden insanlardan biri de siyaset bilimine psikoloji kavramını kazandıran Amerikan Yale Üniversitesinden HaroldLasswell’ın çalışmaları, bize Erdoğan’ın psikolojisini anlamamıza yardımcı olacağını düşünüyorum: Lasswell, ırkçı politikacıların zihinsel olarak siyasete dengesiz başladıklarını, güç ve egemenliği hiçbir millet ve hiçbir devletle paylaşmamak için bu amaçla siyasete atıldıklarını söyler. Platon, “Devlet” adlı eserinde; “bu tür siyasi insanlar çılgınlaşmak zorundadırlar, çılgınlaşmak doğalarında vardır, hiçbir kimseye güvenmezler, hayali düşman üretirler, bütün devletleri ve milletleri düşman görürler ve bu psikolojiyle daha çok güç toplarlar.” İfadelerini kullanır.

Üzülerek şu hakikati de söylemek istiyorum: Yaptığınız talihsiz açıklamalarınızla, Türk ırkçılarını ve İslamcı Erdoğan’ı fazlasıyla şımartıyorsunuz! Türk devletinin elebaşı Erdoğan ve onun İslamcı şürekâsı Kürdistan ülkesine ve milletine her türlü kötülüğü yaptı ve bu kötülüklerine tüm gücüyle devam ediyor. Bu durumu siz de gayet çok iyi bilen devlet başkanlarındansınız.

Sayın Başkan Alexander De Croo,

Mektubuma şu soruyla son vermek istiyorum: Evet, biliyorum, savaş çok çirkin bir şey! Millet olarak asla biz savaşı arzu etmiyoruz. Biz Kürtler millet olarak; barış diyoruz, yok diyorlar, kardeş olalım, yok diyorlar, demokratik ve parlamenter yollardan hakkımızı istiyoruz ona da yok diyorlar! Peki, ne yapalım?

Saygılarımla,

Kadir Amaç – Yazar

Brasschaat – Belçika.

KÜRT HALKI ABDULLAH ÖCALAN HAKKINDA NE DÜŞÜNÜYOR!

Bazı liderler, zekalarını ve enerjilerini yönetme işlerinin çoğunu kontrol etmeye ayırır; detaylara düşkün ve her şeyle uğraşma meziyetine sahiptirler. Ancak bazıları da tam tersine her şeyle uğraşmaz, bir dizi önemli meselelerde idare etme insiyatifini kullanır ve genellikle idare işlerinin çoğunu güvendiği ve emri altındaki görevlilere bırakır.  

Eleştirmenler ve yönetim uzmanları her iki lider profilini yanlış bulur ve bunun yerine vasat ve mutedil bir yol izleyen liderin çok daha başarılı olacağını önerir.  Bu mahfilde, Hobbes ve Machiavelli, siyasi hareketleri yönetme hususunda, liderleri kurnazlığa ve manipülasyona teşfik eder.  

Eleştiri sanatı, kültürü ve teorisi üzerine sanırsam  en kapsamlı çalışmalar yürüten ”Frankfurt Ekolü”dür. Bu ekolün üyeleri olan yüzlerce düşünür, ”eleştiri teorileri”ni bilimsel ve entelektüel zaviyede gerçekleştirmiştir. 

Gerçekçi düşünmeyenler zalim ile mazlum, yöneten ile yönetilen, hak ile batıl arasındaki farkı, geometrik ve aritmetrik bir hesapla ortaya koyamazlar.  Çünkü ütopyacı düşünceler hayatı bulanık görür. Tıpkı Goethe’nin ”Fauts”u gibi, ”Ah şu an, o kadar güzelsin ki, ebediyen öyle kal!”  

Realistler ve Post Modern Düşünürler ”bu şey berraktır” ya da ”kesin  böyledir” demiyorlar; belirsizlikle temas kurarlar, ondan bulduklarını, gördüklerini ve his ettiklerini bilim dünyasıyla paylaşırlar.

Dolayısıyla doğruluk sabit bir şey değildir; bugün doğrudur, yarın doğruluğu yanlışlama ihtimali yüksektir! Ama hakikat öyle değildir; çünkü hakikat ontolojik ve primordiyal yasalardır. Kişinin bir ”şeyin” farkında olmaması, mekan ve zamanı geometrik ve aritmetik hesaplayamaması demektir! Sanırsam şunu demek istiyorum:  

 Ahmaklara her gün gülüyorum (!) Çünkü olmayan bir şeyi olmuş gibi gösterirler. Eleştiriyi ve sevgiyi birbirine karıştırarlar ve aynı klasmanda görürler. Yapamadıkları bir şeyi başkasına söylerler, iyilikten çok bahs ederler; ama kalplerinde sadece kötülük barındırırlar! 

Hiç bir şey olmayıp (sıfır)  kendini bir şey zan eden ve suyun üzerinde yürümeye cesaret eden bu sarhoşların sayısı bir hayli fazlayken; Kürt düşünce dünyasında eleştirel teorisyenlik yapabilen bir yazarın hala içimizden  çıkmamış olması düşündürücüdür! Oysa ki bilinmsel değerlendirmeler ve eleştirel teoriler özgürleştirir. 

Lider ve liderin misyonuna yönelik yapılan ”eleştiri teorileri” konusunu Kürt lider Abdullah Öcalan üzerinde somutlaştırmak istiyorum. Kürt yazarlar liginde şimdiye kadar Abdullah Öcalan’ın liderlik performansıyla ilgili tek bir eleştirel makale ve tek bir eser yazılmadı. 

Bunun yerine Abdullah Öcalan’ın şahsını hedef alan Küfür, aşağlama ve iftira içerikli yazılar yazılmakla yetinildi. Öyle ki bu fırka her fırsat bulduğunda Abdullah Öcalan’a ağza alınmayacak çirkin sözler savururken, benim de bu küfür orkestrasına katılmam için özel bir çaba harcandığını söyleyebilirim!

 Diğeri ise PKK içinde  Abdullah Öcalan’ı ilk putlaştıran, marjinal ve radikal gruptur. Öcalan’dan çok daha Öcalancı olan, onun isimiyle isim yapan, düzen kuran ve  kendine rakip gördüklerini Öcalan ismiyle dışlayan, hedef gösteren ve tasviye eden bu tür Apocuları Abdullah Öcalandan dinleyelim: 

”Benden daha muthiş bir Apocu ortaya çıkıyor, ”en doğru apocu benim diyor” ”Nasil Kürt olduğunu ispatla” diyorum. Eylemde, anlamada, okumada ve örgütlemede hizmet yok; ama isim yapmada da üstüne yok. Önünü bıraksam hepsi beni kat be kat aştığını söyleyecek. Hepsi astığı astık kestiği kestik” SERXWEBUN, Şubat 1993

Bu ‘‘çok bilmişler” fırkası Öcalan’ın liderlik misyonuyla ilgili bilimsel bir çalışma ortaya koymaları gerekirken, Küfür, iftira, manipülasyon ve PUTLAŞTIRMAYI tercih ettiler. Bu duruma bilimsel şahitlik yapmam gerektiğini fark ettim ve 25 Şubat. 2020 tarihinde ”PKK lideri Abdullah Öcalan’a Mektup” başlıklı bir yazı kaleme alarak mütefekkir olma sorumluluğumu yerine getirdiğimi sanıyorum. 

Doğrusu Abdullah Öcalan’ın hayatı, elem ve kederden başka bir şey değildir! Çok büyük bir sorumluluk altında olduğunu, koşulların kendisini çok zorladığını, müzakere edecek bir kaç Kürt fikir insanına ihtiyaç duyduğunu, halkına ÖZGÜRLÜK  SÖZÜNÜ verdiğini ve halkın ona sonsuz güvendiğini his edebiliyorum. 

Evet, bazıları Öcalan’ı sevse de sevmese de  Kürt halkının ezici çoğunluğu onu  kurtarıcı bir lider, işgalçi devletlerle müzakere masasına oturması gösterilen bir lider, tüm dünya’da tanınan bir lider ve yüreklerinin başkenti gördükleri bir lider görüyorlar. 

Yeri gelmişken değerli okurlarıma Öcalan hakkında ne düşündüğümü paylaşmak istiyorum: Bir dizi  konularda onun gibi düşünmesem de  şu gerçeği söylememe engel değildir: Abdullah Öcalan’ı felsefe, sosyoloji, modernizim ve siyaset bilimi konularında yetkin bir müteffekir ve hatalarıyla birlikte genel anlamda başarılı bir lider görüyorum! 

Evet, Kürtler içlerinde dünyaca ünlü, akıllı ve barışsever bir lider çıkarmayı başardılar! İkincisi, içlerinde çıkardıkları bu lidere bağlılar; ona güveniyorlar, onu seviyorlar, değer veriyorlar, büyükleri ve öğretmenleri görüyorlar! 

 Bu liderin ”barış süreci”ni, realist ve paragmatist bir epistomoloji izleyerek, başarıya tam imza atmışken; tercübesiz ve marjinal bir kaç HDP’li yöneticinin  herşeyi alt üst ettiğini düşünüyor. 

Ancak Türkler henüz Kürtler gibi içlerinde  akıllı ve barışsever bir lider çıkaramadılar! Türkler aralarında akıllı ve barışsever bir lider çıkarmayı başarabilirlerse, çıkaracakları bu lider Abdullah Öcalan ile el sıkacaklarını düşünüyorlar! 

Dolayısıyla 50 yıllık savaşı engelleyen tek şeyin, akıllı ve barışsever liderlerin politik stratejileri ve şansına ortaya çıkacak GÜÇ DENGESİDİR! Siyaset bilimcilere  göre,  güçlü değilseniz egemen olan güç sizi, rüzgarın yaprağı savurduğu gibi savurur. Hiç şüphesiz güç askeri, siyasi, ekonomik, medya ve psikolojik amilleri kapsar. İkincisi, güçler birbirlerini dengelemediği zaman, kaos ve tedhiş iklimi hüküm sürer. Ama güçler birbirlerini dengelediği vakit, şekavetin yerine  suhulet geçer. Gene de siyaset bilimciler en iyi güç türünü rasyonel ikna yöntemini referans gösterirler. 

Bu zaviyede Kürtlerin, geometrik ve aritmetrik gücünü hesaplayarak HDP’yi teorileştiren PKK lideri Abdullah Öcalan, HDP‘yi pratik alana kanalize eden  ve milyonlara mal eden gene PKK’ nin real gücü bir gerçek!

Son olarak şunu söylemek istiyorum:Türkler, Araplar ve Farisiler biz Kürtlerin öğretmenleri değildir! Biz Kürtlerin öğretmeni  Kawayê Hesinker, Ehmedê Xanî, Qazî Mihemed, Cigerxwîn, şehidlerimiz ve Abdullah Öcalan’dır. 

Kürt Aydınlarına Çağrı!

Kürt Aydınlarına Çağrı!

Ülkesi işgal altında olan, anadilde eğitim dahil doğuştan gelen tüm hakları inkar edilen yalın ayak Kürt milletinin  değerli aydınları!

Halıhazırda toplamda 56 tane Müslüman devlet var. Bunların sadece 22 tanesi Arap devleti. Pekâlâ, elli 50 milyona varan nüfusuyla ve 530.000 metrekare yüzölçümüyle Kürtlerin hâlâ yerküre gezegenimizde  devletsiz olmalarında biz Kürt aydınların suçu yok mu? Ülkemizin dört parçasına yönelik vahşi bir savaş sürerken, ülkemiz tarumar edilirken, geleceğimiz karartılmaya çalışılırken, gerçek aydın sorumluluğu gereği yaşananlara kayıtsız kalamayız. Bu anlamda dünyada, dört parça Kürdistan’da ve özellikle Avrupa’daki Kürd aydınların bir kurumsallaşma çabası içinde bulunması tarihsel bir zorunluluktur.

Halkımıza yönelik sürmekte olan soykırıma karşı hiçbir askeri ve siyasi oluşuma dayanmayan, özgürlüğümüzü ve kurtuluşumuzu esas alan, ulusal çıkarlarımızı partiler üstü tutan, tüm Kürt partilerini bir tarağın dişleri gibi musavi gören, sömürge statüsünün de altında olan Kürdistan ülkesinin bağımsızlığına ve Kürdistan milletinin kurtuluşuna hizmet eden bir birliğe acilen ihtiyacımız var.

Bu vesile ile işgalci Türk-Arap-Fars egemenlerinin vatanımızdaki siyasi ve askeri varlığına son vermek, dağınıklığımızı milli birliğe dönüştürmek, ulusal egemenliğimizi amaçlayan bilim, demokrasi ve adalet bilinci ile hareket etmek sorunluluğu ile karşı karşıyayız.

Gidişatı gerçekçi biçimde değerlendirmek, yararlı stratejik fikirler üretmek, siyasi oluşumlara entelektüel destek sunmak için ” ÖZGÜR KÜRT AYDINLAR HAREKETİ” adı altında Kürdistan ve  Avrupa genelinde kapsamlı bir tartışma zemini yaratarak nihayetinde bir konferansta buluşmayı öneriyorum.

Partilerin, siyasi örgüt ve kurumların işlevleri farklıdır; fakat önerdiğimiz konferansa temsilci gönderebilirler. Siyasi kurumlar ulusal çıkarların yanı sıra örgütsel varlık göstermek için örgütsel-partisel çıkarlarını da fazlasıyla düşünür ve kollarlar. Aydınlar ise bu zorlu süreçte ulusal değerleri, ulusal kurtuluşu, ulusal birliği ve toplumsal aydınlanmayı her şeyin üstünde tutarlar.

Bilindiği gibi aydın insan, ait olduğu halkın ya da içinde bulunduğu toplumun özgürlüğünü savunan, tarihsel-toplumsal ortamı sağlıklı bir şekilde analiz eden, sorunları ortaya koyan ve daha iyi, daha güzel, daha yaşanası bir ortamın gerçekleşmesinin sorumluluk bilinciyle bunun mücadelesini verendir. Kısacası aydının partisi, lideri ve çıkarları olmaz. Aydın toplumun vicdanı, kalemi, kitabı ve öğretmenidir. Yada uyutulmuş ve köleleştirilmiş bir toplumun peygamberidir!

Kürd halkının parçalanmışlığı, sömürge koşulları ve dünyaya dağılması sonucunda Avrupa’da bir Kürd diasporası oluştu. Bugün Kürd aydınların birlik içinde olması her zamankinden daha vaciptir. Kürdistan’ın her dört parçasında sürmekte olan özgürlük mücadelesi karşısındaki aydın sorumluluğu ile halkımızın toplumsal aydınlanmasına katkı sunan, ulusal haklarını savunan örgütlü bir yapıya ivedi bir ihtiyaç kaçınılmazdır.

Kürd aydınları, kısa vadede neler yapabilir? Kürd halkının ciddi bir asimilasyon ve hatta katliam ile karşı karşıya olduğunun bilinciyle, partiler arası milli birliği savunarak Kürdistan’ın herhangi bir parçasında gelişen ulusal davaya moral destek ve perspektif sunmanın yanı sıra, parçalar ve partiler arası köprü rolünü oynayabilir. Başta Amerika Birleşik Devletleri, Batı Avrupa Devletleri, İslam ülkeleri,  Birleşmiş Milletler ve Avrupa Parlamentosu ve benzeri ulıuslararası kurumlarla dostluk ve diplomatik ilişkiler geliştirmek ve Kürdistanın bağımsızlık davasını küreselleştirme insiyatifİ alabilir.

Bu saydıklarım ve daha da önemli ve ivedilikle görülecek önermeler için  bir dizi konferanslara mutlaka ihtiyaç vardır. Bunun için de önceden bir ‘’Hazırlık komitesi’’nin aramızda seçilmesi  ve şimdilik için, bu deklarasyonu imzalayan aydınların bir araya gelerek birleşmelerini ve gelecek bir dizi konferansların ardından kurumlaşmaya gidilmesini  öneriyorum.

Saygılarımla

Kadir Amaç

Belçika-Brüksel

Not: Deklarasyonu okuyan ve  imzalamak isteyen aydın arkadaşlar ad, soyad, branş ve yaşadıkları ülkenin adını yazıp şu adrese gönderebilirler: Kadiramac@hotmail.com   https://twitter.com/KADIRAMAC

Şivan Perwer Bir Sanat Dehası!  

                          Şivan Perwer Bir Sanat Dehası! Kadir amac imza günü

                                                                                                    8-8-2022 Brüksel

Sevgili Şivan Perver, sevgili eşim Ayşe ve biricik kızım Arjin ile birlikte bizi ailece evinize konuk ettiğiniz. Gerçekten de benim için kesinlikle inanılmaz bir deneyimdi. Evinizde geçirdiğim süre boyunca sohbetinizde çok büyük bir keyif aldığımı belirtmek istiyorum.

Sıcaklığınız, entelektüel sohbetiniz ve misafirperverliğiniz için büyük bir teşekkürü hak ettiğinizi düşümüyorum.

Kısaca söyleyebileceğim tek şey, insanlığınıza, şerefinize, Kürtlüğünüze ve nazik konukseverliğinize  tüm kalbimle taktir ediyorum ve gönül dünyamdan bir demet gül koparıp zat-i alinize armağan ediyorum.

Sevgili Şivan Perver, müziğin sosyolojisini kısaca şöyle tanımlamak istiyorum: Yeryüzünde hiç bir milletin müzikle alaka kurmadığını söyleyemeyiz. Her millet ve her medeniyetin sprütüel dünyasının müzikle dışarıya yansıdığını söyleyebiliriz. Yani, müzik bir medeniyetin ve bir insan topluluğunun duygu ve düşünce dünyasını ya da mirvanasını en güzel şekilde icra etme sanatıdır.

Bu bağlamda edebi bir düşünceyi ya da bir görselliği en güzel şekliyle yansıtan veya ifade edebilen kişiye de sanatçı diyebiliriz. İkincisi: Sanatçı, gerçek olayları estetik öğelerle birleştirerek insanların zihnine kazıyan ve aydınlık bir uygarlığın başlamasına destek olan kişidir.

Bahs konusu ettiğimiz sanatçı kişilik bazen bir heykel bazen bir şiir bazen bir beste bazen bir müzik ve bazen de bir sahne performansını göstererek sanatını icra eder. Yani kısacası Sanatçı-muzisyen olabilecek insanın, görsel ya da işitsel olarak estetik öğeler üretebilmesi gerekmektedir. Üretemeyen insan sanatçı-muzisyen olamaz.

Pekâlâ., Kürt sanatı ve Kürt müziği bugün dünya müzik liginin neresinde yer alıyor?  Ya da Kürtler, sanat ve müzik alanında yaratıcı olabiliyorlar mı?

Bana göre Kürtler hem sanat ve hemde müzik dalında son yıllarda başarılı işler ortaya çıkarabilmişlerdir. Kürtler eğer bugün, dünya sanat ve müzik liginin en üst sıralarında yer alamıyorlarsa, bu durumun en büyük sebebi Kürtlerin devletsiz olmalarından kaynaklı olduğunu düşünüyorum. Çünkü, sanat ve müzik devletle güçlenir ve devletle tanınır.

Kürt klasiklerine gelirsek; çok sayıda değerli dengbej ve ozanlarımız vardır. Bu anlamda Kürt müziğine ve sanatına her Kürt sanatçısı kendi imkanları oranında katkı sunmuştur.  Dengbejlerimizin büyük bir bölümü, yöre ve bölge düzeyinde dinleyici bulmuşlardır. Ancak o dönemin imkanlarını da gözardı etmememiz lazım.

Lakin Şakiro, yöresel ve bölgesel sınırları aşarak, dört parça Kürdistan ve diyasporada yaşayan milyonlarca Kürtlerin, gönül dünyasında ve müzik repertuvarında taht kurmayı başaran büyük bir dengbejimizdir. Millet olarak Şakiro’ dan gurur duymalıyız. Önemlisi, diğer dengbejlerimizede sahip çıkmalıyız ve dengbejlik  kültürümüzü milli bir sanat haline dönüştürmeliyiz. Çünkü dengbejlik Kürt milli hafızasını temsil ediyor ve  Kürtlüğe dair ne varsa dengbejlik kanalıyla yeni nesillere ulaştırıldığını biliyoruz.

                                      Sevgili Şivan Perver,

dünya müzik ligine dangasını vuran ve tüm halklar tarafından dinlenen çok sayıda ses sanatçısının olduğunu biliyoruz. Kürtlerde, Şiwan Perver ve Şakiro en fazla dinlenen iki büyük ses sanatçısı olduğu hiç kimse inkar edemez. Değerli Şakiro ‘yu daha çok Kürtler dinlerken, za-i alinizi hem Kürtler, hem Türkler, hem Araplar, hem Ermeniler, hem Suryaniler ve hem de dünyanın çeşitli halkları dinliyor.

Gelmiş geçmiş en büyük Kürt sanatçılarından biri olarak kabul ediliyorsunuz ve yaptığınız muzikle ilgili söylenebilecek çok şeyler var. Özellikle ses ve sahne performansınız karşısında izleyicilerinizi adeta  mirvanaya çıkarıyor ve izleyicinin sanat ve ruh dünyasında muhteşem bir müzik iklimini yaşatıyıorsunuz.

Tıpkı Michel Jackson’un ‘’Smooth Criminal’’ adlı efsane parçasının performansında yaptığı ‘’anti-kütleçekimi eğimi hareketi’’ gibi. Yani sahnede ayak parmaklarıyla öne doğru eğildiği ve düşmeden eğik bir pozisyonda kaldığı bir dans figüründen bahs ediyorum.

Oysaki bu performans Jackson’un zekice bir sahne HİLESİYDİ. Sahne ekibi onun için sahneyi önceden hazır hale getirmiştir. Sahne çalışanları kimsenin bu hileyi  görmeyeceği bir bölüme bir tahta yerleştirirler, sağlam şekilde çivilerler ve üzerine ayakabı topuklarının bu çivileri yakalayıp tutunabilecek V şeklinde bir mekanizmayı yerleştirirler. İşte Jackson, sahnede izleyicinin göremediği bu mekanizma üzerine ayak topuklarını yerleştirerek öne doğru eğiliyor ve şow yapıyordu.

Ancak zat-i alinizin sahne performansını Michel Jackson gibi hile yöntemiyle icra etmiyorsunuz.  Sahne performansınız doğal bir trans halidir. Çünkü o sanatın içinde ‘’fenâfillah’’ olmuş birisiniz. İranlı filozof Ali Şeriati, ‘’Yanlızlık Sözleri’’ adlı eserinde belirtiği gibi; ‘’Hasret, acı ve ıstırap duyulan şeylerin ifadesi ya da olması gerektiği halde olmayan şeyin yaratılması demek.’’ derken tam bu noktada Şivan Perwer’ın Kürtlerin hasretini, acılarını ve ıstıraplarını ‘’KİNE EM?’’ parçasıyla dile getirdiğini anımsatıyor biz Kürtlere.

Cegerxwîn’in “Kine em?” şiiri, Kürtleri ontolojik ve promordiyal köklerine dönüştürürken; zat-i alinizin  aynı muhteşem yaratıcı sesinizle buluşunca, özellikle Kuzeyli Kürtlerin yeni bir bağımsızlık hareketine dalga dalga uyanmaya başladınız. Cegerxwin “Kine em?” sorusuna aynı şiirde Şivan Perwer şu cevabı veriyordu: “Cotkar û karker/ Gundî û rênçber/ hemû proleter/ Gelê Kurdistan.” Milyonların yüreğini isyana kaldırıyordunuz.

Sevgili Şivan perwer’in “Kine em?” parçasını dinlediğimde Ahmede Xane’nin ”Mem Û Zin”, Şakiro’nun ”Siyabend ile Xecê” Fuzuli’nin “Erenler’ Bahçesi”, Shakespeare’in “Soneler”, Mozart’ın ”Requiem”, Pavarotti’nin ”O Sole Mio” eserleri gibi bana muthiş bir mutluluk veriyor. En önemlisi Şivan Perwer, Kürdistan bağımsızlık fikrini ve bilincini milyonlarca Kürtlerin, ruh ve gönül dünyasına yerleştiren ve onları müziğiyle isyana kaldıran, büyük bir sanatçı ve iyi bir entelektüel olduğunuzu itiraf ediyorum. Tekrar teşekkür ediyorum.

Sevgili Şivan Perver,

bakınız bu konuda benim gibi düşünen biri daha var: Kürt lider Abdullah Öcalan, 1999’da Roma’da bulunduğu sırada yılbaşı akşamını Şivan Perwer ve Kürt gazeteci Mahmut Baksi’yle geçirmek ister. Görüşme sırasında her iki değerli Kürt aydını Öcalan’a bunun sebebini sorunca şu yanıtı alır: “Ben bu yola şarkılarla başladım… Benim arzum, sanatsal hünerdir. İyi şarkı söyleyen biri, benim nazarımda yüz komutandan daha önemlidir… Sanata dökülen bir söz, bir merminin yüzde yüz hedefini bulması gibidir… Şivan, Ankara’da hem sesiyle hem de emeğiyle bizimleydi. Etle tırnak gibiydik. Fakat ‘Beko’, bizi birbirimizden uzaklaştırdı. Tabii bazı ahmak Kürtlerin de bunda etkisi oldu, bizim de kusurlarımız oldu… Şivan’ın geldiğini öğrendiğimde, ‘bu çok iyi oldu’ dedim. Biz artık manevi bir birlik yarattık. Manevi birlik olmadan savaş yürümez.”

Kısacası sevgili Şivan Perwer, dünya müzik liginin en iyileri arasında yer almayı başaran büyük bir Kürt mamoste! O benim, müzik konservatuvarımın başkenti ve ”hozanê  Kurdistan” ve ”endamê Kurdistan”ı dır!

 

Müfit Yüksel’in, HAMAS, IŞİD ve AKP Aşkı!

 

                      Müfit Yüksel’in, HAMAS, IŞİD ve AKP Aşkı!

Sevgili okurlar!

Benim işimin modernizim, felsefe, siyaset bilimi, siyaset sosyolojisi ve İslam teolojisi konuları olduğu biliyorum! Bugün bu çizginin dışına çıkacağım ve Müfid Yüksel’in amellerini anarşist bir yazıyla kaleme almış olacağım.

Çünkü Kürdistan ülkesinin hürriyet mefküresine ihanet ve düşmanlık yapan içimizdeki mezellet unsurları entelektüel zaviyemde kötü amellerini teşhir etmek insani, İslam’i ve Kürdistan’i görevimdir.

Beni Müfid Yüksel’i yazmaya sevk eden amilin 25 Ekim 2023 tarihinde ‘’Twitter Sosyal Medya’’ hesabımda yaptığım aşağdaki paylaşımda rahatsız olup, şahsıma yönelik sarf ettiği cahil sözlerine bilmukabelede bulunma hakkını vermiştir.

Bay Müfid Yüksel!

İslam Peygamberi bir çobandı. Bu çobanın ağzından çıkan ‘la’ sözcüğü Mekke Site Devletinde, eskiden olan köle ve efendi ilişkisini atomize edecek ve  bu diyalektiğin kurulmasını zorunlu kılacaktı.

Öyle ki bu çobanın yaşama, insana, sevgiye, barışa  ve özgürlüğe dair söylediği sözler; Promete’nin Zeus’a, Spartaküs’ün Romalılara  karşı söylediği sözlerden daha fazla teveccüh ve taraftar bulacak; köleleşmiş akılları  ve vicdanları  harekete geçirecekti. İslam Peygamberi ve dava arkadaşlarının gerçekleştirdikleri bu sevgi, ahlak ve sosyal adalet devrimi ne yazık ki, İslam Peygamberinin hemen ölümünden sonra o toplumun eski  ekabir sınıfı tarafından tekrar İslam adına egale edilecekti.

Peygamberin takipçilerine ve insanlık ailesine armağan ettiği bu sevgi mahşeri ne yazık ki, saltanat ve ırk İslamına tahvil edilecekti.  İslam’ın bu köleleştiren yeni paradigması, teolojik  anatomisini ve omurgasını saltanat kültürüyle  betonlaştıracaktı. İslam’ın silahıyla elegeçirilen bu İslam, Allah adına memleketler  işgal ediyor, Allah adına kadınlara tecavüz ediyor, insanların malları ganimet olarak el koyuyor, sahih  İslam’ın anatomisi, muhkem ve müteşabih ayetlerle sağlı, sollu,önlü ve arkalı döverek sersemleştiriliyor  ve  bu uyduruk  İslam’a biat etmeyen her kim olursa olsun vahşice tekbirler eşliğinde katl ediliyordu.

Böylece Peygamberin  ilk vaaz ettiği İslam; askatolojik, etik, estetik ve öğüt yörüngesinden çıkarılacak; saltanat, krallık ve siyasal otorite yörüngesine oturtulacaktı. Bu İslam; siyasal egemenliğini ise Kuran, sünnet, icma ve kıyas metodolojisine tahvil ederek meşruiyetini ilan edecekti. Buna karşı çıkan muhaliflerini ise “sedd-i zerâ” karinesiyle ehli bidat olarak terörize edecekti.

Her ne kadar, ırk ve saltanat İslam’ın siyasal zihin kodlarını haritalaştıran Nizamülmülk, Gazali, İbni Haldun ve Bilgiye Hikme  gibi kurum ve kişiler olsada, ırka ve saltanata dayalı bir İslam’ın en güçlü tezahürleri  halife Osman döneminde belirginlik kazanmıştır.

O dönemin, mele ve mütref sınıfı tahrif edilen bu İslam’ın  egzostik enstrümanlarını kullanmaktan imtina etmeyecekti. Öyleki, Peygamberin  cenazesini iktidarları için dört gün bekletenleri, Peygamberin kızını tekme tokat dövenleri ve ehlibeytini vahşice katl edenleri,  ‘’firdevs  cennetinin bahçeleri’’  ve  bu cennet bahçelerinin sakinleri olan ‘’hürilerle’’ müjdeliyordu.

 Heyhat! her ne hikmetse, bu ‘’Firdevs cenneti’’ ve ‘’hüri’’lerle müjdelenenler arasında Peyamberin en samimi dava arkadaşları Bilal, Zeyd, Ammar ve Ebuzer yoktu. Bu yaman çelişki, ırka ve saltanata dayanan  İslam’ın entrikalarını fazlasıyla ortaya çıkarıyordu.

 Bahs konusu ettiğimiz  bu entrikacı İslam’ın  Rahle-i Tedrisatından geçmiş, inanç ve amel sıkalasını bununla inşa etmiş, mustekbir ve tağuti Türk devletine dost ve IŞİD bağilerine gönül kaptırmış olan  Müfıt  Yüksel’den bahs etmek benim için insani, İslam’i ve Kürdistan’i bir görev olmuştur.

 Mufit Yüksel’in babası molla Sadrettin Yüksel’i 1991 yılında  Fatih’teki evlerinde iki arkadaşımla birlikte ziyaret etmiştim. Hal-hatır faslından hemen sonra sevgili Sadrettin hocaya şöyle  sormuştum: ‘’Seyda, biliyorsunuz  seçimler yaklaştı, bazı kardeşlerimiz Refah partisine oy vermemizi tavsiye ediyor; ancak  henüz bu  konuda karar almış değiliz. Refah Partisine oy vermemiz İslam’i kurallara göre caiz mi?

Seyda: “ Hayır oğlum, kesinlikle caiz değildir. Çünkü Türk devleti ‘’darü’l-küfr’’ devletidir ve Refah Partisi de küfr devletinin  bir parçasıdır. Dolayısıyla düzen partilerine oy vermek caiz değildir ve kim oy verirse, otomotikmen müşrik olur ” demişti.

Bay Müfid Yüksel!

80 ve 90’lı yıllarda Türk Devletine “TÂĞUT” ya da “darül küfür” diyordunuz! Öyle değil mi? Hayrola! Bugün de ‘’Tağut’’ dediğiniz ‘’Çankaya Puthanesi’’ne tilavetler eşliğinde secdeye durmuş ve ona yemin ediyorsunuz! Bu durumda müşrik olmuyor musunuz?

Acaba sevgili Seyda hayata  olmuş olsaydı, oğlu Müfit Yüksel’in TC, IŞİD, HAMAS, Hud-Par-Hizbullah-kontra, AKP ve Saadet Partisi unsurlarını kendine dost ve Kürdistan siyasetçilerini, yurtseverlerini, aydınlarını ve  savaşçılarını kendine düşman seçmesine karşı nasıl bir tepki vereceğini doğrusu ben de  merak ediyorum!

Ey! hayatını Türk ve Arap İslamcıların kıcını koklamakla geçiren Müflis adam, Sevgili Muhammed’in düşmanları Sıffın’da Kuran’ı kuşatma altına aldılar. Sıffın’da, Kuran’ın gerçek temsilcileri olan ehlibeyt, Kuran’ı katillerin, günahkarların ve hırsızların eline kaptırdı. Suikastçi Kays oğlu Eş’as’ın  elinde bir Kuran, hayatı günahlarla geçiren  Musa el- Eşari’nin elinde bir Kuran,  hayatı tilkice yaşayan Amr Bin el-As’ın elinde bir kuran,  aklını ekmek peynirle yiyen katil  İb-ni Mùlcem’ in elinde bir Kuran, Tevrat’ın tüccarı  Kâ’b el-Ahbâr’in elinde bir Kuran.

Ey! Müflis adam!

Özellikle bu iki yıldır seni takip ediyorum. Bakıyorum siz de Kuran’ı vesayetinize geçirmişsiniz, onunla geçimini sağlıyorsunuz, küfür ve cehalet üreten dilinize dolanıyorsunuz, Kendini Müslümanlığın  kabesi ve İslam’ın hamisi görüyorsunuz. Senin  gibi yamuk ve arızalı Müslüman olmak istemeyen Kürt siyasetçilerini, kürt savaşçılarını ve  Kürdistan ülkesini İslam’ın düşmanları  olarak tekfir ediyorsunuz.

 Tağuti ve  mustekbir Türk devletinin sarayında, yeşil cübbeli belamlar ve gecekondulu kırmızı papyonlu İslamcı entellerle birlikte Türk sultanına  tilavetler eşliğinde bazen ayet, bazen hadis, bazen  şiir okuyorsunuz. Bazende Türk Sultanları için, Allah’ın helal kıldığını haram ve haram kıldığını helal yapıyorsunuz. Kürt olduğun için, senden emin olmaları için ekranlarda ve TWİTTER ODALARINDA mübarek Kürdistan  ülkesine ve Muhavvid  savaşçılarına  ‘kafir’’ diyorsunuz.

Kürt savaşçılarına olan bu düşmanlığından dolayı, IŞİD ve AKP bağilerin gönlünde  taht kuruyorsun ve bunun karşılığında tağuti Türk devletinin sultanından bir Osmanlı Cülus bahşişi  alıyorsun. Ve bu Osmanlı Cülus bahşişi  midene  indiriyorsun, miden baş  üstünde başın mide üstünde ve bu midenin  üstünde Türk bayrağını dalgalandırıyorsun. Sonra Plastik beyninle ve sentetik fikirlerinle, günah ve cehalet üretiyorsun ve bu  üretiklerinden kendine  cehennemde küfürden bir ev inşa ediyorsun. Ve en  önemlisi İslam adına başkalarını seküler yaşamla itham ediyorsun, diğer taraftan “İstanbul Büyükşehir Belediyesi  Harita ve Kadostro Müdürlüğü”nde milyarlık ihaleler kovalıyorsun Bravo sana müflis adam(!)

Ey!Müflis adam!

Kürdistan ülkesinin, bağımsızlık ve hürriyet davası karşısında  gözlerin Abdullah Bin Selül gibi oportonist, İslam’i ahlakın ve tanıklığın kabül ahbar  gibi provakatif, hukuk ve adalet anlayışın Musa el eşar gibi konformist, Siyasi ahlakın, amr bin el as gibi dezenformasyon, ahiret bilincin  Abdurahman bin Avf gibi secularist, inanç iklimin İbnül Mülcem gibi enfeksiyonal, zihin dünyan  mezhepler gibi antagonizmal ve cesaterin  hizbuldomuz fırkası gibi korkak.

 Ey Müfit Yüksel! Değersizliğin adresi ve kıyametin alâmet-i fârikasisin. 

 Çünkü; Ocak 09, 2016 tarihli  Yeni Şafak  köşe yazınızda şöyle diyorsunuz:“Kürtlerin ümmet ile yollarını ayırmaya, İslam’dan kovmaya yönelik çaba ve tutumların günümüzde ciddi boyutlar kazandığını esefle gözlemlemekteyiz. Bir yandan, Kürtler içindeki seküler/din karşıtı ulusalcı çevrelerin, PKK ve uzantılarının, Kürtleri Müslümanlıktan, ümmetten koparmaya yönelik çabaları yoğunluk kazanmıştır.”

  Ey!Müflis adam!

 ‘’Ümmet diye bir kurum mu var? Bütün Müslüman milletler bu  kurum etrafında birleşti de bir Kürtler mi ayrı düştü? Bu kurum nerdedir, ne iş yapıyor, bize söyle de bizde gidip Arapların 22 devlet,  Türklerin  11 devlet ve Farsların  4 devlet sahibi olduğunu ve Kürtlerin de  bunlara kölelik yaptığını şikayet edelim.

 Ülkesi işgal, ontolojik varlığı inkar, fizyolojik varlığı din kardeşleri tarafından çarmıha gerilen ve siyasal egemenliği elinden alınan Müslüman bir milletin siyasetçilerine ve savaşçılarına utanmadan “Kürtleri İslam’dan uzaklaştırıyorlar” diyorsunuz.

 Verdiğin bu kötü hükümden dolayı, Allah seni kahr etsin ve cehennemde  odun taşıyan hamal yapsın! Çok daha kötüsü, Erdoğan ve Hamas’ın elebaşlarıyla seni haşr etsin!

 Çünkü yükezibunsun, Kürt siyasetçileri ve Kürt savaşçıları asla ve asla idia ettiğiniz  o zelil  iftiradan ırak ve firaktırlar. Kürt siyaseti ve Kürt savaşçıları Kürdistan ülkesinin bağımsızlık  ve hürriyet davasıyla iştigal etmektedirler ve siz onların yaratığı değerler ve emekler karşısında  bir hardal tanesi kadar değilsin!

 Ey! Müflis adam!

 Kürt milleti, Kürt siyasetçileri ve savaşçıları bin dört yüz yıldır yeryüzünde hiç bir Müslüman milletin ve sapık İslamcı fırkaların yapmadığı kadar, Allah’a  huşu  ve takva içinde secde ediyorlar. Oysaki  İslam toplumlarını, seküler,  mataryalist,  hedonist ve paganist  bir  inancın  iklimine transformasyon eden, eteklerine tutuştuğunve  biat ettiğin mustekbir Türk, Arap, Fars devletleridir.

 Kerhane  ve meyhaneler eşliğinde ‘’Çankaya  Puthanesi’’ne secdeye duran  senin Yeni Şafak gazetendir. Sevgili dostum İzzetin  Yıldırım hocamı ve yüzlerce dindar insanlarımızı domuzbağı yöntemiyle katl  eden hizbuldomuz fırkasıyla oturup kalkan sen değil misin?

 Kürdistan ülkesi  İslam ülkeleri içinde, kerhanenin,  mayhanenin, eğlencenin, fuhuşun, alkolin,  uyuşturucunun lüx yaşamın, ateistliğin, kapitalist yaşamın ve Dubai gökdelenlerin en  az olduğu ülke olduğunu bilmiyor musunuz?

  İslam ülkeleri  içinde camilerin, mescidlerin, medreselerin ve tessetürün  en fazla olduğu  ülke gene  Kürdistan ülkesi olduğunu bilmeyecek kadar köylü müsünüz?

 Ve, en önemlisi; Kürt halkı ve siyaseti zerre miskal kadar İslam’ın, ulvi ve muşeref değerlerini,  milletleşme ve devletleşme temayüllerine  alet etmemiştir. Mamafih, milletleşme ve devletleşme temayülüne tenezzül ve tefessül etmiş olsaydılar; bugün bahs konusu ettiğin o uyduruk ümmetin sömürgesi olmazdılar değil mi bay MUFLİS?

 Ey! Müflis adam!

15 Şubat, 2016 tarihli Twitter hesabınızda şöyle diyorsunuz: Önce bu çirkin sözlerinize hokkalı bir tokat indirmek istiyorum: Yalınayaklı Kürt milletinin ve  sevgili PYD’li siyasetçilerin ve sevgili YPG’li savaşçıların ayaklarının altındaki mikrop kadar bile kıymetinin olmadığını bilmeni isterim.

  Ey Müflis adam!

Twitter üzerinde sarf ettiğiniz bu sözlerinle İŞİD,  Hamas, T.C ve AKP bağilerine dost, Müslüman Kürt savaşçılarına ve siyasetçilerine  düşman olduğunu net bir şekilde  ilan etmiş oluyorsunuz!

Şimdi siz kendi öz toprakları üzerinde yaşayan, kendi öz vatanını savunan, halkını IŞİD kafirlerinden-teröristlerinden koruyan, PYD ve YPG’nin derhal  Rojava Kürdistan’dan çıkarılmasına hüküm veriyorsunuz.

 Batı  Kürdistan  ülkesini işgal eden, Kürt milletinin siyasal egemenliğini elinden alan, binlerce Kürt kadınını demir kafeslerde cariye  olarak satan, Kürt savaşçıların kafasını odun  hızarlarıyla vahşice bedeninden ayıran IŞİD  kafirlerin, rojava  Kürdistan’ı işgal etmesini cani gönülden arzu ettiğinizi çok iyi biliyorum.

İkincisi, Kürdistan’ı yakıp yıkan ateistler mi, Yahudiler mi, İsrail Devleti mi,  Hiristiyanlar devletler mi Hiristiyan milletler mi?    

 Elbette ki, onların olmadığını benden çok daha iyi biliyorsunuz. Oysa ki Kürdistan ülkesini  yakıp yıkanlar ve yalın ayaklı halkını çarmıha geren tedrisati rahlesinden geçtiğiniz modern çağın Emevi, Sefavi ve  Osmanlı  Cihatcılarıdır.   

 Bu cihatçıların  fihristi  işgal, ganimet, tecavüz, bağilik, haydutluk, barbarlık, hırsızlık, cahillik, mustekbirlik, bencillik, görgüsüzlük, kültürsüzlük,  insanları  diri diri kesme,  hak-hukuk ihlali, kalpazanlık, dört eşlilik, işkence, sürgün, köleleştirme, eşekleştirme, eğitimsizlik, ufurukçuluk, putperestlik, mezara tapma, Peygambere tapma, dört halifeye tapma, mezhebe  tapma, lidere tapma, sekse tapma, paraya tapma, makama tapma, otoriteye tapma ve İslam’ı İslam’la dolandırmak  kadar, baş döndürücü ve sınır bozucudur!

Ey Müflis adam!

 Biz Kürtlerin ülkesini işgal eden İsrail mi?

 Biz Kürtlerin dilini yasaklayan İsrail mi ?

 Biz Kürtlerin nazik civan bedenlerini çarmıha geren İsrail mi?

Ey! Müflis adam,  

demir kafaslerde canlı canlı insan yakan IŞİD kafirlerine söyleyecek bir sözün  yokmu?  Rojava Kürdistan’i bombalarla döven, sivil halkını vahşice katl eden ve Afrini işgal eden  T.C’nin  Kasrü’l-Beyza Saray’ında oturan münafık Erdoğan ve onun tetikçisi olan Hakan Fidana söyleyecek bir sözün yok mu?

 Fidan  Güngör, İzzetin Yıldırım ve Ubeydullah Dalar’ı tekbirler eşliğinde alçakça katl eden hizbuldomuz fırkasına söyleyecek bir sözün yokmu?

 Kürt gençlerini vinçlerde vahşice sallayan Muaviye  kafalı ayetullah rejimine söyleyeceğin bir sözün yok mu?

  Biat ettiğiniz ve İslam’ın hamisi gördüğünüz ‘’Yahudi Cesaret Ödülü’’ alan ve TEK Müslüman olma ünvanını elinde buklunduran Recep Tayyip Erdoğan’a ‘’ALÇAK’’ demeyecek misin? 

T.C’nin 23 yıl içerisinde vahşice katl ettiği dört yüz Kürt çocuğu için bir demet sözün yok mu?

Bodrumlarda Müslüman milletimizi canlı canlı yakan, Kürt  çocuklarına yaşlarından fazla kursun sıkan, Kürt gençlerini katl edip panzerlerin arkasına bağlayıp yerden sürükleyerek teşhir eden, savaşçı Kürt kadınları öldürdükten sonra çırıl çıplak soyup kahramanlık bozunu veren, camiilerimizi, Aziz Kuran’ı Kerimi ve şehirlerimizi delik deşik eden, terörist Türk askerlerine ve işkenceci Türk  polisine  söyleyeceğin bir sözün, bir ayetin ve bir hadisin yok mu?

 Ey Müflis adam!

03 Ara 2015  tarihli başka bir Twitinizde  şöyle diyorsunuz: “Latince  Kürtlere Latin harfi dayatmak, Kürtleri İslam’dan koparıp, ateistleştirme, Kürdistan’ı tümü ile Endülüsleştirme projesidir.” Peki, bay Müflis! 

Aşağdakilerden hangisi Allah’ın resmi dilidir sizce? (!) 

(A) Arapça B) Latince.

 Arap  ilahiyatıyla eşekleştirildiğin için mühtemelen A) şıkkı diyeceksiniz. Çünkü sana göre, Allah’ın ve Kürt’ün dili Arapçadır. Ancak Kuran senin gibi hüküm vermiyor ve  senin kösele suratına şu iki ayeti çarpıyor: “Göklerin ve yerin yaratılmasıyla dillerinizin ve renklerinizin farklı olması da O’nun ayetlerindendir.” (Rum,22),  

 “Birbirinizle tanışasınız diye sizi milletlere ve kabilelere ayırdık. (Hucurat,13)

  Ey Müflis, Sen kim islam olmak kim! Sen kim Müslüman  olmak kim! Sen kim insan olmak kim! Sen kim Kürt olmak kim! Hayatını tağuti Türk devletine hizmet ve Türk İslamcıların kıcına nuska yazmakla  geçirmişsiniz.

Artık İslam’ın silahıyla milletimize ve ülkemize suikast yapmanıza asla izin vermeyeceğim ve yükezibun suratlarınıza GÜÇLÜ KALEMİMLE, GÜÇLÜ KONUŞMA SANATIMLA VE GÜÇLÜ SİSTEMATİK DÜŞÜNCE FAKÜLTEMLE silleler indireceğim ey Muflis adam!

 Kadiramac@hotmail.com, https://twitter.com/KADIRAMAC

Hüda-Par’a Sorular!


Sevgili okurlar!

Uzun bir süreden beri güncel yazılar yazmıyordum. İsrail ile Hamas, Cihad ve Hizbullah terör örgütleri arasında yaşanan savaş ve İslam dünyasında dalga dalga yayılan, YAHUDİ VE İSRAİL düşmanlığı beni bu yazıyı kaleme almaya mecbur bıraktı. Önce İsrail milletine ve Yahudilik meselesine kısaca değinmek istiyorum.
Birinci Fasıl!
İsrail milleti ve yahudiler Yakup, Musa ve Kudüs’ü inşa eden Süleyman peygamberin öz torunlarıdır. İnsanlık tarihinde hiç bir milletin hikayesi yahudiler-İbraniler gibi acılarla yazılmamıştır! İki bin yıl boyunca dünyanın her ülkesine sürüldüler. Tarih boyunca gadre uğradı, sürüldü, yakıldı, topluca katledildiler. 1940-1945 yıllarında 1 milyon çocuk, 2 milyon kadın ve 3 milyon yahudi vahşice öldürüldü!
Hristiyan alemi Yahudilerin insan ve mazlum olduğunu ancak ki Nazi soykırımından hemen sonra itiraf edebildi; ancak İslam dünyası hâlâ Yahudileri ‘’LANETLİ BİR KAVİM’’ olarak görüyor! En son 08.10.2023 tarihinde Hamas, ‘’Aksa Tufanı’’ adında binlerce kısa mesafeli füze fırlatarak üç binden fazla sivilin ölmesine sebep oldu. Bu terör saldırısının gerçekleştiği saatlerde, İslam ülkelerinde siyasal İslamcı fırkalar sokaklarda tekbir eşliğinde çıktılar ve bu terör saldırısını büyük bir ibadet olarak kutlamaktan imtina etmediklerini hep birlikte televizyon ekranlarında izledik.

Müslüman milletlerin İsrail’e kin ve nefretle düşmanlık beslemeleri realiteyi değiştirmez. İsrail Ortadoğu’nun birinci ve dünyanın ilk 27 demokratik devletidir! Ayrıca İsrail halkı özgürdür; ancak İran halkı,Türk halkı ve hiç bir Arap halkı özgür değildir. Dolayıısyla Yahudi ve Müslümanların hakikatinin şu olduğunu düşünüyorum: Filistinlilerin İsrail devletiyle yaşadıkları sorun, İslami bir sorun değildir. Bu sorun, Arap, İsrail ve uluslararası güçlerin sorunudur!
İnsanlığa yemin ederim ki; bugün İsrail gücünde bir Müslüman devleti olmuş olsaydı eğer; bütün Yahudileri katl ederdi.
                                                                          İkinci Fasıl

Bir de ÇOK KISACA ‘’Filistin Meselesi’’ne bakalım. Tarihte Filistin diye bir devlet olmadığı gibi, Filistin diye bir dil, bir milliyette yoktur. Yani, tarihte Arap devletleri, Arapça kadim bir dil ve Araplar adında kadim bir millet vardır…

Bu meselede, kimsenin hayranı ve militanı olmadığımı belirtmek istiyorum! Siviller mahsundur, onları öldürenler katildir. İki din ve iki halk arasında adaleti tesis eden şeyin DİN, KAN, DÜŞÜNCE ve DUYGU bağı olduğunu düşünmüyorum. Tam aksine, iki din ve iki millet arasında adaleti sağlayan şeyin HUKUK olduğuna inanıyorum. Dolayısıyla eskilerin tabiriyle İsrail, Filistin ve Hamas’ın teslis-i zâviye meselesini şöyle ifade etmek istiyorum. FİLİSTİN haklı değildir, İSRAİL haklıdır ve HAMAS terör ve cahaletin temsilcisidir.

  Üçünçü Fasıl

Siyasal İslamcıların ne kadar sahtekar ve munafık olduklarını gayet iyi bilenlerden biriyim. Evet, bu işlere 13 yaşında (1984) el attım ve 28 yaşında (1999) (yaka silkeledim!
1999 yılında net olarak şu gerçeğin farkına vardım.

Dünyanın en karanlık noktası islamcı düşünce ve dünyanın en sevimsiz noktası İslam ülkeleri!
Gezegenimizde 2 milyar müslüman nufüs, 56 Müslüman ülke ve 22 Arap devlet olmasına rağmen Türkler, dünyayı Türkleştirmek ve dünyanın hükümdarı olmayı murad ediyor. Araplar ise YAHUDİLERİ YOK ETMEK, her insanı, her toplumu ve her inancı Müslüman yapmak istiyor.

Bakınız, Yahudilerin ve Kürtlerin yerküredeki ahvalini ancak şöyle özetleyebiliriz. Dünyada tek bir Yahudi devleti var ve gene dünyada nüfusu en fazla olan DEVLETSİZ millet Kürtler!
Evet, beyler! Bu dünya adil değil ve bu dünyada en fazla Kürtlere, Çingenelere ve Yahudilere kötülük yapıldığını düşünenlerdenim. Çünkü yerküremizin nasıl haksızca taksim edildiğini, sizce de şu rakamlar gerçeği en güzel şekilde özetlemiyor mu?

Dünyanın toplam yüzölçümü: Beşyüz On milyon!
Rusya Yüzölçüm: On yedi milyon!
Arap Yarım adasının yüzölçüm: Üç milyon!
22 Arap devletinin toplam Yüzölçümü: On Dört milyon!
İSRAİL Devletinin Yüzölçümü: YİRMİ İKİ BİN!
DEVLETSİZ OLAN KÜRTLERİN YÜZÖLÇÜMÜ: 530.000!
Elinizi vicdanınıza koyun ve hakikati siz söyleyin!

                                                                 Dördüncü ve Son Fasıl!
Halklar tarihlerinde bu yana muhakkak birbirlerine güzel şeyler yapmışlardır. Ancak hiç bir millet ve hiç bir din Kürtlerin özgürlük mücadelesinin yanında durmamıştır. Lakin Kürtler her milletin acısına koşmuş; herkesin dinine, ideolojisine, devletine ve özgürlük mücadelesine yardım elini uzatmıştır. Ancak Kürtlerin bir bölümü ulusal kurtuluş mücadeleyi değil ‘’İslam kardeşlik’’ mefküresini tercih etmiştir.
İşte onlardan biri de Kürt toplumunun %1’ni temsil eden ve Kürt sosyolojisinde kırk yıldır bir türlü karşılık bulamayan Hüda-Par-Hizbullah fırkasıdır. Çünkü bu fırka İslamcı hareketlerin, İran ve Türk devletinin ortak bir projesi olarak ortaya çıkarıldı! Burdaki gaye, Kürt yurtseverliğini ve vatanperverliğini İslam’a tahvil etmek ve İslam’ın sılahıyla Kürt ulusal bilinçine suikast yapmak.

Şimde bu, HÜDAPARLILARI geçmişteki Hıristiyanlık kozmolojisine benzetiğimi belirtmek istiyorum: Biliyorum; bu fırkanın musbet ve menfi konularda entelektüel bir fakülteye sahip olmadığını. Şöyle ki; Hıristiyan teolojisinde İsa Allah’ın temsilcisi, Havârîler İsa’nın temsilcisi, kilise ise de havârîlerin temsilcisi!
Hüda-Par’da yanılmıyorsam, kendisini ‘’Allah’ın partisi’’ ve ‘’Allah’ın askeri’’ görüyor! Bu çok ilginç bir durum(!) Oysaki Allah’ın ne bir devleti, ne bir partisi ve ne de bir ordusu vardır! Çünkü evreni yoktan var eden Allah, bu tür saçma sapan sıfatlardan münehzzehtir.

Şimdi yazımın son faslında Kuran’da ŞAMPİYON!
Hamas’da ŞAMPİYON!
Filistin’de ŞAMPİYON!
Kudüs’te ŞAMPİYON!
‘’İslam kardeşliği’’ ve ‘’Ümmetin Birliği’’ konusunda ŞAMPİYON!
Kölelikte ŞAMPİYON! Ve Kürdistan meselesinde KÜMEDE kalan Hüda-Parlıların şu sorularıma yanıt vermelerini istiyorum.

Ey Huda-Parlılar,
80 ve 90’lı yıllarda Türk Devletine “TÂĞUT” ya da “darül küfür” diyordunuz! Öyle değil mi? Hayrola! Bugünde Huda-Par adıyla ‘’Tağut’’ dediğiniz ‘’Çankaya Puthanesi’’ne tilavetler eşliğinde secdeye durmuş ve ona yemin ediyorsunuz! Bu durumda müşrik olmuyor musunuz?
Ey Hüda-Parlılar,
biat ettiğiniz ve İslam’ın hamisi gördüğünüz ‘’Yahudi Cesaret Ödülü’’ alan ve TEK Müslüman olma ünvanını elinde buklunduran Recep Tayyip Erdoğan’dır!
Türklerin Kasrü’l-Beyza Saray’ın da oturan Recep Tayyip Erdoğan’nınıza Ocak 2004’teki Amerika ziyareti sırasıda New York’ta “Amerikan Musevi Komitesi” tarafından “Yahudi Cesaret Ödülü” verildiğini bilmiyor muydunuz? Ya da şöyle sorayım: Yahudilerin dostu biat ettiğiniz Erdoğan mı, yoksa sevgili mustazaf Kürk halkının lideri Öcalan mı?

Ey Huda-Parlılar,
daha dün, Kobané ve Şengal’de IŞİD teröristleri “Allahu ekber” sloganıyla Kürt kadınlarını demir kafesler içinde ”cariye” olarak satarken, neden DİYARBAKIR MEYDANINA İNMEDİNİZ? 

Benzer şekilde Cizre, Nusaybin, Sur, Gever ve Silvan’da T.C.’nin Esadullah timleri de “Ya Allah, Bismaillah, Allah’u Ekber” sloganlarıyla Kürtlerin yatak odalarına kadar girerken; ‘’ aşk burda yaşanır’’ diyen işgalçi Türk asker ve polisine karşı neden tekbir çekmediniz ve yaşasın! Kürdistan, demediniz?
Ey Hüda-Parlılar,
mustekbir Türk devletiniz Rojava Kürdistan’da sivilleri, hastahaneleri, ibadet yerlerini ve elektrik santralini bombaladığında neden sokaklara inmediniz?

Ey Hüda-Parlılar,
Filistin’e özgürlük ve bağımsızlık için meydanlara çıkıyorsunuz. ‘’Filistin’’nin haseten devlet olması için ‘’canımız fedadır Filistin uğruna’’ diyorsunuz! Doğru mu? Ancak Kürtlere Türk, Arap ve İran devletine REÂYA olmayı ibadet sayıyorsunuz! Neden? 

Ey Hüdaparlılar,
ayrıca ne vakit Kürdistan’ın şerefi ve hürriyeti uğruna CİHAD etmeyi ve bu uğurda şehid olmayı düşünmüyor musunuz?
Yoksa ALLAH’IN Müslümanlara DEVLET olmayı Farz-ı ayn yaptığını,
aynı ALLAH’IN, Kürtlere ve İbranilere-Yahudilere DEVLET OLMALARINI HARAM KILDIĞINI MI DÜŞÜNÜYORSUNUZ?

Ey Hüda-Parlılar!
Biz Kürtlerin ülkesini işgal eden İsrail mi?
Biz Kürtlerin dilini yasaklayan İsrail mi ?
Biz Kürtlerin nazik civan bedenlerini çarmıha geren İsrail mi?
Değilse o halde DERDİNİZ NE?
Amacınızın hedef saptırmak olduğunu bildiğim için, ancak şu kadarını söyleyebilirim:
Yalın ayaklı Kürt milletinin, İsrail ve Amerika’yla hiç bir sorunu yoktur! Kürtlerin sorunu işgalci müslüman devletlerledir.
Kürdistan Musa, İsa ve Muhammed peygamberin muhkem AYETİDİR! Her kim ki, bu AYETİ inkar ederse ve ona SAVAŞ açarsa bilsinlerki KAFİR-İNKARCI olmuşlardır!
Kürdistan HAKTIR ve mutlaka NURUNU tamamlayacaktır!
Kadir Amaç- Brüksel

PKK

Şehit Delil Ayhan şahsında tüm Kürdistan şehitlerine ithaf ediyorum!                    

                                         PKK

PKK; “hurûf-ı mukattaa”nın üç harfi!

Muhammed peygamberin ”Hilfü’l Fudul”lu!

Musa Peygamberin asası!

İsa peygamberin mucizesi!

Ahmed-i Hânînin Mem û Zîn’ı! 

 

Kürdistan ülkesinin  ayeti ve gönül dünyamın başkenti!

Heyhat! PKK, kimi zaman tufan!

kimi zaman namlunun ucundaki kurşun!

Kimi zaman Eshab-ı Kehf “mağara ehli”! 

 

Evet, PKK; mutlak sevgi!

Mutlak aşk!

Mutlak hürriyet!

Mutlak asalet!

 

PKK; vicdan, insan ve toplum!

PKK; hak arama, isyan, realite, hakikat! 

 

PKK, doğa!

PKK, kelebek!

PKK, güverçin!

PKK, kartal!

Gece: 02:44

Brüksel

Kadir Amaç

Kadir amac imza günü

Bingöl’e Mektup!

Sevgili Bingöllü-(Çewlik) hemşerilerim,  

Brüksel’den selamlar, sevgiler ve saygılar gönderiyorum. Ayrıca gönül dünyamdan bir demet gül koparıp siz değerli hemşerişlerime armağan ediyorum!

 

Sevgili Çewlikli Hemşerilerim,  

 

Bildiğiniz gibi, Bingöl-(Çewlik), 1925 Şeyh Said ve Azadi Hareket’in merkezi ve ulusal dalganın yayıldığı ilk Kürdistan şehri olarak karşımıza çıkıyor. Çewlik halkı 1925 tarihinden ta bugüne kadar Türk devletinin, kötülük ve inkâr politikalarına karşı kesintisiz mücadele verdiğini hem dost ve hem de düşman çok iyi biliyor! Dolayısıyla bu durumdan ne kadar kendinizden gurur duysanız azdır.

 

Sevgili Çewlikli hemşerilerim! 

 

14 Mayıs Pazar Günü seçim sandığına gidip, Yeşil Sol Parti’ye oylarınızı vereceğinizi, parlamentoya iki vekil göndererek, atalarınızın ve şehitlerinizin mücadele hatıralarına sahip çıkacağınızdan zerre-i miskal kadar şüphem yoktur.

 

Sevgili Çewlikli hemşerilerim!

 

O halde var mısınız; benimle şu sözü vermeye:

Bir oyum var, özgür Kürdistan için!

Bir oyum var, Kürtçe’nin resmileşmesi için!

Bir oyum var, zindanda esir tutulan kardeşlerimin özgürlüğü için!

Bir oyum var, Öcalan’ın avukatları ile görüştürülmesi için!

Bir oyum var, şeyh Said için!

Bir oyum var, şeyh Şerif için!

Bir oyum var, şeyh Abdullah Melekan için!

Bir oyum var, Feqî Hesen Médon için!

Bir oyum var, Sait Elçi için!

Bir oyum var, Yado için!

Bir oyum var, Tellî xanım için!

Bir oyum var, Mustafa Karasungur için!

Bir oyum var, Hayri Durmuş için!

Bir oyum var, İbrahim İnce Dursun İçin!

Bir oyum var, Vahdettin Kıtay için!

Bir oyum var, Zeynel Barak için!

Bir oyum var, Cüneyt Yıldırım için!

Bir oyum var, Delil Ayhan (İlhan Çiftçi) için!

 

Kadir Amaç, Yazar-Sosyolog

Brussel/Belgıum

Kadir amac imza günü

1 Mayıs İşçi Bayramı Kutlu Olsun!

 

17. yüzyılın sonlarına doğru endüstri sınıfının gelişip serpilmesi emek sınıfının örgütlenmesi ve 1848 işçi ayaklanmasını doğuracaktı. İnsanın canavarlaşmasına ve timsahlaşmasına yol açacak bu yeni iş gücünün efendileri, merkantilistler ve onların uzantıları olan komprador sınıfı olacaktı. Bu açgözlü canavar sınıfın, ilk hesap defterini “gizli el” yöntemi ile tutan, formüle eden, açgözlülük, hırsızlık kültürünün meşrulaşmasını ve yaygınlaşmasını sağlayan kişi Adam Smith olacaktı.

Son olarak, sermaye ve emek ilişkisine ”makro ekonomi” yöntemiyle balans ayarını verecek kişi ise John Maynard Keynes olacaktı. Keynes’in ekonomi modeli, Richard Falk’ın “Yırtıcı Küreselleşme” kavramsallaşmasını doğuracaktı. Dolayısıyla Richard Falk’ın kavramsallaştırdığı bu “Yırtıcı Küreselleşme” emekçi sınıfın yeni canavarı olarak karşımıza dikilecekti.

Bundan yüzyıl önce, Amerika ve Avrupa kıtasında emekçiler günde en az 14-15 saat çalıştırılıyor ve tüm sosyal haklardan mahrum bırakılıyordu. 19. yüzyılın başlarında kapitalist sınıf, Amerika ve Avrupa’da iktidarının zirvesine ulaşarak, sömürülen emeğin üzerinde koca bir cennet inşa edecekti. İnşa edilen bu koca cennetin bedeli olarak yerküre ölçeğinde milyonlarca emekçi, açlık ve sefaletle baş başa bırakılacaktı.

İşte tam böylesi bir ortamda Amerika emekçi sınıfı, 1 Mayıs 1886’da 350 bin işçinin katıldığı Mayıs grevlerini başlatacaktı. On binlerce Amerikalı emekçi Şikago sokaklarını inim inim inleterek, kapitalist sınıfla hesaplaşacaktı. Ancak ”vahşi kapitalizm’’ emekçilerin bu hesap sorma girişimlerini bedenlerine kurşun yağdırarak karşılık vermiştir. Emekçilerin bu hak arama girişimleri sonucunda fabrika işçileri öldürülecek; sendika yöneticileri, yazarlar ve demokratik çevreler gözaltına alınacak ve 11 Kasım tarihinde idam edilecekti. Bu vesileyle Amerika işçi federasyonu 1888 yılında öldürülenlerin anısına 1 Mayıs gününü İşçi Bayramı olarak ilan edecekti.

Kürdistan tarihinde ise; Kürdistan işçi hareketi 12 Temmuz 1946’da Kerkük şehrinde ilk başkaldırısını yapmıştır ve her yıl Kürdistan’lı işçiler bu tarihi günü anmaktadırlar.

Modern Türkiye tarihinde işçi hareketi ise çok zorlu badirelerden geçmiş ve ta günümüze kadar gelmiştir. Türkiye’deki örgütlü emekçi sınıfın her hak arama girişimi, Kemalist rejim ve yaratılan sermaye sınıfı tarafından şiddet, ihlal ve mağduriyet yaratmakla engellenmiştir. Türkiye’de emekçi sınıf ilk 1 Mayıs kutlamasını 1909 yılında Üsküp’te yapmıştır. Daha sonra 1976 yılında T.C’nin kolluk güçleri, İstanbul Taksim meydanında 1 Mayıs kutlamasını yapmak isteyen kalabalığın üzerine, kurşun yağdıracak 37 işçinin hayatına son verecekti.

Son olarak 2009 yılında TBMM’de görüşülen 1 Mayıs İşçi Bayramı, TC’nin resmi bayramı olarak yasallaşacaktı. Türk devleti 1 Mayıs işçi bayramını resmi gün belirlemesine rağmen, emekçilerin her yıl işçi bayramını taksim meydanında özgürce kutlamasına engel olmaktan ayrıca imtina etmeyecekti.
Yalnız, sermaye ve emek sınıfının bu zıtlık mücadelesini, 200 ya da 500 yıllık zamana sığdırmanın bilimsel olmadığı gerçeğini ayrıca hatırlatmakta yarar var. Çünkü kadim insanlık tarihinde emek, hak, adalet ve özgürlükten yana olan bir çok büyük sosyal adaletçi şahsiyet; emek adına sermaye sınıfıyla mücadele etmiştir.

Örneğin, sosyalist Zerdüşt din adamı Mazdek, Marx’dan 1400 yıl önce; sanayi, toplumsal üretim ve buhar makinası ortaya çıkmadan, yaşamın tüm nimetlerini tekelinde toplayan (altın ve iktidar) sınıfın dar bireysel mülkiyetine karşı örgütlenerek galebe çalmıştır. Mazdek’in talebelerinden olan Husrev-Mubad, sosyal adalet için, altın ve iktidar sınıfına karşı geldiği için kellesinden olmuştur. Öyle ki, emek ve sermaye sınıfının bu zıtlık mücadelesini Ali Şeriati Kuran’da tespit edecek, Habil’i emeğin, Kabil’i ise sermayenin temsilcisi olarak “İslam ve Bilim” kitabında formüle edecekti.

Sonuç olarak, bu iki zıt kutup insanlık ailesinin beş binyıllık tarihinde şu misyonu oynamıştır: Emek aydınlığın, sermaye karanlığın temsilcisi olmuştur. Dolayısıyla iyilik, kötülük, temizlik, kirlilik, doğruluk, yalan, emek, sömürü, adalet, zülum, özgürlük, esaret gibi kavramlar, bu iki zıt kutbun sembolleri olmuştur.

“Ekmeği elinden alınıp, Muaviye sermayesine karşı gelmeyene şaşar kalırım.” diyen Ebuzer’in sözüyle makalemi sonlandırıyorum ve Ez roşanê xebatkarê Kurdistonon û xebarkar ê dînya bımbarek û piroz kena!

 

kadiramac@hotmail.com

BRUSSEL